Kara Kitap - 37
Süzlärneñ gomumi sanı 2777
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1665
31.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
44.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
53.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
çıkan bir kabadayı kavgasında iri aynanın kavgacıların üzerine şan-gırdayarak, parça parça inip
kırıldığını söylemişler ona. Böylece, emekliliğin eşiğindeki komiser, cam kırıkları arasında, ne
faili bilinmeyen cinayeti, ne de aynanın arkasındaki sırrı anlayabilmiş.
ON BEŞİNCİ BÖLÜM
hikAyecî değil, hikâye
"Benim yazı yöntemim, beni kim dinliyor diye meraklanmaktan' çok,' yüksek sesle düşünmeye
ve kendi keyiflerimi
izleme\c davanır.
De Quineey
Telefondaki ses Alâaddin'in dükkânının önündeki buluşmanın kararlaştırılmasından az önce
Galip'e Celâl'in yedi telefon numarasını yazdırmıştı. Galip, Celâl ile Rüya'yı bu telefonlardan
birinde bulacağından o kadar emindi ki, gözlerinin önünde, Rüya ve Celâl'i yeniden görebileceği
sokaklar, apartman daireleri ve kapı eşikleri canlanıyordu. Onları görür görmez, Celâl ile
Rüya'nın anlatacakları gizlenme nedenlerini ilk cümlesinden başlayarak bütünüyle mantıklı ve
haklı bulacağını biliyordu. Celâl ve Rüya'nın şöyle diyeceklerinden de emindi: "Galip, biz de
seni çok aradık, ama evde de, yazıhanede de yoktun. Nerelerdeydin?"
Galip saatlerdir oturduğu koltuktan kalktı, Celâl'in pijamalarını çıkardı, yıkandı, tıraş oldu,
giyindi. Aynada yüzüne bakarken üzerinde açıkça seçebildiği harfler ne esrarengiz bir
kumpasın ya da delice bir oyunun uzantısı, ne de kendi, kimliği konusunda kuşkular
uyandırabilecek bir görsel yanılsama olarak gözüktü. Bir eşini Silvana Mangano'nun kullandığı
pembe Lux sabunu ya da aynanın önündeki eski tıraş bıçağı gibi, harfler de gerçek bir
dünyanın parçasıydılar.
Kapının altından atılmış Milliyet gazetesinde, Celâl'in köşesinde yayımlanan kendi cümlelerini,
bir başkasının cümleleriymiş gibi okudu. Celâl'in resminin altında yayımlandığına göre Celâl'in
cümleleri olmalıydı bunlar. Öte yandan, Galip bu kelimeleri kendisinin yazdığını da biliyordu.
Bu durum ona çelişkili değil, tam tersine, anlaşılabilir dünyanın bir uzantısı olarak gözüktü.
Elindeki adreslerin birindeki bir evde Celâl'in kendi köşesinde yayımlanan bir başkasının
yazısını okuyuşunu hayâl etti, ama Celâl'in bu durumu bir saldırı ya da sahtekârlık olarak
görmeyeceğini tahmin edebiliyordu. Büyük bir ihtimalle, yazının kendi eski bir yazısı ol-
madiğini bile çıkaramayacaktı.
Ekmek, tarama, dil ve muzla karnını doyurduktan sonra, gerçek dünya ile olan bağlarını daha
da sağlamlaştırmak için yarıda bıraktığı işlerini yoluna koymak istedi. Birlikte bazı siyasi
davalara baktıkları bir avukat arkadaşını aradı, âcil bir yolculuk yüzünden günlerdir İstanbul
dışında olduğunu söyledikten sonra, bir davada işlerin her zamanki gibi ağır gittiğini, bir başka
siyasi davada ise kararın açıklandığını ve müvekkillerinin gizli komünist örgüt kuranlara
yataklık etmekten altışar yıla mahkûm olduklarını öğrendi. Az önce okuduğu gazetede, bu
habere, kejıdisiyle hiçbir ilişkisini kuramadan bir göz attığını hatırlayınca öfkelendi. Kime, hangi
gerekçeyle duyduğunu açık seçik çıkaramadığı bir öfkeydi bu. Yapılacak en doğal şey buymuş
gibi kendi evine telefon etti. "Rüya çıkarsa," diye düşündü, "ona da ben bir oyun oynayayım."
Sesini değiştirip Galip'i arayan biri olduğunu söyleyecekti, ama telefon açılmadı.
İskender'i aradı. Ona Celâl'i bulmak üzere olduğunu anlatacak, İngiliz televizyoncularının daha
ne kadar İstanbul'da olacaklarını soracaktı. "Bu son geceleri," dedi İskender. "Yarın sabah
erkenden Londra'ya gidiyorlar." Galip, Celâl'i bulmak üzere olduğunu anlattı. Celâl de, önemli
bazı konularda açıklama yapmak için İngiliz televizyoncularla görüşmek istediğini söylemişti;
bu görüşmeye o da çok önem veriyordu. "O zaman, ben' bu akşam için onları kesin
ayarlayayım," dedi İskender. "Onlar da çok istiyorlar çünkü." Galip, "Şimdilik burada,"
olduğunu söyleyerek ahizenin üzerinden okuduğu telefon numarasını İskender'e verdi.
Hâle Halanın numarasını çevirdi, sesini değiştirip kalınlaştıra-rak, Celâl Beyi bugünkü
yazısından dolayı kutlamak isteyen sadık bir okuru ve hayranı olduğunu açıkladı.
Düşünüyordu: Rüya'dan ve kendisinden haber alamadıkları için karakola gitmişler miydi?
Yoksa hâlâ İzmir'den dönmelerini mi bekliyorlardı? Ya da Rüya onlara uğrayıp her şeyi
anlatmış mıydı? Bütün bu arada, Celâl'-den hiç ses çıkmış mıydı? Hâle Halanın, Celâl Beyin
burada olmadığını, gazeteden aranmasını söyleyen ağırbaşlı sözleri, bu sorulara bir açıklık
getirecek gibi değildi hiç. Saat ikiyi yirmi geçe, Galip, 'Kişilikler'in son sayfasındaki yedi telefon
numarasını bir bir aramaya başladı.
Bu yedi numarada hiç tanımadığı ailelerin ve herkesin tanıdığı geveze çocukların, kaba ve
cırlak sesli amcaların, kebapçı dükkânlarının, telefonlarının eski sahiplerini hiç mi hiç merak
etmemiş ukalâ emlâkçilerin, kırk yıldır aynı telefonun sahibi olduğunu söyleyen hanımefendi bir
terzinin ve akşam eve geç dönen yeni evlilerin oturduğunu anladığında saat sekiz olmuştu.
Telefonlarla boğuşurken bir ara karaağaçtan dolabın alt raflarında, daha önceden karıştırıp
ilgilenmediği eski kartpostallarla dolu bir kutunun dibinde on tane fotoğraf bulmuştu.
Bir Boğaz gezintisinde, Emirgân'daki ünlü çınar ağacının altındaki kahvede, kravatlı ceketli
Melih Amca, gençliğinde Rüya'ya benzeyen güzel Suzan Yenge ve Celâl'in peşine taktığı tuhaf
bir arkadaşı değilse, Emirgân Camiinin imamı olabilecek biriyle birlikte, on bir yaşındaki Rüya,
Celâl'in elinde olduğu anlaşılan fotoğraf makinesine merakla bakıyor... Üzerinde ilkokul ikiden
üçe geçtiği yaz giydiği askılı elbise, Rüya, Vasıf ile birlikte, Hâle Halanın iki aylık kedisi Kömür'e
akvaryumdaki balıkları gösterirken, Esma Hanım, bir yandan ağzında sigara olduğu için
gözlerini kısarak onlara gülüyor, öte yandan da, görüş açısına girip girmediğinden emin
olamadığı fotoğraf makinesinden korunmak için eliyle başörtüsünü düzeltiyor... İlk evliliğin
birinci yılında, annesini, amcalarını, halalarını pek arayıp sormayan devrimci ve bakımsız Rüya,
bfr kış günü, Şeker Bayramında hep birlikte yenen öğle yemeğine tek başına da olsa ansızın
yetişip karnını iyice doyurduktan sonra, üzerine çöken yorgunlukla uzandığı Babaannenin
yatağında, tıpkı yedi gün on bir saat önce Galip'in onu en son gördüğü durumda, bacaklarını
karnına çekmiş ve başını diklemesine yastığa gömmüş olarak mışıl mışıl uyuyor... Şehrikalp
Apartmanının kapısının önünde poz vermek için dizilmiş bütün aile ve kapıcı İsmail'le Kamer
Hanım, fotoğraf makinesine bakarlarken, saçları ,, kurdelalı Rüya, Celâl'in kucağından, bugün
çoktan ölmüş olması ,| gereken kaldırımdaki bir sokak köpeğini seyrediyor... Suzan Yen- . ge,
Esma Hanım ve Rüya, kız lisesinden ta Alâaddin'in dükkânına kadar Teşvikiye Caddesinin iki
kaldırımı boyunca dizilmiş kalabalıkla birlikte, fotoğrafta arabasının burnu kadar, kendisi de
gözükmeyen De Gaulle'un geçişini seyrediyorlar... Annesinin üzeri pudralıklar, Krem Pertev
tüpleri, gül suyu ve kolonya şişeleri,
pompalı parfümler, törpüler ve saç tokalarıyla kaplı tuvalet masasına oturan Rüya, aynanın
kanatlarını açıp kısa saçlı başını arasına sokunca üç, beş, dokuz, on yedi ve otuz üç tane Rüya
oluyor... Fotoğrafının çekildiğini bilmeyen on beş yaşındaki Rüya, yanında bir kâse leblebi,
üzerinde basmadan kolsuz bir elbise, açık pencereden üzerine güneş vuran bir gazeteye
eğilmiş, yüzünde Galip'e her zaman dışarıda bırakıldığını korkuyla sezdiren bir ifadeyle, bir
yandan saçlarını çekiştiriyor, bir yandan da silgisini ısırdığı kalemle bilmece çözüyor... Galip'in
ona son doğum gününde aldığı Hitit Güneşini boynuna taktığına göre, en çok beş ay önce,
Galip'in saatlerdir içinde gezindiği odada, Galip'in az önce konuştuğu telefonun yanıbaşında,
Galip'in şimdi oturduğu koltukta oturan Rüya, mutlu bir kahkaha atıyor... Yolculuklarda iyice
alevlenen anne-ba-ba kavgaları yüzünden kederlenen Rüya, Galip'in nerede olduğunu
çıkaramadığı bir kır lokantasında, surat asıyor... Liseyi bitirdiği yıl gittiği Kilyos Plajında,
arkasında köpüklü deniz, yanında, kendisinin olmayan, ama kendisininmiş gibi güzel kolunu
selesine dayadığı bir bisiklet, üzerinde apandist ameliyatının dikiş izlerini, bu izlerle göbek
çukuru arasındaki mercimek büyüklüğündeki iki ikiz beni ve ipek teni üzerinde kaburgalarının
belli belirsiz gölgesini açıkta bırakan bir bikini, elinde fotoğraf bulanık çıktığı için değil, Galip 'in
gözyaşlarından başlığını okuyamadığı bir dergi, Rüya, neşeli olmak istiyor, ama esrarını
fotoğraflara bakan kocasının hiçbir zaman anlayamadığı bir keder ve hüzünle gülümsüyor.
Galip, gözyaşlarıyla esrarın içindeydi şimdi. Sanki bildiği, ama bildiğini bilmediği bir yerdeydi;
daha önceden okuduğu, ama okuduğunu unuttuğu için heyecanını hissettiği bir kitabın
sayfaları arasında gibi. Hem duyduğu felâket ve yokluk duygusunu daha önceden hissetmiş
olduğunu, hem de bu acının insanın hayatta bir kere hissedebileceği kadar güçlü olduğunu
biliyordu. Hem içinde hissettiği aldatılışm, yanılsamanın ve kaybın acısını başka kimsenin
başına gelmeyecek kadar kendine özgü buluyor, hem de bunun bir başkasının bir satranç
oyununu tasarlar gibi önceden hazırladığı bir tuzağın sonucu olduğunu seziyordu.
Rüya'nın fotoğraflarına damlayan gözyaşlarını silmiyor, burnundan nefes almakta zorlanıyor,
yerinden hiç kıpırdamadan- koltukta oturuyordu. Dışarıdan Nişantaşı Meydanından cuma
akşamı-
nm sesleri geliyordu: Dolu otobüslerin yorgun motorlarından, trafik sıkıştığında kornaları
körlemesine çalınan arabalardan, köşedeki sinirli polisin düdüğünden, pasaj girişlerinde plak ve
kaset satan dükkânların hoparlörlerinden ve kaldırımları dolduran kalabalıktan gelen sesler,
yalnız pencereleri değil, odadaki eşyaları da arada bir belli belirsiz çıtırdatıyordu. Odanın
içindeki bu çıtırtılara dikkat kesildiğinde Galip, mobilyaların ve eşyaların herkesin paylaştığı
günün ve çevrenin dışında kendi özel bir dünyaları ve zamanları olduğunu hatırladı.
"Aldatılmak aldatılmaktır," dedi kendi kendine. Bu sözü o kadar çok tekrarladı ki, kelimeler
anlamdan ve acıdan arındılar da hiçbir şeyi işaret etmeyen seslere ve harflere dönüştüler.
Hayâl kurdu: Burada, bu odada değil de, cuma akşamı kendi evlerinde Rüya ile birlikteymişler,
bir yerde karın doyurduktan sonra Konak Sinemasına gideceklermiş. Dönüşte gazetelerin
meyhane baskılarını alırlar, evde gazetelere ve ellerindeki kitaplara gömülürlerdi. Düşlediği
başka bir hikâyede ise birisi, hayalet yüzlü birisi, şöyle diyordu: "Ben yıllardır senin kim
olduğunu biliyorum, ama sen beni tanımıyorsun bile." Bunu söyleyen hayâletimsi adamın kim
olduğunu hatırladığında,, onun yıllarca kendisini gözetlediğini anlıyordu. Sonra adamın Galip'i
değil, Rüya'yı gözetlediği anlaşılıyordu. Bir zamanlar bir iki kere Rüya ile Celâl'i gizlice
gözetlemiş ve hiç beklemediği bir şekilde korkmuştu. "Sanki ölmüşüm de, benden sonra
hayatın nasıl sürdüğünü uzaktan acıyla gö-zetliyormuşum. CelâPin masasına oturup bu
cümleyle başlayan bir köşe yazısını hemen yazdı ve Celâl'in imzasıyla imzaladı. Birisinin
kendisini gözetlediğinden emindi; birisi değilse bile, en azından bir gözün.
Nişantaşı Meydanında duyulan gürültünün yerini yavaş yavaş bitişikteki yapılardan gelen bir
televizyon uğultusu alıyordu. İki yanındaki duvarlar arasından sekiz haberlerinin sinyal
müziğini işitince Galip bütün İstanbul'un yemek masaları çevresinde toplandığını ve altı milyon
kişinin televizyona bakmakta olduğunu anladı. İçinden otuzbir çekmek geldi. Daha sonra,
hayâl ettiği o gözün sürekli varlığından huzursuzluk duydu. Kendisi, yalnızca kendisi olabilmek
için öyle şiddetli bir istek duydu ki, odadaki eşyayı kırıp dökmek, kendini bu duruma
düşürenleri öldürmek geldi içinden.
Telefonu fişinden çekip pencereden atmayı düşlüyordu ki, araç çaldı.
İskender'di, İngiliz televizyoncularla görüşmüştü, çok heyecanlanmışlardı, bu akşam Pera
Palas'ta, otel odasında çekim yapmak için Celâl'i bekliyorlardı. Galip, Celâl'i bulmuş muydu?
"Evet, evet, evet!" dedi Galip, kendi öfkesine kendi de şaşarak. "Celâl hazır. Çok önemli bazı
açıklamalar yapacak. Saat onda Pera Palas'ta olacağız."
Telefonu kapadıktan sonra, korkuyla mutluluk, huzurla telâş, intikam duygusuyla kardeşlik
sevinci arasında gidip gelen bir heyecana kaptırdı kendini. Defterler, kâğıtlar,,eski
yazılar,,gazete kesikleri arasında acele acele birşeyler aradı, ama ne aradığını kendi de
bilmiyordu. Yüzündeki harflerin varlığını kanıtlayacak bir belirti? Ama harfler de, anlamlan da
başka bir kanıt gerektirmeyecek kadar açıktılar. Anlatacağı hikâyeleri seçmesine yarayacak bir
mantık? Ama kendi öfkesinden ve heyecanından başka hiçbir şeye inanacak gibi değildi.
Esrarın güzelliğini gösterecek bir örnek? Bunun için anlatması, yalnızca hikâyelerine inanarak
anlatması gerektiğini biliyordu. Dolapları karıştırdı, adres defterlerini hızla okudu, 'anahtar
cümleler'i heceledi, haritalara baktı, aceleyle birini bırakıp öbürünü alarak yüz fotoğraflarını
seyretti. Kıyafet değiştirme kutusunu karıştırıyordu ki, dokuza üç kala, bile bile geç kalmanın
kahredici pişmanlık duygusuyla koşarak evden çıktı.
Saat dokuzu iki geçe, Alâaddin'in dükkânının karşısında, öteki kaldırımda, bir apartmanın giriş
kapısının karanlığına girmişti, ama karşı kaldırımda kabak kafalı hikayeci ya da onun karısı
olabilecek kimse yoktu. Verdikleri telefon numaraları yanlış çıktığı için bir öfke duyuyordu
onlara: Kim kimi aldatıyordu, kim kime oyun ediyordu?
Tıkış tıkış dolu vitrinden Alâaddin'in iyi aydınlatılmış dükkânının ancak bir kısmı görülebiliyordu.
Tavandan iplerle sarkan oyuncak tüfekler, file içinde lastik toplar, orangutan ve Frankeş-tayn
maskeleri, salon oyunu kutuları, rakı ve likör şişeleri, vitrine mandallanmış renkli magazin ve
spor dergileri, kutular içindeki bebekler arasından Galip, arada bir Alâaddin'in eğilip kalkan
gövdesini ve başını farkediyordu: İade için sardığı gazeteleri sayıyordu. Dükkânda başka kimse
yoktu. Gün boyu tezgâhta çalışan Alâ-
addin'in karısı, evde, mutfakta kocasının dönüşünü bekliyor olmalıydı şimdi. Dükkâna biri girdi,
Alâaddin de tezgâhın arkasına geçti, hemen arkasından Galip'in yüreğini oynatan yaşlı bir karı
koca girdi içeri. İlk giren tuhaf kıyafetli adamın ardından yaşlı karı koca, ellerinde iri bir şişe,
dışarı çıkıp kolkola girdiler, ama Galip hemen anladı onlar olamayacağını; kendi dünyalarına
fazlasıyla gömülmüşlerdi çünkü. Daha sonra içeri giren yakası kürklü paltolu beyefendi ile
Alâaddin konuşmaya başladılar. Galip elinde olmadan ne konuştuklarını hayâl etti.
Kaldırımın ne Nişantaşı Meydanı tarafında, ne cami yönünde, ne de Ihlamur'dan gelen sokakta
dikkati çeken biri vardı şimdi: Dalgın insanlar, hızlı hızlı yürüyen paltosuz tezgâhtarlar, gecenin
kurşuni lâciverdinde fazlasıyla kaybolmuş yalnızlar. Bir an bütün sokak ve kaldırımlar
tenhalaştı, karşı kaldırımda, vitrininde di: kiş makinesi sergilenen dükkânın reklâm panosunun
cızırdayan neon lambasını işittiğini sandı Galip. Karakolun önünde elinde makineli tüfekle nöbet
tutan polisten başka kimsecikler yoktu. Alâad-din'in, gövdesine don lastikleri ve mandallarla
renkli dergiler astığı kestane ağacının karanlık ve çıplak dallarına bakarken bir .korku duydu.
Gözetlendiği, orada olduğunun bilindiği, tehlikede olduğu duygusu. Bir gürültü oldu; Ihlamur
yönünden gelen 54 model bir Dodge araba ile Nişantaşı'na doğru çıkan Skoda marka eski bir
belediye otobüsü köşede az daha çarpışacaklardı. Galip sıkı bir fren yapıp duran otobüsün
içindeki yolcuların toparlandıklarını, doğrulup yolun öte tarafına baktıklarını gördü. Aracın soluk
iç ışıkları altında, kendinden en fazla bir metre ötede, olayla ilgilenmeyen yorgun bir yüzle göz
göze geldi: Altmış yaşlarında, bitkin bir adam; gözleri bir tuhaftı, acıyla, kederle yüklü. Daha
önce bir yerde rastlamış mıydı ona? Emekli bir avukat ya da ölümü bekleyen bir öğretmen?
İkisi de belki benzeri şeyler düşünerek, şehir hayatının kendilerine tanıdığı bu rastlantı anından
yararlanarak pervasızca birbirlerini seyrettiler. Otobüs birden gazlayınca, belki de birbirlerini
bir daha hiç görmemek üzere kaybettiler. Mor eg-zos dumanının içinde Galip, bu arada karşı
kaldırımda bir hareket başlamış olduğunu farketti: Alâaddin'in dükkânının önünde birbirlerinin
sigaralarını yakarak dikilen iki genç gördü; cuma akşamı sinemaya gitmeden önce, üçüncü
arkadaşlarını bekleyen iki
üniversite öğrencisi. Alâaddin'in dükkânında bir kalabalık vardı, dergilere bakan üç kişiyle bir
bekçi. Köşeye kaşla göz arasında iteklediği arabasıyla koskoca bıyıklı bir portakala gelmişti,
ama uzun bir süredir oradaydı da Galip mi farketmemişti? Aşağı kaldırımdan, cami tarafından
elinde paketleriyle bir çift yaklaşıyordu, ama genç babanın kucağında bir de çocuk gördü Galip.
Aynı anda, hemen bitişiğindeki küçük pastahanenin yaşlı sahibesi Rum madam, dükkânın iç
ışıklarını söndürdü, eski paltosuna sarınarak sokağa çıktı. Galip'e kibarca gülümseyip ke-pengi
bir kancayla tutup gürültüyle indirdi. Bir anda; kaldırımlar da, Alâaddin'in dükkânı da
boşalmıştı. Kız lisesi yönünden, yukarı mahallenin kendini ünlü bir futbolcu sanan delisi,
üzerinde sarı lâcivert üniforması, bir bebek arabasını ağır ağır iterek geldi geçti; Pangaltı'daki
İnci Sinemasının girişinde, tekerlekleri Galip'in hoşuna giden bir müzikle dönen bu bebek
arabasının içinde gazete satardı. Çok da kuvvetli olmayan bir rüzgar esti. Galip üşüdü. Saat
dokuzu yirmi geçiyordu. "Üç kişinin daha geçmesini bekleyeceğim,"'diye düşündü. Dükkânının
içindeki Alâaddin'i de, karakolun önünde olması gereken polisi de göremiyordu şimdi. Karşı
apartmanların birinin daracık balkonunun kapısı açıldı, Galip yanan bir sigaranın kızıl ışığını
gördü, sonra adam sigarayı atıp içeri girdi. Kaldırımlarda, reklam panolarının, neon
lambalarının madenimsi ışığını yansıtan belli belirsiz bir ıslaklık vardı; kâğıt parçalan, çöpler,
sigara izmaritleri, plastik torbalar... Galip bir an bütün çocukluğundan beri yaşadığı ve
değişimini bütün ayrıntılarıyla gözlediği sokağı, mahalleyi, tatsız gecenin karanlık lâciverdi
içinde bacaları gözüken uzaktaki apartmanları bir çocuk kitabında resimleri yayımlanan
dinozorlar kadar kendine yabancı ve uzak buldu. Daha sonra, çocukluğunda olmak istediği,
gözünden 'x' ışınları fışkıran adam gibi hissetti kendini: Dünyanın içindeki gizli anlamı
görüyordu. Halıcının, lokantanın, pastahanenin reklam panolarındaki harfler, vitrinler-deki
pastalar, ayçörekleri, dikiş makineleri ve gazeteler, aslında hep bu ikinci anlama işaret
ediyorlardı da, uykudagezerler gibi kaldırımlarda gezinen talihsizler bir zamanlar esrarını
bildikleri bu âlemin anılarını unuttukları için ellerinde kalan birinci anlamla kıt kanaat
yaşıyorlardı; aşkı, kardeşliği, kahramanlığı unutup filmlerde bu konulara ilişkin gördükleriyle
idare edenler gibi. Teşviki-
ye Meydanına yürüyüp taksiye bindi.
Taksi, Alâaddin'in dükkânının önünden geçerken Galip, kabak kafalı adamın da, tıpkı kendisinin
yaptığı gibi, bir köşede gizlendiğini, Celâl'i beklediğini hayâl etti. Bunu hayâl mi ediyordu,
yoksa dikiş makinelerinin sergilendiği vitrinin yanında, makinelerle dikiş diken donuk
mankenlerin, neon lambalarıyla aydınlanan büyülü ve korkutucu gövdelerin arasında tuhaf
kıyafetli, korkutucu bir gölge mi görmüştü; sanki bir an çıkaramadı. Nişantaşı Meydanına
geldiğinde taksiyi durdurup Milliyet gazetesinin akşam çıkan meyhane baskısını aldı. Kendi
yazısını, CelâPin yazısını okur gibi, bir şaşkınlık, oyun ve merak duygusuyla okurken, bir
yandan da kendi köşesinde kendi resminin ve adının altında bir başkasının yazısını okuyan
CelâPi hayâl ediyordu, ama onun tepkisinin ne olacağını tam kestiremiyordu bir türlü. İçinde,
ona da, Rü-ya'ya da bir öfke yükseldi; "Daha da göreceksiniz!" demek istedi, ama aklındaki
şey tam bir intikam mıydı, ödül müydü, çıkaramı-yordu. Üstelik, aklının bir köşesinde onlarla
Pera Palas'ta karşılaşmak gibi bir hayâl de vardı. Taksi, Tarlabaşı'nın çarpık çurpuk
sokaklarından, karanlık otellerin ve ağzına kadar erkeklerle dolu çıplak duvarlı sefil kahvelerin
önünden geçerken bütün İstanbul'un bir şey beklediğini hissetti Galip. Daha sonra, yolda
gördüğü arabaların, otobüslerin, kamyonların eskiliğine, bunu ilk defa fark ediyormuş gibi
şaştı.
Pera Palas'ın girişi sıcak ve aydınlıktı. Sağdaki geniş salonda İskender, eski divanların birine
oturmuş, bazı turistlerle birlikte bir kalabalığı seyrediyordu: Otelin 19. yüzyıl sonu
atmosferinden yararlanarak tarihi bir film çeken yerli filmcileri. İyi aydınlatılmış salonda bir
eğlence, dostluk ve neşe duygusu vardı.
"Celâl yok, gelemedi," diye anlatmaya başladı Galip, İskender'e. "Çok önemli bir işi çıktı. Bu
esrarlı iş yüzünden de gizleniyor. Gene aynı esrar yüzünden, kendi yerine benim konuşmamı
istedi. Anlatmam gereken hikâyeyi bütün ayrıntılarıyla biliyorum. Onun yerine ben
konuşacağım."
"Adamlar razı olur mu buna, bilmem!"
"Onlara benim Celâl Salik olduğumu söylersin," dedi Galip, kendisini de şaşırtan bir öfkeyle.
"Neden?"
"Çünkü önemli olan hikâyedir, hikayeci değil. Anlatacak bir hikâyemiz var şimdi."
"Seni tanıyor onlar," dedi İskender. "O gece o pavyonda sen bir hikâye bile anlattın."
"Tanıyorlar?" dedi Galip, otururken. "Kelimeyi yanlış kullanıyorsun. Beni gördüler, o kadar.
Üstelik, bugün bir başka biriyim. O gün gördükleri o kişiyi de tanımıyorlar, bugün görecekleri
beni de. Bütün Türklerin birbirlerine benzediklerini de mutlaka düşünüyorlardır."
"O gün gördükleri adamın sen değil, başka biri olduğunu söylesek de," dedi İskender, "hiç
olmazsa, Celâl Salik diye daha yaşlı birini bekledikleri kesindir."
"Ne biliyorlar Celâl hakkında?" dedi Galip. "Biri onlara, şu ünlü köşe yazarıyla da konuşun,
kırıldığını söylemişler ona. Böylece, emekliliğin eşiğindeki komiser, cam kırıkları arasında, ne
faili bilinmeyen cinayeti, ne de aynanın arkasındaki sırrı anlayabilmiş.
ON BEŞİNCİ BÖLÜM
hikAyecî değil, hikâye
"Benim yazı yöntemim, beni kim dinliyor diye meraklanmaktan' çok,' yüksek sesle düşünmeye
ve kendi keyiflerimi
izleme\c davanır.
De Quineey
Telefondaki ses Alâaddin'in dükkânının önündeki buluşmanın kararlaştırılmasından az önce
Galip'e Celâl'in yedi telefon numarasını yazdırmıştı. Galip, Celâl ile Rüya'yı bu telefonlardan
birinde bulacağından o kadar emindi ki, gözlerinin önünde, Rüya ve Celâl'i yeniden görebileceği
sokaklar, apartman daireleri ve kapı eşikleri canlanıyordu. Onları görür görmez, Celâl ile
Rüya'nın anlatacakları gizlenme nedenlerini ilk cümlesinden başlayarak bütünüyle mantıklı ve
haklı bulacağını biliyordu. Celâl ve Rüya'nın şöyle diyeceklerinden de emindi: "Galip, biz de
seni çok aradık, ama evde de, yazıhanede de yoktun. Nerelerdeydin?"
Galip saatlerdir oturduğu koltuktan kalktı, Celâl'in pijamalarını çıkardı, yıkandı, tıraş oldu,
giyindi. Aynada yüzüne bakarken üzerinde açıkça seçebildiği harfler ne esrarengiz bir
kumpasın ya da delice bir oyunun uzantısı, ne de kendi, kimliği konusunda kuşkular
uyandırabilecek bir görsel yanılsama olarak gözüktü. Bir eşini Silvana Mangano'nun kullandığı
pembe Lux sabunu ya da aynanın önündeki eski tıraş bıçağı gibi, harfler de gerçek bir
dünyanın parçasıydılar.
Kapının altından atılmış Milliyet gazetesinde, Celâl'in köşesinde yayımlanan kendi cümlelerini,
bir başkasının cümleleriymiş gibi okudu. Celâl'in resminin altında yayımlandığına göre Celâl'in
cümleleri olmalıydı bunlar. Öte yandan, Galip bu kelimeleri kendisinin yazdığını da biliyordu.
Bu durum ona çelişkili değil, tam tersine, anlaşılabilir dünyanın bir uzantısı olarak gözüktü.
Elindeki adreslerin birindeki bir evde Celâl'in kendi köşesinde yayımlanan bir başkasının
yazısını okuyuşunu hayâl etti, ama Celâl'in bu durumu bir saldırı ya da sahtekârlık olarak
görmeyeceğini tahmin edebiliyordu. Büyük bir ihtimalle, yazının kendi eski bir yazısı ol-
madiğini bile çıkaramayacaktı.
Ekmek, tarama, dil ve muzla karnını doyurduktan sonra, gerçek dünya ile olan bağlarını daha
da sağlamlaştırmak için yarıda bıraktığı işlerini yoluna koymak istedi. Birlikte bazı siyasi
davalara baktıkları bir avukat arkadaşını aradı, âcil bir yolculuk yüzünden günlerdir İstanbul
dışında olduğunu söyledikten sonra, bir davada işlerin her zamanki gibi ağır gittiğini, bir başka
siyasi davada ise kararın açıklandığını ve müvekkillerinin gizli komünist örgüt kuranlara
yataklık etmekten altışar yıla mahkûm olduklarını öğrendi. Az önce okuduğu gazetede, bu
habere, kejıdisiyle hiçbir ilişkisini kuramadan bir göz attığını hatırlayınca öfkelendi. Kime, hangi
gerekçeyle duyduğunu açık seçik çıkaramadığı bir öfkeydi bu. Yapılacak en doğal şey buymuş
gibi kendi evine telefon etti. "Rüya çıkarsa," diye düşündü, "ona da ben bir oyun oynayayım."
Sesini değiştirip Galip'i arayan biri olduğunu söyleyecekti, ama telefon açılmadı.
İskender'i aradı. Ona Celâl'i bulmak üzere olduğunu anlatacak, İngiliz televizyoncularının daha
ne kadar İstanbul'da olacaklarını soracaktı. "Bu son geceleri," dedi İskender. "Yarın sabah
erkenden Londra'ya gidiyorlar." Galip, Celâl'i bulmak üzere olduğunu anlattı. Celâl de, önemli
bazı konularda açıklama yapmak için İngiliz televizyoncularla görüşmek istediğini söylemişti;
bu görüşmeye o da çok önem veriyordu. "O zaman, ben' bu akşam için onları kesin
ayarlayayım," dedi İskender. "Onlar da çok istiyorlar çünkü." Galip, "Şimdilik burada,"
olduğunu söyleyerek ahizenin üzerinden okuduğu telefon numarasını İskender'e verdi.
Hâle Halanın numarasını çevirdi, sesini değiştirip kalınlaştıra-rak, Celâl Beyi bugünkü
yazısından dolayı kutlamak isteyen sadık bir okuru ve hayranı olduğunu açıkladı.
Düşünüyordu: Rüya'dan ve kendisinden haber alamadıkları için karakola gitmişler miydi?
Yoksa hâlâ İzmir'den dönmelerini mi bekliyorlardı? Ya da Rüya onlara uğrayıp her şeyi
anlatmış mıydı? Bütün bu arada, Celâl'-den hiç ses çıkmış mıydı? Hâle Halanın, Celâl Beyin
burada olmadığını, gazeteden aranmasını söyleyen ağırbaşlı sözleri, bu sorulara bir açıklık
getirecek gibi değildi hiç. Saat ikiyi yirmi geçe, Galip, 'Kişilikler'in son sayfasındaki yedi telefon
numarasını bir bir aramaya başladı.
Bu yedi numarada hiç tanımadığı ailelerin ve herkesin tanıdığı geveze çocukların, kaba ve
cırlak sesli amcaların, kebapçı dükkânlarının, telefonlarının eski sahiplerini hiç mi hiç merak
etmemiş ukalâ emlâkçilerin, kırk yıldır aynı telefonun sahibi olduğunu söyleyen hanımefendi bir
terzinin ve akşam eve geç dönen yeni evlilerin oturduğunu anladığında saat sekiz olmuştu.
Telefonlarla boğuşurken bir ara karaağaçtan dolabın alt raflarında, daha önceden karıştırıp
ilgilenmediği eski kartpostallarla dolu bir kutunun dibinde on tane fotoğraf bulmuştu.
Bir Boğaz gezintisinde, Emirgân'daki ünlü çınar ağacının altındaki kahvede, kravatlı ceketli
Melih Amca, gençliğinde Rüya'ya benzeyen güzel Suzan Yenge ve Celâl'in peşine taktığı tuhaf
bir arkadaşı değilse, Emirgân Camiinin imamı olabilecek biriyle birlikte, on bir yaşındaki Rüya,
Celâl'in elinde olduğu anlaşılan fotoğraf makinesine merakla bakıyor... Üzerinde ilkokul ikiden
üçe geçtiği yaz giydiği askılı elbise, Rüya, Vasıf ile birlikte, Hâle Halanın iki aylık kedisi Kömür'e
akvaryumdaki balıkları gösterirken, Esma Hanım, bir yandan ağzında sigara olduğu için
gözlerini kısarak onlara gülüyor, öte yandan da, görüş açısına girip girmediğinden emin
olamadığı fotoğraf makinesinden korunmak için eliyle başörtüsünü düzeltiyor... İlk evliliğin
birinci yılında, annesini, amcalarını, halalarını pek arayıp sormayan devrimci ve bakımsız Rüya,
bfr kış günü, Şeker Bayramında hep birlikte yenen öğle yemeğine tek başına da olsa ansızın
yetişip karnını iyice doyurduktan sonra, üzerine çöken yorgunlukla uzandığı Babaannenin
yatağında, tıpkı yedi gün on bir saat önce Galip'in onu en son gördüğü durumda, bacaklarını
karnına çekmiş ve başını diklemesine yastığa gömmüş olarak mışıl mışıl uyuyor... Şehrikalp
Apartmanının kapısının önünde poz vermek için dizilmiş bütün aile ve kapıcı İsmail'le Kamer
Hanım, fotoğraf makinesine bakarlarken, saçları ,, kurdelalı Rüya, Celâl'in kucağından, bugün
çoktan ölmüş olması ,| gereken kaldırımdaki bir sokak köpeğini seyrediyor... Suzan Yen- . ge,
Esma Hanım ve Rüya, kız lisesinden ta Alâaddin'in dükkânına kadar Teşvikiye Caddesinin iki
kaldırımı boyunca dizilmiş kalabalıkla birlikte, fotoğrafta arabasının burnu kadar, kendisi de
gözükmeyen De Gaulle'un geçişini seyrediyorlar... Annesinin üzeri pudralıklar, Krem Pertev
tüpleri, gül suyu ve kolonya şişeleri,
pompalı parfümler, törpüler ve saç tokalarıyla kaplı tuvalet masasına oturan Rüya, aynanın
kanatlarını açıp kısa saçlı başını arasına sokunca üç, beş, dokuz, on yedi ve otuz üç tane Rüya
oluyor... Fotoğrafının çekildiğini bilmeyen on beş yaşındaki Rüya, yanında bir kâse leblebi,
üzerinde basmadan kolsuz bir elbise, açık pencereden üzerine güneş vuran bir gazeteye
eğilmiş, yüzünde Galip'e her zaman dışarıda bırakıldığını korkuyla sezdiren bir ifadeyle, bir
yandan saçlarını çekiştiriyor, bir yandan da silgisini ısırdığı kalemle bilmece çözüyor... Galip'in
ona son doğum gününde aldığı Hitit Güneşini boynuna taktığına göre, en çok beş ay önce,
Galip'in saatlerdir içinde gezindiği odada, Galip'in az önce konuştuğu telefonun yanıbaşında,
Galip'in şimdi oturduğu koltukta oturan Rüya, mutlu bir kahkaha atıyor... Yolculuklarda iyice
alevlenen anne-ba-ba kavgaları yüzünden kederlenen Rüya, Galip'in nerede olduğunu
çıkaramadığı bir kır lokantasında, surat asıyor... Liseyi bitirdiği yıl gittiği Kilyos Plajında,
arkasında köpüklü deniz, yanında, kendisinin olmayan, ama kendisininmiş gibi güzel kolunu
selesine dayadığı bir bisiklet, üzerinde apandist ameliyatının dikiş izlerini, bu izlerle göbek
çukuru arasındaki mercimek büyüklüğündeki iki ikiz beni ve ipek teni üzerinde kaburgalarının
belli belirsiz gölgesini açıkta bırakan bir bikini, elinde fotoğraf bulanık çıktığı için değil, Galip 'in
gözyaşlarından başlığını okuyamadığı bir dergi, Rüya, neşeli olmak istiyor, ama esrarını
fotoğraflara bakan kocasının hiçbir zaman anlayamadığı bir keder ve hüzünle gülümsüyor.
Galip, gözyaşlarıyla esrarın içindeydi şimdi. Sanki bildiği, ama bildiğini bilmediği bir yerdeydi;
daha önceden okuduğu, ama okuduğunu unuttuğu için heyecanını hissettiği bir kitabın
sayfaları arasında gibi. Hem duyduğu felâket ve yokluk duygusunu daha önceden hissetmiş
olduğunu, hem de bu acının insanın hayatta bir kere hissedebileceği kadar güçlü olduğunu
biliyordu. Hem içinde hissettiği aldatılışm, yanılsamanın ve kaybın acısını başka kimsenin
başına gelmeyecek kadar kendine özgü buluyor, hem de bunun bir başkasının bir satranç
oyununu tasarlar gibi önceden hazırladığı bir tuzağın sonucu olduğunu seziyordu.
Rüya'nın fotoğraflarına damlayan gözyaşlarını silmiyor, burnundan nefes almakta zorlanıyor,
yerinden hiç kıpırdamadan- koltukta oturuyordu. Dışarıdan Nişantaşı Meydanından cuma
akşamı-
nm sesleri geliyordu: Dolu otobüslerin yorgun motorlarından, trafik sıkıştığında kornaları
körlemesine çalınan arabalardan, köşedeki sinirli polisin düdüğünden, pasaj girişlerinde plak ve
kaset satan dükkânların hoparlörlerinden ve kaldırımları dolduran kalabalıktan gelen sesler,
yalnız pencereleri değil, odadaki eşyaları da arada bir belli belirsiz çıtırdatıyordu. Odanın
içindeki bu çıtırtılara dikkat kesildiğinde Galip, mobilyaların ve eşyaların herkesin paylaştığı
günün ve çevrenin dışında kendi özel bir dünyaları ve zamanları olduğunu hatırladı.
"Aldatılmak aldatılmaktır," dedi kendi kendine. Bu sözü o kadar çok tekrarladı ki, kelimeler
anlamdan ve acıdan arındılar da hiçbir şeyi işaret etmeyen seslere ve harflere dönüştüler.
Hayâl kurdu: Burada, bu odada değil de, cuma akşamı kendi evlerinde Rüya ile birlikteymişler,
bir yerde karın doyurduktan sonra Konak Sinemasına gideceklermiş. Dönüşte gazetelerin
meyhane baskılarını alırlar, evde gazetelere ve ellerindeki kitaplara gömülürlerdi. Düşlediği
başka bir hikâyede ise birisi, hayalet yüzlü birisi, şöyle diyordu: "Ben yıllardır senin kim
olduğunu biliyorum, ama sen beni tanımıyorsun bile." Bunu söyleyen hayâletimsi adamın kim
olduğunu hatırladığında,, onun yıllarca kendisini gözetlediğini anlıyordu. Sonra adamın Galip'i
değil, Rüya'yı gözetlediği anlaşılıyordu. Bir zamanlar bir iki kere Rüya ile Celâl'i gizlice
gözetlemiş ve hiç beklemediği bir şekilde korkmuştu. "Sanki ölmüşüm de, benden sonra
hayatın nasıl sürdüğünü uzaktan acıyla gö-zetliyormuşum. CelâPin masasına oturup bu
cümleyle başlayan bir köşe yazısını hemen yazdı ve Celâl'in imzasıyla imzaladı. Birisinin
kendisini gözetlediğinden emindi; birisi değilse bile, en azından bir gözün.
Nişantaşı Meydanında duyulan gürültünün yerini yavaş yavaş bitişikteki yapılardan gelen bir
televizyon uğultusu alıyordu. İki yanındaki duvarlar arasından sekiz haberlerinin sinyal
müziğini işitince Galip bütün İstanbul'un yemek masaları çevresinde toplandığını ve altı milyon
kişinin televizyona bakmakta olduğunu anladı. İçinden otuzbir çekmek geldi. Daha sonra,
hayâl ettiği o gözün sürekli varlığından huzursuzluk duydu. Kendisi, yalnızca kendisi olabilmek
için öyle şiddetli bir istek duydu ki, odadaki eşyayı kırıp dökmek, kendini bu duruma
düşürenleri öldürmek geldi içinden.
Telefonu fişinden çekip pencereden atmayı düşlüyordu ki, araç çaldı.
İskender'di, İngiliz televizyoncularla görüşmüştü, çok heyecanlanmışlardı, bu akşam Pera
Palas'ta, otel odasında çekim yapmak için Celâl'i bekliyorlardı. Galip, Celâl'i bulmuş muydu?
"Evet, evet, evet!" dedi Galip, kendi öfkesine kendi de şaşarak. "Celâl hazır. Çok önemli bazı
açıklamalar yapacak. Saat onda Pera Palas'ta olacağız."
Telefonu kapadıktan sonra, korkuyla mutluluk, huzurla telâş, intikam duygusuyla kardeşlik
sevinci arasında gidip gelen bir heyecana kaptırdı kendini. Defterler, kâğıtlar,,eski
yazılar,,gazete kesikleri arasında acele acele birşeyler aradı, ama ne aradığını kendi de
bilmiyordu. Yüzündeki harflerin varlığını kanıtlayacak bir belirti? Ama harfler de, anlamlan da
başka bir kanıt gerektirmeyecek kadar açıktılar. Anlatacağı hikâyeleri seçmesine yarayacak bir
mantık? Ama kendi öfkesinden ve heyecanından başka hiçbir şeye inanacak gibi değildi.
Esrarın güzelliğini gösterecek bir örnek? Bunun için anlatması, yalnızca hikâyelerine inanarak
anlatması gerektiğini biliyordu. Dolapları karıştırdı, adres defterlerini hızla okudu, 'anahtar
cümleler'i heceledi, haritalara baktı, aceleyle birini bırakıp öbürünü alarak yüz fotoğraflarını
seyretti. Kıyafet değiştirme kutusunu karıştırıyordu ki, dokuza üç kala, bile bile geç kalmanın
kahredici pişmanlık duygusuyla koşarak evden çıktı.
Saat dokuzu iki geçe, Alâaddin'in dükkânının karşısında, öteki kaldırımda, bir apartmanın giriş
kapısının karanlığına girmişti, ama karşı kaldırımda kabak kafalı hikayeci ya da onun karısı
olabilecek kimse yoktu. Verdikleri telefon numaraları yanlış çıktığı için bir öfke duyuyordu
onlara: Kim kimi aldatıyordu, kim kime oyun ediyordu?
Tıkış tıkış dolu vitrinden Alâaddin'in iyi aydınlatılmış dükkânının ancak bir kısmı görülebiliyordu.
Tavandan iplerle sarkan oyuncak tüfekler, file içinde lastik toplar, orangutan ve Frankeş-tayn
maskeleri, salon oyunu kutuları, rakı ve likör şişeleri, vitrine mandallanmış renkli magazin ve
spor dergileri, kutular içindeki bebekler arasından Galip, arada bir Alâaddin'in eğilip kalkan
gövdesini ve başını farkediyordu: İade için sardığı gazeteleri sayıyordu. Dükkânda başka kimse
yoktu. Gün boyu tezgâhta çalışan Alâ-
addin'in karısı, evde, mutfakta kocasının dönüşünü bekliyor olmalıydı şimdi. Dükkâna biri girdi,
Alâaddin de tezgâhın arkasına geçti, hemen arkasından Galip'in yüreğini oynatan yaşlı bir karı
koca girdi içeri. İlk giren tuhaf kıyafetli adamın ardından yaşlı karı koca, ellerinde iri bir şişe,
dışarı çıkıp kolkola girdiler, ama Galip hemen anladı onlar olamayacağını; kendi dünyalarına
fazlasıyla gömülmüşlerdi çünkü. Daha sonra içeri giren yakası kürklü paltolu beyefendi ile
Alâaddin konuşmaya başladılar. Galip elinde olmadan ne konuştuklarını hayâl etti.
Kaldırımın ne Nişantaşı Meydanı tarafında, ne cami yönünde, ne de Ihlamur'dan gelen sokakta
dikkati çeken biri vardı şimdi: Dalgın insanlar, hızlı hızlı yürüyen paltosuz tezgâhtarlar, gecenin
kurşuni lâciverdinde fazlasıyla kaybolmuş yalnızlar. Bir an bütün sokak ve kaldırımlar
tenhalaştı, karşı kaldırımda, vitrininde di: kiş makinesi sergilenen dükkânın reklâm panosunun
cızırdayan neon lambasını işittiğini sandı Galip. Karakolun önünde elinde makineli tüfekle nöbet
tutan polisten başka kimsecikler yoktu. Alâad-din'in, gövdesine don lastikleri ve mandallarla
renkli dergiler astığı kestane ağacının karanlık ve çıplak dallarına bakarken bir .korku duydu.
Gözetlendiği, orada olduğunun bilindiği, tehlikede olduğu duygusu. Bir gürültü oldu; Ihlamur
yönünden gelen 54 model bir Dodge araba ile Nişantaşı'na doğru çıkan Skoda marka eski bir
belediye otobüsü köşede az daha çarpışacaklardı. Galip sıkı bir fren yapıp duran otobüsün
içindeki yolcuların toparlandıklarını, doğrulup yolun öte tarafına baktıklarını gördü. Aracın soluk
iç ışıkları altında, kendinden en fazla bir metre ötede, olayla ilgilenmeyen yorgun bir yüzle göz
göze geldi: Altmış yaşlarında, bitkin bir adam; gözleri bir tuhaftı, acıyla, kederle yüklü. Daha
önce bir yerde rastlamış mıydı ona? Emekli bir avukat ya da ölümü bekleyen bir öğretmen?
İkisi de belki benzeri şeyler düşünerek, şehir hayatının kendilerine tanıdığı bu rastlantı anından
yararlanarak pervasızca birbirlerini seyrettiler. Otobüs birden gazlayınca, belki de birbirlerini
bir daha hiç görmemek üzere kaybettiler. Mor eg-zos dumanının içinde Galip, bu arada karşı
kaldırımda bir hareket başlamış olduğunu farketti: Alâaddin'in dükkânının önünde birbirlerinin
sigaralarını yakarak dikilen iki genç gördü; cuma akşamı sinemaya gitmeden önce, üçüncü
arkadaşlarını bekleyen iki
üniversite öğrencisi. Alâaddin'in dükkânında bir kalabalık vardı, dergilere bakan üç kişiyle bir
bekçi. Köşeye kaşla göz arasında iteklediği arabasıyla koskoca bıyıklı bir portakala gelmişti,
ama uzun bir süredir oradaydı da Galip mi farketmemişti? Aşağı kaldırımdan, cami tarafından
elinde paketleriyle bir çift yaklaşıyordu, ama genç babanın kucağında bir de çocuk gördü Galip.
Aynı anda, hemen bitişiğindeki küçük pastahanenin yaşlı sahibesi Rum madam, dükkânın iç
ışıklarını söndürdü, eski paltosuna sarınarak sokağa çıktı. Galip'e kibarca gülümseyip ke-pengi
bir kancayla tutup gürültüyle indirdi. Bir anda; kaldırımlar da, Alâaddin'in dükkânı da
boşalmıştı. Kız lisesi yönünden, yukarı mahallenin kendini ünlü bir futbolcu sanan delisi,
üzerinde sarı lâcivert üniforması, bir bebek arabasını ağır ağır iterek geldi geçti; Pangaltı'daki
İnci Sinemasının girişinde, tekerlekleri Galip'in hoşuna giden bir müzikle dönen bu bebek
arabasının içinde gazete satardı. Çok da kuvvetli olmayan bir rüzgar esti. Galip üşüdü. Saat
dokuzu yirmi geçiyordu. "Üç kişinin daha geçmesini bekleyeceğim,"'diye düşündü. Dükkânının
içindeki Alâaddin'i de, karakolun önünde olması gereken polisi de göremiyordu şimdi. Karşı
apartmanların birinin daracık balkonunun kapısı açıldı, Galip yanan bir sigaranın kızıl ışığını
gördü, sonra adam sigarayı atıp içeri girdi. Kaldırımlarda, reklam panolarının, neon
lambalarının madenimsi ışığını yansıtan belli belirsiz bir ıslaklık vardı; kâğıt parçalan, çöpler,
sigara izmaritleri, plastik torbalar... Galip bir an bütün çocukluğundan beri yaşadığı ve
değişimini bütün ayrıntılarıyla gözlediği sokağı, mahalleyi, tatsız gecenin karanlık lâciverdi
içinde bacaları gözüken uzaktaki apartmanları bir çocuk kitabında resimleri yayımlanan
dinozorlar kadar kendine yabancı ve uzak buldu. Daha sonra, çocukluğunda olmak istediği,
gözünden 'x' ışınları fışkıran adam gibi hissetti kendini: Dünyanın içindeki gizli anlamı
görüyordu. Halıcının, lokantanın, pastahanenin reklam panolarındaki harfler, vitrinler-deki
pastalar, ayçörekleri, dikiş makineleri ve gazeteler, aslında hep bu ikinci anlama işaret
ediyorlardı da, uykudagezerler gibi kaldırımlarda gezinen talihsizler bir zamanlar esrarını
bildikleri bu âlemin anılarını unuttukları için ellerinde kalan birinci anlamla kıt kanaat
yaşıyorlardı; aşkı, kardeşliği, kahramanlığı unutup filmlerde bu konulara ilişkin gördükleriyle
idare edenler gibi. Teşviki-
ye Meydanına yürüyüp taksiye bindi.
Taksi, Alâaddin'in dükkânının önünden geçerken Galip, kabak kafalı adamın da, tıpkı kendisinin
yaptığı gibi, bir köşede gizlendiğini, Celâl'i beklediğini hayâl etti. Bunu hayâl mi ediyordu,
yoksa dikiş makinelerinin sergilendiği vitrinin yanında, makinelerle dikiş diken donuk
mankenlerin, neon lambalarıyla aydınlanan büyülü ve korkutucu gövdelerin arasında tuhaf
kıyafetli, korkutucu bir gölge mi görmüştü; sanki bir an çıkaramadı. Nişantaşı Meydanına
geldiğinde taksiyi durdurup Milliyet gazetesinin akşam çıkan meyhane baskısını aldı. Kendi
yazısını, CelâPin yazısını okur gibi, bir şaşkınlık, oyun ve merak duygusuyla okurken, bir
yandan da kendi köşesinde kendi resminin ve adının altında bir başkasının yazısını okuyan
CelâPi hayâl ediyordu, ama onun tepkisinin ne olacağını tam kestiremiyordu bir türlü. İçinde,
ona da, Rü-ya'ya da bir öfke yükseldi; "Daha da göreceksiniz!" demek istedi, ama aklındaki
şey tam bir intikam mıydı, ödül müydü, çıkaramı-yordu. Üstelik, aklının bir köşesinde onlarla
Pera Palas'ta karşılaşmak gibi bir hayâl de vardı. Taksi, Tarlabaşı'nın çarpık çurpuk
sokaklarından, karanlık otellerin ve ağzına kadar erkeklerle dolu çıplak duvarlı sefil kahvelerin
önünden geçerken bütün İstanbul'un bir şey beklediğini hissetti Galip. Daha sonra, yolda
gördüğü arabaların, otobüslerin, kamyonların eskiliğine, bunu ilk defa fark ediyormuş gibi
şaştı.
Pera Palas'ın girişi sıcak ve aydınlıktı. Sağdaki geniş salonda İskender, eski divanların birine
oturmuş, bazı turistlerle birlikte bir kalabalığı seyrediyordu: Otelin 19. yüzyıl sonu
atmosferinden yararlanarak tarihi bir film çeken yerli filmcileri. İyi aydınlatılmış salonda bir
eğlence, dostluk ve neşe duygusu vardı.
"Celâl yok, gelemedi," diye anlatmaya başladı Galip, İskender'e. "Çok önemli bir işi çıktı. Bu
esrarlı iş yüzünden de gizleniyor. Gene aynı esrar yüzünden, kendi yerine benim konuşmamı
istedi. Anlatmam gereken hikâyeyi bütün ayrıntılarıyla biliyorum. Onun yerine ben
konuşacağım."
"Adamlar razı olur mu buna, bilmem!"
"Onlara benim Celâl Salik olduğumu söylersin," dedi Galip, kendisini de şaşırtan bir öfkeyle.
"Neden?"
"Çünkü önemli olan hikâyedir, hikayeci değil. Anlatacak bir hikâyemiz var şimdi."
"Seni tanıyor onlar," dedi İskender. "O gece o pavyonda sen bir hikâye bile anlattın."
"Tanıyorlar?" dedi Galip, otururken. "Kelimeyi yanlış kullanıyorsun. Beni gördüler, o kadar.
Üstelik, bugün bir başka biriyim. O gün gördükleri o kişiyi de tanımıyorlar, bugün görecekleri
beni de. Bütün Türklerin birbirlerine benzediklerini de mutlaka düşünüyorlardır."
"O gün gördükleri adamın sen değil, başka biri olduğunu söylesek de," dedi İskender, "hiç
olmazsa, Celâl Salik diye daha yaşlı birini bekledikleri kesindir."
"Ne biliyorlar Celâl hakkında?" dedi Galip. "Biri onlara, şu ünlü köşe yazarıyla da konuşun,
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Kara Kitap - 38
- Büleklär
- Kara Kitap - 01Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2834Unikal süzlärneñ gomumi sanı 169327.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 02Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2755Unikal süzlärneñ gomumi sanı 180626.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 03Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2876Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166430.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 04Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2806Unikal süzlärneñ gomumi sanı 176130.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 05Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2785Unikal süzlärneñ gomumi sanı 170328.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 06Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2727Unikal süzlärneñ gomumi sanı 174728.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 07Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2795Unikal süzlärneñ gomumi sanı 177728.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 08Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2851Unikal süzlärneñ gomumi sanı 180228.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 09Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2754Unikal süzlärneñ gomumi sanı 168329.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 10Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2839Unikal süzlärneñ gomumi sanı 174030.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 11Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2835Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166932.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 12Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2814Unikal süzlärneñ gomumi sanı 174331.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 13Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2797Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167731.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 14Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2783Unikal süzlärneñ gomumi sanı 168529.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 15Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2759Unikal süzlärneñ gomumi sanı 164928.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 16Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2814Unikal süzlärneñ gomumi sanı 156531.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 17Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2793Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167330.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 18Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2766Unikal süzlärneñ gomumi sanı 164330.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 19Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2767Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167129.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 20Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2748Unikal süzlärneñ gomumi sanı 155230.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 21Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2733Unikal süzlärneñ gomumi sanı 160031.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 22Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2772Unikal süzlärneñ gomumi sanı 171529.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 23Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2700Unikal süzlärneñ gomumi sanı 170528.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 24Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2727Unikal süzlärneñ gomumi sanı 165428.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 25Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2742Unikal süzlärneñ gomumi sanı 170329.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 26Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2702Unikal süzlärneñ gomumi sanı 165828.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 27Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2713Unikal süzlärneñ gomumi sanı 168726.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 28Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2772Unikal süzlärneñ gomumi sanı 176026.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 29Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2742Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166529.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 30Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2777Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166032.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 31Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2699Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166629.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 32Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2862Unikal süzlärneñ gomumi sanı 169228.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 33Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2737Unikal süzlärneñ gomumi sanı 172326.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 34Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2884Unikal süzlärneñ gomumi sanı 164831.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 35Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2908Unikal süzlärneñ gomumi sanı 154330.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 36Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2772Unikal süzlärneñ gomumi sanı 176527.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 37Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2777Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166531.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 38Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2768Unikal süzlärneñ gomumi sanı 155630.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 39Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2761Unikal süzlärneñ gomumi sanı 143630.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 40Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2748Unikal süzlärneñ gomumi sanı 163032.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.54.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 41Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2760Unikal süzlärneñ gomumi sanı 170429.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 42Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2175Unikal süzlärneñ gomumi sanı 136528.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.