Kara Kitap - 30
Süzlärneñ gomumi sanı 2777
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1660
32.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
44.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
52.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
ama ilk anda bunun üzerinde de fazla durmamıştı, çünkü gözlerinin kaşlarının arasında bir
kesinlikle beliren harfleri iyice seçebiliyordu artık. Çok geçmeden harfler, Galip'e onları daha
önceden neden farkedeme-diğini düşündürtecek kadar belirginleşmiştiler. Gördüğünün,
fotoğraflardaki yüzlere işaretlenmiş harflere fazlaca bakmaktan kaynaklanan bir yanılsama, bir
göz alışkanlığı, inançla oynanan yanılsama oyununun bir parçası olduğunu da düşünmemiş
değildi, ama gözünü aynadan kaçırdıktan sonra, aynaya yeniden her bakışında, bıraktığı yerde
harfleri görüyordu: Çocuk dergilerindeki bir bakışta ağacın dalları, bir bakışta dalların arasına
gizlenmiş hırsız olan o bilmece figürleri gibi bir gözüküp bir kaybolmuyordu harfler;
orada Galip'in her sabah dalgın dalgın tıraş ettiği yüzün topografyası içinde, gözlerin, kaşların,
bütün Hurufilerin üzerine ısrarla 'e-lif i yerleştirdikleri burnun ve 'yüz çemberi' denilen yuvarlak
yüzeyin içindeydiler. Sanki artık zor olan, harfleri okuyabilmek değil de okuyamamaktı. Bunu
yapmaya da çalışmıştı Galip, yüzünün üzerindeki bu sinir bozucu maskeden kurtulabilmek için,
Hurufi resim ve edebiyatını günlerdir elden geçirirken ve dikkatle okurken, aklının bir
köşesinde her zaman ihtiyatla hazır ettiği o küçümseyici düşünceyi yardıma çağırmış, harfler
ve yüzlerle ilgili her şeyi gülünç, zorlama ve çocuksu bulan şüpheciliğini harekete geçirmek
istemişti, ama yüzünün hatları ve kıvrımları artık o kadar açık seçik bir şekilde bazı harflere
işaret ediyordu ki, aynanın karşısından çekilememişti.
Sonraları 'dehşet' diyeceği duyguya bu sırada kapıldı. Ama her şey o kadar çabuk olmuş,
yüzünün üzerindeki harfleri ve harflerin işaret ettiği kelimeyi o kadar çabuk görmüştü ki,
sonraları yüzü, üzerinde işaretler duran bir maskeye dönüştüğü için mi, yoksa bu harflerin
işaret ettiği anlamın korkunçluğundan mı, dehşete kapıldığını açık seçik çıkaramayacaktı.
Harfler Galip'in yıllardır bilip de unutmak istediği, hatırlayıp da hatırlamadığını sandığı, öğrenip
de bilmediği bir gerçeği, sonraları kaleme almak istediği zaman, bambaşka kelimelerle
hatırlayabileceği bir esrarı gösteriyordu. Ama onları hiçbir şüpheye yer bırakmayacak bir
kesinlikte yüzünde okur okumaz, her şeyin basit ve anlaşılır olduğunu da düşünmüştü;
gördüğü şeyi bildiğini, şaşırmaması gerektiğini düşündüğü gibi. Belki de, sonraları 'dehşet'
diyeceği şey bu basit ve açık gerçeğin şaşırtıcılığıydı; aklın olağanüstü bir ışıldamayla masanın
üzerindeki ince belli bir çay fincanını inanılmayacak bir nesne gibi algılayabildiği zamanlarda
gözün aynı fincanı eskiden olduğu gibi görebilmesindeki ürkütücü yan gibi.
Yüzünün üzerindeki harflerin işaret ettiği şeyin bir yanılsama değil, gerçek olduğuna karar
verince Galip, aynanın karşısından çekilip koridora çıktı. Sonraları 'dehşet' diyeceği şeyin
suratının bir maskeye, bir başkasının yüzüne, bir işaret levhasına dönüşmesinden çok, bu
levhanın gösterdiği şeyle ilgili olduğunu sezmişti artık. Çünkü en sonunda güzel oyunun
kurallarına göre herkesin yüzünde vardı bu harfler. O kadar emindi ki bundan, bir avuntu ola-
rak bile görebilirdi bunu, ama koridordaki dolabın raflarına bakarken, içinde öyle derin bir acı
yükseldi, Rüya'yı ve Celâl'i öyle bir özledi ki, ayakta durmakta güçlük çekti. Sanki gövdesi ve
ruhu kendisini işlemediği günah larıyla bırakıp gidiyordu; sanki bütün belleğinde yalnızca
yenilgi ve yıkımın sırrı vardı, sanki herkesin unutmak isteyip mutlulukla unuttuğu bir tarihin ve
esrarın bütün keder ve anısı kendi belleğine ve omuzlarına kalmıştı.
Daha sonraları, aynaya baktıktan sonra üç beş dakika içinde -çünkü çok çabuk olmuştu her
şey- neler yaptığını her hatırlamak isteyişinde, koridordaki dolapla apartman aralığına bakan
pencereler arasında geçirdiği o dakikayı hatırlayacaktı: 'Dehşet'in içine girdikten sonra, nefes
almakta güçlük çekerken, karanlıkta bıraktığı aynadan uzaklaşmak isterken, alnından soğuk
ter damlacıkları birikirken. Bir an yeniden aynanın karşısına geçip bir yaranın üzerini kaplayan
kabuğu kazır gibi yüzünün üzerindeki o ince maskeyi çekip çıkarabileceğini hayâl etti, altından
çıkacak yüzün üzerindeki harfleri, tıpkı o alelade sokaklarda, sıradan duvar ilanlarında, plastik
torbalarda görüp de okumadığı harfler ve işaretler gibi okumayacağını sanıyordu. Acıyı
unutmak için, dolaptan çekip çıkardığı bir yazıyı okumayı denedi, ama artık biliyordu her şeyi,
Celâl'in yazdığı her şeyi kendi yazmış gibi biliyordu. Sonraları sık sık yapacağı gibi, kör
olduğunu ya da gözbebeklerinin yerini mermerden deliklerin, ağzının yerini bir fırın ağzının,
burnunun yerini paslanmış cıvata deliklerinin aldığını hayâl etti. Yüzünü her düşünüşünde
gözlerinin önünde beliren harfleri Celâl'in gördüğünü, bir gün kendisinin de göreceğini bildiğini
bütün bu oyuna birlikte girdiklerini anlıyordu, ama bunları o ilk dakikada açık seçik düşünüp
düşünmediğinden sonraları o kadar emin de olamayacaktı. Ağlamak isteyip ağlayamıyormuş,
nefes almakta güçlük çekiyormuş gibiydi; boğazından denetleyemediği bir acı inleyişi çıktı; eli
kendiliğinden pencerenin kulpuna uzandı; oraya bakmak istiyordu, apartman aralığına,
'karanlık' denen o yere, bir zamanlar kuyunun olduğu yere. Kim olduğunu bilemediği birisini
taklit ettiğini hissetti, bir çocuk gibi.
Pencereyi açmış, gövdesini karanlığa uzatmış, dirsckleriyle pervaza yaslanırken yüzünü
apartman aralığının o dipsiz kuyusuna uzatmıştı: Pis bir koku geliyordu oradan, yarım yüzyılı
geçkin bir
zamandan beri biriken güvercin pisliklerinin, atılmış öteberinin, apartman kirinin, şehir
dumanlarının, çamurun, ziftin, umutsuzluğun kokusu. Unutmak istedikleri şeyleri buraya
atarlardı. Boşluğun geri dönülmez karanlığına, apartmanda bir zamanlar yaşayanların
hafızalarında artık tortusu bile kalmamış o anıların içine, Celâl'in yıllarca sabırla ördüğü ve eski
şiirin kuyu ve esrar ve korku motifleriyle bezediği bu karanlığın içine atlamak geliyordu
içinden, ama bir sarhoş gibi hatırlamaya çalışarak yalnızca karanlığa baktı. Rüya'yla bu
apartmanda geçirdikleri çocukluk yıllarının anıları bu kokuyla yakından ilgiliydi, bir zamanlar
kendisi olan o saf çocuk da, iyi niyetli delikanlı, karısıyla mutlu olan koca, esrarın kenarında
yaşayan sade vatandaş da bu kokudan yapılmıştı. Celâl ve Rüya ile birlikte olma isteği, içinde
öyle bir yükseldi ki, bağırmak geçti içinden; sanki gövdesinin yarısı bir rüyada olacağı gibi
gösterile gösterile kendisinden koparılıp uzak ve karanlık bir yere götürülüyordu da, ancak
sesini soluğunu yükseltip bağırırsa bu tuzaktan çıkabilirdi. Ama yalnızca soğuk kış gecesinin ve
karın nemli soğuğunu yüzünde hissederek dipsiz karanlığa baktı. Yüzünü karanlığın kör
kuyusuna doğru tuttukça içinde günlerdir tek başına gezdirdiği acının paylaşıldığını, korkutucu
olanın anlaşıldığını, daha sonraları yenilginin, sefaletin ve yıkımın sırrı diyeceği şeyin çok
önceden, tıpkı Celâl'in bütün ayrıntılarıyla hazırlayıp bu tuzağa çektiği kendi hayatı gibi açığa
çıktığını hissediyordu. Orada, karanlığa bakan pencereden yarı beline kadar sarkıp, aşağıya bir
zamanlar dipsiz kuyunun olduğu yere uzun uzun baktı. Yüzünde, boynunda, alnında sert
soğuğu iyice hissettikten çok sonra içeri çekildi, pencereyi kapattı.
Ondan sonrası açık, anlaşılır ve aydınlıktı. Ondan sonra, gün ışıyana kadar yaptıklarını çok
daha sonra hatırladığında, yaptığı her şeyi mantıklı, gerekli ve yerinde bulacak ve onları
yaparken duyduğu açıklık ve kesinlikle de hatırlayacaktı. Oturma odasına geçip koltuklardan
birine kendini bırakıp dinlendi. Celâl'in masasının üzerine çekidüzen verdi, kâğıtları, gazete
kesiklerini, fotoğrafları bir bir kutularına, kutuları da dolaptaki yerlerine geri koydu. Yalnız iki
gündür bu evde kendi dağıttıklarını değil, daha önceden Celâl'in de pasaklılıkla oraya buraya
attığı öteberiyi topladı, dolu küllükleri boşalttı, bardakları fincanları yıkadı, pencereleri hafifçe
açıp evi havalandırdı. Yüzünü yıkadı, kendine bir koyu kahve daha hazırladı ve boşaltıp
temizlediği çalışma masasının üzerine Ce-lâl'in eski ve ağır Remington daktilosunu yerleştirip
oturdu. Celâl'in yıllardır kullandığı dosya kâğıtları çekmecedeydi, çıkarıp makineye bir tane
taktı ve hemen yazmaya başladı.
İki saate yakın bir süre masadan hiç kalkmadan yazdı. Her şeyin yerli yerine oturduğunu
hissederek, temiz ve boş kâğıdın verdiği bir heyecanla yazıyordu. Daktilonun eski ve tanıdık bir
müziği hatırlatarak hareket eden tuşlarını vurdukça, yazdıklarını çok daha önceden bildiğini ve
düşündüğünü anlıyordu. Arada bir yavaşlaması, gerekli bir kelimeyi yerleştirebilmek için bir an
düşünmesi gerekiyordu belki, ama Celâl'in dediği gibi, "zorlanmadan" ve cümlelerin ve
düşüncelerin akışına kendini bırakarak yazıyordu.
İlk yazıya, "Aynaya baktım ve yüzümü okudum," sözleriyle başladı. İkinciye "Rüyamda en
sonunda yıllardır olmak istediğim kişi olduğumu gördüm," diyerek üçüncüye eski Beyoğlu
hikâyelerinden söz açarak. Bu yazıları ilkinden de kolayca ve daha da derin bir acı ve umutla
yazdı. Yazıların Celâl'in köşesine tam istediği ve beklediği gibi yerleşeceğinden emindi.
Ortaokul ve lise yıllarında okul defterlerinin son sayfalarında binlerce kere taklit ettiği Celâl'in
imzasıyla üç yazıyı imzaladı.
Gün ışıdıktan sonra, kenarlarına vurulan tenekelerin gürültü-süyle çöp kamyonu geçerken
Galip F.M.Üçüncü'nün kitabındaki Celâl'in resmini inceledi. Öteki sayfalardaki silik ve soluk
fotoğraflardan birinin altında kim olduğu yazılmamıştı, kitabın yazarının o olduğunu düşündü.
F.M.Üçüncü'nün, eserinin basma koyduğu hayat hikâyesini dikkatle okudu; 1962'deki başarısız
askeri darbe girişimine bulaştığında kaç yaşında olabileceğini hesapladı. Görevle Anadolu'ya ilk
gittiği zaman, demek ki teğmen rütbesindeyken, Hamit Kaplan'ın gençlik güreşlerini
izleyebildiğine göre, Celâl'in yaşlarmda olmalıydı. Galip, Harb Okulu yıllıklarından 1944, 45 ve
46 yılları mezunlarını tekrar taradı. 'Keşf-ül Esrar'daki kimliği belirsiz yüzün gençliği olabilecek
birkaç yüzle karşılaştı, ama kitaptaki fotoğrafta en belirgin özellik, kabak kafa, gençlerin
fotoğraflarında subay kasketiyle örtülmüştü.
Saat sekiz buçukta Galip, üzerinde paltosu, ceketinin iç cebinde katlanmış üç yazı, işe giden
aceleci bir aile babası gibi hızla
Şehrikalp Apartmanının kapısından çıkıp karşı kaldırıma geçti. Kimse görmemişti ya da gören
arkasından seslenmemişti. Hava açık, gök kış mavişiydi; kaldırımlar kar, buz ve çamurla
kaplıydı. Çocukluğunda her sabah dedeyi tıraş etmeye gelen ve daha sonraki yıllarda da
Celâl'le birlikte gittikleri Venüs berberinin pasajına girip en uçtaki dükkâna, anahtarcıya,
Celâl'in dairesinin anahtarını bıraktı. Köşedeki gazeteciden Milliyet aldı. Bazı sabahlar Celâl'in
kahvaltı ettiği Sütiş Muhallebicisine girip kendine sahanda yumurta, kaymak, bal ve çay
ısmarladı. Kahvaltısını ederken, Celâl'in köşe yazısını okurken, Rüya'nın okuduğu dedektif
romanlarının kahramanlarının da, birçok ipucu içine anlamlı bir hikâye yer-leştirebildikleri
zaman, kendilerini şimdi kendisinin hissettiği gibi hissetmeleri gerektiğini düşündü. Şimdi
esrarı çözecek anlamlı bir anahtar bulduktan sonra, bu anahtarla yeni kapılar açacak dedektif
gibi hissediyordu kendini.
Celâl'in gazetedeki yazısı cumartesi günü Galip'in yedekler dosyasında gördüğü son yazıydı ve
bütün o yazılar gibi eskiden de yayımlanmıştı, ama Galip harflerin ikinci anlamını çözmeye
girişmedi bile. Kahvaltısını ettikten sonra, dolmuş kuyruğunda beklerken bir zamanlar olduğu
kişi ve o kişinin yakın zamana kadar yaşadığı hayat geldi aklına: Sabahları dolmuşta gazete
okurdu, akşam eve döneceği saati düşünürdü, evde, yatakta uyuyan karısını hayal ederdi.
Gözlerinin kenarlarında yaşlar birikti.
Dolmuş Dolmabahçe Sarayının önünden geçerken, "Dünyanın tepeden tırnağa değiştiğine
inanıvermesi için insanın," diye düşündü Galip, "kendisinin bir başka biri olduğunu
anlayıvermesi demek ki, yetiyormuş." Dolmuşun pencerelerinden seyrettiği eskiden bildiği
İstanbul değil, esrarını yeni anladığı ve sonraları üzerine yazacağı başka bir İstanbul'du.
Gazetede, yazı işleri müdürü, 'servis şefleri' ile toplantıdaydı. Galip, kapısını tıklatıp biraz
bekledikten sonra Celâl'in odasına girdi. İçeride, masanın üzerinde, eşyalarla Galip'in son
gelişinden beri hiçbir değişiklik olmamıştı. Celâl'in masasına oturup acele acele çekmecelerini
karıştırdı. Eski açılış kokteyli davetiyeleri, sol ve sağ çeşitli siyasal fraksiyonlardan yollanmış
bildiriler, geçen gelişinde gördüğü gazete kesikleri, düğmeler, kravat, kol saati, boş mürekkep
şişeleri, ilâçlar ve geçen gelişinde dikkat etmediği kara
gözlükler... Kara gözlükleri gözüne takıp Celâl'in odasından çıktı. Yazı işlerinin geniş odasına
girdiğinde polemikçi ihtiyar yazar Necati'yi masasında çalışırken gördü. Hemen yanıbaşında,
geçen gelişinde magazin yazarının oturduğu sandalye boştu. Galip oraya geçip oturdu. Bir süre
sonra, "Hatırladınız mı beni?" diye sordu ihtiyar adama.
"Hatırladım! Siz de benim hafıza bahçemde bir çiçeksiniz," dedi Neşati başını okuduğundan
kaldırmadan. "Hafıza bir bahçedir, kimin sözüdür bu?"
"Celâl Salik'in."
"Hayır Bottfolio'nun," dedi ihtiyar köşe yazarı başını kaldırırken, "İbn Zerhani'nin o klasik
çevirisinden. Celâl Salik ondan her zamanki gibi yürütmüştür. Sizin onun kara gözlüklerini
yürüttüğünüz gibi."
"Gözlükler benim," dedi Galip.
"Demek ki insanlar gibi gözlükler de çift yaratılıyor. Verin bakayım şunu bana."
Galip gözlükleri çıkarıp verdi. İhtiyar bir an inceledikten sonra kara gözlükleri dikkatle gözüne
takınca Celâl'in yazılarında sözünü ettiği 1950'lerin efsane haydutlarından birine, Cadillac'ı ile
kaybolan gazino, kerhane ve pavyon patronuna benzedi. Esrarengiz bir gülüşle Galip'e döndü.
"Tevekkeli, arada bir dünyaya bir başkasının gözlerinden bakabilmeyi bilmek gerek, demişler.
Asıl o zaman dünyanın ve insanların esrarını kavramaya başlarmış insan. Anladınız mı, kimin
sözü bu?"
"F.M.Üçüncü'nün," dedi Galip.
"Hiç ilgisi yok. O yalnızca budalanın tekidir," dedi ihtiyar. "Bir zavallı, gariban takımından...
Kimden işittin sen onun adını?"
"Celâl bana bu adın uzun yıllar kullandığı takma adlardan biri olduğunu söylemişti."
"Demek insan iyice bunayınca, yalnızca kendi geçmişini ve yazılarını inkâr etmekle kalmıyor,
başkalarını da kendisiymiş gibi hatırlıyor. Ama sanmam ki bizim açıkgöz Celâl Efendimiz bu
kadar bunasın. Bir hesabı vardır, bile bile yalan söylemiştir. F.M.Üçüncü, kanıyla canıyla
gerçekten yaşamış biridir. Yirmi beş yıl önce gazetemize bir sağnak halinde okuyucu mektubu
yollayan bir su-
baydı. Mektupların bir-ikisi ayıp olmasın diye okuyucu sütununda yayımlanınca, sanki kadrolu
yazar gibi her gün fiyakayla gazeteye gelip gitmeye başladı. Derken, ayağı birden kesildi, yirmi
yıl ortalıkta gözükmedi. Bir hafta önce gene pırıl pırıl kabak kafasıyla sö-¦ kün etti, gazeteye
kadar beni görmeye gelmiş, yazılarıma hayran-mış. Acıklıydı, alâmetlerin belirdiğini
anlatıyordu." "Hangi alâmetler?"
"Haydi, bilirsin bilirsin. Celâl yoksa anlatmıyor mu hiç? Hani vakit tamam, alâmetler belirdi,
haydi sokağa numaraları: Kıyamet, ihtilâl, Doğu'nun kurtuluşu filan?"
"Önceki gün Celâl'le bu konuda sizin kulağınızı çınlattık." "Gizlendiği yer neresiymiş?"
"Unuttum."
"İçerde yazı işlerinde toplandılar," dedi ihtiyar köşe yazarı. "Yeni yazı vermiyor diye artık kapı
önüne koyacaklar senin Celâl amcanı. Söyle ona, onun köşesinde, ikinci sayfada yazmayı bana
önerecekler, ama reddedeceğim."
"Önceki gün, 196O'lı yılların başında birlikte bulaştığınız o askeri darbeyi anlatırken, Celâl de
sizden hep sevgiyle sözetti."
"Yalan. Darbeye ihanet ettiği için benden de, hepimizden de nefret eder o," dedi ihtiyar köşe
yazarı. Hiç yadırgamadığı kara gözlükleriyle artık eski Beyoğlu gangsterlerinden çok bir
'üstad'a benzemişti. "Darbeyi sattı. Tabii sana bunları böyle anlatmamış, her şeyi kendisinin
düzenlediğini söylemiştir, ama her zamanki gibi senin Celâl amcan, olaylara yalnızca başarıya
herkes inanmaya başlayınca katıldı. Ondan önce, Anadolunun dört bir yanına dağılan o
okuyucu ağları kurulurken, piramitler, minareler, mason sembolleri, tepegözler, esrarengiz
pergeller, kertenkele resimleri, Selçuklu kubbeleri, işaretli Beyaz Rus banknotları, kurt kafaları
elden ele dolaşırken, Celâl yalnızca artist resmi biriktiren çocuklar gibi okuyucularının
resimlerini biriktiriyordu. Bir gün mankenler evi hikâyesini icat etti, başka bir gün karanlık
gecelerde kendisini dar sokaklarda izleyen bir 'göz'den sözetmeye başladı. Anladık ki o da
aramıza katılmak istiyor, razı olduk. Sütunlarını davaya açar diyorduk, askerlerin bazılarını da
belki o sürükler diyorduk. Ama ne sürüklemek! O sıralarda etrafta bir sürü meczup, anaforcu,
senin F.M.Üçüncü cinsinden adam vardı; ilk iş, hemen
onları kafakola aldı. Sonra şifrelerinden, formüllerinden, harf oyunlarından yararlandığı
karanlık bir başka takımla ilişki kurdu. Her birini yeni bir zafer olarak gördüğü bu ilişkilerinden
sonra, bizlere gelir, ihtilâl gününden sonra oturacağı koltuk konusunda pazarlık ederdi. Pazarlık
gücünü artırmak için, o sıralar bazı tarikat kalıntılarıyla, Mehdi'yi bekleyenlerle ya da
Fransa'da, Portekiz'de pinekleyen Osmanlı şehzadelerinden haber aldıklarını söyleyenlerle
görüştüğünü ileri sürdü; hayâli kişilerden sonraları bize göstereceği mektuplar aldığını, evinde
kendisini ziyarete gelen paşa ya da şeyh torunlarının kendisine sırlarla dolu elyazmaları ve
vasiyetler bıraktıklarını, geceyarıları tuhaf kişilerin gazeteye kendisini görmeye geldiklerini
iddia etti. Hepsini kendi uydurmuştu bu kişilerin. Aynı günlerde, daha doğru dürüst bir
Fransızcası olmayan bu adam, ihtilâlden sonra dışişleri bakanı olacağı söylentisini de yaydığı
için, bu balonlardan birini söndüreyim dedim. O sıralarda yazılarında efsanevi bir karanlık
adamın vasiyeti dediği birtakım hikâyelerden sözediyor, tarihimizle ilgili bilinmeyen bir gerçeği
açığa vuracak bir kumpasın peygamberler, Mehdiler ve kıyamet lakırdılarıyla dolu zırvalarını
kaleme alıyordu. Oturdum İbn Zer-hani'yi ve Bottfolio'yu da işin içine katarak köşemde
gerçekleri gösteren bir yazı yazdım. Korkakmış! Hemen bizden koptu ve öteki gruplara katıldı.
Genç subaylarla daha sıkı ilişkisi olan yeni dostlarına, benim hayâli dediğim kişilerin
yaşadıklarını kanıtlamak için, geceleri kıyafet değiştirip, kahramanlarının kılığına girdiğini
anlatırlar. Beyoğlu'nda bir gece bir sinemanın kapısında Mehdi ya da Fatih Sultan Mehmet
olarak gözükmüş, filmin başlamasını bekleyen şaşkın kalabalığa, bütün milletin kılık
değiştirerek başka hayatların içine girmesi gerektiğini vaaz ediyormuş: Amerikan filmleri de
yerli filmler kadar umutsuzmuş; onları artık taklit etme şansımız bile yokmuş. Sinemadaki
kalabalığı Yeşilçam Sokağındaki yapımcılar aleyhine kışkırtmak, peşinden sürüklemek istemiş.
Y.ılm/ yazılarında sık sık sözünü ettiği kenar mahallelerdeki dökümü .ıhşap evlerde,
İstanbul'un çamurlu sokaklarında oturan 'sefil kuvtık burjuvalar' değil, bütün Türk milleti,
şimdi olduğu gibi o sıral.tKİa da bir 'Kurtarıcı' bekliyordu. Askeri darbe olursa ekmeğin ık
u/layacağına, günahkarlar işkenceden geçirilirse cennetin kapılarının açılacağına her zamanki
içtenlik ve umutla inanıyor-
I
lardı. Ama onun herkesi kendine bağlama merakı yüzünden, açgözlülüğünden, darbeci takımlar
birbirine düştü, askeri darbe yattı, yola çıkan tanklar gece radyoevine değil, gerisin geri
kışlalarına gittiler. Sonuç: Gördüğün gibi hâlâ sürünüyoruz, Avrupalılardan utandığımız için de,
arada bir oy veriyoruz ki, yabancı gazeteciler gelince artık onlara benzediğimizi gönül
rahatlığıyla söyleyebile-lim. Bu demek değildir ki umutsuzuz ve hiçbir kurtuluş yolu yok. Var
bir kurtuluş yolu. İngiliz televizyoncular Celâl Efendiyle, değil benimle konuşmak isteselerdi,
onlara Doğu'nun, daha onbin-lerce yıl mutlulukla nasıl Doğu kalabileceğinin sırrını anlatırdım.
Galip Bey oğlum, amcanın oğlu Celâl Bey sakat ve acıklı bir insandır: Bizim kendimiz
olabilmemiz için onun yaptığı gibi gardropları-mızda peruklar, takma sakallar ve tarihi giysiler,
tuhaf kıyafetler saklamamıza gerek yoktur hiç. I. Mahmut her akşam tebdil-i kıyafet ederdi,
ama ne giyerdi bilir misin? Padişah sarığının yerine bir fes, bir de baston; o kadar! Öyle Celâl
gibi her gece saatlerce makyaj yapmaya, farfaralı tuhaf elbiseler ya da yırtık pırtık dilenci
esvapları edinmeye gerek yok hiç. Bizim dünyamız bir bütün dünyadır, parçalanmış bir dünya
değil. Bu âlemin içinde başka bir âlem daha vardır, ama Batılıların dünyasında olduğu gibi
görüntülerin, dekorların arkasındaki gizli saklı bir dünya değildir ki bu, örtüleri kaldırınca
arkasındaki gerçeği zaferle görelim. Bizim alçakgönüllü âlemimiz her yerdedir,, bir merkezi
yoktur, haritalarda bulunmaz. Ama esrarımız da budur işte bizim; çünkü bunu kavramak çok,
ama çok zordur. Çile gerektirir. Kendisinin esrarını aradığı bütün âlem ve bütün âlemin de
esrarı arayan kendisi olduğunu bilen kaç babayiğidimiz var ki, soruyorum? Bu kemâle erdiği
zaman ancak insan bir başkasının yerine geçmeyi, tebdil-i kıyafeti hakeder. Celâl amcanla
paylaştığım tek bir duygu vardır: Ben de onun gibi, ne kendileri ne bir başka biri olabilen bizim
o zavallı film yıldızlarımıza acırım. Üstelik bu yıldızlarda kendilerini gören milletimize daha da
çok acırım. Kurtulabilirdi bu millet, hatta bütün Doğu, ama senin Celâl amcan, amcanın oğlu,
onu kendi hırsları için sattı. Şimdi kendi eserinden korkarak, dolaplarda gizlediği tuhaf
kıyafetleriyle birlikte bütün bir milletten kaçıyor. Niye sak-lanıyormuş?.."
kesinlikle beliren harfleri iyice seçebiliyordu artık. Çok geçmeden harfler, Galip'e onları daha
önceden neden farkedeme-diğini düşündürtecek kadar belirginleşmiştiler. Gördüğünün,
fotoğraflardaki yüzlere işaretlenmiş harflere fazlaca bakmaktan kaynaklanan bir yanılsama, bir
göz alışkanlığı, inançla oynanan yanılsama oyununun bir parçası olduğunu da düşünmemiş
değildi, ama gözünü aynadan kaçırdıktan sonra, aynaya yeniden her bakışında, bıraktığı yerde
harfleri görüyordu: Çocuk dergilerindeki bir bakışta ağacın dalları, bir bakışta dalların arasına
gizlenmiş hırsız olan o bilmece figürleri gibi bir gözüküp bir kaybolmuyordu harfler;
orada Galip'in her sabah dalgın dalgın tıraş ettiği yüzün topografyası içinde, gözlerin, kaşların,
bütün Hurufilerin üzerine ısrarla 'e-lif i yerleştirdikleri burnun ve 'yüz çemberi' denilen yuvarlak
yüzeyin içindeydiler. Sanki artık zor olan, harfleri okuyabilmek değil de okuyamamaktı. Bunu
yapmaya da çalışmıştı Galip, yüzünün üzerindeki bu sinir bozucu maskeden kurtulabilmek için,
Hurufi resim ve edebiyatını günlerdir elden geçirirken ve dikkatle okurken, aklının bir
köşesinde her zaman ihtiyatla hazır ettiği o küçümseyici düşünceyi yardıma çağırmış, harfler
ve yüzlerle ilgili her şeyi gülünç, zorlama ve çocuksu bulan şüpheciliğini harekete geçirmek
istemişti, ama yüzünün hatları ve kıvrımları artık o kadar açık seçik bir şekilde bazı harflere
işaret ediyordu ki, aynanın karşısından çekilememişti.
Sonraları 'dehşet' diyeceği duyguya bu sırada kapıldı. Ama her şey o kadar çabuk olmuş,
yüzünün üzerindeki harfleri ve harflerin işaret ettiği kelimeyi o kadar çabuk görmüştü ki,
sonraları yüzü, üzerinde işaretler duran bir maskeye dönüştüğü için mi, yoksa bu harflerin
işaret ettiği anlamın korkunçluğundan mı, dehşete kapıldığını açık seçik çıkaramayacaktı.
Harfler Galip'in yıllardır bilip de unutmak istediği, hatırlayıp da hatırlamadığını sandığı, öğrenip
de bilmediği bir gerçeği, sonraları kaleme almak istediği zaman, bambaşka kelimelerle
hatırlayabileceği bir esrarı gösteriyordu. Ama onları hiçbir şüpheye yer bırakmayacak bir
kesinlikte yüzünde okur okumaz, her şeyin basit ve anlaşılır olduğunu da düşünmüştü;
gördüğü şeyi bildiğini, şaşırmaması gerektiğini düşündüğü gibi. Belki de, sonraları 'dehşet'
diyeceği şey bu basit ve açık gerçeğin şaşırtıcılığıydı; aklın olağanüstü bir ışıldamayla masanın
üzerindeki ince belli bir çay fincanını inanılmayacak bir nesne gibi algılayabildiği zamanlarda
gözün aynı fincanı eskiden olduğu gibi görebilmesindeki ürkütücü yan gibi.
Yüzünün üzerindeki harflerin işaret ettiği şeyin bir yanılsama değil, gerçek olduğuna karar
verince Galip, aynanın karşısından çekilip koridora çıktı. Sonraları 'dehşet' diyeceği şeyin
suratının bir maskeye, bir başkasının yüzüne, bir işaret levhasına dönüşmesinden çok, bu
levhanın gösterdiği şeyle ilgili olduğunu sezmişti artık. Çünkü en sonunda güzel oyunun
kurallarına göre herkesin yüzünde vardı bu harfler. O kadar emindi ki bundan, bir avuntu ola-
rak bile görebilirdi bunu, ama koridordaki dolabın raflarına bakarken, içinde öyle derin bir acı
yükseldi, Rüya'yı ve Celâl'i öyle bir özledi ki, ayakta durmakta güçlük çekti. Sanki gövdesi ve
ruhu kendisini işlemediği günah larıyla bırakıp gidiyordu; sanki bütün belleğinde yalnızca
yenilgi ve yıkımın sırrı vardı, sanki herkesin unutmak isteyip mutlulukla unuttuğu bir tarihin ve
esrarın bütün keder ve anısı kendi belleğine ve omuzlarına kalmıştı.
Daha sonraları, aynaya baktıktan sonra üç beş dakika içinde -çünkü çok çabuk olmuştu her
şey- neler yaptığını her hatırlamak isteyişinde, koridordaki dolapla apartman aralığına bakan
pencereler arasında geçirdiği o dakikayı hatırlayacaktı: 'Dehşet'in içine girdikten sonra, nefes
almakta güçlük çekerken, karanlıkta bıraktığı aynadan uzaklaşmak isterken, alnından soğuk
ter damlacıkları birikirken. Bir an yeniden aynanın karşısına geçip bir yaranın üzerini kaplayan
kabuğu kazır gibi yüzünün üzerindeki o ince maskeyi çekip çıkarabileceğini hayâl etti, altından
çıkacak yüzün üzerindeki harfleri, tıpkı o alelade sokaklarda, sıradan duvar ilanlarında, plastik
torbalarda görüp de okumadığı harfler ve işaretler gibi okumayacağını sanıyordu. Acıyı
unutmak için, dolaptan çekip çıkardığı bir yazıyı okumayı denedi, ama artık biliyordu her şeyi,
Celâl'in yazdığı her şeyi kendi yazmış gibi biliyordu. Sonraları sık sık yapacağı gibi, kör
olduğunu ya da gözbebeklerinin yerini mermerden deliklerin, ağzının yerini bir fırın ağzının,
burnunun yerini paslanmış cıvata deliklerinin aldığını hayâl etti. Yüzünü her düşünüşünde
gözlerinin önünde beliren harfleri Celâl'in gördüğünü, bir gün kendisinin de göreceğini bildiğini
bütün bu oyuna birlikte girdiklerini anlıyordu, ama bunları o ilk dakikada açık seçik düşünüp
düşünmediğinden sonraları o kadar emin de olamayacaktı. Ağlamak isteyip ağlayamıyormuş,
nefes almakta güçlük çekiyormuş gibiydi; boğazından denetleyemediği bir acı inleyişi çıktı; eli
kendiliğinden pencerenin kulpuna uzandı; oraya bakmak istiyordu, apartman aralığına,
'karanlık' denen o yere, bir zamanlar kuyunun olduğu yere. Kim olduğunu bilemediği birisini
taklit ettiğini hissetti, bir çocuk gibi.
Pencereyi açmış, gövdesini karanlığa uzatmış, dirsckleriyle pervaza yaslanırken yüzünü
apartman aralığının o dipsiz kuyusuna uzatmıştı: Pis bir koku geliyordu oradan, yarım yüzyılı
geçkin bir
zamandan beri biriken güvercin pisliklerinin, atılmış öteberinin, apartman kirinin, şehir
dumanlarının, çamurun, ziftin, umutsuzluğun kokusu. Unutmak istedikleri şeyleri buraya
atarlardı. Boşluğun geri dönülmez karanlığına, apartmanda bir zamanlar yaşayanların
hafızalarında artık tortusu bile kalmamış o anıların içine, Celâl'in yıllarca sabırla ördüğü ve eski
şiirin kuyu ve esrar ve korku motifleriyle bezediği bu karanlığın içine atlamak geliyordu
içinden, ama bir sarhoş gibi hatırlamaya çalışarak yalnızca karanlığa baktı. Rüya'yla bu
apartmanda geçirdikleri çocukluk yıllarının anıları bu kokuyla yakından ilgiliydi, bir zamanlar
kendisi olan o saf çocuk da, iyi niyetli delikanlı, karısıyla mutlu olan koca, esrarın kenarında
yaşayan sade vatandaş da bu kokudan yapılmıştı. Celâl ve Rüya ile birlikte olma isteği, içinde
öyle bir yükseldi ki, bağırmak geçti içinden; sanki gövdesinin yarısı bir rüyada olacağı gibi
gösterile gösterile kendisinden koparılıp uzak ve karanlık bir yere götürülüyordu da, ancak
sesini soluğunu yükseltip bağırırsa bu tuzaktan çıkabilirdi. Ama yalnızca soğuk kış gecesinin ve
karın nemli soğuğunu yüzünde hissederek dipsiz karanlığa baktı. Yüzünü karanlığın kör
kuyusuna doğru tuttukça içinde günlerdir tek başına gezdirdiği acının paylaşıldığını, korkutucu
olanın anlaşıldığını, daha sonraları yenilginin, sefaletin ve yıkımın sırrı diyeceği şeyin çok
önceden, tıpkı Celâl'in bütün ayrıntılarıyla hazırlayıp bu tuzağa çektiği kendi hayatı gibi açığa
çıktığını hissediyordu. Orada, karanlığa bakan pencereden yarı beline kadar sarkıp, aşağıya bir
zamanlar dipsiz kuyunun olduğu yere uzun uzun baktı. Yüzünde, boynunda, alnında sert
soğuğu iyice hissettikten çok sonra içeri çekildi, pencereyi kapattı.
Ondan sonrası açık, anlaşılır ve aydınlıktı. Ondan sonra, gün ışıyana kadar yaptıklarını çok
daha sonra hatırladığında, yaptığı her şeyi mantıklı, gerekli ve yerinde bulacak ve onları
yaparken duyduğu açıklık ve kesinlikle de hatırlayacaktı. Oturma odasına geçip koltuklardan
birine kendini bırakıp dinlendi. Celâl'in masasının üzerine çekidüzen verdi, kâğıtları, gazete
kesiklerini, fotoğrafları bir bir kutularına, kutuları da dolaptaki yerlerine geri koydu. Yalnız iki
gündür bu evde kendi dağıttıklarını değil, daha önceden Celâl'in de pasaklılıkla oraya buraya
attığı öteberiyi topladı, dolu küllükleri boşalttı, bardakları fincanları yıkadı, pencereleri hafifçe
açıp evi havalandırdı. Yüzünü yıkadı, kendine bir koyu kahve daha hazırladı ve boşaltıp
temizlediği çalışma masasının üzerine Ce-lâl'in eski ve ağır Remington daktilosunu yerleştirip
oturdu. Celâl'in yıllardır kullandığı dosya kâğıtları çekmecedeydi, çıkarıp makineye bir tane
taktı ve hemen yazmaya başladı.
İki saate yakın bir süre masadan hiç kalkmadan yazdı. Her şeyin yerli yerine oturduğunu
hissederek, temiz ve boş kâğıdın verdiği bir heyecanla yazıyordu. Daktilonun eski ve tanıdık bir
müziği hatırlatarak hareket eden tuşlarını vurdukça, yazdıklarını çok daha önceden bildiğini ve
düşündüğünü anlıyordu. Arada bir yavaşlaması, gerekli bir kelimeyi yerleştirebilmek için bir an
düşünmesi gerekiyordu belki, ama Celâl'in dediği gibi, "zorlanmadan" ve cümlelerin ve
düşüncelerin akışına kendini bırakarak yazıyordu.
İlk yazıya, "Aynaya baktım ve yüzümü okudum," sözleriyle başladı. İkinciye "Rüyamda en
sonunda yıllardır olmak istediğim kişi olduğumu gördüm," diyerek üçüncüye eski Beyoğlu
hikâyelerinden söz açarak. Bu yazıları ilkinden de kolayca ve daha da derin bir acı ve umutla
yazdı. Yazıların Celâl'in köşesine tam istediği ve beklediği gibi yerleşeceğinden emindi.
Ortaokul ve lise yıllarında okul defterlerinin son sayfalarında binlerce kere taklit ettiği Celâl'in
imzasıyla üç yazıyı imzaladı.
Gün ışıdıktan sonra, kenarlarına vurulan tenekelerin gürültü-süyle çöp kamyonu geçerken
Galip F.M.Üçüncü'nün kitabındaki Celâl'in resmini inceledi. Öteki sayfalardaki silik ve soluk
fotoğraflardan birinin altında kim olduğu yazılmamıştı, kitabın yazarının o olduğunu düşündü.
F.M.Üçüncü'nün, eserinin basma koyduğu hayat hikâyesini dikkatle okudu; 1962'deki başarısız
askeri darbe girişimine bulaştığında kaç yaşında olabileceğini hesapladı. Görevle Anadolu'ya ilk
gittiği zaman, demek ki teğmen rütbesindeyken, Hamit Kaplan'ın gençlik güreşlerini
izleyebildiğine göre, Celâl'in yaşlarmda olmalıydı. Galip, Harb Okulu yıllıklarından 1944, 45 ve
46 yılları mezunlarını tekrar taradı. 'Keşf-ül Esrar'daki kimliği belirsiz yüzün gençliği olabilecek
birkaç yüzle karşılaştı, ama kitaptaki fotoğrafta en belirgin özellik, kabak kafa, gençlerin
fotoğraflarında subay kasketiyle örtülmüştü.
Saat sekiz buçukta Galip, üzerinde paltosu, ceketinin iç cebinde katlanmış üç yazı, işe giden
aceleci bir aile babası gibi hızla
Şehrikalp Apartmanının kapısından çıkıp karşı kaldırıma geçti. Kimse görmemişti ya da gören
arkasından seslenmemişti. Hava açık, gök kış mavişiydi; kaldırımlar kar, buz ve çamurla
kaplıydı. Çocukluğunda her sabah dedeyi tıraş etmeye gelen ve daha sonraki yıllarda da
Celâl'le birlikte gittikleri Venüs berberinin pasajına girip en uçtaki dükkâna, anahtarcıya,
Celâl'in dairesinin anahtarını bıraktı. Köşedeki gazeteciden Milliyet aldı. Bazı sabahlar Celâl'in
kahvaltı ettiği Sütiş Muhallebicisine girip kendine sahanda yumurta, kaymak, bal ve çay
ısmarladı. Kahvaltısını ederken, Celâl'in köşe yazısını okurken, Rüya'nın okuduğu dedektif
romanlarının kahramanlarının da, birçok ipucu içine anlamlı bir hikâye yer-leştirebildikleri
zaman, kendilerini şimdi kendisinin hissettiği gibi hissetmeleri gerektiğini düşündü. Şimdi
esrarı çözecek anlamlı bir anahtar bulduktan sonra, bu anahtarla yeni kapılar açacak dedektif
gibi hissediyordu kendini.
Celâl'in gazetedeki yazısı cumartesi günü Galip'in yedekler dosyasında gördüğü son yazıydı ve
bütün o yazılar gibi eskiden de yayımlanmıştı, ama Galip harflerin ikinci anlamını çözmeye
girişmedi bile. Kahvaltısını ettikten sonra, dolmuş kuyruğunda beklerken bir zamanlar olduğu
kişi ve o kişinin yakın zamana kadar yaşadığı hayat geldi aklına: Sabahları dolmuşta gazete
okurdu, akşam eve döneceği saati düşünürdü, evde, yatakta uyuyan karısını hayal ederdi.
Gözlerinin kenarlarında yaşlar birikti.
Dolmuş Dolmabahçe Sarayının önünden geçerken, "Dünyanın tepeden tırnağa değiştiğine
inanıvermesi için insanın," diye düşündü Galip, "kendisinin bir başka biri olduğunu
anlayıvermesi demek ki, yetiyormuş." Dolmuşun pencerelerinden seyrettiği eskiden bildiği
İstanbul değil, esrarını yeni anladığı ve sonraları üzerine yazacağı başka bir İstanbul'du.
Gazetede, yazı işleri müdürü, 'servis şefleri' ile toplantıdaydı. Galip, kapısını tıklatıp biraz
bekledikten sonra Celâl'in odasına girdi. İçeride, masanın üzerinde, eşyalarla Galip'in son
gelişinden beri hiçbir değişiklik olmamıştı. Celâl'in masasına oturup acele acele çekmecelerini
karıştırdı. Eski açılış kokteyli davetiyeleri, sol ve sağ çeşitli siyasal fraksiyonlardan yollanmış
bildiriler, geçen gelişinde gördüğü gazete kesikleri, düğmeler, kravat, kol saati, boş mürekkep
şişeleri, ilâçlar ve geçen gelişinde dikkat etmediği kara
gözlükler... Kara gözlükleri gözüne takıp Celâl'in odasından çıktı. Yazı işlerinin geniş odasına
girdiğinde polemikçi ihtiyar yazar Necati'yi masasında çalışırken gördü. Hemen yanıbaşında,
geçen gelişinde magazin yazarının oturduğu sandalye boştu. Galip oraya geçip oturdu. Bir süre
sonra, "Hatırladınız mı beni?" diye sordu ihtiyar adama.
"Hatırladım! Siz de benim hafıza bahçemde bir çiçeksiniz," dedi Neşati başını okuduğundan
kaldırmadan. "Hafıza bir bahçedir, kimin sözüdür bu?"
"Celâl Salik'in."
"Hayır Bottfolio'nun," dedi ihtiyar köşe yazarı başını kaldırırken, "İbn Zerhani'nin o klasik
çevirisinden. Celâl Salik ondan her zamanki gibi yürütmüştür. Sizin onun kara gözlüklerini
yürüttüğünüz gibi."
"Gözlükler benim," dedi Galip.
"Demek ki insanlar gibi gözlükler de çift yaratılıyor. Verin bakayım şunu bana."
Galip gözlükleri çıkarıp verdi. İhtiyar bir an inceledikten sonra kara gözlükleri dikkatle gözüne
takınca Celâl'in yazılarında sözünü ettiği 1950'lerin efsane haydutlarından birine, Cadillac'ı ile
kaybolan gazino, kerhane ve pavyon patronuna benzedi. Esrarengiz bir gülüşle Galip'e döndü.
"Tevekkeli, arada bir dünyaya bir başkasının gözlerinden bakabilmeyi bilmek gerek, demişler.
Asıl o zaman dünyanın ve insanların esrarını kavramaya başlarmış insan. Anladınız mı, kimin
sözü bu?"
"F.M.Üçüncü'nün," dedi Galip.
"Hiç ilgisi yok. O yalnızca budalanın tekidir," dedi ihtiyar. "Bir zavallı, gariban takımından...
Kimden işittin sen onun adını?"
"Celâl bana bu adın uzun yıllar kullandığı takma adlardan biri olduğunu söylemişti."
"Demek insan iyice bunayınca, yalnızca kendi geçmişini ve yazılarını inkâr etmekle kalmıyor,
başkalarını da kendisiymiş gibi hatırlıyor. Ama sanmam ki bizim açıkgöz Celâl Efendimiz bu
kadar bunasın. Bir hesabı vardır, bile bile yalan söylemiştir. F.M.Üçüncü, kanıyla canıyla
gerçekten yaşamış biridir. Yirmi beş yıl önce gazetemize bir sağnak halinde okuyucu mektubu
yollayan bir su-
baydı. Mektupların bir-ikisi ayıp olmasın diye okuyucu sütununda yayımlanınca, sanki kadrolu
yazar gibi her gün fiyakayla gazeteye gelip gitmeye başladı. Derken, ayağı birden kesildi, yirmi
yıl ortalıkta gözükmedi. Bir hafta önce gene pırıl pırıl kabak kafasıyla sö-¦ kün etti, gazeteye
kadar beni görmeye gelmiş, yazılarıma hayran-mış. Acıklıydı, alâmetlerin belirdiğini
anlatıyordu." "Hangi alâmetler?"
"Haydi, bilirsin bilirsin. Celâl yoksa anlatmıyor mu hiç? Hani vakit tamam, alâmetler belirdi,
haydi sokağa numaraları: Kıyamet, ihtilâl, Doğu'nun kurtuluşu filan?"
"Önceki gün Celâl'le bu konuda sizin kulağınızı çınlattık." "Gizlendiği yer neresiymiş?"
"Unuttum."
"İçerde yazı işlerinde toplandılar," dedi ihtiyar köşe yazarı. "Yeni yazı vermiyor diye artık kapı
önüne koyacaklar senin Celâl amcanı. Söyle ona, onun köşesinde, ikinci sayfada yazmayı bana
önerecekler, ama reddedeceğim."
"Önceki gün, 196O'lı yılların başında birlikte bulaştığınız o askeri darbeyi anlatırken, Celâl de
sizden hep sevgiyle sözetti."
"Yalan. Darbeye ihanet ettiği için benden de, hepimizden de nefret eder o," dedi ihtiyar köşe
yazarı. Hiç yadırgamadığı kara gözlükleriyle artık eski Beyoğlu gangsterlerinden çok bir
'üstad'a benzemişti. "Darbeyi sattı. Tabii sana bunları böyle anlatmamış, her şeyi kendisinin
düzenlediğini söylemiştir, ama her zamanki gibi senin Celâl amcan, olaylara yalnızca başarıya
herkes inanmaya başlayınca katıldı. Ondan önce, Anadolunun dört bir yanına dağılan o
okuyucu ağları kurulurken, piramitler, minareler, mason sembolleri, tepegözler, esrarengiz
pergeller, kertenkele resimleri, Selçuklu kubbeleri, işaretli Beyaz Rus banknotları, kurt kafaları
elden ele dolaşırken, Celâl yalnızca artist resmi biriktiren çocuklar gibi okuyucularının
resimlerini biriktiriyordu. Bir gün mankenler evi hikâyesini icat etti, başka bir gün karanlık
gecelerde kendisini dar sokaklarda izleyen bir 'göz'den sözetmeye başladı. Anladık ki o da
aramıza katılmak istiyor, razı olduk. Sütunlarını davaya açar diyorduk, askerlerin bazılarını da
belki o sürükler diyorduk. Ama ne sürüklemek! O sıralarda etrafta bir sürü meczup, anaforcu,
senin F.M.Üçüncü cinsinden adam vardı; ilk iş, hemen
onları kafakola aldı. Sonra şifrelerinden, formüllerinden, harf oyunlarından yararlandığı
karanlık bir başka takımla ilişki kurdu. Her birini yeni bir zafer olarak gördüğü bu ilişkilerinden
sonra, bizlere gelir, ihtilâl gününden sonra oturacağı koltuk konusunda pazarlık ederdi. Pazarlık
gücünü artırmak için, o sıralar bazı tarikat kalıntılarıyla, Mehdi'yi bekleyenlerle ya da
Fransa'da, Portekiz'de pinekleyen Osmanlı şehzadelerinden haber aldıklarını söyleyenlerle
görüştüğünü ileri sürdü; hayâli kişilerden sonraları bize göstereceği mektuplar aldığını, evinde
kendisini ziyarete gelen paşa ya da şeyh torunlarının kendisine sırlarla dolu elyazmaları ve
vasiyetler bıraktıklarını, geceyarıları tuhaf kişilerin gazeteye kendisini görmeye geldiklerini
iddia etti. Hepsini kendi uydurmuştu bu kişilerin. Aynı günlerde, daha doğru dürüst bir
Fransızcası olmayan bu adam, ihtilâlden sonra dışişleri bakanı olacağı söylentisini de yaydığı
için, bu balonlardan birini söndüreyim dedim. O sıralarda yazılarında efsanevi bir karanlık
adamın vasiyeti dediği birtakım hikâyelerden sözediyor, tarihimizle ilgili bilinmeyen bir gerçeği
açığa vuracak bir kumpasın peygamberler, Mehdiler ve kıyamet lakırdılarıyla dolu zırvalarını
kaleme alıyordu. Oturdum İbn Zer-hani'yi ve Bottfolio'yu da işin içine katarak köşemde
gerçekleri gösteren bir yazı yazdım. Korkakmış! Hemen bizden koptu ve öteki gruplara katıldı.
Genç subaylarla daha sıkı ilişkisi olan yeni dostlarına, benim hayâli dediğim kişilerin
yaşadıklarını kanıtlamak için, geceleri kıyafet değiştirip, kahramanlarının kılığına girdiğini
anlatırlar. Beyoğlu'nda bir gece bir sinemanın kapısında Mehdi ya da Fatih Sultan Mehmet
olarak gözükmüş, filmin başlamasını bekleyen şaşkın kalabalığa, bütün milletin kılık
değiştirerek başka hayatların içine girmesi gerektiğini vaaz ediyormuş: Amerikan filmleri de
yerli filmler kadar umutsuzmuş; onları artık taklit etme şansımız bile yokmuş. Sinemadaki
kalabalığı Yeşilçam Sokağındaki yapımcılar aleyhine kışkırtmak, peşinden sürüklemek istemiş.
Y.ılm/ yazılarında sık sık sözünü ettiği kenar mahallelerdeki dökümü .ıhşap evlerde,
İstanbul'un çamurlu sokaklarında oturan 'sefil kuvtık burjuvalar' değil, bütün Türk milleti,
şimdi olduğu gibi o sıral.tKİa da bir 'Kurtarıcı' bekliyordu. Askeri darbe olursa ekmeğin ık
u/layacağına, günahkarlar işkenceden geçirilirse cennetin kapılarının açılacağına her zamanki
içtenlik ve umutla inanıyor-
I
lardı. Ama onun herkesi kendine bağlama merakı yüzünden, açgözlülüğünden, darbeci takımlar
birbirine düştü, askeri darbe yattı, yola çıkan tanklar gece radyoevine değil, gerisin geri
kışlalarına gittiler. Sonuç: Gördüğün gibi hâlâ sürünüyoruz, Avrupalılardan utandığımız için de,
arada bir oy veriyoruz ki, yabancı gazeteciler gelince artık onlara benzediğimizi gönül
rahatlığıyla söyleyebile-lim. Bu demek değildir ki umutsuzuz ve hiçbir kurtuluş yolu yok. Var
bir kurtuluş yolu. İngiliz televizyoncular Celâl Efendiyle, değil benimle konuşmak isteselerdi,
onlara Doğu'nun, daha onbin-lerce yıl mutlulukla nasıl Doğu kalabileceğinin sırrını anlatırdım.
Galip Bey oğlum, amcanın oğlu Celâl Bey sakat ve acıklı bir insandır: Bizim kendimiz
olabilmemiz için onun yaptığı gibi gardropları-mızda peruklar, takma sakallar ve tarihi giysiler,
tuhaf kıyafetler saklamamıza gerek yoktur hiç. I. Mahmut her akşam tebdil-i kıyafet ederdi,
ama ne giyerdi bilir misin? Padişah sarığının yerine bir fes, bir de baston; o kadar! Öyle Celâl
gibi her gece saatlerce makyaj yapmaya, farfaralı tuhaf elbiseler ya da yırtık pırtık dilenci
esvapları edinmeye gerek yok hiç. Bizim dünyamız bir bütün dünyadır, parçalanmış bir dünya
değil. Bu âlemin içinde başka bir âlem daha vardır, ama Batılıların dünyasında olduğu gibi
görüntülerin, dekorların arkasındaki gizli saklı bir dünya değildir ki bu, örtüleri kaldırınca
arkasındaki gerçeği zaferle görelim. Bizim alçakgönüllü âlemimiz her yerdedir,, bir merkezi
yoktur, haritalarda bulunmaz. Ama esrarımız da budur işte bizim; çünkü bunu kavramak çok,
ama çok zordur. Çile gerektirir. Kendisinin esrarını aradığı bütün âlem ve bütün âlemin de
esrarı arayan kendisi olduğunu bilen kaç babayiğidimiz var ki, soruyorum? Bu kemâle erdiği
zaman ancak insan bir başkasının yerine geçmeyi, tebdil-i kıyafeti hakeder. Celâl amcanla
paylaştığım tek bir duygu vardır: Ben de onun gibi, ne kendileri ne bir başka biri olabilen bizim
o zavallı film yıldızlarımıza acırım. Üstelik bu yıldızlarda kendilerini gören milletimize daha da
çok acırım. Kurtulabilirdi bu millet, hatta bütün Doğu, ama senin Celâl amcan, amcanın oğlu,
onu kendi hırsları için sattı. Şimdi kendi eserinden korkarak, dolaplarda gizlediği tuhaf
kıyafetleriyle birlikte bütün bir milletten kaçıyor. Niye sak-lanıyormuş?.."
You have read 1 text from Törek literature.
Çirattagı - Kara Kitap - 31
- Büleklär
- Kara Kitap - 01Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2834Unikal süzlärneñ gomumi sanı 169327.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 02Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2755Unikal süzlärneñ gomumi sanı 180626.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 03Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2876Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166430.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 04Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2806Unikal süzlärneñ gomumi sanı 176130.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 05Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2785Unikal süzlärneñ gomumi sanı 170328.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 06Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2727Unikal süzlärneñ gomumi sanı 174728.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 07Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2795Unikal süzlärneñ gomumi sanı 177728.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 08Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2851Unikal süzlärneñ gomumi sanı 180228.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 09Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2754Unikal süzlärneñ gomumi sanı 168329.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 10Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2839Unikal süzlärneñ gomumi sanı 174030.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 11Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2835Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166932.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 12Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2814Unikal süzlärneñ gomumi sanı 174331.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 13Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2797Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167731.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 14Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2783Unikal süzlärneñ gomumi sanı 168529.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 15Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2759Unikal süzlärneñ gomumi sanı 164928.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 16Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2814Unikal süzlärneñ gomumi sanı 156531.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 17Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2793Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167330.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 18Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2766Unikal süzlärneñ gomumi sanı 164330.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 19Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2767Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167129.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 20Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2748Unikal süzlärneñ gomumi sanı 155230.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 21Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2733Unikal süzlärneñ gomumi sanı 160031.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 22Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2772Unikal süzlärneñ gomumi sanı 171529.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 23Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2700Unikal süzlärneñ gomumi sanı 170528.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 24Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2727Unikal süzlärneñ gomumi sanı 165428.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 25Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2742Unikal süzlärneñ gomumi sanı 170329.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 26Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2702Unikal süzlärneñ gomumi sanı 165828.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 27Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2713Unikal süzlärneñ gomumi sanı 168726.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 28Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2772Unikal süzlärneñ gomumi sanı 176026.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 29Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2742Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166529.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 30Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2777Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166032.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 31Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2699Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166629.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 32Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2862Unikal süzlärneñ gomumi sanı 169228.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 33Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2737Unikal süzlärneñ gomumi sanı 172326.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 34Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2884Unikal süzlärneñ gomumi sanı 164831.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 35Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2908Unikal süzlärneñ gomumi sanı 154330.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 36Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2772Unikal süzlärneñ gomumi sanı 176527.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 37Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2777Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166531.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 38Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2768Unikal süzlärneñ gomumi sanı 155630.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 39Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2761Unikal süzlärneñ gomumi sanı 143630.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 40Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2748Unikal süzlärneñ gomumi sanı 163032.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.54.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 41Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2760Unikal süzlärneñ gomumi sanı 170429.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 42Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2175Unikal süzlärneñ gomumi sanı 136528.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.