Kara Kitap - 24
Süzlärneñ gomumi sanı 2727
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1654
28.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
41.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
49.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
yalnızlığı ve hüznü üzerine yazdıkları Galip'e yalnızca korkutucu ve tuhaf gelmekle kalmadı,
cesedin atıldığı yedi yüzyıllık kuyuyu bizzat kendi gözüyle gördüğü, taşları, Horasanı sıvayı
seçtiği duygusuna kapıldı. Yazıyı birkaç kere okuduktan sonra, bir içgüdüyle seçtiği başka
yazılara göz gezdirirken, aynı tarihlerde Celâl'in bir apartman aralığını anlatığı köşe yazısında
kuyuyu tasvir ederken kullandığı bazı cümleleri olduğu gibi kullandığını ve iki yazıda da aynı
üslubu başarıyla koruduğunu keşfetti.
Daha sonra, Celâl'in Hurufilik üzerine yazdıklarının içine girdikten sonra okusaydı hiç
aldırmayacağı bu küçük oyuna önem vererek Galip masasının üzerine yığdığı yazıları bir de bu
gözle okumaya başladı. İşte o zaman Galip, Celâl'in yazılarını okudukça çevresindeki eşyaların
neden değiştiğini, neden bütün masaları, perdeleri, lambaları, küllükleri, sandalyeleri,
kaloriferin üzerindeki makası, ıvır zıvırı birbirine bağlayan o derin anlamın ve iyimserliğin çekip
gittiğini anladı.
Celâl, Mevlâna'dan kendinden sözeder gibi sözediyor, kelimeler, cümleler arasında ilk bakışta
göze çarpmayan sihirli bir yer değiştirmeden yararlanarak, kendini Meviâna'nın yerine
koyuyordu. Galip, Celâl'in kendinden sözettiği bazı yazılarda ve Mevlâna'dan sözcttiği 'tarihi'
yazılarında aynı cümleleri, paragrafları, bunlardan öte, kederle ördüğü aynı üslubu kullandığını
bir kere daha görünce, bu yer değiştirmeden emin oldu. Bu tuhaf oyunu korkutucu yapan şey,
Celâl'in özel defterlerinde, yayımlanmamış yazı müsvettelerinde, tarih sohbetlerinde, Şeyh
Galip üzerine yazdığı denemelerinde, rüya yorumlarında, İstanbul hatıralarında ve birçok köşe
yazısında kaleme aldıklarıyla desteklenmesiydi.
Kendisini hep bir başka kişi olarak gören kıralların, bir başka birisi olabilmek için saraylarını
yakan Çin İmparatorlarının, geceleri kıyafet değiştirip halk arasına karışmayı artık bir hastalık
haline getirip, günlerce saraydan ve devlet işlerinden uzak kalan padişahların hikâyelerini 'İster
İnan İster İnanma' köşesinde Celâl yüzlerce kere anlatmıştı. Yarı kalmış anı benzeri
hikâyecikleri yazdığı bir defterde Celâl'in kendini sıradan ve sade bir yaz günü içinde sırasıyla
Leibniz, ünlü zengin Cevdet Bey, Muhammed, gazete patronu, Anatole France, başarılı bir ahçı,
vaaz veren ünlü bir imam, Robinson Crusoe, Balzac ve üzerleri utançla çizilmiş altı kişi daha
olarak gördüğünü okudu Galip. Meviâna'nın pullar ve afişlerde görülen resimlerinin
karikatürlerine baktı; üzerinde Mevlâna Celâl yazan bir sandukanın beceriksizce çizilmiş
resmine rastladı. Yayımlanmamış bir köşe yazısı ise şu cümleyle başlıyordu: "Meviâna'nın en
büyük eseri denen Mesnevi baştan sona bir çalıntıdır!"
Bu cümlenin arkasından akademik yorumcuların saygısızlık korkusu ve gerçek kaygısı arasında
gidip gelen bir üslupla gösterdikleri benzerliklere abartılarak işaret edilmişti. Mesnevi'deki
falanca hikâye 'Kelile ve Dimne'den alınmış, filanca hikâye Attar'm 'Mantık-ut Tayr'ından
yürütülmüş, beriki anekdot olduğu gibi 'Leyla ve Mecnun'dan kaldırılmış, ötekisi 'Menâkıb-ı
Evliya'dan aşırılmıştı. Galip hikâyeleri yürütülen bu kaynakların uzayan listesi içinde 'Kıssas-ı
Enbiya'yı, 'Binbir Gece Masalları'm ve İbn Zer-hani'yi de gördü. Bu listenin sonuna Celâl
başkalarından hikâye yürütmek üzerine Meviâna'nın düşüncelerini eklemişti. Galip hava
kararırken içinde daha da koyulaşan karamsarlıkla birlikte bu
düşünceleri yalnızca Meviâna'nın düşünceleri gibi değil, aynı zamanda kendisini Meviâna'nın
yerine koyan Celâl'in düşünceleri gibi okudu.
Celâl'e göre kendileri olmaya uzun süre katlanamayan, ancak bir başkasının kişiliğine
büründükleri zaman huzur bulan bütün insanlar gibi Mevlâna da, bir hikâyeye başladığında
ancak bir başkasının anlattıklarım söyleyebiliyordu. Zaten bir başkası olmak için yanıp tutuşan
bütün mutsuzlar için hikâye anlatmak, kendi sıkıcı gövdeleri ve ruhlarından kurtulabilmeleri
için keşfedilen bir hileydi. Bir hikâye anlatabilmek için bir hikâye anlatmak istiyordu. Tıpkı
Binbir Gece Masalları gibi, bir hikâye bitmeden bir ikincisi başlayan, o ikincisi bitmeden
üçüncüsüne geçilen, bitmeyen hikâyelerin, tıpkı tüketilemeyen, ama kısa bir sürede bıkılan
insan kişilikleri gibi hep arkada bırakıldığı, tuhaf ve düzensiz bir 'kom-pozisyon'du Mesnevi.
Galip, Mesnevi ciltlerini karıştırırken müstehcen hikâyelerin yanlarının çizildiğini, bazı sayfaların
öfkeli bir yeşil kalemle soru işaretlerine, ünlemlere, karalamaya varan düzeltmelere
boğulduğunu gördü. Mürekkep ve pislik içindeki bu sayfalarda anlatılan hikâyeleri aceleyle
okuduktan sonra, çocukluğunda, gençliğinde özgün köşe yazısı diye okuduğu birçok hikâyeyi
Celâl'in 'Mesnevi'den alarak çağımız İstanbul'una uyarladığını anladı.
Galip, Celâl'in nazire sanatı üzerine, tek gerçek hünerin bu olduğunu söyleyerek saatlerce
konuştuğu geceleri hatırladı: Rüya, yolda aldıkları pastaları atıştırırken, Celâl birçok köşe
yazısını, belki de hepsini başkalarının yardımıyla yazdığını söyler, önemli olanın yeni bir şey
'yaratmak' değil, daha önceden, binlerce zekâ tarafından binlerce yılda yaratılmış olan
harikaları bir köşesinden, bir ucundan değiştirerek yepyeni bir şey söyleyebilmek olduğunu
ekler, bütün köşe yazılarını başkalarından aldığını ileri sürerdi. Galip'in sinirlerini bozarak
odadaki eşyaların, masanın üzerindeki kâğıtların gerçekliğine olan iyimser inancını iyice
kaybettiren şey, yıllarca Celâl'indir diye bellediği bazı hikâyelerin bir başkasının olduğunu
öğrenmesi değil, ama bu gerçeğin işaret ettiği başka bazı ihtimaller oldu.
Tıpkı yirmi beş yıl önceki halini taklit eden bu ev ve bu oda gibi, İstanbul'un bir başka yerinde,
gene aynı şekilde döşenmiş
başka bir ev ve oda olabileceği geldi aklına. O odada, aynı masada oturup hikâye anlatan
Celâl'le onu neşeyle dinleyen Rüya yoksa eğer, aynı masada oturan ve eski köşe yazıları
koleksiyonunu okuya okuya kaybettiği karısının izini bulabileceğini sanan Galip benzeri bir
bahtsız vardı. Tıpkı nesnelerin, resimlerin, plastik torbaların üzerlerindeki simgelerin
kendilerinden başka şeylerin işaretleri olması ve tıpkı Celâl'in her yazısının her okunuşta başka
anlama işaret etmesi gibi, kendi hayatının da her düşündüğünde başka bir anlamı olduğu ve
birbirini tren vagonları gibi amansızca izleyen bu anlamlar arasında kaybolabilcccği de geldi
aklına. Dışarıda hava kararmış, odanın içinde örümceklerle kaplı, ışıksız mah-zenlerdeki küf ve
ölüm kokusunu hatırlatan o elle dokunulabilir loş ışık birikmişti. Galip, istemeden içine
düşürüldüğü bu öteki dünya kâbusundan, bu hayâletimsi âlemden dışarı çıkabilmek için yorgun
gözlerle okumaya devam etmekten başka yolu olmadığını anlayıp masanın üzerindeki lambayı
yaktı.
Yarıda bıraktığı yerden, Şems'in cesedinin içine atıldığı örüm-cekli kuyuya döndü böylece.
Hikâyenin devamında şair, 'dostunun, sevgilisinin' kaybından kendinden geçmiş bir haldeydi.
Şems'in öldürüldüğüne, cesedinin kuyuya atıldığına bir türlü inanmıyor, dahası, kendisine
burnu dibindeki kuyuyu göstermek isteyenlere öfkeleniyor, 'sevgilisini' başka yerlerde aramak
için bahaneler uyduruyordu: Bundan önceki kayboluşunda yaptığı gibi Şems, Şam'a gitmiş
olamaz mıydı?
Mevlâna işte böyle Şam'a gitmiş, şehrin sokaklarında sevgilisini böyle aramaya başlamıştı.
Şehirdeki her sokağa, her odaya girmiş, her meyhaneye, her köşeye, her taşın altına bakmış,
sevgilisinin eski dostlarını, ortak tanıdıklarını, sevdiği mekânları, camileri, tekkeleri, her yeri bir
bir yoklamış, öyle ki, bir süre sonra aramak bulmaktan daha önemli bir iş olup çıkmıştı. Köşe
yazısının bu noktasında, okuyucu, arananla arayanın birbirleriyle yer değiştirdiği, bulmanın
değil hedefe doğru yürümenin, kayıp sevgilinin değil bahanesi olduğu aşkın öne çıktığı mistik
ve panteist bir âlemin afyon dumanları, gül suları ve yarasalar arasında buluyordu kendini.
Şairin büyük şehrin sokaklarında başından geçen çeşitli maceraların, tarikat yolcusunun
gerçekliğe kavuşmak, kemâle ermek için aşması gereken mertebelere denk düştüğü kısaca
gösteriliyordu: Sevgili-
nin kaçtığının anlaşıldığı şaşkınlık sahnesiyle onun peşine düşme, 'nef-i isbat' aşamasına uygun
düşüyorsa, sevgilinin eski dostlarının ve düşmanlarının görüldüğü ve ayak bastığı köşelerin ve
can yakan anılarla kaynaşan eski eşyalarının incelendiği sahneler 'çile'-nin çeşitli aşamalarına
denk düşüyordu. Kerhane sahnesi, sevgi içinde erimekse Hallac-ı Mansur'un ölümünden sonra
evinde bulunan şifreli mektuplar misali takma adlar, edebi tuzaklar ve kelime oyunlarıyla bezeli
yazıların cennet ve cehneminde kaybolmak Attar'ın da işaret ettiği esrar vadisinde kaybolmak
demek oluyordu. Geceyarısı meyhanede her biri bir başka 'aşk hikâyesi' anlatan hikayeciler,
Attar'ın Mantık-ül Tayr'mdan çıkmaysa, şehrin esrarla kaynaşan sokakları, dükkânları,
pencereleri arasında yürüye yürüye sarhoş olan şairin Kaf Dağı'nda aradığı şeyin kendisi
olduğunu anlaması da gene aynı kitaptan alınmış bir fena-i mutlak (mutlak içinde erime)
örneği oluyordu vs.
Celâl'in uzun köşe yazısı öbür mutasavıfların arayanla arananın birliği üzerine gösterişli ve
aruzlu mısralarıyla süslenmiş, Şam'da aylar süren araştırmalarından yorgun düşen Mevlâna'nın
şu ünlü mısraı da şiir çevirisinden nefret eden Celâl'in düzyazısıy-la eklenmişti: "Madem ki ben
o'yum!" demiş şehrin esrarında kaybolduğu günlerin birinde şair, "Niye artık arıyorum ki
öyleyse?" Köşe yazısının bu doruk noktasını Celâl bütün Mevlevilerin gururla tekrarladığı şu
edebi gerçekle bitiriyordu: Bu aşamadan sonra, Mevlâna, o ara döktürdüğü şiirlerini, kendi
adını değil, 'Divan-ı Şemsi Tebrizi' adını vererek toplamıştı.
Tıpkı çocukluğundaki gibi, bu köşe yazısının Galip'i daha çok ilgilendiren yanı arama ve
araştırmaların polisiye kurgu kısmı oldu. Celâl burada, tasavvuf hikayeleriyle gönlünü aldığı
dindar okuyucularını yeniden öfkelendiren, lâik ve cumhuriyetçi okuyucularını ise keyiflendiren
şu sonuca ulaşıyordu: "Şems'i öldürten ve kuyuya atılmasını isteyen tabii ki Mevlâna'nın
kendisidir!" Celâl savını Beyoğlu ve adliye muhabirliği yaptığı bin dokuz yüz ellilerde yakından
tanıdığı Türk polis ve savcısının sık sık kullandığı bir yöntemle kanıtlamıştı. Sevgilinin
öldürülmesiyle bundan en çok yarar sağlayan kimsenin Mevlâna olduğunu, bu sayede sıradan
bir hoca olmaktan en büyük tasavvuf şairi mertebesine çıktığını, suçlamaya alışmış bir kasaba
savcısının üslubuyla hatırlattıktan sonra, o za-
man bu cinayeti herkesten çok onun istemiş olacağını belirtiyordu. İstemekle yaptırtmak
arasındaki hıristiyan romanlarına özgü ince hukuki köprüyü de, suçluluk duygusunun belirtileri
ve acemi katillerin bilinen numaraları olan ölüme inanmamak, deli divane olmak, gidip de
kuyudaki cesede bakamamak gibi tuhaflıklarla geçiyor, hemen sonra Galip'i derin
umutsuzluğun içine iyice gömen öteki konuyu açıyordu: Cinayetten sonra suçlunun Şam
sokaklarında aylar süren araştırmaları, bütün şehri baştan aşağı defalarca taraması, o zaman,
neyin işareti olabilirdi acaba?
Galip, Celâl'in bu konuya köşe yazısında gözüktüğünden çok daha fazla bir zaman verdiğini
defterlerin içindeki bazı notlardan ve eski futbol maçı (Türkiye:3-Macaristan:l) ve sinema
biletlerini (Tenceredeki Kadın', 'Eve Dönüş') sakladığı bir kutuda bulduğu Şam haritasından -
anladı. Haritada Mevlâna'nın Şam'da yaptığı araştırmalar yeşil bir tükenmez kalemle
işaretlenmişti. Öldürüldüğünü çok iyi bildiği Şems'i aramadığına göre, Mevlâna şehirde başka
bir şey yapıyor olmalıydı, ama neydi o şey? Şairin şehirde uğradığı her "köşe işaretlenmiş,
ayak bastığı mahallelerin, hanların, kervansarayların, meyhanelerin adları haritanın arka
tarafına yazılmıştı. Alt alta sıralanan bu adların uzayıp giden listedeki harflerinden,
hecelerinden Celâl bir anlam çıkarmaya çalışmış, gizli bir simetriyi aramıştı.
Hava karardıktan çok sonra Galip, Binbir Gece Masalları'n-daki polisiye hikâyelere ('Civa Ali',
'Akıllı Hırsız' vs.) ilişkin bir köşe yazısını yayımladığı tarihlerde, Celâl'in eline geçen ıvır zıvırı
sakladığı bir kutuda bir Kahire haritasıyla, İstanbul Belediyesinin 1934 tarihli Şehir Rehberi'ni
de buldu. Beklediği gibi Binbir Gece Masalları'ndaki hikâyeler Kahire haritasına yeşil bir
tükenmez kalemin çizdiği oklarla işaretlenmişti. Şehir Rehberi'nin bazı sayfalarındaki
haritalarda ise aynı kalemle olmasa bile, aynı yeşille çizil-mişbazı oklar gördü. Karmakarışık
haritalar içerisinde, yeşil okların serüvenlerini izlerken İstanbul'da bir hafta süren kendi
gezintilerinin haritasını da görür gibi oldu. Bunun bir yanılsama olduğuna kendini inandırmak
için, yeşil okun kendisinin ayak basmadığı hanlara, girmediği camilere, çıkmadığı yokuşlara
uğradığını hatırlattı kendine, ama kendisi de bitişikteki hanlara uğramış, yakındaki camilere
girmiş, aynı tepelere çıkan yokuşları tırmanmıştı: Bü-
tün İstanbul, haritadan nasıl gösterilirse gösterilsin, aynı yolculuğa çıkmış insanlarla
kaynaşıyordu demek ki!
Böylece Şam, Kahire ve İstanbul haritalarını yıllar önce Celâl'in Edgar Allen Poe'dan
esinlenerek yazdığı bir köşe yazısında öngördüğü gibi yan yana getirdi. Bunu yapabilmek için
Belediye Şehir Rehberi'nin ciltli sayfalarını, banyodan aldığı ve Celâl'in sakalları üzerinde
gezindiği tel tel kanıtlarıyla belli olan bir jiletle yırtması gerekmişti. Üç haritayı yan yana
getirince büyüklükleri de birbirini tutmayan bu çizgi ve işaret parçacıklarıyla ne yapacağını
kestiremedi önce. Sonra, tıpkı çocukluklarında Rüya ile bir dergiden bir resim kopye ederken
yaptıkları gibi, onları oturma odasının camlı kapısına üst üste bastırıp arkalarından vuran
lambanın ışığında seyretti. Daha sonra Celâl'in annesinin, bir zamanlar aynı masanın üzerine
yaydığı elbise patronlarına bakar gibi, haritaları masaya yayıp bir bilmeceyi tamamlayacak
parçalar olarak görmeye çalıştı: Üst üste oturan haritalar içinde belli belirsiz seçebildiği tek şey
iyice yaşlanmış bir ihtiyarın kırış kırış ve rastlantısal yüzü oldu.
Bu yüze o kadar uzun bir süre baktı ki, onu uzun bir zamandır tanıdığı duygusuna kapıldı.
Tanışıklık duygusu ve gecenin sessizliği Galip'e huzur verdi. Bu huzur sanki daha önceden
yaşanmış, tasarlanmış, bir başkası için de öngörülmüş güven verici bir duyguydu. Galip
içtenlikle Celâl'in kendisini yönlendirdiğini düşündü. Yüzlerin anlamından sözettiği bir yığın
yazısı vardı Celâl'in, ama Galip'in aklına, Celâl'in yabancı kadın artistlerin yüzlerine bakarken
duyduğu bir 'iç huzuruna' ilişkin bazı cümleleri geliyordu. Celâl'in gençliğinde kaleme aldığı
sinema yazılarını kutu-* dan çıkarmaya böyle karar verdi.
Eski sinema yazılarında Celâl, bazı Amerikan yıldızlarının yüzlerinden, mermer ve saydam
heykellerden, bir gezegenin görünmeyen ipeksi tarafının yüzeyinden, uzak ülkelerin rüyaları
hatırlatan hafif masallarından sözeder gibi acı ve özlemle sözediyor-du. Galip bu satırları
okurken, Celâl'le aralarındaki ortak sevgi noktasının Rüya'dan ve hikâyelerden çok, belli
belirsiz duyulan hoş bir müziği hatırlatan bu özlemin ahengi olduğunu hissetti: Haritada,
yüzlerde, kelimelerde Celâl'le birlikte bulduğu şeyi seviyor ve ondan korkuyordu da. Sinema
yazılarının içine bu müziği bul-
mak için daha fazla girmek isterdi, a'ma çekindi, durakladı: Celâl ünlü Türk oyuncularının
yüzlerinden hiç de aynı üslupla sözetmi-yordu: Türk oyuncularının yüzleri CelâPe şifresiyle
birlikte anlamları da unutulup kaybolmuş yarım asırlık savaş telgraflarını hatırlatıyordu.
Sabah kahvaltısını ederken, yazı masasına yerleşirken bütün gövdesini saran iyimserliğin şimdi
neden çekip gittiğini de artık çok iyi biliyordu: Sekiz saatlik bir okuma sonunda kafasındaki
Celâl imgesi bütünüyle değişmiş, böylece sanki kendisi de başka birisi olmuştu. Sabah
iyimserlikle dünyaya inanırken, sabırla çalışarak bu dünyanın kendisinden sakladığı temel bir
sırrı çözüvereceğini saflıkla düşünürken, içinde başka biri olma özlemi yoktu hiç. Ama şimdi,
dünyanın sırları kendinden uzaklaştıkça ve tanıdığını sandığı bu odadaki eşyalarla yazılar
bilinmedik bir dünyanın anlaşılmaz nesnelerine ve kimliğini çıkaramadığı yüzlerin haritalarına
dönüştükçe Galip bütün dünyayı bu umutsuz ve sıkıcı bakışla gören kişiden kurtulmak, bir
başkası olmak istiyordu. Celâl'in Mev-lâna ve Mevlevilikle ilişkisini açıklayabilecek son ipucunun
peşinden gitmek için bazı anılarından sözettiği köşe yazılarını okumaya başladığında, şehirde
akşam yemeği vakti gelmiş, pencerelerden Teşvikiye Caddesine televizyonların mavi ışıkları
vurmaya başlamıştı.
Celâl Mevleviliğe, yalnızca okuyucularının anlaşılmaz bir bağlılık duygusuyla bu konuya
dalacaklarını bildiği için değil, üvey babası bir Mevlevi olduğu için de ilgi duymuştu. Annesinin
Avrupa'dan ve Kuzey Afrika'dan bir türlü geri dönmeyen Melih-Amcadan ayrılmak zorunda
kaldıktan sonra, dikiş dikerek oğlunu ve kendisini geçindiremediği için evlendiği bu adamın
Yavuz Sultan'in arka sokaklarında, Bizans'dan kalma bir sarnıcın yanıbaşın-daki bir
Mevlevihaneye devam ettiğini Galip, Celâl'in laik bir öfke ve Voltaire'ce bir mizahla tasvir ettiği
gizli bir ayine giden "hım hım kambur bir avukat"in varlığından anladı. Bu üvey babayla aynı
çatı altında yaşadığı günlerde para kazanmak için Celâl'in sinemalarda yer göstericiliği
yaptığını, karanlık ve kalabalık salonlarda çıkan kavgalarda sık sık dayak atıp dayak yediğini,
film aralarında gazoz sattığını, gazoz satışını arttırmak için çörekçiyle anlaşıp çöreklere tuz ve
biber koydurttuğunu okurken Galip, kendini
yer göstericinin, kavgacı seyircilerin, çörekçinin ve en sonunda, iyi bir okur gibi Celâl'in de
yerine koydu.
Böylece Celâl'in Şehzadebaşı'ndaki sinemadaki işinden ayrıldıktan sonra yanına girdiği ciltçinin
tutkal ve kâğıt kokan dükkânında geçen günlerini anlatan anı yazısını okurken gözüne çarpan
bir cümle, Galip'e bir an kendi durumuna ilişkin çok önceden düşünülmüş bir öngörü olarak
gözüktü. Anılarında kendilerine acıklı ve övünülecek bir geçmiş icat eden bütün yazarların
kullandığı sıradan cümlelerden biriydi bu: "Elime ne geçerse okurdum," diye yazmıştı Celâl ve
Celâl hakkında eline ne geçerse okuyan Galip, Celâl'in ciltçi dükkanındaki günlerinden değil,
kendisinden sözetti-, ğini anlamıştı.
Geceyarısı sokağa çıkana kadar Galip bu cümleyi her aklına getirişinde onu Celâl'in o anda
kendisinin ne yaptığını bildiğinin bir kanıtı olarak gördü. Böylece bir haftalık çabasını kendisinin
Celâl ve Rüya'nın izleri peşinden gittiği bir araştırma olarak değil, Celâl'in (ve belki de
Rüya'nın) kendisi için kurdukları bir oyunun parçası olarak gördü. Bu düşünce Celâl'in insanları
küçük tuzaklar, belirsizlikler ve yazılarla, uzaktan usulca yönetme isteğine de denk düştüğü
için, Galip, bu yaşayan müzedeki araştırmalarının artık kendisinin değil, Celâl'in özgürlüğünün
belirtileri olduğunu düşünüyordu.
Yalnızca bu boğucu duyguya ve okumaktan ağrıyan gözlerinin acısına dayanamadığı için değil,
mutfakta yiyecek bir şey bulamadığı için de bir an önce evden çıkmak istiyordu. Kapının
yanındaki dolaptan Celâl'in koyu lacivert paltosunu çıkarıp giydi ki, kapıcı İsmail ile karısı
Kamer hâlâ uyumamışlarsa uykulu gözlerle kapıdan çıkışını görecekleri bacakları ve paltoyu
Celâl'in sansınlar. Lambaları,yakmadan merdivenleri indi, kapıcı dairesinin sokak kapısına
bakan alçak penceresinden hiçbir ışık sızmadığını gördü. Anahtarı olmadığı için sokak kapısını
bütünüyle çekmedi. Kaldırıma adımını atarken ürperdi bir an: Uzun zamandır düşün-memeye
çalıştığı telefondaki kişinin karanlığın bir köşesinden çıkıp geleceğini düşledi. Hiç de yabancı
olmayacağını sezdiği bu adamın elinde yeni bir askeri darbenin hazırlıklarını kanıtlayacak
dosyanın değil, daha korkunç ve daha ölümcül bir şeyin olabileceğini de hayâl etti, ama
sokakta kimsecikler yoktu. Sokaklarda yü-
rürken telefondaki bu sesin kendisini izlediğini kurdu. Hayır, kendisini kendinden başka
kimsenin yerine koymuyordu. "Her şeyi olduğu gibi görüyorum," diye düşündü karakolun
önünden geçerken. Ellerinde makineli tüfekler, karakolun önünde nöbet tutan polisler ona
uykulu ve şüpheli baktılar. Galip duvarlarda gördüğü afişlerin, neon lambaları cızırdayan
reklâm panolarının ve siyasal sloganların üzerlerindeki harfleri okumamak için önüne baka
baka yürüdü. Nişantaşı'ndaki bütün lokantalar ve büfeler kapalıydı.
Çok sonra, hâlâ eriyen kar sularının yağmur oluklarında kederli sesler çıkararak aktığı
kaldırımlardan, at kestanesi, servi ve çınar ağaçlarının altından kendi ayak seslerini ve mahalle
kahvelerinden gelen gürültüyü dinleyerek uzun uzun yürüdükten ve Kara-köy'deki bir
muhallebicide de karnını tıka basa tavuk, çorba ve ekmek kadayıfıyla doldurduktan sonra, bir
manavdan meyve, bir büfeden ekmek peynir alıp Şehrikalp Apartmanına döndü.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
HİKÂYE ANLATAMAYANLARIN HİKÂYESİ
'"Evet! (dedi keyiflenen okuyucu) işte bu zekice, işte bu deha; işte bunu anlıyor re hayran
oluyorum buna. Tanı ayın şeyi ben de yüzlerce kere düşünmüştüm.'' Başka deyişle, bu adanı
bana kendi zekâmı hatırlattı ve bu yüzden ona hayranlık duyuyorum."
Coleridge
Hayır, biz farkına bile varmadan bütün hayatımızın içine gömüldüğü esrarı deşifre eden en
önemli yazım Şam, Kahire ve İstanbul haritaları arasındaki inanılmaz benzerlikleri ortaya
koyduğum on altı yıl dört ay önceki incelemem değildir. (İsteyenler Darb-el Müstakim, bizim
Kapalıçarşı ve Halili Hanının şehrin içinde birer mim gibi duruşu ve bu mimlerin hangi yüzü
hatırlattığını o yazımdan öğrenebilirler.)
cesedin atıldığı yedi yüzyıllık kuyuyu bizzat kendi gözüyle gördüğü, taşları, Horasanı sıvayı
seçtiği duygusuna kapıldı. Yazıyı birkaç kere okuduktan sonra, bir içgüdüyle seçtiği başka
yazılara göz gezdirirken, aynı tarihlerde Celâl'in bir apartman aralığını anlatığı köşe yazısında
kuyuyu tasvir ederken kullandığı bazı cümleleri olduğu gibi kullandığını ve iki yazıda da aynı
üslubu başarıyla koruduğunu keşfetti.
Daha sonra, Celâl'in Hurufilik üzerine yazdıklarının içine girdikten sonra okusaydı hiç
aldırmayacağı bu küçük oyuna önem vererek Galip masasının üzerine yığdığı yazıları bir de bu
gözle okumaya başladı. İşte o zaman Galip, Celâl'in yazılarını okudukça çevresindeki eşyaların
neden değiştiğini, neden bütün masaları, perdeleri, lambaları, küllükleri, sandalyeleri,
kaloriferin üzerindeki makası, ıvır zıvırı birbirine bağlayan o derin anlamın ve iyimserliğin çekip
gittiğini anladı.
Celâl, Mevlâna'dan kendinden sözeder gibi sözediyor, kelimeler, cümleler arasında ilk bakışta
göze çarpmayan sihirli bir yer değiştirmeden yararlanarak, kendini Meviâna'nın yerine
koyuyordu. Galip, Celâl'in kendinden sözettiği bazı yazılarda ve Mevlâna'dan sözcttiği 'tarihi'
yazılarında aynı cümleleri, paragrafları, bunlardan öte, kederle ördüğü aynı üslubu kullandığını
bir kere daha görünce, bu yer değiştirmeden emin oldu. Bu tuhaf oyunu korkutucu yapan şey,
Celâl'in özel defterlerinde, yayımlanmamış yazı müsvettelerinde, tarih sohbetlerinde, Şeyh
Galip üzerine yazdığı denemelerinde, rüya yorumlarında, İstanbul hatıralarında ve birçok köşe
yazısında kaleme aldıklarıyla desteklenmesiydi.
Kendisini hep bir başka kişi olarak gören kıralların, bir başka birisi olabilmek için saraylarını
yakan Çin İmparatorlarının, geceleri kıyafet değiştirip halk arasına karışmayı artık bir hastalık
haline getirip, günlerce saraydan ve devlet işlerinden uzak kalan padişahların hikâyelerini 'İster
İnan İster İnanma' köşesinde Celâl yüzlerce kere anlatmıştı. Yarı kalmış anı benzeri
hikâyecikleri yazdığı bir defterde Celâl'in kendini sıradan ve sade bir yaz günü içinde sırasıyla
Leibniz, ünlü zengin Cevdet Bey, Muhammed, gazete patronu, Anatole France, başarılı bir ahçı,
vaaz veren ünlü bir imam, Robinson Crusoe, Balzac ve üzerleri utançla çizilmiş altı kişi daha
olarak gördüğünü okudu Galip. Meviâna'nın pullar ve afişlerde görülen resimlerinin
karikatürlerine baktı; üzerinde Mevlâna Celâl yazan bir sandukanın beceriksizce çizilmiş
resmine rastladı. Yayımlanmamış bir köşe yazısı ise şu cümleyle başlıyordu: "Meviâna'nın en
büyük eseri denen Mesnevi baştan sona bir çalıntıdır!"
Bu cümlenin arkasından akademik yorumcuların saygısızlık korkusu ve gerçek kaygısı arasında
gidip gelen bir üslupla gösterdikleri benzerliklere abartılarak işaret edilmişti. Mesnevi'deki
falanca hikâye 'Kelile ve Dimne'den alınmış, filanca hikâye Attar'm 'Mantık-ut Tayr'ından
yürütülmüş, beriki anekdot olduğu gibi 'Leyla ve Mecnun'dan kaldırılmış, ötekisi 'Menâkıb-ı
Evliya'dan aşırılmıştı. Galip hikâyeleri yürütülen bu kaynakların uzayan listesi içinde 'Kıssas-ı
Enbiya'yı, 'Binbir Gece Masalları'm ve İbn Zer-hani'yi de gördü. Bu listenin sonuna Celâl
başkalarından hikâye yürütmek üzerine Meviâna'nın düşüncelerini eklemişti. Galip hava
kararırken içinde daha da koyulaşan karamsarlıkla birlikte bu
düşünceleri yalnızca Meviâna'nın düşünceleri gibi değil, aynı zamanda kendisini Meviâna'nın
yerine koyan Celâl'in düşünceleri gibi okudu.
Celâl'e göre kendileri olmaya uzun süre katlanamayan, ancak bir başkasının kişiliğine
büründükleri zaman huzur bulan bütün insanlar gibi Mevlâna da, bir hikâyeye başladığında
ancak bir başkasının anlattıklarım söyleyebiliyordu. Zaten bir başkası olmak için yanıp tutuşan
bütün mutsuzlar için hikâye anlatmak, kendi sıkıcı gövdeleri ve ruhlarından kurtulabilmeleri
için keşfedilen bir hileydi. Bir hikâye anlatabilmek için bir hikâye anlatmak istiyordu. Tıpkı
Binbir Gece Masalları gibi, bir hikâye bitmeden bir ikincisi başlayan, o ikincisi bitmeden
üçüncüsüne geçilen, bitmeyen hikâyelerin, tıpkı tüketilemeyen, ama kısa bir sürede bıkılan
insan kişilikleri gibi hep arkada bırakıldığı, tuhaf ve düzensiz bir 'kom-pozisyon'du Mesnevi.
Galip, Mesnevi ciltlerini karıştırırken müstehcen hikâyelerin yanlarının çizildiğini, bazı sayfaların
öfkeli bir yeşil kalemle soru işaretlerine, ünlemlere, karalamaya varan düzeltmelere
boğulduğunu gördü. Mürekkep ve pislik içindeki bu sayfalarda anlatılan hikâyeleri aceleyle
okuduktan sonra, çocukluğunda, gençliğinde özgün köşe yazısı diye okuduğu birçok hikâyeyi
Celâl'in 'Mesnevi'den alarak çağımız İstanbul'una uyarladığını anladı.
Galip, Celâl'in nazire sanatı üzerine, tek gerçek hünerin bu olduğunu söyleyerek saatlerce
konuştuğu geceleri hatırladı: Rüya, yolda aldıkları pastaları atıştırırken, Celâl birçok köşe
yazısını, belki de hepsini başkalarının yardımıyla yazdığını söyler, önemli olanın yeni bir şey
'yaratmak' değil, daha önceden, binlerce zekâ tarafından binlerce yılda yaratılmış olan
harikaları bir köşesinden, bir ucundan değiştirerek yepyeni bir şey söyleyebilmek olduğunu
ekler, bütün köşe yazılarını başkalarından aldığını ileri sürerdi. Galip'in sinirlerini bozarak
odadaki eşyaların, masanın üzerindeki kâğıtların gerçekliğine olan iyimser inancını iyice
kaybettiren şey, yıllarca Celâl'indir diye bellediği bazı hikâyelerin bir başkasının olduğunu
öğrenmesi değil, ama bu gerçeğin işaret ettiği başka bazı ihtimaller oldu.
Tıpkı yirmi beş yıl önceki halini taklit eden bu ev ve bu oda gibi, İstanbul'un bir başka yerinde,
gene aynı şekilde döşenmiş
başka bir ev ve oda olabileceği geldi aklına. O odada, aynı masada oturup hikâye anlatan
Celâl'le onu neşeyle dinleyen Rüya yoksa eğer, aynı masada oturan ve eski köşe yazıları
koleksiyonunu okuya okuya kaybettiği karısının izini bulabileceğini sanan Galip benzeri bir
bahtsız vardı. Tıpkı nesnelerin, resimlerin, plastik torbaların üzerlerindeki simgelerin
kendilerinden başka şeylerin işaretleri olması ve tıpkı Celâl'in her yazısının her okunuşta başka
anlama işaret etmesi gibi, kendi hayatının da her düşündüğünde başka bir anlamı olduğu ve
birbirini tren vagonları gibi amansızca izleyen bu anlamlar arasında kaybolabilcccği de geldi
aklına. Dışarıda hava kararmış, odanın içinde örümceklerle kaplı, ışıksız mah-zenlerdeki küf ve
ölüm kokusunu hatırlatan o elle dokunulabilir loş ışık birikmişti. Galip, istemeden içine
düşürüldüğü bu öteki dünya kâbusundan, bu hayâletimsi âlemden dışarı çıkabilmek için yorgun
gözlerle okumaya devam etmekten başka yolu olmadığını anlayıp masanın üzerindeki lambayı
yaktı.
Yarıda bıraktığı yerden, Şems'in cesedinin içine atıldığı örüm-cekli kuyuya döndü böylece.
Hikâyenin devamında şair, 'dostunun, sevgilisinin' kaybından kendinden geçmiş bir haldeydi.
Şems'in öldürüldüğüne, cesedinin kuyuya atıldığına bir türlü inanmıyor, dahası, kendisine
burnu dibindeki kuyuyu göstermek isteyenlere öfkeleniyor, 'sevgilisini' başka yerlerde aramak
için bahaneler uyduruyordu: Bundan önceki kayboluşunda yaptığı gibi Şems, Şam'a gitmiş
olamaz mıydı?
Mevlâna işte böyle Şam'a gitmiş, şehrin sokaklarında sevgilisini böyle aramaya başlamıştı.
Şehirdeki her sokağa, her odaya girmiş, her meyhaneye, her köşeye, her taşın altına bakmış,
sevgilisinin eski dostlarını, ortak tanıdıklarını, sevdiği mekânları, camileri, tekkeleri, her yeri bir
bir yoklamış, öyle ki, bir süre sonra aramak bulmaktan daha önemli bir iş olup çıkmıştı. Köşe
yazısının bu noktasında, okuyucu, arananla arayanın birbirleriyle yer değiştirdiği, bulmanın
değil hedefe doğru yürümenin, kayıp sevgilinin değil bahanesi olduğu aşkın öne çıktığı mistik
ve panteist bir âlemin afyon dumanları, gül suları ve yarasalar arasında buluyordu kendini.
Şairin büyük şehrin sokaklarında başından geçen çeşitli maceraların, tarikat yolcusunun
gerçekliğe kavuşmak, kemâle ermek için aşması gereken mertebelere denk düştüğü kısaca
gösteriliyordu: Sevgili-
nin kaçtığının anlaşıldığı şaşkınlık sahnesiyle onun peşine düşme, 'nef-i isbat' aşamasına uygun
düşüyorsa, sevgilinin eski dostlarının ve düşmanlarının görüldüğü ve ayak bastığı köşelerin ve
can yakan anılarla kaynaşan eski eşyalarının incelendiği sahneler 'çile'-nin çeşitli aşamalarına
denk düşüyordu. Kerhane sahnesi, sevgi içinde erimekse Hallac-ı Mansur'un ölümünden sonra
evinde bulunan şifreli mektuplar misali takma adlar, edebi tuzaklar ve kelime oyunlarıyla bezeli
yazıların cennet ve cehneminde kaybolmak Attar'ın da işaret ettiği esrar vadisinde kaybolmak
demek oluyordu. Geceyarısı meyhanede her biri bir başka 'aşk hikâyesi' anlatan hikayeciler,
Attar'ın Mantık-ül Tayr'mdan çıkmaysa, şehrin esrarla kaynaşan sokakları, dükkânları,
pencereleri arasında yürüye yürüye sarhoş olan şairin Kaf Dağı'nda aradığı şeyin kendisi
olduğunu anlaması da gene aynı kitaptan alınmış bir fena-i mutlak (mutlak içinde erime)
örneği oluyordu vs.
Celâl'in uzun köşe yazısı öbür mutasavıfların arayanla arananın birliği üzerine gösterişli ve
aruzlu mısralarıyla süslenmiş, Şam'da aylar süren araştırmalarından yorgun düşen Mevlâna'nın
şu ünlü mısraı da şiir çevirisinden nefret eden Celâl'in düzyazısıy-la eklenmişti: "Madem ki ben
o'yum!" demiş şehrin esrarında kaybolduğu günlerin birinde şair, "Niye artık arıyorum ki
öyleyse?" Köşe yazısının bu doruk noktasını Celâl bütün Mevlevilerin gururla tekrarladığı şu
edebi gerçekle bitiriyordu: Bu aşamadan sonra, Mevlâna, o ara döktürdüğü şiirlerini, kendi
adını değil, 'Divan-ı Şemsi Tebrizi' adını vererek toplamıştı.
Tıpkı çocukluğundaki gibi, bu köşe yazısının Galip'i daha çok ilgilendiren yanı arama ve
araştırmaların polisiye kurgu kısmı oldu. Celâl burada, tasavvuf hikayeleriyle gönlünü aldığı
dindar okuyucularını yeniden öfkelendiren, lâik ve cumhuriyetçi okuyucularını ise keyiflendiren
şu sonuca ulaşıyordu: "Şems'i öldürten ve kuyuya atılmasını isteyen tabii ki Mevlâna'nın
kendisidir!" Celâl savını Beyoğlu ve adliye muhabirliği yaptığı bin dokuz yüz ellilerde yakından
tanıdığı Türk polis ve savcısının sık sık kullandığı bir yöntemle kanıtlamıştı. Sevgilinin
öldürülmesiyle bundan en çok yarar sağlayan kimsenin Mevlâna olduğunu, bu sayede sıradan
bir hoca olmaktan en büyük tasavvuf şairi mertebesine çıktığını, suçlamaya alışmış bir kasaba
savcısının üslubuyla hatırlattıktan sonra, o za-
man bu cinayeti herkesten çok onun istemiş olacağını belirtiyordu. İstemekle yaptırtmak
arasındaki hıristiyan romanlarına özgü ince hukuki köprüyü de, suçluluk duygusunun belirtileri
ve acemi katillerin bilinen numaraları olan ölüme inanmamak, deli divane olmak, gidip de
kuyudaki cesede bakamamak gibi tuhaflıklarla geçiyor, hemen sonra Galip'i derin
umutsuzluğun içine iyice gömen öteki konuyu açıyordu: Cinayetten sonra suçlunun Şam
sokaklarında aylar süren araştırmaları, bütün şehri baştan aşağı defalarca taraması, o zaman,
neyin işareti olabilirdi acaba?
Galip, Celâl'in bu konuya köşe yazısında gözüktüğünden çok daha fazla bir zaman verdiğini
defterlerin içindeki bazı notlardan ve eski futbol maçı (Türkiye:3-Macaristan:l) ve sinema
biletlerini (Tenceredeki Kadın', 'Eve Dönüş') sakladığı bir kutuda bulduğu Şam haritasından -
anladı. Haritada Mevlâna'nın Şam'da yaptığı araştırmalar yeşil bir tükenmez kalemle
işaretlenmişti. Öldürüldüğünü çok iyi bildiği Şems'i aramadığına göre, Mevlâna şehirde başka
bir şey yapıyor olmalıydı, ama neydi o şey? Şairin şehirde uğradığı her "köşe işaretlenmiş,
ayak bastığı mahallelerin, hanların, kervansarayların, meyhanelerin adları haritanın arka
tarafına yazılmıştı. Alt alta sıralanan bu adların uzayıp giden listedeki harflerinden,
hecelerinden Celâl bir anlam çıkarmaya çalışmış, gizli bir simetriyi aramıştı.
Hava karardıktan çok sonra Galip, Binbir Gece Masalları'n-daki polisiye hikâyelere ('Civa Ali',
'Akıllı Hırsız' vs.) ilişkin bir köşe yazısını yayımladığı tarihlerde, Celâl'in eline geçen ıvır zıvırı
sakladığı bir kutuda bir Kahire haritasıyla, İstanbul Belediyesinin 1934 tarihli Şehir Rehberi'ni
de buldu. Beklediği gibi Binbir Gece Masalları'ndaki hikâyeler Kahire haritasına yeşil bir
tükenmez kalemin çizdiği oklarla işaretlenmişti. Şehir Rehberi'nin bazı sayfalarındaki
haritalarda ise aynı kalemle olmasa bile, aynı yeşille çizil-mişbazı oklar gördü. Karmakarışık
haritalar içerisinde, yeşil okların serüvenlerini izlerken İstanbul'da bir hafta süren kendi
gezintilerinin haritasını da görür gibi oldu. Bunun bir yanılsama olduğuna kendini inandırmak
için, yeşil okun kendisinin ayak basmadığı hanlara, girmediği camilere, çıkmadığı yokuşlara
uğradığını hatırlattı kendine, ama kendisi de bitişikteki hanlara uğramış, yakındaki camilere
girmiş, aynı tepelere çıkan yokuşları tırmanmıştı: Bü-
tün İstanbul, haritadan nasıl gösterilirse gösterilsin, aynı yolculuğa çıkmış insanlarla
kaynaşıyordu demek ki!
Böylece Şam, Kahire ve İstanbul haritalarını yıllar önce Celâl'in Edgar Allen Poe'dan
esinlenerek yazdığı bir köşe yazısında öngördüğü gibi yan yana getirdi. Bunu yapabilmek için
Belediye Şehir Rehberi'nin ciltli sayfalarını, banyodan aldığı ve Celâl'in sakalları üzerinde
gezindiği tel tel kanıtlarıyla belli olan bir jiletle yırtması gerekmişti. Üç haritayı yan yana
getirince büyüklükleri de birbirini tutmayan bu çizgi ve işaret parçacıklarıyla ne yapacağını
kestiremedi önce. Sonra, tıpkı çocukluklarında Rüya ile bir dergiden bir resim kopye ederken
yaptıkları gibi, onları oturma odasının camlı kapısına üst üste bastırıp arkalarından vuran
lambanın ışığında seyretti. Daha sonra Celâl'in annesinin, bir zamanlar aynı masanın üzerine
yaydığı elbise patronlarına bakar gibi, haritaları masaya yayıp bir bilmeceyi tamamlayacak
parçalar olarak görmeye çalıştı: Üst üste oturan haritalar içinde belli belirsiz seçebildiği tek şey
iyice yaşlanmış bir ihtiyarın kırış kırış ve rastlantısal yüzü oldu.
Bu yüze o kadar uzun bir süre baktı ki, onu uzun bir zamandır tanıdığı duygusuna kapıldı.
Tanışıklık duygusu ve gecenin sessizliği Galip'e huzur verdi. Bu huzur sanki daha önceden
yaşanmış, tasarlanmış, bir başkası için de öngörülmüş güven verici bir duyguydu. Galip
içtenlikle Celâl'in kendisini yönlendirdiğini düşündü. Yüzlerin anlamından sözettiği bir yığın
yazısı vardı Celâl'in, ama Galip'in aklına, Celâl'in yabancı kadın artistlerin yüzlerine bakarken
duyduğu bir 'iç huzuruna' ilişkin bazı cümleleri geliyordu. Celâl'in gençliğinde kaleme aldığı
sinema yazılarını kutu-* dan çıkarmaya böyle karar verdi.
Eski sinema yazılarında Celâl, bazı Amerikan yıldızlarının yüzlerinden, mermer ve saydam
heykellerden, bir gezegenin görünmeyen ipeksi tarafının yüzeyinden, uzak ülkelerin rüyaları
hatırlatan hafif masallarından sözeder gibi acı ve özlemle sözediyor-du. Galip bu satırları
okurken, Celâl'le aralarındaki ortak sevgi noktasının Rüya'dan ve hikâyelerden çok, belli
belirsiz duyulan hoş bir müziği hatırlatan bu özlemin ahengi olduğunu hissetti: Haritada,
yüzlerde, kelimelerde Celâl'le birlikte bulduğu şeyi seviyor ve ondan korkuyordu da. Sinema
yazılarının içine bu müziği bul-
mak için daha fazla girmek isterdi, a'ma çekindi, durakladı: Celâl ünlü Türk oyuncularının
yüzlerinden hiç de aynı üslupla sözetmi-yordu: Türk oyuncularının yüzleri CelâPe şifresiyle
birlikte anlamları da unutulup kaybolmuş yarım asırlık savaş telgraflarını hatırlatıyordu.
Sabah kahvaltısını ederken, yazı masasına yerleşirken bütün gövdesini saran iyimserliğin şimdi
neden çekip gittiğini de artık çok iyi biliyordu: Sekiz saatlik bir okuma sonunda kafasındaki
Celâl imgesi bütünüyle değişmiş, böylece sanki kendisi de başka birisi olmuştu. Sabah
iyimserlikle dünyaya inanırken, sabırla çalışarak bu dünyanın kendisinden sakladığı temel bir
sırrı çözüvereceğini saflıkla düşünürken, içinde başka biri olma özlemi yoktu hiç. Ama şimdi,
dünyanın sırları kendinden uzaklaştıkça ve tanıdığını sandığı bu odadaki eşyalarla yazılar
bilinmedik bir dünyanın anlaşılmaz nesnelerine ve kimliğini çıkaramadığı yüzlerin haritalarına
dönüştükçe Galip bütün dünyayı bu umutsuz ve sıkıcı bakışla gören kişiden kurtulmak, bir
başkası olmak istiyordu. Celâl'in Mev-lâna ve Mevlevilikle ilişkisini açıklayabilecek son ipucunun
peşinden gitmek için bazı anılarından sözettiği köşe yazılarını okumaya başladığında, şehirde
akşam yemeği vakti gelmiş, pencerelerden Teşvikiye Caddesine televizyonların mavi ışıkları
vurmaya başlamıştı.
Celâl Mevleviliğe, yalnızca okuyucularının anlaşılmaz bir bağlılık duygusuyla bu konuya
dalacaklarını bildiği için değil, üvey babası bir Mevlevi olduğu için de ilgi duymuştu. Annesinin
Avrupa'dan ve Kuzey Afrika'dan bir türlü geri dönmeyen Melih-Amcadan ayrılmak zorunda
kaldıktan sonra, dikiş dikerek oğlunu ve kendisini geçindiremediği için evlendiği bu adamın
Yavuz Sultan'in arka sokaklarında, Bizans'dan kalma bir sarnıcın yanıbaşın-daki bir
Mevlevihaneye devam ettiğini Galip, Celâl'in laik bir öfke ve Voltaire'ce bir mizahla tasvir ettiği
gizli bir ayine giden "hım hım kambur bir avukat"in varlığından anladı. Bu üvey babayla aynı
çatı altında yaşadığı günlerde para kazanmak için Celâl'in sinemalarda yer göstericiliği
yaptığını, karanlık ve kalabalık salonlarda çıkan kavgalarda sık sık dayak atıp dayak yediğini,
film aralarında gazoz sattığını, gazoz satışını arttırmak için çörekçiyle anlaşıp çöreklere tuz ve
biber koydurttuğunu okurken Galip, kendini
yer göstericinin, kavgacı seyircilerin, çörekçinin ve en sonunda, iyi bir okur gibi Celâl'in de
yerine koydu.
Böylece Celâl'in Şehzadebaşı'ndaki sinemadaki işinden ayrıldıktan sonra yanına girdiği ciltçinin
tutkal ve kâğıt kokan dükkânında geçen günlerini anlatan anı yazısını okurken gözüne çarpan
bir cümle, Galip'e bir an kendi durumuna ilişkin çok önceden düşünülmüş bir öngörü olarak
gözüktü. Anılarında kendilerine acıklı ve övünülecek bir geçmiş icat eden bütün yazarların
kullandığı sıradan cümlelerden biriydi bu: "Elime ne geçerse okurdum," diye yazmıştı Celâl ve
Celâl hakkında eline ne geçerse okuyan Galip, Celâl'in ciltçi dükkanındaki günlerinden değil,
kendisinden sözetti-, ğini anlamıştı.
Geceyarısı sokağa çıkana kadar Galip bu cümleyi her aklına getirişinde onu Celâl'in o anda
kendisinin ne yaptığını bildiğinin bir kanıtı olarak gördü. Böylece bir haftalık çabasını kendisinin
Celâl ve Rüya'nın izleri peşinden gittiği bir araştırma olarak değil, Celâl'in (ve belki de
Rüya'nın) kendisi için kurdukları bir oyunun parçası olarak gördü. Bu düşünce Celâl'in insanları
küçük tuzaklar, belirsizlikler ve yazılarla, uzaktan usulca yönetme isteğine de denk düştüğü
için, Galip, bu yaşayan müzedeki araştırmalarının artık kendisinin değil, Celâl'in özgürlüğünün
belirtileri olduğunu düşünüyordu.
Yalnızca bu boğucu duyguya ve okumaktan ağrıyan gözlerinin acısına dayanamadığı için değil,
mutfakta yiyecek bir şey bulamadığı için de bir an önce evden çıkmak istiyordu. Kapının
yanındaki dolaptan Celâl'in koyu lacivert paltosunu çıkarıp giydi ki, kapıcı İsmail ile karısı
Kamer hâlâ uyumamışlarsa uykulu gözlerle kapıdan çıkışını görecekleri bacakları ve paltoyu
Celâl'in sansınlar. Lambaları,yakmadan merdivenleri indi, kapıcı dairesinin sokak kapısına
bakan alçak penceresinden hiçbir ışık sızmadığını gördü. Anahtarı olmadığı için sokak kapısını
bütünüyle çekmedi. Kaldırıma adımını atarken ürperdi bir an: Uzun zamandır düşün-memeye
çalıştığı telefondaki kişinin karanlığın bir köşesinden çıkıp geleceğini düşledi. Hiç de yabancı
olmayacağını sezdiği bu adamın elinde yeni bir askeri darbenin hazırlıklarını kanıtlayacak
dosyanın değil, daha korkunç ve daha ölümcül bir şeyin olabileceğini de hayâl etti, ama
sokakta kimsecikler yoktu. Sokaklarda yü-
rürken telefondaki bu sesin kendisini izlediğini kurdu. Hayır, kendisini kendinden başka
kimsenin yerine koymuyordu. "Her şeyi olduğu gibi görüyorum," diye düşündü karakolun
önünden geçerken. Ellerinde makineli tüfekler, karakolun önünde nöbet tutan polisler ona
uykulu ve şüpheli baktılar. Galip duvarlarda gördüğü afişlerin, neon lambaları cızırdayan
reklâm panolarının ve siyasal sloganların üzerlerindeki harfleri okumamak için önüne baka
baka yürüdü. Nişantaşı'ndaki bütün lokantalar ve büfeler kapalıydı.
Çok sonra, hâlâ eriyen kar sularının yağmur oluklarında kederli sesler çıkararak aktığı
kaldırımlardan, at kestanesi, servi ve çınar ağaçlarının altından kendi ayak seslerini ve mahalle
kahvelerinden gelen gürültüyü dinleyerek uzun uzun yürüdükten ve Kara-köy'deki bir
muhallebicide de karnını tıka basa tavuk, çorba ve ekmek kadayıfıyla doldurduktan sonra, bir
manavdan meyve, bir büfeden ekmek peynir alıp Şehrikalp Apartmanına döndü.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
HİKÂYE ANLATAMAYANLARIN HİKÂYESİ
'"Evet! (dedi keyiflenen okuyucu) işte bu zekice, işte bu deha; işte bunu anlıyor re hayran
oluyorum buna. Tanı ayın şeyi ben de yüzlerce kere düşünmüştüm.'' Başka deyişle, bu adanı
bana kendi zekâmı hatırlattı ve bu yüzden ona hayranlık duyuyorum."
Coleridge
Hayır, biz farkına bile varmadan bütün hayatımızın içine gömüldüğü esrarı deşifre eden en
önemli yazım Şam, Kahire ve İstanbul haritaları arasındaki inanılmaz benzerlikleri ortaya
koyduğum on altı yıl dört ay önceki incelemem değildir. (İsteyenler Darb-el Müstakim, bizim
Kapalıçarşı ve Halili Hanının şehrin içinde birer mim gibi duruşu ve bu mimlerin hangi yüzü
hatırlattığını o yazımdan öğrenebilirler.)
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Kara Kitap - 25
- Büleklär
- Kara Kitap - 01Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2834Unikal süzlärneñ gomumi sanı 169327.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 02Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2755Unikal süzlärneñ gomumi sanı 180626.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 03Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2876Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166430.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 04Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2806Unikal süzlärneñ gomumi sanı 176130.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 05Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2785Unikal süzlärneñ gomumi sanı 170328.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 06Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2727Unikal süzlärneñ gomumi sanı 174728.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 07Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2795Unikal süzlärneñ gomumi sanı 177728.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 08Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2851Unikal süzlärneñ gomumi sanı 180228.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 09Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2754Unikal süzlärneñ gomumi sanı 168329.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 10Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2839Unikal süzlärneñ gomumi sanı 174030.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 11Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2835Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166932.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 12Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2814Unikal süzlärneñ gomumi sanı 174331.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 13Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2797Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167731.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 14Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2783Unikal süzlärneñ gomumi sanı 168529.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 15Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2759Unikal süzlärneñ gomumi sanı 164928.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 16Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2814Unikal süzlärneñ gomumi sanı 156531.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 17Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2793Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167330.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 18Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2766Unikal süzlärneñ gomumi sanı 164330.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 19Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2767Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167129.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 20Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2748Unikal süzlärneñ gomumi sanı 155230.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 21Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2733Unikal süzlärneñ gomumi sanı 160031.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 22Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2772Unikal süzlärneñ gomumi sanı 171529.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 23Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2700Unikal süzlärneñ gomumi sanı 170528.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 24Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2727Unikal süzlärneñ gomumi sanı 165428.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 25Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2742Unikal süzlärneñ gomumi sanı 170329.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 26Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2702Unikal süzlärneñ gomumi sanı 165828.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 27Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2713Unikal süzlärneñ gomumi sanı 168726.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 28Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2772Unikal süzlärneñ gomumi sanı 176026.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 29Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2742Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166529.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 30Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2777Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166032.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 31Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2699Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166629.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 32Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2862Unikal süzlärneñ gomumi sanı 169228.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 33Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2737Unikal süzlärneñ gomumi sanı 172326.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 34Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2884Unikal süzlärneñ gomumi sanı 164831.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 35Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2908Unikal süzlärneñ gomumi sanı 154330.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 36Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2772Unikal süzlärneñ gomumi sanı 176527.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 37Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2777Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166531.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 38Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2768Unikal süzlärneñ gomumi sanı 155630.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 39Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2761Unikal süzlärneñ gomumi sanı 143630.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 40Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2748Unikal süzlärneñ gomumi sanı 163032.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.54.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 41Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2760Unikal süzlärneñ gomumi sanı 170429.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 42Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2175Unikal süzlärneñ gomumi sanı 136528.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.