Jules Amcam Seçme Hikayeler - 6

Süzlärneñ gomumi sanı 4036
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2266
32.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
47.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
54.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
Durum böyleyken bir sabah yaşlı kadın, evde yalnız bulunduğu sırada uzaktan bir adamın ovada kendi evine doğru geldiğini gördü. Onu hemen tanıdı. Mektupları dağıtan yaya postacıydı. Adam ona zarf gibi katlanmış bir kâğıt verdi. O da dikiş dikerken kullandığı gözlüğü kılıfından çıkararak şunları okudu:

"Bayan Sauvage, bu mektup size kötü bir haber verecek.
Oğlunuz Victor dün bir gülleyle vuruldu, adeta ikiye bölündü. Bölükte yan yanaydık. Kendisi başına bir şey gelirse hemen o gün size haber vermemi söylerdi. Olay sırasında da yanı başında bulunuyordum.
Savaş bitince size getirmek üzere cebinden saatini aldım.
Selamlarımı sunarım.
Césaire Rivot
23'üncü Piyade Taburu 2. koğuş erlerinden"

Mektup üç haftalıktı.
Kadın ağlamıyordu. Öyle duruyordu. O kadar heyecanlanmış, tutulmuştu ki acı bile duyamıyordu: "İşte Victor sonunda vuruldu" diye düşünüyordu. Sonra yavaş yavaş gözlerine yaş çıktı, yüreğini üzüntü bürüdü. Düşünceler, korkunç ve ezici, kafasına birer birer geliyordu. Artık onu, oğlunu, kocamanını kucaklayamayacaktı. Hem de hiçbir zaman! Babayı jandarmalar, oğlu da Prusyalılar öldürmüştü... Bir gülleyle ikiye bölünmüştü. Olayı, korkunç olayı adeta görüyordu, gözler açık, baş düşüyor ve o, kızdığı zamanlar yaptığı gibi, palabıyığının ucunu ısırıyordu.
Ya sonra, ölüsünü ne yapmışlardı?
Alnının ortasında kurşunuyla nasıl kocasını ona vermişlerse bari oğlunu da verselerdi!
Fakat bir konuşma gürültüsü duydu. Prusyalılar köyden dönüyorlardı. Çarçabuk mektubu cebine sakladı, gözlerini silmeye de yetişerek onları her zamanki yüzüyle rahat rahat karşıladı.
Dördü de keyifli, gülüyorlardı. Çünkü, kuşkusuz çalınmış, güzel bir tavşan getiriyorlardı ve yaşlı kadına iyi bir şey yeneceğini işaretle anlatıyorlardı.
Kadın yemeği hazırlamak üzere hemen işe koyuldu. Ama sıra tavşanı öldürmeye gelince güç bulamadı. Bununla birlikte bunu ilk kez yapacak değildi! Erlerden biri, kulaklarının arkasına bir yumruk indirerek hayvanın işini bitirdi.
Tavşan öldükten sonra, kadın onun kırmızı vücudundan deriyi sıyırdı. Fakat ellediği kanın, ellerini bulayan kanın, soğuduğunu ve pıhtılaştığını duyduğu ılık kanın görünümü onu tepeden tırnağa kadar titretti. Hep ikiye bölünmüş, henüz çırpınan şu hayvan gibi kıpkırmızı kocamanını düşünüyordu.
Prusyalılarıyla birlikte sofraya oturduysa da bir lokma bile yiyemedi. Onlar ona aldırmadan tavşanı sömürdüler. O, konuşmadan, kafasında bir şey düşünerek, onlara kıyıdan bakıyordu. Yüzü o kadar renk vermez duruyordu ki kimse bir şey fark etmedi.
Kadın ansızın sordu: "Bir aydır birlikteyiz ama adlarınızı bile bilmiyorum." Onlar güçlükle ne istediğini anladılar ve adlarını söylediler. Ama bu kadarı yetmiyordu. Bunları ailelerinin adresleriyle birlikte bir kâğıda yazdırdı ve gözlüğünü koca burnuna yerleştirerek bu bilmediği yazıyı gözden geçirdi. Sonra kâğıdı katladı ve cebine, oğlunun ölümünü haber veren mektubun üzerine koydu.
Yemek bitince adamlara:
- Ben biraz sizin için çalışayım, dedi ve yattıkları samanlığa kuru ot çıkarmaya başladı.
Onlar bu işi şaşkınlıkla karşıladılar. O da biraz daha ısınacaklarını söyledi. Kendisine yardım ettiler. Demetleri ta çatının samanlarına kadar yığıyorlardı. Böylece kendilerine dört duvarı ottan, sıcak ve kokulu, içinde çok güzel uyunacak, büyük bir oda yaptılar.
Akşam yemeğinde erlerin biri Sauvage Nine'nin yine hiçbir şey yemediğini görerek merak etti. Kadın etlerinin kasıldığını söyledi. Sonra ısınmak için güzel bir ateş yaktı. Dört Alman da her akşam çıktıkları merdivenden yerlerine çekildiler.
Samanlığın kapısı kapanır kapanmaz yaşlı kadın, merdiveni çekti. Sonra gürültüsüzce sokak kapısını açtı ve yeniden kuru ot demetleri alarak mutfağını doldurdu. Karda yalınayak öyle yavaş yürüyordu ki bir şey duyulmuyordu. Vakit vakit de uyuyan dört erin keskin ve başka başka horlayışlarını dinliyordu.
Hazırlıklarının yeteceğini aklı kesince demetlerin birini ocağa attı ve tutuşur tutuşmaz onu ötekilerin üzerine serpti. Sonra dışarıya çıktı ve baktı.
Birkaç saniye geçmeden kulübenin içini keskin bir ışık aydınlattı. Sonra korkunç bir mangal, kızgın bir dev fırını oluştu. Aydınlığı dar pencereden fışkırıyor, karın üstüne parlık bir çizgi çekiyordu.
Daha sonra evin tepesinden büyük bir çığlık koptu. Sonra insan ulumalarından, korku ve umarsızlık içinde koparılan yürek parçalayıcı haykırışlardan bir uğultu oldu. Sonra samanlık kapısı içeri düşerek bir ateş hortumu oraya daldı, ottan çatıyı deldi, sonsuz bir meşale alevi gibi gökyüzüne fırladı ve bütün kulübe tutuştu.
Artık içerde ateş çıtırtısından, duvar çökmesinden, direk düşmesinden başka bir ses duyulmuyordu. Birden dam da indi ve kulübenin kızgın kümesinden havaya, bir duman bulutu ortasında, büyük bir kıvılcım sorgucu yükseldi.
Bembeyaz kır, ateşle aydınlanmış, kırmızı boyalı örtü gibi parıldıyordu.
Uzaklarda bir çan çalmaya başladı.
Yaşlı Sauvage, adamlardan kimse kaçmasın diye elinde tüfek, oğlunun tüfeği, yanmış evinin önünde, ayakta duruyordu.
İşin bittiğini görünce silahını ateşe attı. Bir patlama sesi çınladı.
Adamlar, köylüler, Prusyalılar, geliyorlardı.
Kadını yere uzatılmış bir ağaç gövdesinin üzerinde, rahat ve hoşnut oturuyor buldular.
Bir Fransız çocuğu gibi Fransızca konuşan bir Alman subayı sordu:
- Nerede erleriniz?
O, kuru kolunu yangının sönmeye başlayan kızıl yığınına doğru uzattı ve güçlü bir sesle yanıt verdi:
- Bunun içinde!
Çevresine toplanıyorlardı, Prusyalı sordu:
- Yangın nasıl çıktı?
Kadın: - Ben çıkardım, dedi.
Kimse inanmıyordu. Onu kazadan aklını oynatmış sanıyorlardı. O vakit herkes çevresine üşüşür ve kendisini dinlerken, o, ta mektubun gelişinden eviyle birlikte tutuşan adamların son çığlığına kadar bütün olayı başından sonuna kadar anlattı. Ne duyduklarından, ne de yaptıklarından birini unuttu.
Bitirince cebinden iki kâğıt çıkardı ve ateşin son ışıklarında onları ayırt etmek için yine gözlüğünü taktı. Sonra birini göstererek: "Bu, Victor'un ölümü" dedi. Öbürünü gösterirken de başıyla kızıl döküntüleri işaret ederek: "Bu da onların adları" diye ekledi; evlerine yazılması için. Beyaz kâğıdı, kendisini omuzlarından tutan subaya rahatça uzattı ve yine:
- Nasıl olduğunu yazarsınız, dedi; analarına babalarına bunu benim yaptığımı bildirirsiniz. Simon Sauvage kadının zaferi! Unutmayın.
Subay haykıra haykıra Almanca komutlar veriyordu. Kadını yakaladılar, evinin henüz sıcak duvarlarının önüne diktiler. Sonra karşısında yirmi metre öteye acele on iki kişi dizildi. O hiç kıpırdamadı. Anlamıştı. Bekliyordu.
Bir komut çınladı, arkasından uzun bir patlama koptu. Sonra gecikmiş bir tüfek tek başına patladı.
Kadın düşmedi. Bacakları biçilmiş gibi çöktü.
Prusyalı subay yaklaştı. Kadın hemen hemen ikiye bölünmüştü. Büzülmüş elinde kana bulanmış mektubunu tutuyordu.
Dostum Serval ekledi:
- İşte Almanlar şatomu, yörenin şatosunu bir karşılık olsun diye yıktılar.
Ben burada kavrulan dört uysal, kendi halinde delikanlının annelerini ve bu duvarın önünde kurşuna dizilen öteki annenin yabanıl kahramanlığını düşünüyordum.
Yerden, ateşin karasını hâlâ üstünde taşıyan küçük bir taş aldım.

BİR ANA BABA KATİLİ

Avukat, savunmasında deli olduğunu ileri sürmüştü. Bu garip cinayet başka nasıl açıklanabilirdi?
Bir sabah Chatou yakınlarında kamışlar arasında sarmaş dolaş iki ceset bulunmuştu. Kadın da, erkek de zengin, hemen hemen genç ve yörenin belli başlı kibarlarındandı. Daha geçen yıl evlenmişlerdi. Yani kadın üç yıldan fazla dul yaşamamıştı.
Kimse düşmanları olacağını sanmıyordu. Üzerlerinden bir şey de çalınmamıştı. İnce, uzun ve sivri bir demirle arka arkaya vurulduktan sonra kıyıdan suya atılmışa benziyorlardı.
Soruşturma ortaya bir şey çıkaramıyordu. Bilgilerine başvurulan kayıkçıların bir şeyden haberleri yoktu. Konu yüzüstü bırakılacakken yakın köylerin birinden Georges Louis adlı ve Le Bourgeois lakaplı genç bir marangoz gelip polise teslim oldu.
Bütün sorulanlara yalnızca şu yanıtı veriyordu:
- Adamı iki yıldan, kadını da altı aydan beri tanıyorum. Çok kez bana eski eşya onartmaya gelirlerdi. Çünkü ben işimde ustayım.
- Onları neden öldürdünüz? sorusunu da boyuna:
- Öldürmek istediğim için, diye karşılıyordu.
Ağzından başka bir söz alınmamıştı.
Bu adam kuşkusuz bir babasız çocuktu. Daha önce kasabada sütninedeydi. Sonra bırakılmıştı. Georges Louis'den başka adı yoktu. Fakat büyüdükçe arkadaşlarında bulunmayan anadan doğma zevkler ve inceliklerle zekası göze görünür derecede açıldığı için ona "Kentsoylu" demişler ve asıl adını kullanmaz olmuşlardı. Sanat edindiği marangozlukta parmakla gösterilir ustalardan sayılıyordu. Hatta biraz ağaç üzerine oyma da yapıyordu. Komünistlikle nihlistliğin pek ileri yandaşı olduğu, kanlı dramlardan söz eden romanları çok okuduğu, etkili bir seçmen ve işçi, köylü toplantılarında sözü geçer bir konuşmacı olduğu da dillerdeydi.

* * *

Evet, avukat deli olduğunu ileri sürmüştü.
Gerçekte bu işçinin, kendisine iki yıldan beri üç bin franklık (buna defterleri tanıkti) iş yaptıran en iyi, zengin ve cömert (öyle tanıyordu) müşterilerini öldürmesi nasıl kabul edilebilirdi? İşte bir tek açıklama yolu vardı: Delilik, bir sınıfsızın bütün kentsoylulara yöneltilmiş bir öcü iki kentsoyludan alma saplantısı. Avukat bu babasıza ülkece verilen "Kentsoylu" lakabını ustalıkla anımsatarak haykırıyordu:
- Anasının babasının attığı bu talihsiz çocuğu böyle yüceltmek bir alay, hem de güçlü bir alay değil midir? O, ateşli bir cumhuriyetçidir. Ne diyorum. Hatta cumhuriyetin vaktiyle kurşuna dizip sürdüğü, fakat bugün kucaklayarak karşıladığı bir siyasal partidendir. Yangının bir ilke ve insan öldürmenin basit bir araç sayıldığı partiden.
Şimdi genel toplantılarda alkışlanan bu uğursuz ilkeler, işte bu adamın da düşünmesine neden oldu. O cumhuriyetçiler, hatta ve hatta kadınlar tarafından, Mösyö Gambetta'nın, Mösyö Grevy'nin başlarının istendiğini duya duya kafasının allak bullak olduğunu gördü. O da kan, kentsoylu kanı istedi!
Mahkum edilmesi gereken o değil, Commune'dür, baylar!
Salonu beğenme ve onay fısıltıları dolaştı. Avukatın davayı kazanması kesin sayılıyordu. Savcı üstelemedi.
O vakit başkan sanığa, o ünlü soruyu sordu:
- Sanık, savunmanız için bir şey eklemeyecek misiniz?
Adam kalktı.
Kısa boylu, sarı keten renginde, ela gözleri kımıltısız ve parlak biriydi. Bu ince yapılı çocuktan güçlü, açık ve yankılar yapan bir ses çıkıyor, daha ilk sözcüklerde hakkındaki düşünceyi değiştiriveriyordu.
Bir konuşmacı tonuyla yüksekten ve en önemsiz sözlerini bile büyük salonun sonundan işittirebilecek biçimde tane tane konuştu:
- Başkanım, tımarhaneye gitmek istemediğim, hatta kafamın kesilmesini bile buna yeğlediğim için size her şeyi söyleyeceğim.
Ben bu adamla kadını öldürdüm. Çünkü onlar benim anam ve babamdı.
Şimdi beni dinleyin ve kararınızı verin.
Bir kadın bir oğlan doğurdu ve onu bir yerde bir sütnineye verdi. Cinayet ortağının, bu küçük masumu yalnızca hangi yöreye götürdüğünü biliyordu. Çocuk ömürlük yoksulluğa, yasa dışında doğmak utancına, üstelik de, bırakıldığı için ve aylık parayı alamayan sütninenin (birçokları gibi) onu tükenmeye, açlıktan kıvranmaya, bakımsızlıktan sönmeye bırakması beklenebileceği için, ölüme mahkumdu.
Bana süt veren kadın annemden daha namuslu, daha kadın, daha büyük, daha anne çıktı. Beni yetiştirdi. Görevini yapmakla hata etti. Bir köşeye gübre atılır gibi bırakılıveren bu düşkün çocukları Azrail'e göstermek daha iyidir.
Üzerimde bir onursuzluk taşıdığımı belli belirsiz duyarak büyüdüm. Bir gün başka çocuklar bana "piç" dediler. İçlerinden birinin, evinde duyup yaydığı bu sözcüğün ne demek olduğunu bilmiyorlardı. Ben de bilmiyordum, fakat sezdim.
Okulun, diyebilirim ki, en zeki öğrencilerinden biriydim. Ailem beni bırakma suçunu işlemeseydi namuslu, belki de yüksek bir adam olacaktım, başkanım.
Bu cinayeti onlar bana karşı işlediler. Ben kurban oldum. Onlar suçlu oldu. Ben savunmasızdım. Onlar acımasızdı. Bana sevgi borçluydular; beni attılar.
Ben yaşamımı onlardan almıştım. Fakat yaşam, verilen bir armağan mıdır? Herhalde benimki bir ezinç yükünden başka şey değildi. Utandırıcı bakışlarından sonra onlara sonunda bir öç borcum kalıyordu. Onlar bana karşı bir yaratığa layık görülebilecek davranışların en insanlığa sığmazını, en alçakça ve en canavarcasını yaptılar.
Aşağılanan adam vurur; malı çalınan, onu zorla geri alır. Aldatılan, oyuna getirilen, yıkıma sürüklenen kimse öldürür. Tokatlanan adam öldürür; onurundan edilen adam öldürür. Ben öfkelerini bağışladıklarınızın hepsinden çok soyulmuş, aldatılmış, yıkıma sürüklenmiş, manen tokatlanmış ve onursuzluğa düşürülmüş bir adamım.
Öldürdüm, öç aldım. Bu benim hakkımdı. Beni içine attıkları korkunç yaşama karşı onların günlü güneşli yaşamını aldım.
Ana baba öldürmekten söz edeceksiniz! Kendileri için nefret edilen bir yük, bir korku, bir alçaklık lekesi olduğum bu insanlar, doğumumu bir uğursuzluk ve yaşamamı tepelerinde bir utanç sayan bu yaratıklar benim anam, babam mıydı sanki? Onlar bencilce bir zevk arıyorlardı; beklemedikleri bir çocukları oldu. Onu aradan kaldırdılar. Benim de onlara aynı şeyi yapma sıram geldi.
Bununla birlikte son zamanlarda onları sevmeye de hazırdım.
Demin söylediğim gibi, iki yıl önce adam, yani babam ilk kez olarak dükkanıma girdi. Bir şeyden kuşkulanmıyordum. Bana iki parça eşya ısmarladı. Sonradan öğrendim ki papazdan, gizli kalmak koşuluyla, bazı bilgiler almış.
Sık sık geliyor, beni çalıştırıyor ve iyi para veriyordu. Hatta bazen de biraz öteden beriden söz ediyordu. Kendisi için içimde bir sevgi duyuyordum.
Bu yılın başında karısını, annemi de getirdi.
Kadın içeri girdiği zaman öyle titriyordu ki kendisini bir sinir hastası sandım. Oturacak yer aradı ve bir bardak su istedi. Bir şey söylemiyordu. Yaptığım eşyaya bir deli gibi bakıyor, adamın her sorduğuna gelişigüzel bir evet veya hayırdan başka yanıt vermiyordu. Çıkıp gittiği zaman onun biraz kaçık olduğu yargısına vardım.
Ertesi ay yine geldi. Yatışkın ve kendine egemendi. O gün epeyce durup gevezelik ettiler ve bana büyük bir iş ısmarladılar. Kendisini, bir şey fark etmeden, üç kez daha gördüm. Fakat bir gün yaşamımdan, çocukluğumdan, ailemden laf açmaya kalktı. Hemen yanıt verdim: "Benim ana babam, beni sokağa atmış iki alçaktı bayan." O zaman elini göğsüne götürdü ve düşüp bayıldı. Derhal: "Bu benim annem!" diye düşündüm. Fakat bir şey sezdirmekten çekindim. Kendisinin açılmasını istiyordum.
Onlar gibi ben de bilgi topladım. Ancak geçen temmuzdan beri evli bulunduklarını, annemin o tarihe kadar üç yıl dul kaldığını öğrendim. Daha ilk kocasının yaşamında seviştikleri çok söylenmişse de bunun bir kanıtı elde edilememişti. Bu kanıt bendim. Önce saklanan, sonra yok edilmesi umulan kanıt.
Bekledim. Bir akşam, yine babamla birlikte, çıkageldi. O gün, bilmem neden, çok heyecanlı gibiydi. Giderken bana şunları söyledi: "Sizi namuslu bir çocuk ve iyi bir işçi gördüğüm için size yardımcı olmak istiyorum. Kuşkusuz bir gün evlenmeyi düşüneceksiniz. Beğeneceğiniz kadını özgürce seçmenize yardım edeyim diyorum. Ben bir kez istemeye istemeye evlenmiştim. Onun için bundan neler çekildiğini bilirim. Şimdi zengin, çocuksuz, özgür ve malıma sahibim. İşte size ayırdığım evlenme parası."
Elime doğru koca bir mühürlü zarf uzattı.
Kendisine gözlerimi dikerek baktım, sonra sordum: "Siz benim annem misiniz?"
Üç adım geriledi ve beni görmemek için eliyle gözlerini kapadı. Öteki, adam, yani babam onu kollarına aldı ve bana haykırdı: "Delirdiniz galiba!"
Yanıt verdim: "O kadar değil. Sizin benim anam ve babam olduğunuzu pekâlâ biliyorum. Aldanmadığım ortada. Şunu itiraf edin, gizinizi saklayayım. Size hiç kızmayacağım. Neysem yine o, sade bir marangoz kalacağım."
Adam artık hıçkırmaya başlayan karısını tutmayı sürdürerek kapıya doğru geriliyordu. Koşup kapıyı kapadım ve anahtarı cebime koyarak konuşmayı sürdürdüm: "Görün, halimi görün de annem olduğunu hâlâ yadsıyın bakalım."
Bunun üzerine adam kızdı; şimdiye kadar kaçınılmış kepazeliğin ansızın patlak vereceğini, durumlarının, ün ve onurlarının bir vuruşta darmadağın olacağını düşünerek sapsarı kesildi, ödü koptu ve kekeledi: "Siz bizden para çekmek isteyen bir alçaksınız. Gelin de sonra halka, bu soysuzlara iyilik edin, yardımda bulunun, el uzatın!"
Annem ne yapacağını şaşırmış, üst üste yineliyordu: "Gidelim artık, gidelim buradan!"
O vakit, kapı kapalı olduğu için, adam bağırdı: "Eğer şimdi açmazsanız sizi şantaj ve tehditten hapse attırırım!.."
Soğukkanlılığımı yitirmemiştim. Kapıyı açtım ve onların gölgelere daldığını gördüm.
Fakat birdenbire yetim bırakılmış, terkedilmiş, suya itilmiş gibi oldum. Öfkeyle, kin ve nefretle karışık yaman bir üzünç, bütün benliğimi sardı. İçimde bir tür isyan, bir adalet, hak, onur ve tanınmamış sevgi isyanı koptu. Kendilerine yetişeyim diye, Seine boyunca koşmaya başladım. Chatou Garı'na o yoldan gidilirdi.
Çok geçmeden onlara yetiştim. Gece bastırmıştı, göz gözü görmüyordu. Çimende kurt adımıyla yürüyordum. Beni işitmediler. Annem hep ağlıyordu. Babam da şöyle diyordu: "Bu, sizin hatanız. Ne diye onu görmek istediniz? Bizim durumumuzda böyle delilik olur mu? Ona, görünmeden, uzaktan da iyilik edilebilirdi. Madem kendisini tanıyamayacağız, bu tehlikeli ziyaretler neye yarayacaktı?"
O zaman yalvararak önlerine atıldım ve bir çocuk gibi dil döktüm: "Görüyorsunuz ki ben sizin oğlunuzum. Beni bir kez attınız. Gene mi öyle yapacaksınız?"
Bunun üzerine, başkanım, onur, yasa ve cumhuriyete ant içerim ki bana el kaldırdı, vurdu ve yakasına yapıştığım için cebinden bir tabanca çıkardı.
Ortalığı kıpkırmızı gördüm. Artık bir şey bilmiyordum. Cebimde pergelim vardı. Vurdum, vurabildiğim kadar vurdum.
Kadın, sakalımı yolarak: "İmdat! Katil var!" diye haykırmaya başladı. Galiba onu da öldürdüm. O zaman ne yaptığımı biliyor muydum?
Sonra ikisini de yerde görünce, ölülerini, düşünmeden Seine'ye attım.
İşte bu. Şimdi verin yargınızı.

* * *

Sanık yerine oturdu. Açığa vurulan bu olaylar karşısında duruşmayı başka güne bıraktılar. Yakında davaya yeniden bakılacak.
Eğer "jüri"de olsaydık, bu ana baba katiline biz ne yapardık?


KÜÇÜK BİR DRAM

Yolculuğun keyfi raslantılardadır. Ülkeden beş yüz fersah uzakta ansızın bir Parisliyle, bir sınıf arkadaşı veya bir yazlık komşusuyla karşılaşmanın zevkini kim bilmez? Henüz buhar tanımayan yerlerin çıngıraklı posta arabasında, yalnızca küçük bir kasabada beyaz bir evin kapısından fener ışığı altında arabaya binerken yarım yamalak görülmüş, yabancı bir genç kadının yanında, kim göz kırpmadan bir gece geçirmemiştir?
Hele sabah olunca, çıngırakların arasız çınlamasından ve camların tangır tangır sarsılmasından kulaklar sağır ve kafa sersemken güzel yol arkadaşının dağınık saçları arasında gözlerini açtığını, çevresine bakındığını, ince parmaklarının ucuyla serkeş saçlarını düzelttiğini, başına çeki düzen verdiğini, becerikli bir elle korsasının kayıp kaymadığına, ceketinin doğru durup durmadığına, etekliğinin çok buruşup buruşmadığına baktığını görmek ne kadar hoştur!
O, soğuk ve meraklı bir göz atışıyla bir kez size de bakar. Sonra bir köşeye kurulur ve artık görünümden başka bir şeyle ilgilenmiyor görünür.
İstemeden boyuna onu gözetler, boyuna onu düşünürsünüz. Kimdir? Nereden gelir? Nereye gider? Yine istemeden kafanızda küçük bir roman tasarlarsınız. Kadın güzeldir; cana yakına da benzer! Sahibi için ne mutluluk! Onun yanında geçirilen yaşamın herhalde tadına doyum olmaz. Kim bilir? Belki de yüreğimize, düşlerimize, yapımıza denk gelecek kadın, işte buydu.
Sonra onu bir yazlık evinin tahta parmaklığı önünde iniyor görünce duyulan gönül darlığı da ne tatlıdır! Orada onu iki çocuk ve iki dadıyla bekleyen bir adam vardır. Onu kucaklayıp öperek yere indirir. O da eğilir, kendisine el uzatan yavruları alır, sevecenlikle okşar. Sonra dadılar, arabacının arabanın tepesinden attığı paketleri toplarken hepsi de bir bahçe yolunda uzaklaşırlar.
Hoşça kal! Bu, bu kadar işte! Artık ona raslanacak değildir. Geceyi yanınızda geçiren genç kadın bütün bütün gitti! Onunla hiç konuşmamıştınız; kendisini bir daha görseniz de tanıyacağınız bile kuşkulu. Bununla birlikte ayrılış, yine de biraz üzünç veriyor. Hoşça kal!
Bende böyle kimi şen, kimi üzünçlü, çok yol anısı vardır.
Auvergne'de, o ne çok yüksek, ne çok yalçın, güzel, sevimli, cana yakın dağlarda yaya ve rasgele dolaşıyordum. Sancy'ye tırmanmıştım. Notre-Dame'da Vassivière denen küçük ve ziyaret yeri bir kilisenin yakınında küçük bir lokantaya girdim. Orada, dipteki masada tek başına yemek yiyen acayip ve gülünç bir yaşlı kadın gördüm.
En aşağı yetmiş yaşında vardı. İri yapılı, kuru ve eski modaya göre şakaklarında lüle lüle örülmüş ak saçlarıyla çirkin bir kadındı. O diyar senin, bu diyar benim diye gezip tozan bir İngiliz karısı gibi, ne giydiğine aldırmaz bir durumda, tuhaf ve derme çatma bir giyimle omlet yiyor ve yalnızca su içiyordu.
Garip bir görünüşü, endişeli gözleri ve feleğin kahrına uğradığını gösteren bir yüzü vardı. Ona istemeye istemeye bakıyor ve kendi kendime: "Kimdir? Yaşayışı nedir? Neden bu dağlarda yapayalnız dolaşır?" diye soruyordum.
Kadın borcunu ödedi, sonra iki ucu kollarından sarkan küçük ve acayip bir şalı omuzlarında düzelterek, gitmek üzere kalktı. Bir köşeden, üstüne kızgın demirle adlar yazılmış uzun bir yol değneği aldı ve yola çıkan bir postacı adımlarıyla dimdik, kaskatı yürüdü.
Kendisini kapıda bir kılavuz bekliyordu. Birlikte uzaklaştılar. Uzun tahta haçlardan bir çizginin işaretlediği yol boyunca yamacı inişlerine bakıyordum. Kadın arkadaşından daha boyluydu ve sanki ondan hızlı da gidiyordu.
İki saat sonra ağaçlar, çalılar, kaya ve çiçeklerle dolu, kocaman, yemyeşil ve son derece güzel çukurunda bir pergelden çıkmış kadar yuvarlak, gökten damlamış denecek kadar duru ve mavi, insanı bu eski yanardağ ağzına egemen orman yamacında, bir kulübede yaşamaya imrendirecek kadar hoş Pavin gölünün bulunduğu, o durgun ve soğuk suyun uyuduğu derin huninin dış yamaçlarına tırmanıyordum.
O, orada, ayaktaydı. Sönmüş yanardağın dibindeki saydam yaygıyı seyrediyordu. Sanki en derin yeri, bütün öbür balıkları yiyip bitirmiş, canavar kadar iri alabalıklara yuva olduğu söylenen bilinmez derinliği görmek ister gibi bakıyordu. Yanından geçerken gözlerinde iki damla yaş yuvarlanıyor sandım. Fakat göle çıkan bayırın aşağısında, bir meyhanedeki kılavuzuna ulaşmak üzere geniş adımlarla yürüdü, gitti.
Kendisini o gün bir daha görmedim.
Ertesi gün, karanlık çökerken, Murol Şatosu'na vardım. Eski hisar, geniş bir koyağın ortasında, üç küçük koyağın birleştiği yerdeki kayasının üzerinde ayakta duran dev gibi kule, kararmış, yer yer çatlamış, yamru yumru olmuş, fakat geniş ve yuvarlak dibinden ta tepesindeki yıkık kuleciklere kadar henüz yusyuvarlak, göklere baş kaldırıyordu.
Onun yalın büyüklüğü,görkemi, ağır ve ezici eskiliğiyle insanı her yıkıntıdan çok kavrayan bir yanı vardı. Orada dağ gibi yüksek, yapayalnız, ölü bir kraliçe, ama yine ayağına serilmiş koyaklara egemen bir kraliçeydi. Bu şatoya çamlık bir yamaçtan çıkılıyor, dar bir kapıdan giriliyor ve bütün yörenin tepesinde, ilk suru oluşturan duvarların dibinde duruluyordu.
İçerde çökmüş salonlar, basamaksız kalmış merdivenler, ne olduğu bilinmez delikler, yer altı bodrumları, zindanlar, ortalarından ayrılmış duvarlar, nasıl durduğu anlaşılmaz kubbeler, otların fışkırdığı ve böceklerin kaçıştığı bir taşlar ve çatlaklar karmaşası vardı.
Bu yıkıntıda tek başıma dolaşıyordum.
Ansızın bir sur parçasının arkasında bir yaratık, bu eski ve göçmüş konağın ruhuna benzeyen bir hayalet gördüm.
Hemen hemen korku denecek bir şaşkınlıkla irkildim. Sonra daha önce iki kez rasladığım yaşlı kadını tanıdım.
Ağlıyordu. Boncuk gibi yaşlarla ağlıyor ve mendilini elinde tutuyordu.
Çekilmek için döndüm. Görüldüğünden utanarak benimle konuştu.
- Evet, bayım, ağlıyorum. Ara sıra böyle olurum.
Şaşırmış, ne yanıt vereceğimi bilemeden kekeledim:
- Bağışlayın efendim, sizi rahatsız ettim. Herhalde başınızdan bir yıkım geçmiş olacak.
- Evet, diye mırıldandı; hayır, ben yitmiş bir köpek gibiyim.
Sonra mendilini gözlerine götürerek hıçkırmaya başladı.
Bu, her görenin gözlerini sulandıracak gözyaşlarıyla içim kabararak ellerini tuttum ve kendisini susturmaya çalıştım. O artık üzüntüsünü yapayalnız taşımaktan kurtulmak ister gibi, birdenbire bana öyküsünü anlattı.
- Ah, bayım, ah! Bilseniz... Ne ezinç içinde yaşadığımı bir bilseniz...
Mutluluk içindeydim... Ötede, ülkemde bir evim var. Oraya dönemiyorum. Artık dönemeyeceğim de. Çok zor geliyor.
Bir oğlum var... Oğlum, oğlum işte! Çocuklar bilmezler ki... Yaşanacak günler ne kadar az! Şimdi onu görsem belki tanımam bile! Kendisini nasıl da severdim! Hatta doğmadan, içimde kıpırdadığını duyduğumdan beri! Sonra da öyle. Onu ne kadar öptüm, okşadım, bağrıma bastım! Onun uyumasına bakarak, onu düşünerek ne geceler geçirdiğimi bilseniz! Ben onun delisiydim. Babası onu yatılı okula verdiği zaman ancak sekiz yaşında vardı. İşte her şey o vakit bitti. O bir daha benim olmadı. Of, Tanrım! Yalnızca her pazar gelirdi. O kadar işte!
Sonra Paris'e koleje gitti. Artık topu topu yılda dört kez geliyordu. Her defasında da onun değişmiş, ben görmeden biraz daha büyümüş olmasına şaşırıyordum. Onun benden hiç koparılamayacak olan çocukluğunu, bağlılığını, yakın sevgisini elimden almışlar; onu serpiliyor, delikanlı oluyor görme zevkini benden çalmışlardı.
Kendisini yılda dört defacık görüyordum! Düşünün bir kez! Her gelişinde artık ne vücudu, ne bakışı, ne davranışları, ne sesi, ne de gülüşü eskisi gibiydi. Bunların hiçbiri benim bildiklerim değildi! Bir çocuk ne de çabuk değişiyor! Hele bu değişikliği görmek için insan onun yanıbaşında olmazsa ne kötü! O bir daha göz önüne getirilemiyor!
Bir yıl bıyıkları terlemiş geldi! O! Benim oğlum ha! Şaştım kaldım... Ve inanır mısınız? Üzgünlük duydum. Kendisini öpmeye bayağı cesaret edemiyordum. Artık beni kucaklamasını bilmeyen, görevi olduğu için seviyora benzeyen, öyle gerekiyor diye "anne" sözüyle çağıran, ben onu kollarımın arasında adeta ezmek isterken yalnızca alnımı öpen bu kocaman esmer çocuk benim yavrum, bir zamanki kıvırcık küçük sarışınım, kundağını dizlerimde tuttuğum ve mini mini obur dudaklarına meme verdiğim sevimli, sevgili bebeğim miydi? Evet, o muydu acaba?
Kocam öldü. Sonra sıra babama, anneme geldi. Daha sonra da iki kız kardeşimi yitirdim. Zaten ölüm bir eve girdi mi orada uzun zaman dönmeye gerek bırakmayacak kadar iş çıkarmaya can atar gibi davranır. Öbürlerine ağlayacak bir iki kişiden başka kimse bırakmaz.
Yalnız kaldım. Oğlum hukuktaydı. Onun yanında yaşayıp öleceğimi umuyordum. Birlikte oturmak için, bulunduğu yere gittim. Oysa o bekar yaşamaya alışmıştı. Bana kendisini sıktığımı duyumsattı. Ayrıldım. Yanlış yapmışım. Fakat yük olduğumu anlamaktan ben, annesi, çok üzülüyordum. Evime döndüm.
Onu artık hiç, hemen hiç görmedim.
Evlendi. Ne güzel! Sonunda hiç ayrılmamasıya birleşecektik. Torunlarım olacaktı! Bir İngiliz kızı almıştı. Kadın bana kin bağladı. Niçin? Acaba onu çok sevdiğimi anladı da ondan mı?
Yine uzaklaşmak zorunda kaldım. Kendimi yine yalnız buldum. Evet, bayım, yapyalnız.
O sonra İngiltere'ye gitti. Onların, karısının akrabalarının yanında yaşayacaktı. Anlıyorsunuz ya? Onu, oğlumu kendilerine kattılar. Onu benden çaldılar! Bana her ay yazıyor. Önceleri gelirdi de. Ama artık gelmez oldu.
İşte, dört yıldır kendisini görmedim! Yüzü buruşmuş, saçları ağarmıştı. Hiç bu mümkün mü? Benim oğlum, eski küçük, pembecik oğlum, bu hemen hemen yaşlı adama dönebilir mi? Kuşkum yok, artık onu göremeyeceğim.
Şimdi bütün yıl geziyorum. Gördüğünüz gibi yanımda kimse bulunmadan sağa gidiyor, sola gidiyorum.
Tıpkı yitmiş bir köpek gibiyim. Haydi bayım, güle güle. Yanımda durmayın. Bunları size anlattığınma üzülüyorum.
Dönüp bayırı inerken yaşlı kadını yarılmış bir duvarın üzerinde, ayakta, dağlara, uzun koyağa ve uzaklarda Chambon Gölü'ne bakıyor gördüm.
Rüzgâr, robunun eteğiyle omuzlarında taşıdığı acayip şalı bir bayrak gibi sallıyordu.




BAYAN İNCİ

I

O akşam bayan İnci'yi kraliçe seçmekle gerçekten ne garip bir düşünceye kapılmıştım.
Her yıl gider, haçı suya atma yortusunu yaşlı dostum Chantal'in evinde kutlarım. Onun en yakın arkadaşı olan babam, beni çocukken oraya götürürdü. Bunu sürdürdüm. Ben yaşadıkça ve bu dünyada bir Chantal bulundukça da kuşkusuz sürdüreceğim.
Chantallerin garip bir yaşamları vardır. Paris'te, tıpkı Grosse'ta veya Yvetot'da, Pont - à -Mousson'daymışlar gibi yaşarlar.
Rasatane yakınlarında, küçük bir bahçe içindeki evleri kendilerinindir. Orada, taşrada gibi otururlar. Paris'ten, asıl Paris'ten haberleri yoktur, orada olup bitenlere hiç aldırış etmezler. Öyle uzak, öyle uzaktadırlar! Bununla birlikte bazen oraya bir yolculuk, uzun bir yolculuk yaparlar. Aile içinde söylendiği gibi Bayan Chantal toptan yiyecek almaya gider. Bakın toptan yiyecek almaya nasıl gidilir:
Mutfak dolaplarının anahtarlarını taşıyan Bayan İnci (çünkü çamaşır dolaplarına ev sahibi bayan kendi bakar) şekerin bitmek üzere olduğunu, konservelerin tükendiğini, kahve torbasının dibine indiğini haber verir.
Böylece açlık tehlikesine karşı dikkati çekilen Bayan Chantal, bir deftere not ala ala kalanları gözden geçirir. Sonra birçok sayı yazıp önce uzun hesaplara, arkasından da Bayan İnci ile uzun danışmalara girişir. Sonunda anlaşmaya varılır ve her şeyden üç ay için alınacak miktarlar saptanır: Şeker, pirinç, kuru erik, kahve, reçel, kutu bezelye, kuru fasulye, istakoz, tuzlu veya isli balık, ve benzerleri.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Jules Amcam Seçme Hikayeler - 7
  • Büleklär
  • Jules Amcam Seçme Hikayeler - 1
    Süzlärneñ gomumi sanı 4047
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2142
    32.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    46.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    53.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Jules Amcam Seçme Hikayeler - 2
    Süzlärneñ gomumi sanı 4094
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2136
    32.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    46.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    53.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Jules Amcam Seçme Hikayeler - 3
    Süzlärneñ gomumi sanı 4022
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2246
    33.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    47.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    54.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Jules Amcam Seçme Hikayeler - 4
    Süzlärneñ gomumi sanı 4057
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2166
    31.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    46.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    54.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Jules Amcam Seçme Hikayeler - 5
    Süzlärneñ gomumi sanı 3965
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2258
    29.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    44.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    51.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Jules Amcam Seçme Hikayeler - 6
    Süzlärneñ gomumi sanı 4036
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2266
    32.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    47.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    54.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Jules Amcam Seçme Hikayeler - 7
    Süzlärneñ gomumi sanı 3821
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1984
    34.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    56.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.