Jules Amcam Seçme Hikayeler - 3
Süzlärneñ gomumi sanı 4022
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2246
33.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
47.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
54.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Haydi, dedi; işi düzenine koymak gerek.
Martin karısını bıraktı. İki kızına bakarken anne onlara:
- Babanızı öpsenize, dedi.
Kızlar, gözleri kuru, şaşırmış, biraz çekingen, birlikte yaklaştılar. Adam da onları arka arkaya kocaman birer köylü öpüşüyle her iki yanaklarından öptü. Bu yabancının yaklaştığını gören ufak çocuk öyle keskin çığlıklar kopardı ki az kalsın katılacaktı.
Sonra iki adam, birlikte çıktılar.
Ticaret Kahvesi'nin önünden geçerlerken Lévesque sordu:
- Birer kadeh içsek mi?
Martin:
- İyi olur, dedi.
Girdiler, henüz boş duran kahveye oturdular.
- Hey! Chicot! En iyisinden iki kadeh! Bak, Martin döndü. Şu benim karımın Martini; hani bilirsin, İki-Kız kardeşler'de kaybolan Martin.
Göbekli, yağdan şişmiş, kanlı canlı meyhaneci, bir elinde üç kadeh, ötekinde küçük bir sürahi, yaklaştı ve rahat bir sesle:
- Bak hele! diye sordu; sen geldin ha, Martin?
Martin yanıt verdi:
- Geldim ya!...
KORSİKA'DAN BİR ÖÇ ÖYKÜSÜ
Paolo Saverini'nin dul karısı, Bonifacio Kalesi'nde küçük ve biçimsiz bir evde, oğluyla birlikte, yalnız oturuyordu. Dağın ileriye doğru uzanmış bir kolu üzerine kurulan, hatta bazı yerlerde denizin üzerine asılı gibi duran bu kent, sivri sivri kayalarla dolu boğazın yukarısından, Sardunya'nın daha alçak kıyısına bakar. Eteklerde, öbür yanda bir dev dehlizine benziyen ağız biçiminde, yüksek bir kıyı, kenti hemen tümüyle çevirerek limanlık eder ve İtalya veya Sardunya'nın küçük balıkçı kayıklarını, on beş günde bir de, Ajaccio postasını getiren eski tıknefes vapuru, iki sarp duvar arasında uzun bir dolaşmadan sonra, ilk evlere kadar ulaştırır.
Küme evler, beyaz dağın üzerine daha beyaz bir leke kondurur. Onların, gemi geçmeyen bu korkunç boğaza egemen kayaya ilişmiş vahşi kuş yuvaları gibi bir görünüşleri vardır. Rüzgâr, kendi kemirdiği çıplak, ancak otla örtülü kıyıyı durmadan örseler. Sonra da her iki kıyısını yonttuğu boğaza dalar. Suları her yanda delen sayısız kara kayanın ucunda solgun köpük şeritleri, suyun üstünde yüzen ve çırpınan bez parçaları gibidir.
Dul bayan Saverini'nin, yüksek kıyının ta kenarına yapışık evi üç penceresini işte bu yabanıl ve üzüntülü ufka açardı.
O sırada, oğlu Antoine'la ve çoban köpeği azmanı uzun ve sert tüylü, iri ve cılız dişi köpekleri Semillante ile birlikte yalnız başına yaşıyordu. Hayvan, avlarda delikanlının işine yarardı.
Bir akşam Antoine Saverini bir kavgada Nicolas Ravolati tarafından haince bıçaklanarak öldürüldü. Katil daha o gece Sardunya'yı boylamıştı.
Yaşlı anne oğlunun, yoldan geçenlerin getirdiği ölüsünü içeri alınca ağlamadı. Yalnızca uzun zaman ona öylece kımıltısız baktı, sonra buruşuk elini ölünün üzerine uzatarak öç alacağına söz verdi. Kendisiyle kimsenin kalmasını istemedi ve uluyan köpekle birlikte ölünün yanına kapandı. Hayvan yatağın dibinde dikilmiş, başı efendisine doğru uzanmış, kuyruğu pençelerinin arasında sıkışık, durmadan uluyordu. Artık ölünün üzerine eğilmiş, gözleri dikili; onu seyrederek iri, sessiz yaşlarla ağlayan anneden fazla kıpırdadığı yoktu.
Delikanlı, üzerinde kaba kumaştan, göğsü delinmiş ve yırtılmış ceketiyle, sırt üstü uyuyor gibiydi. Fakat her yerinde kan vardı: İlk bakım için yırtılmış gömleğinde, yeleğinde, kısa pantolonunda, yüzünde, ellerinde, sakalında ve saçlarında kan pıhtıları donmuştu.
Yaşlı anne onunla konuşmaya başlamıştı. Bu sesin gürültüsü ile köpek sustu:
- Git, git yavrum, öcün alınacak oğlum, zavallı çocuğum. Uyu uyu, öcün alınacak, işitiyor musun? Bunu annen söz veriyor! Çok iyi bilirsin, annen hep sözünü tutar.
Ve ağır ağır ölüye eğilerek soğuk dudaklarını ölmüş dudaklara yapıştırdı.
O vakit Semillante yine inlemeye başladı. Uzun, değişmez, yürek paralayıcı, korkunç bir yakınma iniltisi çıkarıyordu.
Kadın ve hayvan, her ikisi de sabaha kadar orada kaldılar.
Ertesi gün Antoine Saverini gömüldü ve artık Bonifacio'da bir daha ondan söz edilmedi.
Arkasında ne kardeş, ne de yakın akraba, amcaoğlu, dayıoğlu bırakmıştı. Ortada öç kollayacak hiçbir adam yoktu. Bunu yalnızca anne, o yaşlı kadın düşünüyordu.
Sabahtan akşama kadar, boğazın öte yakasında kıyıda beyaz bir noktaya bakıyordu. Burası, çok yakından kovalanan Korsika haydutlarının sığındığı küçük bir Sardunya köyü, Longosardo idi. Bu haydutlar, yurtlarının kıyısına karşı, bu köyceğizde hemen yalnız başlarında otururlar ve dönüş, yeniden makiye giriş zamanını orada beklerler. Kadın, Nicolas Ravolati'nin de o köye sığındığını biliyordu.
Bütün gün tek başına penceresinde oturup hep öç düşünerek, oraya bakardı. Kimsesiz, sakat, bir ayağı çukurda, bunu nasıl başaracaktı? Fakat söz vermiş, ölünün üzerine ant içmişti. Ne unutabilir, ne bekleyebilirdi. Ne yapacaktı? Artık geceleri uyumuyordu. Rahatı da, dinlenmesi de kalmamıştı. Boyuna aranıyordu. Köpek, ayaklarının dibinde, uyukluyor, bazen de başını kaldırarak uzaklara doğru uluyordu. Sahibi ortadan yiteli beri sanki onu çağırırmış, sanki avuntusuz hayvan ruhu da hiçbir şeyin silemeyeceği bir anıyı saklamışmış gibi çok kez böyle ulurdu.
İşte bir gece yine Semillante inlemeye başlarken anneye ansızın bir düşünce, vahşi ve yırtıcı bir öç düşüncesi geldi. Sabaha kadar bu düşünce üzerine düşündü. Sonra daha ortalık ağarırken kalkıp kiliseye gitti. Taşların üzerine diz çökmüş, Tanrı'nın önünde yere kapanmış, ona, kendisine yardım etmesi, kendisini desteklemesi, yıpranmış zavallı vücuduna oğlunun öcünü alacak gücü vermesi için yalvardı.
Arkasından eve döndü. Avluda, olukların suyunu toplayan, dibi çıkmış eski bir fıçı vardı. Onu devirip boşalttı, kazık ve taşlarla toprağa iyice oturttu. Sonra Semillante'ı zincirle bu yuvaya bağlayarak içeri girdi.
Artık odasında, gözleri hep Sardunya kıyısına dikili, durmadan geziniyordu. Katil, o herif oradaydı.
Dişi köpek, bütün gün ve bütün gece uludu. Yaşlı kadın sabahleyin ona bir çanak su götürdü. Başka hiçbir şey vermedi; ne çorba, ne ekmek.
O gün de geçti. Bitkinleşen Semillante uyuyordu. Ertesi gün gözleri parlamış, tüyleri diken diken olmuştu. Deli gibi zincirine asılıyordu.
Yaşlı yine ona yiyecek vermedi. Kuduran hayvan, kısık bir sesle havlıyordu. Gece de öyle geçti.
Gün doğunca Saverini nine komşuya gidip iki demet saman rica etti. Eskiden kocasının giydiği pırtıları aldı, bir insan vücuduna benzeyinceye kadar onlara bu samanı doldurdu. Semillante'ın yuvasının önünde yere bir değnek dikerek doldurulmuş giysileri buna bağladı. Böylece kukla, ayakta dikili kaldı, sonra eski çamaşırlardan top biçiminde baş yaptı.
Köpek, şaşırmış, bu samandan adama bakıyor, açlıktan içi kazındığı halde susuyordu. O vakit yaşlı kadın domuz kasabına gidip uzun bir parça kara sucuk aldı. Eve dönünce avluda, yuvanın yanında bir ateş yaktı ve sucuğu kızarttı. Semillante, gözlerini, kokusu ta içine sinen ızgaraya dikmiş, çılgın bir durumda zıplayarak köpürüyordu.
Sonra nine, bu dumanı üstünde kızartmayla samandan adama bir kravat yaptı. Onu, sanki içeri sokacakmış gibi, sicimle uzun uzun boynunun çevresine bağladı. Bu iş de bitince köpeği çözdü.
Hayvan, korkunçbir sıçramayla kuklanın boğazına yetişti ve pençeleri omuzların üzerinde, onu paralamaya başladı. Ağzında avından bir parça, yere düşüyor ve azgın bir durumda yine sıçrıyordu. Dişleriyle yüzü yırtıyor, boynu paramparça ediyordu.
Yaşlı kadın, gözleri tutuşmuş, sessiz ve devinimsiz, bakıyordu. Sonra hayvanını yine zincire vurdu, yine iki gün acıktırdı ve bu acayip alıştırmayı yineledi.
Tam üç ay köpeği bu tür boğuşmaya, bu dişlemekle elde edilen yemeğe alıştırdı. Artık onu bağlamıyordu. Yalnızca bir işaretle kuklaya saldırtıyordu.
Köpeğe, boğazına yiyecek saklanmış olmadan da kuklayı parçalamayı, didik didik etmeyi öğretmişti. Sonra ona, zaten kendisi için kızartılan sucuğu, ödül olarak veriyordu.
Semillante, adamı görür görmez titriyor, sonra gözlerini sahibine çeviriyordu. O da ona, parmağını kaldırarak, ıslık gibi bir sesle: "Haydi!" diye haykırıyordu.
Saverini nine, vaktin geldiği kararına varınca, bir pazar sabahı gidip günah çıkarttı ve derin bir coşkunluk içinde dua etti. Sonra erkek giysisi giyerek üstü başı yırtık, yaşlı bir yoksula benzedi. Sardunyalı bir balıkçıyla pazarlık etti. O da onu köpeğiyle birlikte, boğazın öte yakasına geçirdi.
Kadın, bez bir torba içinde, yanına büyük bir parça sucuk almıştı. Semillante iki günden beri açtı. Yaşlı kadın her dakika yiyecek kokusunu duyurup hayvanı kızıştırıyordu.
Longosardo'ya girdiler. Korsikalı kadın, hafifçe topallayarak yürüyordu. Bir fırıncıya uğradı ve Nicolas Ravolati'nin nerede oturduğunu sordu. Adam, yine eski sanatına, marangozluğa başlamıştı. Dükkanının dibinde, tek başına çalışıyordu.
Yaşlı kadın, kapıyı itti ve seslendi:
- Hey! Nicolas!
Adam, döndü. O vakit kadın, köpeğini salarak, haykırdı:
- Haydi, haydi, parala! Parala!
Hayvan, deli gibi atıldı, adamı boğazından yakaladı. Adam kollarını uzattı, ona sarıldı, yere yuvarlandı. Birkaç saniye ayaklarıyla yeri döverek kıvrandı, sonra Semillante boynunu delik deşik eder, parça parça koparırken, kımıltısız kaldı.
Kapılarının önünde oturan iki komşu, yaşlı bir yoksulla böğürleri çökmüş kara bir köpeğin çıktığını ve köpeğin, yürürken, efendisinin verdiği esmer bir şeyi de yediğini görmüş olduklarını çok iyi anımsadılar.
Yaşlı kadın, akşam evine dönmüştü. O gece iyi uyudu.
MOIRON
Henüz Pranzini'den söz edilmekteyken imparatorluk zamanında savcılık yapan mösyö Maloureau bize:
- Ben, dedi, vaktiyle pek meraklı bir olaya rasladım; şimdi göreceğiniz gibi, birçok özel noktaları bakımından meraka değer bir olaya...
Bir ilde imparatorluk savcısıydım. Paris mahkemesinde birinci başkan olan babamın sayesinde pek gözde bir memurdum. Bu durumda "Öğretmen Moiron olayı" diye tanınan bir davaya karışmak durumunda kaldım.
Fransa'nın kuzeyinde öğretmenlik yapan Mösyö Moiron'un bütün yörede güzel bir ünü vardı. Zeki, mantıklı, çok dindar, biraz sözü kıt bir adam olan bu kişi, öğretmeni bulunduğu Boislinot Bucağı'ndan evlenmişti. Üç çocuğu oldu. Sonra üçü de, arka arkaya, veremden öldü. Bu yıkımdan sonra o, yüreğinde gizli kalan bütün sevgiyi kendisine emanet edilen küçük öğrencilere vermiş göründü. Kendi parasıyla en iyi öğrenciler, en uslu ve sevimli çocuklar için oyuncaklar satın alıyor; hepsini tatlılara, şekerlere, pastalara boğuyordu. Herkesin bu babacan adamı, bu temiz yürekli insanı sevdiği ve övdüğü bir sırada öğrencilerden beş tanesi garip bir biçimde üst üste ölüverdi. Önce kuraklıktan kokuşan suyun ortaya attığı bir salgın var sanıldı. Nedenler arandı ve bulunamadı. Belirtiler çok garip bir nitelik gösteriyordu. Çocuklar bir iç tükenmesine uğramış gibi oluyorlar, yemiyorlar, karınlarının ağrıdığını söylüyorlar, bir zaman sürükleniyorlar ve sonunda korkunç acılar içinde sönüp gidiyorlardı.
Son ölen üzerinde sonuçsuz bir otopsi yapıldı. Paris'e gönderilen barsaklar incelendi ve içlerinde hiçbir zehir öğesi bulunmadığı anlaşıldı.
Bir yıl yeni bir şey olmadı. Sonra iki küçük oğlan, sınıfın en iyi ve Moiron'un en gözde öğrencileri dört gün içinde can verdiler. Gene cesetlerin incelenmesi istendi ve her ikisinde de organlara saplı, dövülmüş cam zerreleri bulundu. Bundan, iki külhaninin dikkatsizlikle iyi temizlenmemiş bir şey yemiş olacakları sonucuna varıldı. Bir bardağın bir süt kasesi üzerinde krılması bu kötü kazaya neden olabilirdi. Eğer Moiron'un hizmetçisi Aralık ayında hastalanmasaydı konu bu kadarla kalacaktı. Çağırılan doktor onda da önce hastalanan çocukların gösterdiği belirtileri buldu, kendisini sorguya çekti ve öğretmenin çocuklar için aldığı bazı şekerlemeleri kadının aşırıp yemiş olduğunu öğrendi.
Savcılığın isteği üzerine okul yapısı yoklandı ve çocuklara özgü oyuncaklar, tatlı şeylerle dolu bir dolap bulundu. Bu yiyeceklerin hemen hepsinde cam tozları veya parçalanmış dikiş iğnesi kırıkları vardı.
Hemen yakalanan Moiron, üzerindeki kuşkulardan öyle şaşırmış ve tiksinmiş göründü ki az kalsın salıverilecekti. Bununla birlikte suçlu olduğunu gösteren kanıtlar ortada duruyor ve bunlar kafamda onun iyi ünü, bütün yaşamı, olayın akla sığar gibi olmaması ve böyle bir cinayeti açıklayacak hiçbir neden bulunmaması üzerine dayanan ilk kanımı baltalıyordu.
Bu temiz, basit ve dindar adam niçin çocuk öldürecekti? Hem de niçin bunlar en çok seviyor göründüğü, adeta şımarttığı, tatlılara boğduğu, aylığının yarısını harcayarak oyuncak ve şekerleme aldığı çocuklar olacaktı?
Davranışı kabul etmek için delilik yargısına varmak gerekirdi. Oysa Moiron öyle mantıklı, içi rahat ve ruh esenliğine sahip bir adam görünüyordu ki onda delilik, kanıtlanması olanaksız bir şeydi.
Bir yandan da kanıtlar çoğalıyordu: öğretmenin alışveriş ettiği şekercilerden toplanan şekerlemeler, çörekler, kokulu pastalar ve benzeri şeylerde hiçbir kuşkulu öğe bulunmadı.
Bunun üzerine o, bilinmeyen bir düşmanın tatlı yiyeceklere cam ve iğne karıştırmak için anahtar uydurarak dolabını açmış olacağını ileri sürdü. Ve ortaya herhangi bir köylünün tasarlayıp yolunu bulduğu ve böyle öğretmenden kuşku duyurtacak biçimde başardığı, bir çocuk ölümüne bağlı, bir miras öyküsü attı. Söylendiğine göre o canavar, ölecek öbür zavallıcıkları düşünmek bile istememişti.
Bu, olabilirdi. Adam kendinden öyle emin ve öyle haksızlığa uğramış görünüyordu ki üst üste iki önemli keşifte bulunulmasaydı, var olan kanıtlar ona karşı olmasına karşın, hiç kuşkusuz kendisini aklayacaktık.
Bunlardan birincisi dövülmüş camla dolu bir enfiye kutusuydu. Parasını kilitlediği yazıhanenin gizli bir gözünde bulunan kendi enfiye kutusu.
O bu keşfi de asıl suçlunun son bir hilesi olarak aşağı yukarı kabul edilebilir bir biçimde açıklıyordu ki Saint-Marlouflu bir tenteneci sorgu yargıçlığına geldi ve bir bayın birkaç kez kendisinden dikiş iğnesi aldığını, hem de bunların işine yarayıp yaramayacaklarını anlamak için, kıra kıra, en incelerini seçtiğini anlattı.
Bir düzine kadar adamın karşısına çıkarılan tenteneci, ilk bakışta Moiron'u tanıdı. Araştırma da öğretmenin gerçekten satıcının söylediği günlerde Saint-Marlouf'a gittiğini ortaya çıkardı.
Şekerli yiyeceklerin seçimiyle öğretmenin, bunları önünde yedirmek ve sonra en küçük kırıntıları bile yoketmekteki dikkati üzerine tüyler ürpertici çocuk tanıklıklarını geçiyorum.
Köpüren halk idam istiyor ve bu düşünce gittikçe bütün dayanış ve duraklayışları silip süpüren büyük bir korku gücü kazanıyordu.
Moiron ölüme mahkum oldu. Sonra yargıtay dileği geri çevrildi. Kurtulmak için bağışlanmasını istemesinden başka yol kalmıyordu. Buna da imparatorun razı olmayacağını babamdan öğrendim.
Bu durumda bir sabah büromda çalışırken tutukevi papazının beni görmeye geldiğini haber verdiler.
Bu, insanları çok iyi tanıyan ve suçlularla çok, hem de yakından karşılaşmış olan yaşlı bir din adamıydı. Şaşkın, üzülmüş, endişeli görünüyordu. Bir iki dakika öteden beriden söz ettikten sonra ansızın ayağa kalkarak bana:
- İmparatorluk savcısı bey, dedi, Moiron'un boynu vurulursa siz bir suçsuzun idamına izin vermiş olacaksınız.
Sonra beni sözlerinin derin etkisi altında bırakarak selam vermeden çıktı. Bunları dinlediği itirafın giziyle mühürlenip kapanmış dudaklarını bir yaşam kurtarmak için yarı açarak ağır ve etkileyici bir edayla söylemişti.
Bir saat sonra Paris'e gidiyordum. Durumu haber verdiğim babam, hemen imparatordan bir görüşme izni istedi.
Ertesi gün kabul edildim. İçeriye alındığımız zaman imparator küçük bir salonda çalışmaktaydı. Papazın gelişine kadar bütün olayı anlattım. Bu ziyareti de anlatmaya başlamıştım ki hükümdarın koltuğunun arkasında bir kapı açıldı ve onu yalnız sanan imparatoriçe, odaya girdi. Bunun üzerine görkemli Napoleon hazretleri, kendilerinden düşüncelerini sordular. Olanı biteni anlayınca imparatoriçe:
- Bu adamı bağışlamalı, diye haykırdı; mademki suçsuzdur, böyle yapmalı.
O kadar dindar bir kadının bu ani kanısı neden beynime korkunç bir kuşku soktu?
O ana kadar ateşli bir biçimde cezanın hafifletilmesini istiyordum. Fakat birdenbire kendimi papazla itirafı son bir savunma aracı diye kullanan hileci bir katilin oyuncağı, aleti gibi gördüm.
Kuşkularımı kendilerine arz ettim. İmparator, doğal olarak, iyiliğinin güdüsüyle bir sefile kanma korkusunun alıkoyması arasında, kararsız duruyordu. Fakat papazın tanrısal bir işarete uyduğuna inanan İmparatoriçe: "Ne önemi var? diye yineliyordu; bir suçluyu esirgemek bir suçsuzu öldürmekten elbette daha iyidir". Bu düşünce, imparatoru sürükledi. Ölüm cezası ağır hapse çevrildi.
Birkaç yıl sonra Toulon tutukevindeki örnek almaya değer davranışı yeniden imparatora bildirilen Moiron'un, cezaevi müdürünce odacı olarak kullanıldığını öğrendim.
Sonra uzun süre bu adamdan söz edildiğini işitmedim.
Şöyle böyle iki yıl önce yazı Lille'de, amcamoğlu Larielle'in evinde geçirdiğim sırada bir akşam sofraya otururken, genç bir papazın benimle konuşmak istediğini haber verdiler.
Kendisinin yanıma getirilmesini söyledim. Geldi ve beni kesinlikle görmek isteyen ölümü yakın bir hastanın yanına gitmemizi rica etti. Uzun adliye yaşamımda böyle önerilerle çok karşılaşmıştım. Cumhuriyet yönetimince bir köşede bırakılmama karşın gene zaman zaman benzer çağrılar geliyordu.
Bu papazın da yanına katıldım. Beni, yüksek bir işçi evinin çatı aralığında, çok yoksul, küçük odaya çıkardı.
Orada, bir ot minder üzerinde, soluk almak için sırtını duvara vererek oturmuş, can çekişen garip bir adam buldum.
Bu, derin ve parlak gözleriyle acayip işaretler veren bir tür iskeletti.
Beni görür görmez mırıldandı:
- Beni tanımadınız mı?
- Hayır.
- Ben Moiron'um.
Üzerimden bir titreme geçti, sordum:
- Öğretmen mi?
- Evet.
- Buraya nasıl geldiniz?
- Bunu anlatmak uzun. O kadar vaktim yok... Birazdan öleceğim... Bana bu papazı yollamışlardı. Burada olduğunuzu bildiğim için ben de onu size gönderdim. İtiraflarımı sizin dinlemenizi istiyorum... Önce yaşamımı kurtardığınız için...
Büzülen elleriyle kenevirin arasından yatağının otlarını yakalıyordu. Kısık, ne istediğini bilen ve alçak bir sesle yeniden söze başladı:
- Artık size gerçeği anlatmalıyım... Size... Çünkü dünyadan gitmeden önce onu birine söylemek gerek.
Çocukları öldüren benim... Hepsini de... Ben öldürdüm... Öç almak için!
Dinleyin. Ben namuslu, pek namuslu bir adamdım... Çok namuslu... Çok temiz... ve Tanrı'ya - şu iyiliğin ta kendisi olan Tanrı'ya - hani bize sevgisini öğrettikleri Tanrı'ya tapan bir adam. Yoksa dünyada egemen olan sahte Tanrı'ya, o cellada, o hırsıza, o katile değil... Kötülük yapmamış, kesinlikle çirkin bir davranışta bulunmamıştım. Kimsenin olmadığı kadar temizdim bayım.
Evlenince çocuk sahibi oldum ve onları hiçbir anneyle babanın sevemeyeceği gibi sevmeye başladım. Yalnızca onlar içi yaşıyordum. Onların delisiydim. Üç taneydiler ve üçü de öldüler! Niçin? Neden? Ben ne yapmıştım? İçimde başkaldırı doğdu. Ama korkunç bir başkaldırı. Ve sonra birdenbire gözlerimi, tıpkı bir uykudan uyanır gibi açtım. Ve anladım ki Tanrı, bir suçludur. Çocuklarımı neden öldürmüştü? Gözlerimi açtım ve onun öldürmeyi sevdiğini gördüm. O, bundan başka bir şey sevmez bayım. O, yalnızca yok etmek için yaşatır! Tanrı dediğin, bir kıyımcıdır bayım. Ona her gün ölü gerekir. Hem eğlencesini artırsın diye ölümü her kılığa sokmuştur. Aheste aheste, aylar ve yıllarca eğlenmek için küçük hastalıklarla kazaları yaratmıştır. Canı sıkıldığı zamanlar için salgınları, vebası, kolerası, boğaz yangıları, çiçeği ve benzerleri vardır. Bu canavarın bütün düşündüklerini hiç sayabilir miyim? Fakat bütün bu hastalıklar ona yine az geliyor. Çünkü vakit vakit kendisini savaşlarla oyalamaktadır. Hep iki yüz bin askeri yerde, kan ve çamurda çiğnenmiş, deşilmiş, kolları ve bacakları kopmuş, bir yola yumurta gibi düşen güllelerle kafaları kırılmış görmek için.
Hepsi bu kadar da değil. Birbirlerini yiyen insanlar da yarattı. Ve sonra insanlar kendisine üstün olmaya başlayınca avlasınlar, boğazlasınlar ve yesinler diye hayvanları var etti. Bu da yetişmedi. Bir tek gün yaşayan minicik yaratıklar, bir saat içinde binlercesi ölen sinekler, ezilen karıncalar ve daha düşünemeyeceğimiz neler, neler, ne akla gelmez şeyler ortaya çıkardı. Bütün bunlar birbirlerini vuruyor, birbirlerini avlıyor, birbirlerini kemiriyor ve boyuna ölüyordu. Tanrı da bakıyor ve eğleniyordu. Çünkü o her şeyi, en büyükleri olduğu gibi en küçükleri de, su damlalarındakiler kadar yıldızlardakileri de görür. İşte o, bunları seyrediyor ve keyifleniyordu. Evet o, o sefil!
O vakit, bayım, ben de öldürdüm. Hem de çocukları. Ona oyun ettim. Bu küçükleri o öldüremedi. Hayır, onları o değil, ben öldürdüm! Ve daha birçoklarını da öldürecektim. Fakat beni yakaladınız. İşte bu!
Ölecektim. Kafam kesilecek, ben de geberecektim! Ve o yılan kim bilir ne kadar gülecekti! O zaman bir papaz istedim ve yalan söyledim. İtirafta bulundum. Yalan attım ve yaşadım.
Şimdi, her şey bitti. Artık onun elinden kaçamam. Fakat ondan korkmuyorum bayım; onu çok aşağı buluyorum.
Sık sık soluk alan, bazen ancak işitilebilir sözcükler tükürmek için koca bir ağız açarak hıçkırır gibi konuşan bu sefilin görünüşü korkunçtu. Hırıldıyor, minderin kılıfını yoluyor ve sanki kaçıp kurtulmak istiyormuş gibi hemen hemen kapkara yorganının altında kalemleşmiş bacaklarını kımıldatıyordu.
Ne iğrenç yaratık ve ne iğrenç anı!
Kendisine sordum:
- Artık söyleyeceğiniz bir şey kalmadı ya?
- Hayır bayım.
- Öyleyse hoşça kalın.
- Güle güle bayım, bugün değilse yarın...
Yüksek, karanlık boyunu duvara diken, yüzü kurşunileşmiş papaza döndüm:
- Siz kalıyor musunuz bay rahip?
- Kalıyorum.
O zaman, can cekişen sırıttı:
- Evet, evet o, leşlere karga da yollar!
Ben sıkılmıştım. Kapıyı açtım ve kaçtım.
SİCİM
Harry Alis'e
Köylülerle karıları, Goderville'in çevresindeki bütün yollardan kasabaya doğru geliyorlardı. Çünkü pazar vardı. Erkekler yorucu işlerle, sol omzu kaldırtıp beli çarpıtan saban tutmayla, duruş sağlam olsun diye dizleri birbirinden ayırtan buğday biçmeyle, köyün bütün ağır aksak ve yorucu işleriyle biçimlerini yitirmiş, uzun ve eğri bacaklarının her deviniminde bütün vücutları öne düşerek, rahat rahat ilerliyorlardı. Kolalanmış, cilalı gibi parlamış, yakalarına ve kollarına beyaz iplikten birer küçük resim işlenmiş, kemikli bedenleri üzerinde kabarmış mavi gömlekleri, içinden bir baş, iki kol ve iki ayak çıkan uçmaya hazır birer balona benziyordu.
Bazıları ellerinde urgan, peşleri sıra bir inek veya bir dana sürüklüyordu. Karıları da arkada, henüz yaprakları üzerinde bir dalla, daha hızlı yürüsün diye hayvanın böğürlerini kamçılıyorlardı. Bir yandan da kollarında, şurasından piliç, burasından ördek başları çıkan büyük sepetler götürüyorlardı. Kuru ve dik vücutları, yassı göğüslerinin üzerinde iğnelenmiş küçük ve dar bir şala sarılı, başları, saçlarına yapışık bir beyaz bezle örtülü, tepeleri takkeli, erkeklerinden daha kısa ve daha canlı adımlarla yürüyorlardı.
Arkasından, içine karşılıklı iki sıra konmuş bir yük arabası, yan yana oturan iki adamla dipte, şiddetli sarsıntılardan korunmak için kenarlara tutunan bir kadını, midillisinin aksak tırısıyla acayip bir biçimde hoplata hoplata geçiyordu.
Goderville Alanı'nda bir yığın halk, insanı hayvanı birbirine karışmış bir kalabalık vardı. Öküzlerin boynuzları, zengin köylülerin uzun tüylü yüksek şapkaları, köylü kadınların başlıkları, kalabalığın üstünde sivriliyordu. Keskin, ince, cırlak sesler, bazen neşelenmiş bir köylünün güçlü göğsünden kopan iri bir kahkahanın, bazen de bir evin duvarına bağlı bir ineğin uzun uzun böğürmesinin dindirdiği yabanıl ve sürekli bir uğultu oluşturuyordu.
Her şey ahır, süt ve gübre, kuru ot ve ter kokuyor, kır insanlarına özgü o ekşi, o ağır insan ve hayvan kokusunu çevreye yayıyordu.
Bréautéli Baba Hauchecorne, Goderville'e henüz varmıştı. Alana doğrulacağı sırada yerde küçük bir sicim parçası gördü. Gerçek bir Normandiyalı tutumunda olan Baba Hauchecorne, işe yarar her şeyin toplamaya değdiğini düşündü. Romatizması olduğu için zorlukla eğildi. İnce ip parçasını yerden aldı. Tam onu dikkatle sarmaya hazırlanırken saraç Malandin ustanın kapısının eşiğinde kendisine baktığını fark etti. Önce bir yular yüzünden aralarında tartışma çıkmıştı ve ikisi de kinci olduğundan küs kalmışlardı. Baba Hauchecorne düşmanının, kendisini böyle çamurdan bir siçim parçası çıkarır görmesinden bayağı utandı. Bulduğunu çarçabuk gömleğinin altına, sonra da kısa pantolonunun cebine sakladı. Arkasından yerde yine bir şey arıyor ve bulamıyor gibi yaptı ve başı ilerde, ağrıdan iki büklüm, pazara doğru gitti.
Bitmez pazarlıklarla çalkalanan şamatalı ve durgun kalabalığın içinde hemen gözden yitti. Köylüler inekleri yokluyor, duraksamayla, hep aldatılmak korkusu içinde karar vermeye hiç cesaret edemeden, satıcının gözünün içine bakarak, boyuna insanın hilesini ve hayvanın kusurunu bulmaya çalışarak gidiyor, sonra yine geri geliyorlardı.
Kadınlar büyük sepetlerini boşaltarak ayaklarının dibine koymuşlar, ayakları bağlı, gözleri şaşkın, ibikleri morarmış kümes kuşlarını yere dizmişlerdi.
Verilen fiyatları dinliyorlar, tavırları soğuk, yüzleri donuk, kendi fiyatlarını ileri sürüyorlar yahut da kırık fiyatı birdenbire kabul ederek ağır ağır uzaklaşan müşteriye haykırıyorlardı:
- Hadi öyle olsun, Baba Anthime; o fiyata veriyorum!
Sonra alan yavaş yavaş boşaldı ve çan öğle duasını çalınca çok uzaktan gelenler hanlara dağıldı.
Jorudain'de geniş avluyu her türden taşıt, yük arabası, fayton, yarı yük ve yarı binek arabası, iki tekerlekli, üstü açık binek arabası, çamurdan sapsarı parça ekli, biçimsiz, çifte oklarını gökyüzüne ikişer kol gibi kaldırmış yahut da burnu yerde arkası havada bir sürü hafif yük arabası doldurduğu gibi büyük salon da yemek yiyenlerle tıka basaydı.
Masaya oturanların tam karşısında, kocaman ocak, parlak bir ateşle dolu, sağ sıradakilerin sırtına sırtına güçlü bir sıcaklık püskürüyordu. Piliç, güvercin, hayvan budu geçirilmiş üç şiş dönüp duruyor ve nefis bir kızartma, kızarmış derinin üzerinden süzülen bir yağ kokusu ocaktan çıkarak neşeleri tutuşturuyor, ağızları sulandırıyordu.
Bütün saban kalantorları orada, hatırı sayılır bir altın babası olan hancı ve cambaz Jourdain ustanın dükkanında yemek yiyordu.
Tabaklar geçiyor, sarı elma şarabı çamçakları gibi onlar da boşalıyordu. Herkes işini, ne alıp ne sattığını anlatıyordu. Ürün haberleri öğreniliyordu. Hava yeşillikler için iyi, fakat ekin için biraz uygunsuzdu.
Birdenbire avluda, yapının önünde trampet çalındı. Birkaç tasasız bir yana, herkes fırladı ve lokma ağızda peşkir elde, kapıya, pencerelere koştu.
Tellal trampet çalışını bitirdikten sonra kâh yükselen, kâh alçalan bir sesle, tümcelerini yersiz yersiz bölerek haykırdı:
- Goderville halkına ve genellikle pazarda bulunan herkese, bu sabah Beuzeville yolu üzerinde saat dokuzla on arasında, içinde beş yüz frankla bazı iş kâğıtları bulunan siyah meşin bir cüzdan yitirildiği duyurulur. Bunun hemen belediye dairesine yahut da Manneville'den Baba Fortune Houlbreque'e getirilmesi rica olunur. Ödülü yirmi franktır.
Sonra adam gitti. Uzakta trampetin boğuk gürültüsü ve tellalın zayıflayan sesi bir kez daha duyuldu.
Bunun üzerine Baba Houlbreque'in cüzdanını bulma veya bulamama olasılıkları sayılıp dökülerek hep bu olaydan söz edilmeye başlandı.
Ve yemek bitti.
Kahvenin sonu da alınırken eşikte jandarma onbaşısı göründü.
- Bréauté'den Baba Hauchecorne burada mı? diye sordu.
Masanın öteki ucuna oturmuş olan Baba Hauchecorne yanıt verdi.
- Buradayım.
Onbaşı: - Baba Hauchecorne, dedi; benimle lütfen belediyeye gelir misiniz? Bay Başkan, sizinle görüşmek istiyor.
Köylü şaşırmış, meraklanmış, küçük fincanını bir yudumda boşalttı, kalktı ve her dinlenmeden sonra attığı ilk adımlar ona pek zor geldiği için sabahkinden daha iki büklüm:
- Geliyorum, geliyorum; diye yineleyerek yola düzüldü.
Ve onbaşının ardından gitti.
Belediye Başkanı, bir koltuğa oturmuş, onu bekliyordu. Kendisi, oranın noteriydi. İri, ciddi, lûgat paralar bir adamdı.
- Baba Hauchecorne, dedi; Manneville'den Baba Houlbreque'in yitirdiği cüzdanı sizin bu sabah Beuzeville yolu üzerinde bulduğunuzu görmüşler.
Köylü, ne diyeceğini şaşırmış, nasıl olduğunu anlamadan üzerine çöken bu kuşkuyla şimdiden korkmuş, Başkan'a bakıyordu.
- Ben, ben mi bu cüzdanı bulmuşum?
- Evet, siz.
- Şerefsizim, haberim bile yok.
- Ama görmüşler.
- Beni, beni mi görmüşler? Kim bu beni gören?
- Saraç Bay Malandain.
Yaşlı adam, o vakit anımsadı, anladı ve öfkeden kızararak:
- Ah! dedi; o aşağılık herif beni görmüş ha? Onun aldığımı gördüğü şey, işte şu sicim, Bay Başkan.
Ve cebinin dibini karıştırarak küçük ip parçasını çıkardı.
Fakat kolay kolay inanmayan Belediye Başkanı başını sallıyordu.
- Sözüne güvenilir bir adam olan Bay Malandain'in bu sicimi cüzdan sanabileceğine beni inandıramazsınız, Baba Hauchecorne.
Köylü, kızgın kızgın elini kaldırdı, onurlu bir insan olduğunu iyice belirtmek için yana tükürdü.
- Bununla birlikte Tanrı'nın bildiği gerçek, asıl gerçek bundan ibaret, bay başkan, diye yineledi; böyle değilse şuradan sağ esen çıkmayayım.
Belediye başkanı sürdürdü:
- Hatta onu aldıktan sonra çamurda uzun zaman, bir para yuvarlanmış olmasın diye aranmışsınız.
Adamcağız nefret ve korkudan tıkanıyordu.
- Bunlar da söylenebiliyor ha? Namuslu bir adamı lekelemek için böyle yalanlar da uydurulabiliyor ha? Uyduruluyor ha?..
Boşuna tepindi. Kimse kendisine inanmadı.
Bay Malandain'le yüzleştirildiler. O, söylediklerini yineledi ve bunda diretti. Bir saat sövüştüler. Onun istemesiyle Baba Hauchecorne'un üstü arandı. Bir şey bulunamadı.
Martin karısını bıraktı. İki kızına bakarken anne onlara:
- Babanızı öpsenize, dedi.
Kızlar, gözleri kuru, şaşırmış, biraz çekingen, birlikte yaklaştılar. Adam da onları arka arkaya kocaman birer köylü öpüşüyle her iki yanaklarından öptü. Bu yabancının yaklaştığını gören ufak çocuk öyle keskin çığlıklar kopardı ki az kalsın katılacaktı.
Sonra iki adam, birlikte çıktılar.
Ticaret Kahvesi'nin önünden geçerlerken Lévesque sordu:
- Birer kadeh içsek mi?
Martin:
- İyi olur, dedi.
Girdiler, henüz boş duran kahveye oturdular.
- Hey! Chicot! En iyisinden iki kadeh! Bak, Martin döndü. Şu benim karımın Martini; hani bilirsin, İki-Kız kardeşler'de kaybolan Martin.
Göbekli, yağdan şişmiş, kanlı canlı meyhaneci, bir elinde üç kadeh, ötekinde küçük bir sürahi, yaklaştı ve rahat bir sesle:
- Bak hele! diye sordu; sen geldin ha, Martin?
Martin yanıt verdi:
- Geldim ya!...
KORSİKA'DAN BİR ÖÇ ÖYKÜSÜ
Paolo Saverini'nin dul karısı, Bonifacio Kalesi'nde küçük ve biçimsiz bir evde, oğluyla birlikte, yalnız oturuyordu. Dağın ileriye doğru uzanmış bir kolu üzerine kurulan, hatta bazı yerlerde denizin üzerine asılı gibi duran bu kent, sivri sivri kayalarla dolu boğazın yukarısından, Sardunya'nın daha alçak kıyısına bakar. Eteklerde, öbür yanda bir dev dehlizine benziyen ağız biçiminde, yüksek bir kıyı, kenti hemen tümüyle çevirerek limanlık eder ve İtalya veya Sardunya'nın küçük balıkçı kayıklarını, on beş günde bir de, Ajaccio postasını getiren eski tıknefes vapuru, iki sarp duvar arasında uzun bir dolaşmadan sonra, ilk evlere kadar ulaştırır.
Küme evler, beyaz dağın üzerine daha beyaz bir leke kondurur. Onların, gemi geçmeyen bu korkunç boğaza egemen kayaya ilişmiş vahşi kuş yuvaları gibi bir görünüşleri vardır. Rüzgâr, kendi kemirdiği çıplak, ancak otla örtülü kıyıyı durmadan örseler. Sonra da her iki kıyısını yonttuğu boğaza dalar. Suları her yanda delen sayısız kara kayanın ucunda solgun köpük şeritleri, suyun üstünde yüzen ve çırpınan bez parçaları gibidir.
Dul bayan Saverini'nin, yüksek kıyının ta kenarına yapışık evi üç penceresini işte bu yabanıl ve üzüntülü ufka açardı.
O sırada, oğlu Antoine'la ve çoban köpeği azmanı uzun ve sert tüylü, iri ve cılız dişi köpekleri Semillante ile birlikte yalnız başına yaşıyordu. Hayvan, avlarda delikanlının işine yarardı.
Bir akşam Antoine Saverini bir kavgada Nicolas Ravolati tarafından haince bıçaklanarak öldürüldü. Katil daha o gece Sardunya'yı boylamıştı.
Yaşlı anne oğlunun, yoldan geçenlerin getirdiği ölüsünü içeri alınca ağlamadı. Yalnızca uzun zaman ona öylece kımıltısız baktı, sonra buruşuk elini ölünün üzerine uzatarak öç alacağına söz verdi. Kendisiyle kimsenin kalmasını istemedi ve uluyan köpekle birlikte ölünün yanına kapandı. Hayvan yatağın dibinde dikilmiş, başı efendisine doğru uzanmış, kuyruğu pençelerinin arasında sıkışık, durmadan uluyordu. Artık ölünün üzerine eğilmiş, gözleri dikili; onu seyrederek iri, sessiz yaşlarla ağlayan anneden fazla kıpırdadığı yoktu.
Delikanlı, üzerinde kaba kumaştan, göğsü delinmiş ve yırtılmış ceketiyle, sırt üstü uyuyor gibiydi. Fakat her yerinde kan vardı: İlk bakım için yırtılmış gömleğinde, yeleğinde, kısa pantolonunda, yüzünde, ellerinde, sakalında ve saçlarında kan pıhtıları donmuştu.
Yaşlı anne onunla konuşmaya başlamıştı. Bu sesin gürültüsü ile köpek sustu:
- Git, git yavrum, öcün alınacak oğlum, zavallı çocuğum. Uyu uyu, öcün alınacak, işitiyor musun? Bunu annen söz veriyor! Çok iyi bilirsin, annen hep sözünü tutar.
Ve ağır ağır ölüye eğilerek soğuk dudaklarını ölmüş dudaklara yapıştırdı.
O vakit Semillante yine inlemeye başladı. Uzun, değişmez, yürek paralayıcı, korkunç bir yakınma iniltisi çıkarıyordu.
Kadın ve hayvan, her ikisi de sabaha kadar orada kaldılar.
Ertesi gün Antoine Saverini gömüldü ve artık Bonifacio'da bir daha ondan söz edilmedi.
Arkasında ne kardeş, ne de yakın akraba, amcaoğlu, dayıoğlu bırakmıştı. Ortada öç kollayacak hiçbir adam yoktu. Bunu yalnızca anne, o yaşlı kadın düşünüyordu.
Sabahtan akşama kadar, boğazın öte yakasında kıyıda beyaz bir noktaya bakıyordu. Burası, çok yakından kovalanan Korsika haydutlarının sığındığı küçük bir Sardunya köyü, Longosardo idi. Bu haydutlar, yurtlarının kıyısına karşı, bu köyceğizde hemen yalnız başlarında otururlar ve dönüş, yeniden makiye giriş zamanını orada beklerler. Kadın, Nicolas Ravolati'nin de o köye sığındığını biliyordu.
Bütün gün tek başına penceresinde oturup hep öç düşünerek, oraya bakardı. Kimsesiz, sakat, bir ayağı çukurda, bunu nasıl başaracaktı? Fakat söz vermiş, ölünün üzerine ant içmişti. Ne unutabilir, ne bekleyebilirdi. Ne yapacaktı? Artık geceleri uyumuyordu. Rahatı da, dinlenmesi de kalmamıştı. Boyuna aranıyordu. Köpek, ayaklarının dibinde, uyukluyor, bazen de başını kaldırarak uzaklara doğru uluyordu. Sahibi ortadan yiteli beri sanki onu çağırırmış, sanki avuntusuz hayvan ruhu da hiçbir şeyin silemeyeceği bir anıyı saklamışmış gibi çok kez böyle ulurdu.
İşte bir gece yine Semillante inlemeye başlarken anneye ansızın bir düşünce, vahşi ve yırtıcı bir öç düşüncesi geldi. Sabaha kadar bu düşünce üzerine düşündü. Sonra daha ortalık ağarırken kalkıp kiliseye gitti. Taşların üzerine diz çökmüş, Tanrı'nın önünde yere kapanmış, ona, kendisine yardım etmesi, kendisini desteklemesi, yıpranmış zavallı vücuduna oğlunun öcünü alacak gücü vermesi için yalvardı.
Arkasından eve döndü. Avluda, olukların suyunu toplayan, dibi çıkmış eski bir fıçı vardı. Onu devirip boşalttı, kazık ve taşlarla toprağa iyice oturttu. Sonra Semillante'ı zincirle bu yuvaya bağlayarak içeri girdi.
Artık odasında, gözleri hep Sardunya kıyısına dikili, durmadan geziniyordu. Katil, o herif oradaydı.
Dişi köpek, bütün gün ve bütün gece uludu. Yaşlı kadın sabahleyin ona bir çanak su götürdü. Başka hiçbir şey vermedi; ne çorba, ne ekmek.
O gün de geçti. Bitkinleşen Semillante uyuyordu. Ertesi gün gözleri parlamış, tüyleri diken diken olmuştu. Deli gibi zincirine asılıyordu.
Yaşlı yine ona yiyecek vermedi. Kuduran hayvan, kısık bir sesle havlıyordu. Gece de öyle geçti.
Gün doğunca Saverini nine komşuya gidip iki demet saman rica etti. Eskiden kocasının giydiği pırtıları aldı, bir insan vücuduna benzeyinceye kadar onlara bu samanı doldurdu. Semillante'ın yuvasının önünde yere bir değnek dikerek doldurulmuş giysileri buna bağladı. Böylece kukla, ayakta dikili kaldı, sonra eski çamaşırlardan top biçiminde baş yaptı.
Köpek, şaşırmış, bu samandan adama bakıyor, açlıktan içi kazındığı halde susuyordu. O vakit yaşlı kadın domuz kasabına gidip uzun bir parça kara sucuk aldı. Eve dönünce avluda, yuvanın yanında bir ateş yaktı ve sucuğu kızarttı. Semillante, gözlerini, kokusu ta içine sinen ızgaraya dikmiş, çılgın bir durumda zıplayarak köpürüyordu.
Sonra nine, bu dumanı üstünde kızartmayla samandan adama bir kravat yaptı. Onu, sanki içeri sokacakmış gibi, sicimle uzun uzun boynunun çevresine bağladı. Bu iş de bitince köpeği çözdü.
Hayvan, korkunçbir sıçramayla kuklanın boğazına yetişti ve pençeleri omuzların üzerinde, onu paralamaya başladı. Ağzında avından bir parça, yere düşüyor ve azgın bir durumda yine sıçrıyordu. Dişleriyle yüzü yırtıyor, boynu paramparça ediyordu.
Yaşlı kadın, gözleri tutuşmuş, sessiz ve devinimsiz, bakıyordu. Sonra hayvanını yine zincire vurdu, yine iki gün acıktırdı ve bu acayip alıştırmayı yineledi.
Tam üç ay köpeği bu tür boğuşmaya, bu dişlemekle elde edilen yemeğe alıştırdı. Artık onu bağlamıyordu. Yalnızca bir işaretle kuklaya saldırtıyordu.
Köpeğe, boğazına yiyecek saklanmış olmadan da kuklayı parçalamayı, didik didik etmeyi öğretmişti. Sonra ona, zaten kendisi için kızartılan sucuğu, ödül olarak veriyordu.
Semillante, adamı görür görmez titriyor, sonra gözlerini sahibine çeviriyordu. O da ona, parmağını kaldırarak, ıslık gibi bir sesle: "Haydi!" diye haykırıyordu.
Saverini nine, vaktin geldiği kararına varınca, bir pazar sabahı gidip günah çıkarttı ve derin bir coşkunluk içinde dua etti. Sonra erkek giysisi giyerek üstü başı yırtık, yaşlı bir yoksula benzedi. Sardunyalı bir balıkçıyla pazarlık etti. O da onu köpeğiyle birlikte, boğazın öte yakasına geçirdi.
Kadın, bez bir torba içinde, yanına büyük bir parça sucuk almıştı. Semillante iki günden beri açtı. Yaşlı kadın her dakika yiyecek kokusunu duyurup hayvanı kızıştırıyordu.
Longosardo'ya girdiler. Korsikalı kadın, hafifçe topallayarak yürüyordu. Bir fırıncıya uğradı ve Nicolas Ravolati'nin nerede oturduğunu sordu. Adam, yine eski sanatına, marangozluğa başlamıştı. Dükkanının dibinde, tek başına çalışıyordu.
Yaşlı kadın, kapıyı itti ve seslendi:
- Hey! Nicolas!
Adam, döndü. O vakit kadın, köpeğini salarak, haykırdı:
- Haydi, haydi, parala! Parala!
Hayvan, deli gibi atıldı, adamı boğazından yakaladı. Adam kollarını uzattı, ona sarıldı, yere yuvarlandı. Birkaç saniye ayaklarıyla yeri döverek kıvrandı, sonra Semillante boynunu delik deşik eder, parça parça koparırken, kımıltısız kaldı.
Kapılarının önünde oturan iki komşu, yaşlı bir yoksulla böğürleri çökmüş kara bir köpeğin çıktığını ve köpeğin, yürürken, efendisinin verdiği esmer bir şeyi de yediğini görmüş olduklarını çok iyi anımsadılar.
Yaşlı kadın, akşam evine dönmüştü. O gece iyi uyudu.
MOIRON
Henüz Pranzini'den söz edilmekteyken imparatorluk zamanında savcılık yapan mösyö Maloureau bize:
- Ben, dedi, vaktiyle pek meraklı bir olaya rasladım; şimdi göreceğiniz gibi, birçok özel noktaları bakımından meraka değer bir olaya...
Bir ilde imparatorluk savcısıydım. Paris mahkemesinde birinci başkan olan babamın sayesinde pek gözde bir memurdum. Bu durumda "Öğretmen Moiron olayı" diye tanınan bir davaya karışmak durumunda kaldım.
Fransa'nın kuzeyinde öğretmenlik yapan Mösyö Moiron'un bütün yörede güzel bir ünü vardı. Zeki, mantıklı, çok dindar, biraz sözü kıt bir adam olan bu kişi, öğretmeni bulunduğu Boislinot Bucağı'ndan evlenmişti. Üç çocuğu oldu. Sonra üçü de, arka arkaya, veremden öldü. Bu yıkımdan sonra o, yüreğinde gizli kalan bütün sevgiyi kendisine emanet edilen küçük öğrencilere vermiş göründü. Kendi parasıyla en iyi öğrenciler, en uslu ve sevimli çocuklar için oyuncaklar satın alıyor; hepsini tatlılara, şekerlere, pastalara boğuyordu. Herkesin bu babacan adamı, bu temiz yürekli insanı sevdiği ve övdüğü bir sırada öğrencilerden beş tanesi garip bir biçimde üst üste ölüverdi. Önce kuraklıktan kokuşan suyun ortaya attığı bir salgın var sanıldı. Nedenler arandı ve bulunamadı. Belirtiler çok garip bir nitelik gösteriyordu. Çocuklar bir iç tükenmesine uğramış gibi oluyorlar, yemiyorlar, karınlarının ağrıdığını söylüyorlar, bir zaman sürükleniyorlar ve sonunda korkunç acılar içinde sönüp gidiyorlardı.
Son ölen üzerinde sonuçsuz bir otopsi yapıldı. Paris'e gönderilen barsaklar incelendi ve içlerinde hiçbir zehir öğesi bulunmadığı anlaşıldı.
Bir yıl yeni bir şey olmadı. Sonra iki küçük oğlan, sınıfın en iyi ve Moiron'un en gözde öğrencileri dört gün içinde can verdiler. Gene cesetlerin incelenmesi istendi ve her ikisinde de organlara saplı, dövülmüş cam zerreleri bulundu. Bundan, iki külhaninin dikkatsizlikle iyi temizlenmemiş bir şey yemiş olacakları sonucuna varıldı. Bir bardağın bir süt kasesi üzerinde krılması bu kötü kazaya neden olabilirdi. Eğer Moiron'un hizmetçisi Aralık ayında hastalanmasaydı konu bu kadarla kalacaktı. Çağırılan doktor onda da önce hastalanan çocukların gösterdiği belirtileri buldu, kendisini sorguya çekti ve öğretmenin çocuklar için aldığı bazı şekerlemeleri kadının aşırıp yemiş olduğunu öğrendi.
Savcılığın isteği üzerine okul yapısı yoklandı ve çocuklara özgü oyuncaklar, tatlı şeylerle dolu bir dolap bulundu. Bu yiyeceklerin hemen hepsinde cam tozları veya parçalanmış dikiş iğnesi kırıkları vardı.
Hemen yakalanan Moiron, üzerindeki kuşkulardan öyle şaşırmış ve tiksinmiş göründü ki az kalsın salıverilecekti. Bununla birlikte suçlu olduğunu gösteren kanıtlar ortada duruyor ve bunlar kafamda onun iyi ünü, bütün yaşamı, olayın akla sığar gibi olmaması ve böyle bir cinayeti açıklayacak hiçbir neden bulunmaması üzerine dayanan ilk kanımı baltalıyordu.
Bu temiz, basit ve dindar adam niçin çocuk öldürecekti? Hem de niçin bunlar en çok seviyor göründüğü, adeta şımarttığı, tatlılara boğduğu, aylığının yarısını harcayarak oyuncak ve şekerleme aldığı çocuklar olacaktı?
Davranışı kabul etmek için delilik yargısına varmak gerekirdi. Oysa Moiron öyle mantıklı, içi rahat ve ruh esenliğine sahip bir adam görünüyordu ki onda delilik, kanıtlanması olanaksız bir şeydi.
Bir yandan da kanıtlar çoğalıyordu: öğretmenin alışveriş ettiği şekercilerden toplanan şekerlemeler, çörekler, kokulu pastalar ve benzeri şeylerde hiçbir kuşkulu öğe bulunmadı.
Bunun üzerine o, bilinmeyen bir düşmanın tatlı yiyeceklere cam ve iğne karıştırmak için anahtar uydurarak dolabını açmış olacağını ileri sürdü. Ve ortaya herhangi bir köylünün tasarlayıp yolunu bulduğu ve böyle öğretmenden kuşku duyurtacak biçimde başardığı, bir çocuk ölümüne bağlı, bir miras öyküsü attı. Söylendiğine göre o canavar, ölecek öbür zavallıcıkları düşünmek bile istememişti.
Bu, olabilirdi. Adam kendinden öyle emin ve öyle haksızlığa uğramış görünüyordu ki üst üste iki önemli keşifte bulunulmasaydı, var olan kanıtlar ona karşı olmasına karşın, hiç kuşkusuz kendisini aklayacaktık.
Bunlardan birincisi dövülmüş camla dolu bir enfiye kutusuydu. Parasını kilitlediği yazıhanenin gizli bir gözünde bulunan kendi enfiye kutusu.
O bu keşfi de asıl suçlunun son bir hilesi olarak aşağı yukarı kabul edilebilir bir biçimde açıklıyordu ki Saint-Marlouflu bir tenteneci sorgu yargıçlığına geldi ve bir bayın birkaç kez kendisinden dikiş iğnesi aldığını, hem de bunların işine yarayıp yaramayacaklarını anlamak için, kıra kıra, en incelerini seçtiğini anlattı.
Bir düzine kadar adamın karşısına çıkarılan tenteneci, ilk bakışta Moiron'u tanıdı. Araştırma da öğretmenin gerçekten satıcının söylediği günlerde Saint-Marlouf'a gittiğini ortaya çıkardı.
Şekerli yiyeceklerin seçimiyle öğretmenin, bunları önünde yedirmek ve sonra en küçük kırıntıları bile yoketmekteki dikkati üzerine tüyler ürpertici çocuk tanıklıklarını geçiyorum.
Köpüren halk idam istiyor ve bu düşünce gittikçe bütün dayanış ve duraklayışları silip süpüren büyük bir korku gücü kazanıyordu.
Moiron ölüme mahkum oldu. Sonra yargıtay dileği geri çevrildi. Kurtulmak için bağışlanmasını istemesinden başka yol kalmıyordu. Buna da imparatorun razı olmayacağını babamdan öğrendim.
Bu durumda bir sabah büromda çalışırken tutukevi papazının beni görmeye geldiğini haber verdiler.
Bu, insanları çok iyi tanıyan ve suçlularla çok, hem de yakından karşılaşmış olan yaşlı bir din adamıydı. Şaşkın, üzülmüş, endişeli görünüyordu. Bir iki dakika öteden beriden söz ettikten sonra ansızın ayağa kalkarak bana:
- İmparatorluk savcısı bey, dedi, Moiron'un boynu vurulursa siz bir suçsuzun idamına izin vermiş olacaksınız.
Sonra beni sözlerinin derin etkisi altında bırakarak selam vermeden çıktı. Bunları dinlediği itirafın giziyle mühürlenip kapanmış dudaklarını bir yaşam kurtarmak için yarı açarak ağır ve etkileyici bir edayla söylemişti.
Bir saat sonra Paris'e gidiyordum. Durumu haber verdiğim babam, hemen imparatordan bir görüşme izni istedi.
Ertesi gün kabul edildim. İçeriye alındığımız zaman imparator küçük bir salonda çalışmaktaydı. Papazın gelişine kadar bütün olayı anlattım. Bu ziyareti de anlatmaya başlamıştım ki hükümdarın koltuğunun arkasında bir kapı açıldı ve onu yalnız sanan imparatoriçe, odaya girdi. Bunun üzerine görkemli Napoleon hazretleri, kendilerinden düşüncelerini sordular. Olanı biteni anlayınca imparatoriçe:
- Bu adamı bağışlamalı, diye haykırdı; mademki suçsuzdur, böyle yapmalı.
O kadar dindar bir kadının bu ani kanısı neden beynime korkunç bir kuşku soktu?
O ana kadar ateşli bir biçimde cezanın hafifletilmesini istiyordum. Fakat birdenbire kendimi papazla itirafı son bir savunma aracı diye kullanan hileci bir katilin oyuncağı, aleti gibi gördüm.
Kuşkularımı kendilerine arz ettim. İmparator, doğal olarak, iyiliğinin güdüsüyle bir sefile kanma korkusunun alıkoyması arasında, kararsız duruyordu. Fakat papazın tanrısal bir işarete uyduğuna inanan İmparatoriçe: "Ne önemi var? diye yineliyordu; bir suçluyu esirgemek bir suçsuzu öldürmekten elbette daha iyidir". Bu düşünce, imparatoru sürükledi. Ölüm cezası ağır hapse çevrildi.
Birkaç yıl sonra Toulon tutukevindeki örnek almaya değer davranışı yeniden imparatora bildirilen Moiron'un, cezaevi müdürünce odacı olarak kullanıldığını öğrendim.
Sonra uzun süre bu adamdan söz edildiğini işitmedim.
Şöyle böyle iki yıl önce yazı Lille'de, amcamoğlu Larielle'in evinde geçirdiğim sırada bir akşam sofraya otururken, genç bir papazın benimle konuşmak istediğini haber verdiler.
Kendisinin yanıma getirilmesini söyledim. Geldi ve beni kesinlikle görmek isteyen ölümü yakın bir hastanın yanına gitmemizi rica etti. Uzun adliye yaşamımda böyle önerilerle çok karşılaşmıştım. Cumhuriyet yönetimince bir köşede bırakılmama karşın gene zaman zaman benzer çağrılar geliyordu.
Bu papazın da yanına katıldım. Beni, yüksek bir işçi evinin çatı aralığında, çok yoksul, küçük odaya çıkardı.
Orada, bir ot minder üzerinde, soluk almak için sırtını duvara vererek oturmuş, can çekişen garip bir adam buldum.
Bu, derin ve parlak gözleriyle acayip işaretler veren bir tür iskeletti.
Beni görür görmez mırıldandı:
- Beni tanımadınız mı?
- Hayır.
- Ben Moiron'um.
Üzerimden bir titreme geçti, sordum:
- Öğretmen mi?
- Evet.
- Buraya nasıl geldiniz?
- Bunu anlatmak uzun. O kadar vaktim yok... Birazdan öleceğim... Bana bu papazı yollamışlardı. Burada olduğunuzu bildiğim için ben de onu size gönderdim. İtiraflarımı sizin dinlemenizi istiyorum... Önce yaşamımı kurtardığınız için...
Büzülen elleriyle kenevirin arasından yatağının otlarını yakalıyordu. Kısık, ne istediğini bilen ve alçak bir sesle yeniden söze başladı:
- Artık size gerçeği anlatmalıyım... Size... Çünkü dünyadan gitmeden önce onu birine söylemek gerek.
Çocukları öldüren benim... Hepsini de... Ben öldürdüm... Öç almak için!
Dinleyin. Ben namuslu, pek namuslu bir adamdım... Çok namuslu... Çok temiz... ve Tanrı'ya - şu iyiliğin ta kendisi olan Tanrı'ya - hani bize sevgisini öğrettikleri Tanrı'ya tapan bir adam. Yoksa dünyada egemen olan sahte Tanrı'ya, o cellada, o hırsıza, o katile değil... Kötülük yapmamış, kesinlikle çirkin bir davranışta bulunmamıştım. Kimsenin olmadığı kadar temizdim bayım.
Evlenince çocuk sahibi oldum ve onları hiçbir anneyle babanın sevemeyeceği gibi sevmeye başladım. Yalnızca onlar içi yaşıyordum. Onların delisiydim. Üç taneydiler ve üçü de öldüler! Niçin? Neden? Ben ne yapmıştım? İçimde başkaldırı doğdu. Ama korkunç bir başkaldırı. Ve sonra birdenbire gözlerimi, tıpkı bir uykudan uyanır gibi açtım. Ve anladım ki Tanrı, bir suçludur. Çocuklarımı neden öldürmüştü? Gözlerimi açtım ve onun öldürmeyi sevdiğini gördüm. O, bundan başka bir şey sevmez bayım. O, yalnızca yok etmek için yaşatır! Tanrı dediğin, bir kıyımcıdır bayım. Ona her gün ölü gerekir. Hem eğlencesini artırsın diye ölümü her kılığa sokmuştur. Aheste aheste, aylar ve yıllarca eğlenmek için küçük hastalıklarla kazaları yaratmıştır. Canı sıkıldığı zamanlar için salgınları, vebası, kolerası, boğaz yangıları, çiçeği ve benzerleri vardır. Bu canavarın bütün düşündüklerini hiç sayabilir miyim? Fakat bütün bu hastalıklar ona yine az geliyor. Çünkü vakit vakit kendisini savaşlarla oyalamaktadır. Hep iki yüz bin askeri yerde, kan ve çamurda çiğnenmiş, deşilmiş, kolları ve bacakları kopmuş, bir yola yumurta gibi düşen güllelerle kafaları kırılmış görmek için.
Hepsi bu kadar da değil. Birbirlerini yiyen insanlar da yarattı. Ve sonra insanlar kendisine üstün olmaya başlayınca avlasınlar, boğazlasınlar ve yesinler diye hayvanları var etti. Bu da yetişmedi. Bir tek gün yaşayan minicik yaratıklar, bir saat içinde binlercesi ölen sinekler, ezilen karıncalar ve daha düşünemeyeceğimiz neler, neler, ne akla gelmez şeyler ortaya çıkardı. Bütün bunlar birbirlerini vuruyor, birbirlerini avlıyor, birbirlerini kemiriyor ve boyuna ölüyordu. Tanrı da bakıyor ve eğleniyordu. Çünkü o her şeyi, en büyükleri olduğu gibi en küçükleri de, su damlalarındakiler kadar yıldızlardakileri de görür. İşte o, bunları seyrediyor ve keyifleniyordu. Evet o, o sefil!
O vakit, bayım, ben de öldürdüm. Hem de çocukları. Ona oyun ettim. Bu küçükleri o öldüremedi. Hayır, onları o değil, ben öldürdüm! Ve daha birçoklarını da öldürecektim. Fakat beni yakaladınız. İşte bu!
Ölecektim. Kafam kesilecek, ben de geberecektim! Ve o yılan kim bilir ne kadar gülecekti! O zaman bir papaz istedim ve yalan söyledim. İtirafta bulundum. Yalan attım ve yaşadım.
Şimdi, her şey bitti. Artık onun elinden kaçamam. Fakat ondan korkmuyorum bayım; onu çok aşağı buluyorum.
Sık sık soluk alan, bazen ancak işitilebilir sözcükler tükürmek için koca bir ağız açarak hıçkırır gibi konuşan bu sefilin görünüşü korkunçtu. Hırıldıyor, minderin kılıfını yoluyor ve sanki kaçıp kurtulmak istiyormuş gibi hemen hemen kapkara yorganının altında kalemleşmiş bacaklarını kımıldatıyordu.
Ne iğrenç yaratık ve ne iğrenç anı!
Kendisine sordum:
- Artık söyleyeceğiniz bir şey kalmadı ya?
- Hayır bayım.
- Öyleyse hoşça kalın.
- Güle güle bayım, bugün değilse yarın...
Yüksek, karanlık boyunu duvara diken, yüzü kurşunileşmiş papaza döndüm:
- Siz kalıyor musunuz bay rahip?
- Kalıyorum.
O zaman, can cekişen sırıttı:
- Evet, evet o, leşlere karga da yollar!
Ben sıkılmıştım. Kapıyı açtım ve kaçtım.
SİCİM
Harry Alis'e
Köylülerle karıları, Goderville'in çevresindeki bütün yollardan kasabaya doğru geliyorlardı. Çünkü pazar vardı. Erkekler yorucu işlerle, sol omzu kaldırtıp beli çarpıtan saban tutmayla, duruş sağlam olsun diye dizleri birbirinden ayırtan buğday biçmeyle, köyün bütün ağır aksak ve yorucu işleriyle biçimlerini yitirmiş, uzun ve eğri bacaklarının her deviniminde bütün vücutları öne düşerek, rahat rahat ilerliyorlardı. Kolalanmış, cilalı gibi parlamış, yakalarına ve kollarına beyaz iplikten birer küçük resim işlenmiş, kemikli bedenleri üzerinde kabarmış mavi gömlekleri, içinden bir baş, iki kol ve iki ayak çıkan uçmaya hazır birer balona benziyordu.
Bazıları ellerinde urgan, peşleri sıra bir inek veya bir dana sürüklüyordu. Karıları da arkada, henüz yaprakları üzerinde bir dalla, daha hızlı yürüsün diye hayvanın böğürlerini kamçılıyorlardı. Bir yandan da kollarında, şurasından piliç, burasından ördek başları çıkan büyük sepetler götürüyorlardı. Kuru ve dik vücutları, yassı göğüslerinin üzerinde iğnelenmiş küçük ve dar bir şala sarılı, başları, saçlarına yapışık bir beyaz bezle örtülü, tepeleri takkeli, erkeklerinden daha kısa ve daha canlı adımlarla yürüyorlardı.
Arkasından, içine karşılıklı iki sıra konmuş bir yük arabası, yan yana oturan iki adamla dipte, şiddetli sarsıntılardan korunmak için kenarlara tutunan bir kadını, midillisinin aksak tırısıyla acayip bir biçimde hoplata hoplata geçiyordu.
Goderville Alanı'nda bir yığın halk, insanı hayvanı birbirine karışmış bir kalabalık vardı. Öküzlerin boynuzları, zengin köylülerin uzun tüylü yüksek şapkaları, köylü kadınların başlıkları, kalabalığın üstünde sivriliyordu. Keskin, ince, cırlak sesler, bazen neşelenmiş bir köylünün güçlü göğsünden kopan iri bir kahkahanın, bazen de bir evin duvarına bağlı bir ineğin uzun uzun böğürmesinin dindirdiği yabanıl ve sürekli bir uğultu oluşturuyordu.
Her şey ahır, süt ve gübre, kuru ot ve ter kokuyor, kır insanlarına özgü o ekşi, o ağır insan ve hayvan kokusunu çevreye yayıyordu.
Bréautéli Baba Hauchecorne, Goderville'e henüz varmıştı. Alana doğrulacağı sırada yerde küçük bir sicim parçası gördü. Gerçek bir Normandiyalı tutumunda olan Baba Hauchecorne, işe yarar her şeyin toplamaya değdiğini düşündü. Romatizması olduğu için zorlukla eğildi. İnce ip parçasını yerden aldı. Tam onu dikkatle sarmaya hazırlanırken saraç Malandin ustanın kapısının eşiğinde kendisine baktığını fark etti. Önce bir yular yüzünden aralarında tartışma çıkmıştı ve ikisi de kinci olduğundan küs kalmışlardı. Baba Hauchecorne düşmanının, kendisini böyle çamurdan bir siçim parçası çıkarır görmesinden bayağı utandı. Bulduğunu çarçabuk gömleğinin altına, sonra da kısa pantolonunun cebine sakladı. Arkasından yerde yine bir şey arıyor ve bulamıyor gibi yaptı ve başı ilerde, ağrıdan iki büklüm, pazara doğru gitti.
Bitmez pazarlıklarla çalkalanan şamatalı ve durgun kalabalığın içinde hemen gözden yitti. Köylüler inekleri yokluyor, duraksamayla, hep aldatılmak korkusu içinde karar vermeye hiç cesaret edemeden, satıcının gözünün içine bakarak, boyuna insanın hilesini ve hayvanın kusurunu bulmaya çalışarak gidiyor, sonra yine geri geliyorlardı.
Kadınlar büyük sepetlerini boşaltarak ayaklarının dibine koymuşlar, ayakları bağlı, gözleri şaşkın, ibikleri morarmış kümes kuşlarını yere dizmişlerdi.
Verilen fiyatları dinliyorlar, tavırları soğuk, yüzleri donuk, kendi fiyatlarını ileri sürüyorlar yahut da kırık fiyatı birdenbire kabul ederek ağır ağır uzaklaşan müşteriye haykırıyorlardı:
- Hadi öyle olsun, Baba Anthime; o fiyata veriyorum!
Sonra alan yavaş yavaş boşaldı ve çan öğle duasını çalınca çok uzaktan gelenler hanlara dağıldı.
Jorudain'de geniş avluyu her türden taşıt, yük arabası, fayton, yarı yük ve yarı binek arabası, iki tekerlekli, üstü açık binek arabası, çamurdan sapsarı parça ekli, biçimsiz, çifte oklarını gökyüzüne ikişer kol gibi kaldırmış yahut da burnu yerde arkası havada bir sürü hafif yük arabası doldurduğu gibi büyük salon da yemek yiyenlerle tıka basaydı.
Masaya oturanların tam karşısında, kocaman ocak, parlak bir ateşle dolu, sağ sıradakilerin sırtına sırtına güçlü bir sıcaklık püskürüyordu. Piliç, güvercin, hayvan budu geçirilmiş üç şiş dönüp duruyor ve nefis bir kızartma, kızarmış derinin üzerinden süzülen bir yağ kokusu ocaktan çıkarak neşeleri tutuşturuyor, ağızları sulandırıyordu.
Bütün saban kalantorları orada, hatırı sayılır bir altın babası olan hancı ve cambaz Jourdain ustanın dükkanında yemek yiyordu.
Tabaklar geçiyor, sarı elma şarabı çamçakları gibi onlar da boşalıyordu. Herkes işini, ne alıp ne sattığını anlatıyordu. Ürün haberleri öğreniliyordu. Hava yeşillikler için iyi, fakat ekin için biraz uygunsuzdu.
Birdenbire avluda, yapının önünde trampet çalındı. Birkaç tasasız bir yana, herkes fırladı ve lokma ağızda peşkir elde, kapıya, pencerelere koştu.
Tellal trampet çalışını bitirdikten sonra kâh yükselen, kâh alçalan bir sesle, tümcelerini yersiz yersiz bölerek haykırdı:
- Goderville halkına ve genellikle pazarda bulunan herkese, bu sabah Beuzeville yolu üzerinde saat dokuzla on arasında, içinde beş yüz frankla bazı iş kâğıtları bulunan siyah meşin bir cüzdan yitirildiği duyurulur. Bunun hemen belediye dairesine yahut da Manneville'den Baba Fortune Houlbreque'e getirilmesi rica olunur. Ödülü yirmi franktır.
Sonra adam gitti. Uzakta trampetin boğuk gürültüsü ve tellalın zayıflayan sesi bir kez daha duyuldu.
Bunun üzerine Baba Houlbreque'in cüzdanını bulma veya bulamama olasılıkları sayılıp dökülerek hep bu olaydan söz edilmeye başlandı.
Ve yemek bitti.
Kahvenin sonu da alınırken eşikte jandarma onbaşısı göründü.
- Bréauté'den Baba Hauchecorne burada mı? diye sordu.
Masanın öteki ucuna oturmuş olan Baba Hauchecorne yanıt verdi.
- Buradayım.
Onbaşı: - Baba Hauchecorne, dedi; benimle lütfen belediyeye gelir misiniz? Bay Başkan, sizinle görüşmek istiyor.
Köylü şaşırmış, meraklanmış, küçük fincanını bir yudumda boşalttı, kalktı ve her dinlenmeden sonra attığı ilk adımlar ona pek zor geldiği için sabahkinden daha iki büklüm:
- Geliyorum, geliyorum; diye yineleyerek yola düzüldü.
Ve onbaşının ardından gitti.
Belediye Başkanı, bir koltuğa oturmuş, onu bekliyordu. Kendisi, oranın noteriydi. İri, ciddi, lûgat paralar bir adamdı.
- Baba Hauchecorne, dedi; Manneville'den Baba Houlbreque'in yitirdiği cüzdanı sizin bu sabah Beuzeville yolu üzerinde bulduğunuzu görmüşler.
Köylü, ne diyeceğini şaşırmış, nasıl olduğunu anlamadan üzerine çöken bu kuşkuyla şimdiden korkmuş, Başkan'a bakıyordu.
- Ben, ben mi bu cüzdanı bulmuşum?
- Evet, siz.
- Şerefsizim, haberim bile yok.
- Ama görmüşler.
- Beni, beni mi görmüşler? Kim bu beni gören?
- Saraç Bay Malandain.
Yaşlı adam, o vakit anımsadı, anladı ve öfkeden kızararak:
- Ah! dedi; o aşağılık herif beni görmüş ha? Onun aldığımı gördüğü şey, işte şu sicim, Bay Başkan.
Ve cebinin dibini karıştırarak küçük ip parçasını çıkardı.
Fakat kolay kolay inanmayan Belediye Başkanı başını sallıyordu.
- Sözüne güvenilir bir adam olan Bay Malandain'in bu sicimi cüzdan sanabileceğine beni inandıramazsınız, Baba Hauchecorne.
Köylü, kızgın kızgın elini kaldırdı, onurlu bir insan olduğunu iyice belirtmek için yana tükürdü.
- Bununla birlikte Tanrı'nın bildiği gerçek, asıl gerçek bundan ibaret, bay başkan, diye yineledi; böyle değilse şuradan sağ esen çıkmayayım.
Belediye başkanı sürdürdü:
- Hatta onu aldıktan sonra çamurda uzun zaman, bir para yuvarlanmış olmasın diye aranmışsınız.
Adamcağız nefret ve korkudan tıkanıyordu.
- Bunlar da söylenebiliyor ha? Namuslu bir adamı lekelemek için böyle yalanlar da uydurulabiliyor ha? Uyduruluyor ha?..
Boşuna tepindi. Kimse kendisine inanmadı.
Bay Malandain'le yüzleştirildiler. O, söylediklerini yineledi ve bunda diretti. Bir saat sövüştüler. Onun istemesiyle Baba Hauchecorne'un üstü arandı. Bir şey bulunamadı.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Jules Amcam Seçme Hikayeler - 4
- Büleklär
- Jules Amcam Seçme Hikayeler - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4047Unikal süzlärneñ gomumi sanı 214232.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Jules Amcam Seçme Hikayeler - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4094Unikal süzlärneñ gomumi sanı 213632.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Jules Amcam Seçme Hikayeler - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4022Unikal süzlärneñ gomumi sanı 224633.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.54.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Jules Amcam Seçme Hikayeler - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4057Unikal süzlärneñ gomumi sanı 216631.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.54.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Jules Amcam Seçme Hikayeler - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3965Unikal süzlärneñ gomumi sanı 225829.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Jules Amcam Seçme Hikayeler - 6Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4036Unikal süzlärneñ gomumi sanı 226632.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.54.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Jules Amcam Seçme Hikayeler - 7Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3821Unikal süzlärneñ gomumi sanı 198434.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.56.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.