Cemile - 1
Süzlärneñ gomumi sanı 3891
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2243
30.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
43.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
51.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Cengiz Aytmatov
Cemile
Öğretmen Duyşen
CEMİLE
O basit çerçeveli küçük resmin yine karşısındayım işte. Köye
gidiyorum yarın sabah; resme uzun uzun, dikkatle bakıyorum,
yolculuk için bana bir şeyler söyleyecek sanki.
Resim sergilenmedi. Üstelik, köyden akrabalar gelince hemen
kaldırıyorum onu, saklıyorum. Sanat eseri sayılmaz gerçi, ama
utanılacak bir şey de değil. İçindeki toprak kadar yalın.
Arkada soğuk bir sonbahar göğü çizili; ötelerde, sıradağlar üstünde
kaçan bulutları kovalayan rüzgar. Önde, kurumuş pelinlerle kaplı
bozkır, son yağmurlarla ıslanmış, kararmış yol; iki yanında kırık
çalılar. Çamurlu yolda iki yolcunun ayak izleri durmakta. Yol
uzaklarda silinip giderken izler de belirsizleşiyor. Birer adım daha
atsalardı, çerçevenin arkasında kaybolacaklardı sanki. Biri... Ama
sırayla anlatayım.
Her şey ben çocukken oldu. Savaşın üçüncü yılıydı. Uzaklarda bir
yerlerde, Kurak'da, Orel'de, babalarımız, ağabeylerimiz düşmanla
savaşırken bizler, on beş yaşındaki çocuklar, kolhozda çalışıyorduk.
Cılız, gencecik omuzlarımız, koca adamların işini yüklenmişti. En
gücü de hasat zamanıydı. Haftalarca evden uzak kalır, günlerimizi,
gecelerimizi tarlada, harman yerinde ya da istasyon yolunda ekin
taşımakla geçirirdik.
Oraklarımızın ekin biçmekten sanki kor kesildiği o kavurucu
günlerin birinde, boş arabamla istasyondan dönerken eve uğrayayım
dedim.
Sokağın taa sonunda, ırmağın yanındaki tepecikte iki ev vardır;
sağlam bir duvarla çevrilidir ikisi de, duvarın ötesinde uzun kavaklar
yükselir. Bizim evlerimizdir bunlar. Ailelerimiz uzun yıllar yan yana
yaşamıştır. Ben, Büyük Ev'dendim. İki ağabeyim vardı, ikisi de
bekardı, ikisi de cephedeydi, uzun zamandır ikisinden de haber
alamıyorduk.
Babam ihtiyar bir dülgerdi. Seher vakti sabah duasını ettikten sonra,
ortak avludaki atölyesinde çalışmaya gider, akşamın geç saatlerine
kadar da orada kalırdı.
Anamla kız kardeşim evden çıkmazlardı.
Yakın akrabalarımız bitişikte, köylülerin Küçük Ev dediği yerde
otururlardı. Ya dedelerimizin dedeleri ya da büyük dedelerimizin
dedeleri kardeşmiş, yine de yakın akrabalarımız sayardım onları,
çünkü bir aile gibi yaşardık. Atalarımızın göçebeliğinden kalma bir
şeydi bu; büyük dedelerimiz bir yerde konaklar, hayvanlarını bir arada
otlatırmış. Aynı geleneği sürdürüyorduk. Köyde kolektifleştirme
olduğu zaman babalarımız evlerini yan yana kurmuşlar. Aslında,
hepimiz bir obadan geliyordukköyde ırmak boyunca uzanan
Aralskaya Sokağı'nda oturan herkes, aynı soyun torunlarıydı.
Kolhoza katıldığımızdan kısa bir süre sonra Küçük Ev'in erkeği
ölmüş; dul karısıyla iki küçük oğlanı bırakmış geriye. O sıralar köyde
hala geçerli olan eski oba geleneğine göre, oğul sahibi dul kadınlar
topluluktan ayrılmazlarmış; babamın kadınla evlenmesi
kararlaştırılmış. Ölen adamın en yakın akrabası olduğu için, atalarına
saygı duyan babam bu görevi yerine getirmiş.
İkinci ailemiz böyle kurulmuş işte. Küçük Ev'in kendi toprağı, kendi
hayvanları vardı; ama gerçekte bir arada yaşıyorduk.
Küçük Ev de iki oğlunu savaşa yollamıştı. Çocukların büyüğü Sadık,
evlendikten kısa bir süre sonra gitmişti. Seyrek olmasına rağmen,
ikisinden de mektup alıyorduk.
Böylece iki kişi kalmıştı Küçük Ev'de: kiciapa, yani Küçük Ana
dediğim kadın, bir de gelini, Sadık'ın karısı. İkisi de sabahtan akşama
kadar kolhozda çalışırlardı. Küçük anam iyi, saygılı, uysaldı; hendek
kazmada olsun, tarla sulamada olsun, gençlerden geri kalmazdı.
Kader, hamarat bir gelin vermişti ona. Cemile, tam ona yakışır bir
kızdı; yılmak nedir bilmezdi, canlıydı, dipdiriydi.
Cemile'yi severdim. O da beni severdi. Yakın arkadaştık, ama
birbirimizi ilk adlarımızla çağıramıyorduk. Ayrı ailelerden gelseydik,
hiç çekinmez, Cemile derdim ona. Ama ağabeyimin karısı olduğu için
ben ona yenge, o da bana kiçine bala, yani küçük çocuk demek
zorundaydık. Küçük değildim, yaşlarımız arasında pek az fark vardı.
Köylerimizin geleneği bunu gerektiriyordu: gelinler, kocalarının
küçük kardeşlerine kiçine bala derlerdi.
Anam, iki evin işine de bakardı. Kız kardeşim yardım ederdi ona;
örgülü saçlarını hep iple bağlayan tatlı bir kızdı. O güç yıllarda nasıl
çalıştığını hiç unutamam. İki evin kuzularını, buzağılarını otlağa
götüren oydu; yakmak için tezek ve çalı çırpı toplayan oydu.
Cephedeki oğullarından haber alamayan anamın kara düşüncelerini
dağıtan, yalnız günlerini ışıtan oydu, kalkık burunlu kardeşimdi.
Büyük ailemiz, dirlik içinde yaşamasını anama borçluydu. İki evi de o
çekip çevirirdi. Göçebe dedelerimizin yanına geldiğinde gencecik bir
kızmış; iki aileyi kimseye haksızlık etmeden yöneterek, onların
anısına bir çeşit saygı gösteriyordu. Akıllılığından, hakseverliğinden,
hamaratlığından ötürü bütün köy halkının saygısını kazanmıştı. Evi
yöneten oydu. İşin aslında, köylülerin hiçbiri ailenin başı saymazdı
babamı. Ah, ustaya gitme, o sadece kendi baltasının dilinden anlar.
Her şeyin başı Koca Ana. Bir şey danışacaksan ona danış, derlerdi.
Küçük olmasına küçüktüm, ama ağabeylerim savaşa gittikleri için,
benim de sözüm geçerdi ailede. Çoğu kere, iki ailenin bir başı diye
takılırlardı bana, bazen de ciddi ciddi, evin erkeğinin ben olduğumu
söylerlerdi. Doğrusu gurur duyardım bundan, derin bir sorumluluk
duygusuna kapılırdım. Anam da isterdi sorumluluk duymamı.
Günlerini rende rendelemekle, tahta kesmekle geçiren babam gibi
olmayayım, akıllı, tutkulu bir çiftçi olayım isterdi.
Neyse, arabamı bir söğüdün gölgesine çektim, dizginleri gevşettim,
avluya giderken bizim küme başkanı Orozmat'ı gördüm. At
sırtındaydı, koltuk değneğini eyere bağlamıştı yine. Anam yanında
duruyordu onun. Tartışıyorlardı. Yaklaşınca, anamın sözlerini
duydum:
Olmaz! Allah korkusu yok mu sende? Kadınların arabaya çuvalı
yüklemesi duyulmuş şey mi? Olmaz yiğidim, bırak gelinimi, şimdiye
kadar nasıl çalıştıysa yine öyle çalışsın. Benim zaten çalışmaktan
güneşi gördüğüm yok. Sen dene bakalım, bir evin içinde iki evi çekip
çevirmek nasıl oluyormuş? İyi ki kızım büyüdü de arada bir el
uzatabiliyor bana. Bir haftadır sırtımın ağrısından belimi
doğrultamıyorum. Her yanım keçe gibi oldu. Şu mısırlara bak,
susuzluktan kuruyorlar! Konuşurken, başörtüsünün ucunu yakasının
altına sokuyordu boyuna; öfkelenince hep öyle yapardı.
Orozmat, öne eğilerek, Anlamıyor musun? diye bağırdı.
Bacağımda şu kütük yerine doğru dürüst bir ayak olsaydı sana gelir
miydim? Kendim yüklerdim çuvalları, atları da kendim kırbaçlardım
eskisi gibi! Biliyorum, kadın işi değil bu, ama erkeği nereden
bulayım? İşte onun için askerlerin karılarını çağırıyoruz ya! Gelinini
bırakmazsan, kolhoz başkanı benim tepeme biner. Askerler ekmek
ister, zaten planı uygulayamıyoruz. Anlasana!
Kırbacımı yerde sürüyerek yanlarına vardım. Küme başkanı beni
görünce gülümsedi; aklına bir şey gelmişti anlaşılan.
Gelinini o kadar düşünüyorsan, kiçine bala'sı ona gözkulak olur.
Beni gösterdi keyifle. Hiç korkma! Seyit koca adam sayılır artık.
Ekmeğimizi onun gibileri sağlıyor; bizi düzlüğe de onlar çıkaracaklar.
Anam dinlemedi bile onu.
Üstüme yürüyerek, Şu haline bak! Serseri! diye bağırdı. Saçın
yeleye dönmüş! Baban da ne babaymış ya oğlunun saçını bile
kesmeye vakti yok.
Orozmat, İyi öyleyse, bugün evde kalıp saçını kestirsin, dedi.
Seyit, bugün burada kalır, atlara bir araba veririz. Birlikte
çalışırsınız. Ama ondan seni sorumlu tutuyorum. Artık canın
sıkılmasın, baybiçe, Seyit gelinine gözkulak olur. Hem Daniyar'ı da
yollarım. Tanırsın, sessiz sedasız bir oğlandır, askerden yeni geldi.
Ekini üçü taşırlar istasyona, gelinine de kimse dokunamaz. Yalan mı?
Sen ne dersin, Seyit? Cemile'yi sürücü yapalım diyoruz, anan
yanaşmıyor. Artık ananın gönlünü etmek sana düşer.
Orozmat'ın övgüsünden hoşlanmıştım, koca adam yerine koymuştu
beni. Hem istasyona Cemile'yle gitmek güzel olacaktı doğrusu. Ciddi
ciddi kaşlarımı çatarak anama döndüm:
Ne olacak Cemile'ye? Kurt mu kapacak?
Kırk yıllık sürücü gibi dişlerimin arasından tükürüp
önemli, biriymişim gibi yürüdüm, kırbacımı da yerde sürüyordum hala.
Anam, şaşkınlıkla, Şuna bakın! diye bağırdı. Hoşlanmasına
hoşlanmıştı davranışımdan, ama söylemeden edemedi: Kurda
kuzuya aklın mı erer senin?
Onun aklı ermez de kimin erer? dedi Orozmat. Seyit iki ailenin bir
başı göğsün kabarsın! Anamın yine direneceğinden korkuyordu.
Nerde... Seyit daha çocuk; ama çocukluğuna bakmaz, gece gündüz
çalışır. Yiğitlerimizin nerede olduğunu Allah bilir. Evlerimiz,
terkedilmiş konak yerlerine döndü.
Oradan uzaklaştığım için anamın bütün sözlerini duyamadım.
Ardımda bir toz bulutu kaldırarak evin köşesini döndüm, kapıya
yöneldim; bu arada, kardeşimin gülümsemesini bile karşılıksız
bıraktım. Avluya çökmüş, tezek yapıyordu. Kapının oraya varınca
çömeldim; testiden su alıp ellerimi yıkadım. Odaya girdim sonra, bir
tas ayran içtim, bir tas ayran da pencerenin önüne koyup içine ekmek
doğradım.
Anamla Orozmat avludaydılar hala; artık tartışmıyorlar, alçak sesle
bir şeyler konuşuyorlardı. Ağabeylerimin sözünü ediyorlardı herhalde.
Anam, yeniyle gözlerini siliyor, Orozmat'ın her dediğine baş
sallıyordu. Besbelli, Orozmat anamı avutmaya çalışıyordu. Uzaklara,
ağaçların tepelerine bakıyordu anam; sanki oralarda bir yerde
oğullarını görecekti.
Benim tasalı anacığım, Orozmat'ın isteğini galiba kabullendi. Küme
başkanı amacına ulaşmıştı, keyifle atını kırbaçladı, çekti gitti. Bunun
neye varacağını o anda ne anam biliyordu, ne de ben.
Cemile'nin iki atlı bir arabayı rahatça kullanacağından hiç kuşkum
yoktu. Atların huyundan anlardı, Bakair'li bir at bakıcısının kızıydı
çünkü. Sadık da at bakıcısıydı. Söylendiğine göre, bahar yarışlarında
Cemile'yi geçememiş Sadık. Bu yüzden de onu kaçırmış. Ama başka
söylentiler de vardı: Cemile'yle Sadık birbirlerine sevdalanmışlar.
Evlilikleri dört ay sürmüştü sadece. Sonra savaş çıkmış, Sadık'ı askere
çağırmışlardı.
Niye, bilmiyorumbelki de babasının tek çocuğu, hem oğlu hem kızı
olduğu, küçük yaştan atlarla uğraşmaya alıştığı içinerkeksi bir hava
vardı Cemile'de; bir erkek sertliği, bir erkek kabalığı vardı; erkek gibi
de kıyasıya çalışırdı. Öteki kadınlarla iyi geçinirdi ama biri haksız
yere kendine yüklenirse altta kalmazdı; bazı bazı kadınlardan birini
saçlarından tutup sürüdüğü bile olurdu.
Komşular gelip yakınırlardı:
Ne biçim gelininiz var? Şunun şurasında geleli kaç gün oldu? Her
şeye burnunu sokuyor! Ne saygı biliyor, ne utanma!
Anam, İyi ki öyle! diye cevap verirdi. Benim gelinim her şeyi
adamın yüzüne söyler. Arkasından konuşmaz. Bir de kendi kızlarınıza
bakın; görünüşte hepsi erdemli. Ama çürük yumurtaya benzer erdem:
dışı güzeldir, pırıl pırıldır...bir de içini kokla bakalım.
Babamla küçük anam, Cemile'ye hiç de kaynana, kaynata gibi sert
davranmıyorlardı. Seviyorlardı onu; tek istekleri, Cemile'nin bir
Allah'a bir de kocasına inanmasıydı.
Onları anlıyordum. Dört oğullarını savaşa yolladıkları için, iki evin
bir gelini Cemile'ye sımsıkı sarılmışlardı; üstüne titriyorlardı onun.
Ama kendi anamı anlamıyordum. Birine sevgi gösterecek kadın
değildi anam. Sertti, huysuzdu. Kendi kafasının dikine gider, kimseyi
dinlemez, ne biliyorsa onu yapardı. Sözün gelişi, baharda havalar
ısınmaya başlayınca, babamın gençlik yıllarında yapmış olduğu çadırı
kurar, katırtırnağı yakarak tütsülerdi. Bizi de hamarat insanlar olarak
yetiştirmişti; büyüklerimize saygı göstermemizi, her isteğine boyun
eğmemizi isterdi.
Cemile öteki gelinlere pek benzemiyordu. Doğru, büyükleri sayardı
saymasına, ama ezilmezdi de. Öteki gelinler gibi, kimsenin arkasından
konuşmazdı. Düşündüğünü, hiç çekinmez, açık açık söylerdi. Anam
desteklerdi onu. Son söz anamdaydı.
Galiba Cemile'yi, açık yürekliliği ve hakseverliğinden ötürü,
kendisiyle bir tutuyor, onun ileride aileye yaraşır bir baybiçe
olabileceğini düşünüyordu.
Sık sık, Allaha dua et, kızım, iyi bir aileye düştün, derdi. Talihin
varmış. Kadının mutluluğu çocuk doğurmak, kalabalık bir evde
yaşamaktır. Allaha şükür, bir eksiğimiz yok, nemiz varsa sizlere
kalacak. Onurunla yaşarsan mutlu olursun. Unutma bunu!
Ama Cemile, bir bakımdan iki kaynanasını da tedirgin ediyordu: çok
şendi. Hala çocuktu sanki. Durup dururken gülmeye başlardı. İşten
dönerken de ağır ağır yürümez; arkın üstünden atlayıp koşa koşa
avluya dalar, kaynanalarına sarılır, onları öper öperdi.
Cemile türkü söylemeyi severdi. Büyüklerinin yanındayken bile hiç
çekinmez, türkü mırıldanırdı hep. Köyümüzde gelinlerin böyle
davranması olacak şey değildi tabii. Ama iki kaynana da, Cemile'nin
zamanla durulacağını söyleyerek ses çıkarmazlardı. Gençliklerinde
kendileri de öyle yapmamışlar mıydı? Bana kalırsa, dünyada
Cemile'den iyisi yoktu. Birlikte eğlenir, avluda koşmaca oynar,
boyuna gülerdik.
Cemile çok, güzeldi. Uzun boyluydu, incecikti; düzgün saçlarını
sımsıkı örer, boynunun iki yanından sarkıtırdı; beyaz yazmasını
bağlardı başınaesmer tenine o beyaz yazma nasıl da yakışırdı!
Gülümsediği zaman simsiyah, badem gibi gözleri ışıl ışıl olurdu; bir
sevda türküsüne başlamaya görsün, sevdayla tutuşurdu gözleri.
Köyün yiğitleri, hele cepheden dönenler, onu görünce büyülenirlerdi
sanki. Gözümden kaçmazdı. Cemile herkese takılmayı severdi, ama
karşısındaki biraz ileri giderse ağzının payını verirdi. Pek
hoşlanmazdım bundan. Çocuklar ablalarını nasıl kıskanırsa, ben de
Cemile'yi öyle kıskanırdım; yanında bir delikanlı görsem hemen araya
girerdim. Şöyle bir kabarır, ters ters bakardım delikanlıya. Yavaş gel.
O benim ağabeyimin karısı; sahipsiz belleme!der gibi.
Böyle durumlarda lafa karışır, karşımdakileri alaya almak isterdim.
Beceremeyince süngüm düşerdi, küskün küskün bir yana çekilirdim.
Delikanlılar gülmekten kırılırlardı:
Şuna bak! Kız, herhalde yengesi olacak! Allah Allah? Sahi, yengesi
mi acep?
Kendimi tutmaya çalışırdım, kulaklarım kor kesilir, gözlerim dolardı.
Ama Cemile, yengem, beni anlardı. Yüreğinden kopan kahkahaları
bastırır, ciddi bir havaya bürünürdü hemen. Sonra da bir güzel haşlardı
delikanlıları:
Ne yani? Evli barklı kadınların işi yok da sizinle mi kırıştıracak?
Belki sizin orada adet öyledir, ama bizim kitabımızda yoktu bu! Gel,
kiçine bala, sen onlara kulak asma!Sonra başını geriye atar, çalımlı
çalımlı yürür giderdi; yolda kendi kendine gülümsediğini görürdüm.
O gülümseyişte hem tedirginlik, hem de bir çeşit sevinç vardı. Belki
de, Sersem çocuk! Canım istese beni kim tutabilir sanki? Bütün aile
karşıma çıksa, yine bildiğimi okurum!diye düşünürdü. Susardım,
hiç konuşmazdım. Evet, kıskanıyordum Cemile'yi, ona tapıyordum;
yengem olduğu için, güzel olduğu için, kimseye aldırmadığı için gurur
duyuyordum. Dosttuk, birbirimizden saklımız gizlimiz yoktu.
Savaş sırasında köyde pek az erkek kalmıştı. Bunu fırsat bilen bazı
gençler küstahça davranıyor, kadınları hor görüyorlardı. Ne diye
peşlerinden koşacaksın, elini sallasan ellisi! diyorlardı sanki.
Bir keresinde, ot biçerken, uzak akrabamız Osman, Cemile'ye
sataşmaya kalktı. Bütün kadınların kendisine tutkun olduğunu
sananlardandı Osman. Cemile onu elinin tersiyle itti; gölgesinde
dinlendiği saman yığınının altından kalktı.
Rahat bırak beni! dedi öfkeyle. Senin gibi aygırlardan da başka
şey beklenmez ya!
Osman, saman yığınının altında kalakaldı.
Nemli dudaklarını büzerek, Kedi erişemediği ciğere pis dermiş,
diye söylendi. Ne diye ağıra satıyorsun kendini? Aslında için gidiyor.
Cemile hırsla döndü.
Gidiyorsa gidiyor! İşim kalmadı da sana mı yüz vereceğim? Yüz yıl
dul kalırım da senin gibilerin suratına bile tükürmem midemi
bulandırıyorsun! Savaş olmasaydı, kimse selam bile vermezdi sana!
Osman, sırıtarak, İyi ya işte! Savaştayız, kocanın kamçısını
yemediğin için kuduruyorsun! dedi. Ah, benim karım olacaktın ki
sen... başka türlü konuşurdum.
Cemile az kalsın üstüne atılacaktı onun, ama değmez diye cevap
vermedi. Kinle bakıyordu Osman'a. Tiksintiyle tükürerek yabasını
aldı, oradan uzaklaştı.
Saman yığınının ardında bir arabadaydım. Cemile beni görür görmez
yolunu değiştirdi; anlamıştı içimden geçenleri. Sanki o değil de ben
aşağılanmıştım, öyle bir duygu vardı içimde. Canım sıkılmıştı;
Cemile'yi azarladım.
Onun gibilere niye yüz veriyorsun? Bunlarla konuşmaya bile
değmez!
Cemile gün boyunca bir yağmur bulutu gibi sıkıntılıydı. Ağzını açıp
tek kelime söylemedi; gülmedi de. Arabamı sürüp yanına yaklaştım,
yabasını bir saman yığınına sapladı; kaldırdığı samanı yüzünün
önünde tutuyorduacısını gizlemek istiyordu sanki. Hiç durmuyor,
boyuna çalışıyordu. Arabayı çabucak doldurdu. Uzaklaşırken dönüp
ardıma baktım: yabasının sapına dayanmış, düşünüyordu. Ansızın
irkilip işine koyuldu yine.
Son arabayı da yükledikten sonra, uzun uzun güneşin batışını
seyretti, başka her şeyi unutmuştu dünyada. Orada, ırmağın ötesinde,
Kazak bozkırının sonunda, hasat güneşi bir tandır gibi alev alevdi.
Dağınık bulutları kızartarak, alacakaranlığın gölgelerine bürünmüş
mor bozkıra son ışıklarını saçarak ağır ağır batıyordu. Cemile, bir
mucizeye tanık oluyormuş gibi, hayranlıkla seyretti güneşin batışını.
Yüzü ışıl ışıldı, aralık dudaklarında bir çocuk gülümsemesi vardı. İşte
o zaman, hala dilimin ucundaki söylenmemiş azarları cevaplandırdı,
kaldığımız yerden konuşmaya devam etti:
Artık düşünme onu, kiçine bala; sen ona bakma! Değmez. Güneşin
solan ucunu seyrederek sustu. İçini çekti sonra, düşünceli düşünceli,
Osman gibileri, insanın yüreğinden geçenleri ne bilir? Kimseler
bilmez bunu. Belki de bunu bilecek tek adam bile yok dünyada, diye
ekledi.
Ben tam atları çeviriyordum ki, Cemile koşa koşa kadınların yanına
gitti; gülüşmeye başladılar. Ansızın nasıl değişivermişti, aklım ermedi
belki güneşin batışı rahatlatmıştı onu, belki de bütün gün çalışmak
mutlu kılmıştı. Arabada oturup Cemile'ye baktım. Başından beyaz
yazmasını çıkarıp, biçilmiş gölgeli çayırda bir kızın ardından
seğirtiyordu; iki yana açmıştı kollarını, rüzgar eteğini savuruyordu.
İçimdeki bütün sıkıntılar uçup gitti ansızın. Osman serserisinden bize
ne?
Atları kırbaçlayarak, Deeh! diye bağırdım.
O gün küme başkanının sözünü dinledim; babamın eve gelip
saçlarımı kesmesini bekledim. O arada oturup ağabeyim Sadık'ın
mektubuna cevap yazdım. Bu işin bile belirli kuralları vardı.
Kardeşlerim, mektuplarını babama yazarlardı; postacı zarfı anama
verirdi; onları okumak, cevaplandırmak ise benim görevimdi. Daha
zarfı açmadan, Sadık'ın neler yazdığını kelimesi kelimesine bilirdim;
mektupları, bir sürünün koyunları gibi birbirlerine benzerdi hep.
Sadık, hepimize sağlık dileyerek başlardı mektubuna, sonra şöyle
derdi: Bu mektubumu, mis kokulu yemyeşil Talas'da oturan
akrabalarıma, saygıdeğer büyüğüm babam Yolcubay'a postayla
göndermekteyim... Sonra anama, anasına hepimize sırayla selam
ederdi. Arkadan, köyün aksakallarının, yakın akrabalarımızın
sağlıklarını sorar, sanki aceleyle eklenmiş bir cümleyle mektubunu
bitirirdi: Karım Cemile'ye de selam ederim.
Tabii anası babası hayattaysa, köy aksakallarla, hısım akrabayla
doluysa, önce karısına selam edemez insan hele mektup, hiç
yazamaz! Yalnız Sadık değil, aklı başında herkes böyle yapardı.
Yerleşmiş bir gelenekti bu, tartışma götürmezdi, iyi olup olmadığını
düşünmezdik bile. Hem ne önemi vardı zaten, uzun zamandır yolu
gözlenen mektup, ortalığa mutluluk saçardı.
Anam birkaç kere okuturdu mektubu. Sonra kağıdı nasırlı ellerine
alır, uçup gidecek bir kuşmuş gibi dikkatle tutar, sert parmaklarıyla
üçgen biçiminde katlardı.
Gözyaşları içinde titreyerek; Ah yavrucuklarım, mektuplarınızı muska
gibi saklayacağız! derdi. Anasının, babasının, akrabalarının nasıl
olduğunu soruyor. Nasıl olacağız? Bize ne olacak, köyümüzdeyiz işte. Asıl
siz nasılsınız? Arada bir iki satır yazıp sağlığınızı bildirin, yeter. Başka bir
şey istediğimiz yok.
Anam uzun uzun bakardı kağıda. Sonra mektubu küçük bir meşin
keseye, öteki mektupların yanına koyar, sandığa kaldırırdı.
Daha öncekiler gibi, Sadık'ın bu mektubu da Saratov'dan
postalanmıştı. Orada hastanedeydi Sadık: Allahın izniyle güzden önce
köye geleceğini yazıyordu. Aynı şeyi eski mektuplarında da yazmıştı;
kavuşacağımız günü hasretle bekliyorduk.
Postacı geldiğinde Cemile evde olursa, mektubu okumasına izin
verilirdi. Kağıdı daha eline alırken kızarırdı yengem. Satırları
yutarcasına okur, okudukça omuzları çöker, yanaklarının kızartısı
geçerdi. Kaşlarını çatardı, son satırlara bakmazdı bile; ödünç aldığı bir
şeyi geri veriyormuşçasına, mektubu soğuk soğuk anama uzatırdı.
Anam, gelinin halinden anlar, onu neşelendirmeye çalışırdı. Sandığı
kilitlerken, Ne var? derdi. Sevineceğine kederlendin! Sadece senin
kocanı mı aldılar askere? Üzülen bir tek sen misin sanki. Bütün millet
kan ağlıyor. Herkes gibi katlanacaksın. Senden başka yalnız kalan,
kocasını özleyen yok mu? Ne kadar üzülürsen üzül, sen sen ol,
üzüntünü kimseye belli etme, kendine sakla.
Cemile bir şey demezdi; ama kederli, inatçı yüreğiyle konuşurdu
sanki: Ah, anacığım, anlamıyorsun, anlamıyorsun.
Evde kalmadım o gün geceleri uyuduğum harman yerine gittim.
Atları yonca tarlasına salıverecektim. Kolhoz başkanı, hayvanları
orada otlatmamıza izin vermiyordu; ama atlarımızın besili olmalarını
istediğim için aldırmıyordum bile. Geniş hendekte gözden ırak bir yer
vardı, üstelik gecenin karanlığında kim fark ederdi? O gece atları
çözüp de otlağa götürdüğümde, hendekte dört at daha gördüm.
Öfkelendim tabii. İki atlı bir arabanın sürücüsü olarak öfkelenmeye de
hakkım vardı doğrusu. Öteki atları hemen kovalamayı, benim
otlağıma giren o saygısıza iyi bir ders vermeyi kararlaştırdım. Ansızın
Daniyar'ın iki atını tanıdım. Daniyar, o gün küme başkanının sözünü
ettiği delikanlıydı. Ertesi sabahtan itibaren birlikte çalışacağımız için
atlarına ilişmedim, harman yerine döndüm.
Daniyar oradaydı. Arabasının tekerleklerini yağlamış, oku
pekiştiriyordu.
Daniyar, hendekteki atlar senin mi? diye sordum. Ağır ağır başını
çevirdi.
İkisi benim.
Ötekiler?
Onlar... neydi adı... Cemile'nin. Yengen mi olur?
Evet.
Küme başkanı getirdi onları, göz kulak olmamı söyledi. Atları iyi
ki kovalamamışım!
Gece bastırdı, dağlardan kopup gelen akşam rüzgarı dindi. Harman
yerinde çıt yoktu şimdi. Daniyar, bir saman yığınının altına, yanıma
uzandı, bir süre sonra kalkıp ırmağa doğru yürüdü. Sırtı bana dönük,
elleri arkasında, ırmak kıyısında durdu, başını yana eğmişti. Uzun,
incecik gövdesi ay ışığında baltayla yontulmuş gibi duruyordu.
Suların sesini dinliyordu galibagecenin sessizliğinde kayalardan akan
ırmağın sesini. Kimbilir, belki de benim duymadığım sesler, fısıltılar
geliyordu kulağına. Geceyi yine ırmak kıyısında geçirecek! diye
düşündüm, gülümsedim.
Daniyar köyün yenilerindendi. Günün birinde, bir çocuk koşa
koşa gelmiş, yaralı bir asker gördüğünü söylemişti; kim olduğunu,
nereden geldiğini bilmiyormuş. Ortalığı ne büyük bir heyecan
sarmıştı! Cepheden bir dönen olsa, köyde kim varsa yanına gider, elini
sıkar, hısım akrabasını görüp görmediğini sorar, son haberleri
öğrenmek isterdi. Bu keresinde öyle bir şamata koptu ki, anlatılacak
gibi değil! Herkes, kardeşim mi acaba, yoksa eşkiyanın biri mi? diye
merak ediyordu. Orağını atan köye koştu.
Daniyar bizim köydenmiş meğer. Çocukken yetim kalmış, tam üç yıl
ev ev dolaşıp bakıldıktan sonra Çakmak bozkırındaki Kazakların
yanına gitmiş; ana tarafından akrabaları varmış Kazaklar arasında.
Köyde de kimi kimsesi olmadığı için unutulmuş. Köyden ayrıldıktan
sonra ne yaptığını soranlara kaçamaklı cevaplar verirdi. Zor günler
geçirmişti anlaşılan, yetimliğin acı tasından içmişti. Hayat, onu önüne
katmış, bir taş gibi oradan oraya yuvarlamıştı. Uzun süre Çakmak
bataklıklarında koyun gütmüş, biraz büyüyünce çölde hendek kazmış,
devletin kurduğu yeni pamuk çiftliklerinde, Taşkent'teki Angren
madenlerinde çalışmış, sonra da askere gitmişti.
Köylüler, Daniyar'ın doğduğu yere dönüşünü sevinçle
karşılamışlardı. Eh işte, diyorlardı, döndü dolaştı, köyüne geldi.
İçecek suyu varmış burada. Dilini de unutmamış, ara sıra Kazakça
sözler de ediyor ama pekala konuşuyor.
Masallardaki kıvrak Tulpar bile sonunda kendi sürüsüne kavuşur,
diyordu aksakallar. Adam anayurdunu, halkını yüreğinde taşır. İyi ki
geldin. Hem bizi, hem de atalarının canlarını sevindirdin. Allahın
izniyle Almanların defterini dürüp huzur içinde yaşayacağız, sen de
herkes gibi bir yuva kurarsın, senin ocağının da bacası tüter!
Daniyar'ın soyunu sopunu iyice araştırdılar. Böylece, köyümüzde yeni
bir akraba Daniyarortaya çıktı.
Derken, Orozmat bu uzun boylu, topallayarak yürüyen, hafifçe
kambur askeri tarlaya getirdi. Daniyar, sırtına kaputunu atmış,
Orozmat'ın atına yetişmek için hızlı hızlı yürüyordu. Orozmat kısacık
kalmıştı onun yanında, ırmak kuşlarına benziyordu. Çocuklar onları
yan yana görünce gülmeden edemediler.
Daniyar'ın yarası daha iyileşmemişti, bacağı da kaskatıydı hala, ekin
biçemezdi. Biz çocukların yanına, kırpma makinasına verdiler onu. Ne
yalan söylemeli, pek hoşlanmamıştık Daniyar'dan. Bir kere, bizimle
senli benli olmuyordu. Pek az konuşuyordu, konuştuğu zaman da
bambaşka şeyler düşünüyor gibiydi. O düşünceli gözleriyle adamın
yüzüne bakarken bile karşısındakini görüp görmediği anlaşılmıyordu.
Herkes, Zavallı, onca dövüşten sonra kendine gelememiş, diyordu.
İşin garibi, bu düşünceli hallerine rağmen, hızlı çalışırdı; işinin
ustasıydı. Çalışmasına bakan da neşeli biri sanırdı onu. Belki mutsuz
çocukluğu duygularını, düşüncelerini gizlemeyi öğretmişti ona; içine
kapanıklığı öğretmişti. Kim bilir?
Daniyar'ın, kenarları sert çizgilerle kaplı ince dudakları pek
açılmazdı; gözleri hüzünlüydü, acılıydı; yorgun yüzündeki tek canlılık
belirtisi kaşlarıydı. Bazen hiç duymadığımız bir sesi duyar, dikkat
kesilirdi; kaşları kalkar, gözleri garip bir ateşle yanardı. Yüzünde bir
sevinç belirir, uzun süre de silinmezdi. Hepimiz garip bulurduk bunu.
Başka tuhaflıkları vardı. Akşamları atlarımızı çözer, yemeğin
pişmesini beklerken çadırın önünde toplanırdık; Daniyar, gözetleme
tepesine çıkar, karanlık basıncaya kadar da orada kalırdı.
Ne yapıyor orada, nöbet mi bekliyor? diye gülüşürdük.
Bir akşam merak edip Daniyar'ın ardından ben de tepeye çıktım.
Olağanüstü bir şey yoktu tepede. Alacakaranlıkta mosmor kesilmiş
bozkır, uzaklara, sıradağlara kadar uzanıyordu. Gölgeli tarlalar, o
durgunlukta yavaş yavaş kayboluyordu sanki.
Daniyar bana aldırmadı bile. Oturmuş, dizlerini oğuşturuyor,
düşünceli düşünceli uzaklara bakıyordu. Evet, benim duymadığım
sesleri dinliyordu anlaşılan. Arada bir irkilerek doğruluyor, gözlerini
iri iri açıyordu. Onu tedirgin eden bir şey vardı; ansızın kalkıp içini
açacak diyordumbana açmayacaktı tabii... büyük, yüce bir varlığa,
benim bilmediğim bir varlığa açacaktı. Öyle sanıyordum. Bir an sonra
yeniden değişiyordu: yorucu bir günün bitkinliğiyle oturmuş
dinleniyor gibi geliyordu bana.
Bizim kolhozun ekin tarlaları, Kurkuru Irmağı'nın yanındadır. Irmak,
köyün yakınlarında bir boğazdan geçip vadiden akardizgin nedir
tanımaz. Hasat zamanı, dağ ırmaklarının coştuğu günlere raslar.
Çamurlu, köpüklü sular akşam olunca kabarır. Geceleyin çadırda
yatarken, ırmağın sesiyle uyanırım; mavi, durgun gecenin yıldızlarını
görürüm gökte; rüzgâr soğuk soğuk eser; toprak uykudadır; azgın
ırmak üstümüze gelmektedir sanki. Su kıyısında değildik, ama ırmak
hemen yanıbaşımızdaymış gibi gelirdi banaçadırı seller götürecekmiş
gibi gelirdi. Bizim arkadaşlar, deliksiz uykusunu uyurlardı
hasatçıların; ben uyuyamaz, kalkıp dışarı çıkardım.
Kurkuru'nun seller basan topraklarında gece hem güzeldir, hem de
korkutucudur. Çözülmüş atların kara gölgeleri seçilir çayırlarda.
Nemli otlarla karınlarını doyurmuş, yorgun yorgun uyumaktadırlar.
Biraz ötede, Kurkuru taşları sürükleyerek salkımsöğütler arasından
uğultuyla akar. Tedirgin ırmak, korkunç seslerle, inleyişlerle doldurur
geceyi.
Böyle gecelerde hep Daniyar'ı düşünürdüm. Su kıyısındaki bir saman
yığınının altında uyurdu. Korkmaz mıydı? Irmağın gürültüsünden
rahatsız olmaz mıydı? Gerçekten uyuyabilir miydi orada? Gecelerini
niye ırmak kıyısında, bir başına geçirirdi? Onu oraya hangi güç
çekerdi? Garip bir adamdı, bir başka dünyadan gelmişti sanki. Şimdi
neredeydi acaba? Bakındım, kimseyi göremedim. Irmağın kıyıları,
yamaçlar gibi kayboluyordu uzakta. Karanlıkta sıradağlar seçiliyordu.
Tepelerde sadece sessizlik ve yıldızlar vardı.
Daniyar, köyde birtakım arkadaşlar edinebilirdi. Ama geldiğinde
nasıl yalnızsa, yine öyle yalnızdı; dostluk, düşmanlık, sevgi,
kıskançlık gibi birtakım kelimelerin anlamlarını bilmiyordu sanki.
Köylerde yiğit olarak nam salabilmek için, insan kendini de,
arkadaşlarını da koruyabilmeli; iyilik etmeli, hatta ara sıra kötülük
etmeli; törenlerde, şölenlerde ortaya çıkıp kendini göstermeli;
gerekirse aksakallara kafa tutabilmeliancak ondan sonra kadınların
dikkatini çeker.
Ama adam Daniyar gibi kendi kabuğuna çekilirse, köyün günlük
olaylarına bulaşmazsa, ya kimse aldırmaz ona, ya da herkes onu
küçümser.
Ne iyilik ettiği var, ne de kötülük, derler. Zavallı... yuvarlanıp
gidiyor işte. Koyverin, ne hali varsa görsün.
Genellikle bu gibi kimseler ya alay ya da acıma konusu olurlar.
Olduğumuzdan büyük görünmek ve gerçek yiğitlerle bir tutulmak
isteyen bizler, Daniyar'ı alaya alırdık; yüzüne karşı konuşamazdık
tabii, ne söylersek arkasından söylerdik. Asker gömleğini ırmakta
yıkamasına bile gülerdik. Daniyar, gömleğini yıkar, ıslak ıslak giyerdi,
başka gömleği yoktu çünkü.
Gariptir, içine kapanık, uysal biri olmasına rağmen, Daniyar'la senli
benli olmaya kalkışmamıştık; akranımız olmadığı için değil birkaç
yaşın lafı mı olurdu? bize sert davrandığı için de değil. Hayır, onun
suskunluğunda bir yaklaşılmazlık vardı. Bizi, bir eğlence konusu
bulabilmek için can atan bizleri tutan da o yaklaşılmazlıktı işte.
Ona karşı ölçülü olmamızda küçük bir olayın yeri vardı. Meraklı bir
çocuktum; bitmez tükenmez sorularımla herkesi rahatsız ederdim. En
büyük tutkum da, cepheden dönen askerlere savaşı sormaktı. Daniyar
bizimle çalışıyordu ya, ben de fırsat kollamaya başladım.
Cemile
Öğretmen Duyşen
CEMİLE
O basit çerçeveli küçük resmin yine karşısındayım işte. Köye
gidiyorum yarın sabah; resme uzun uzun, dikkatle bakıyorum,
yolculuk için bana bir şeyler söyleyecek sanki.
Resim sergilenmedi. Üstelik, köyden akrabalar gelince hemen
kaldırıyorum onu, saklıyorum. Sanat eseri sayılmaz gerçi, ama
utanılacak bir şey de değil. İçindeki toprak kadar yalın.
Arkada soğuk bir sonbahar göğü çizili; ötelerde, sıradağlar üstünde
kaçan bulutları kovalayan rüzgar. Önde, kurumuş pelinlerle kaplı
bozkır, son yağmurlarla ıslanmış, kararmış yol; iki yanında kırık
çalılar. Çamurlu yolda iki yolcunun ayak izleri durmakta. Yol
uzaklarda silinip giderken izler de belirsizleşiyor. Birer adım daha
atsalardı, çerçevenin arkasında kaybolacaklardı sanki. Biri... Ama
sırayla anlatayım.
Her şey ben çocukken oldu. Savaşın üçüncü yılıydı. Uzaklarda bir
yerlerde, Kurak'da, Orel'de, babalarımız, ağabeylerimiz düşmanla
savaşırken bizler, on beş yaşındaki çocuklar, kolhozda çalışıyorduk.
Cılız, gencecik omuzlarımız, koca adamların işini yüklenmişti. En
gücü de hasat zamanıydı. Haftalarca evden uzak kalır, günlerimizi,
gecelerimizi tarlada, harman yerinde ya da istasyon yolunda ekin
taşımakla geçirirdik.
Oraklarımızın ekin biçmekten sanki kor kesildiği o kavurucu
günlerin birinde, boş arabamla istasyondan dönerken eve uğrayayım
dedim.
Sokağın taa sonunda, ırmağın yanındaki tepecikte iki ev vardır;
sağlam bir duvarla çevrilidir ikisi de, duvarın ötesinde uzun kavaklar
yükselir. Bizim evlerimizdir bunlar. Ailelerimiz uzun yıllar yan yana
yaşamıştır. Ben, Büyük Ev'dendim. İki ağabeyim vardı, ikisi de
bekardı, ikisi de cephedeydi, uzun zamandır ikisinden de haber
alamıyorduk.
Babam ihtiyar bir dülgerdi. Seher vakti sabah duasını ettikten sonra,
ortak avludaki atölyesinde çalışmaya gider, akşamın geç saatlerine
kadar da orada kalırdı.
Anamla kız kardeşim evden çıkmazlardı.
Yakın akrabalarımız bitişikte, köylülerin Küçük Ev dediği yerde
otururlardı. Ya dedelerimizin dedeleri ya da büyük dedelerimizin
dedeleri kardeşmiş, yine de yakın akrabalarımız sayardım onları,
çünkü bir aile gibi yaşardık. Atalarımızın göçebeliğinden kalma bir
şeydi bu; büyük dedelerimiz bir yerde konaklar, hayvanlarını bir arada
otlatırmış. Aynı geleneği sürdürüyorduk. Köyde kolektifleştirme
olduğu zaman babalarımız evlerini yan yana kurmuşlar. Aslında,
hepimiz bir obadan geliyordukköyde ırmak boyunca uzanan
Aralskaya Sokağı'nda oturan herkes, aynı soyun torunlarıydı.
Kolhoza katıldığımızdan kısa bir süre sonra Küçük Ev'in erkeği
ölmüş; dul karısıyla iki küçük oğlanı bırakmış geriye. O sıralar köyde
hala geçerli olan eski oba geleneğine göre, oğul sahibi dul kadınlar
topluluktan ayrılmazlarmış; babamın kadınla evlenmesi
kararlaştırılmış. Ölen adamın en yakın akrabası olduğu için, atalarına
saygı duyan babam bu görevi yerine getirmiş.
İkinci ailemiz böyle kurulmuş işte. Küçük Ev'in kendi toprağı, kendi
hayvanları vardı; ama gerçekte bir arada yaşıyorduk.
Küçük Ev de iki oğlunu savaşa yollamıştı. Çocukların büyüğü Sadık,
evlendikten kısa bir süre sonra gitmişti. Seyrek olmasına rağmen,
ikisinden de mektup alıyorduk.
Böylece iki kişi kalmıştı Küçük Ev'de: kiciapa, yani Küçük Ana
dediğim kadın, bir de gelini, Sadık'ın karısı. İkisi de sabahtan akşama
kadar kolhozda çalışırlardı. Küçük anam iyi, saygılı, uysaldı; hendek
kazmada olsun, tarla sulamada olsun, gençlerden geri kalmazdı.
Kader, hamarat bir gelin vermişti ona. Cemile, tam ona yakışır bir
kızdı; yılmak nedir bilmezdi, canlıydı, dipdiriydi.
Cemile'yi severdim. O da beni severdi. Yakın arkadaştık, ama
birbirimizi ilk adlarımızla çağıramıyorduk. Ayrı ailelerden gelseydik,
hiç çekinmez, Cemile derdim ona. Ama ağabeyimin karısı olduğu için
ben ona yenge, o da bana kiçine bala, yani küçük çocuk demek
zorundaydık. Küçük değildim, yaşlarımız arasında pek az fark vardı.
Köylerimizin geleneği bunu gerektiriyordu: gelinler, kocalarının
küçük kardeşlerine kiçine bala derlerdi.
Anam, iki evin işine de bakardı. Kız kardeşim yardım ederdi ona;
örgülü saçlarını hep iple bağlayan tatlı bir kızdı. O güç yıllarda nasıl
çalıştığını hiç unutamam. İki evin kuzularını, buzağılarını otlağa
götüren oydu; yakmak için tezek ve çalı çırpı toplayan oydu.
Cephedeki oğullarından haber alamayan anamın kara düşüncelerini
dağıtan, yalnız günlerini ışıtan oydu, kalkık burunlu kardeşimdi.
Büyük ailemiz, dirlik içinde yaşamasını anama borçluydu. İki evi de o
çekip çevirirdi. Göçebe dedelerimizin yanına geldiğinde gencecik bir
kızmış; iki aileyi kimseye haksızlık etmeden yöneterek, onların
anısına bir çeşit saygı gösteriyordu. Akıllılığından, hakseverliğinden,
hamaratlığından ötürü bütün köy halkının saygısını kazanmıştı. Evi
yöneten oydu. İşin aslında, köylülerin hiçbiri ailenin başı saymazdı
babamı. Ah, ustaya gitme, o sadece kendi baltasının dilinden anlar.
Her şeyin başı Koca Ana. Bir şey danışacaksan ona danış, derlerdi.
Küçük olmasına küçüktüm, ama ağabeylerim savaşa gittikleri için,
benim de sözüm geçerdi ailede. Çoğu kere, iki ailenin bir başı diye
takılırlardı bana, bazen de ciddi ciddi, evin erkeğinin ben olduğumu
söylerlerdi. Doğrusu gurur duyardım bundan, derin bir sorumluluk
duygusuna kapılırdım. Anam da isterdi sorumluluk duymamı.
Günlerini rende rendelemekle, tahta kesmekle geçiren babam gibi
olmayayım, akıllı, tutkulu bir çiftçi olayım isterdi.
Neyse, arabamı bir söğüdün gölgesine çektim, dizginleri gevşettim,
avluya giderken bizim küme başkanı Orozmat'ı gördüm. At
sırtındaydı, koltuk değneğini eyere bağlamıştı yine. Anam yanında
duruyordu onun. Tartışıyorlardı. Yaklaşınca, anamın sözlerini
duydum:
Olmaz! Allah korkusu yok mu sende? Kadınların arabaya çuvalı
yüklemesi duyulmuş şey mi? Olmaz yiğidim, bırak gelinimi, şimdiye
kadar nasıl çalıştıysa yine öyle çalışsın. Benim zaten çalışmaktan
güneşi gördüğüm yok. Sen dene bakalım, bir evin içinde iki evi çekip
çevirmek nasıl oluyormuş? İyi ki kızım büyüdü de arada bir el
uzatabiliyor bana. Bir haftadır sırtımın ağrısından belimi
doğrultamıyorum. Her yanım keçe gibi oldu. Şu mısırlara bak,
susuzluktan kuruyorlar! Konuşurken, başörtüsünün ucunu yakasının
altına sokuyordu boyuna; öfkelenince hep öyle yapardı.
Orozmat, öne eğilerek, Anlamıyor musun? diye bağırdı.
Bacağımda şu kütük yerine doğru dürüst bir ayak olsaydı sana gelir
miydim? Kendim yüklerdim çuvalları, atları da kendim kırbaçlardım
eskisi gibi! Biliyorum, kadın işi değil bu, ama erkeği nereden
bulayım? İşte onun için askerlerin karılarını çağırıyoruz ya! Gelinini
bırakmazsan, kolhoz başkanı benim tepeme biner. Askerler ekmek
ister, zaten planı uygulayamıyoruz. Anlasana!
Kırbacımı yerde sürüyerek yanlarına vardım. Küme başkanı beni
görünce gülümsedi; aklına bir şey gelmişti anlaşılan.
Gelinini o kadar düşünüyorsan, kiçine bala'sı ona gözkulak olur.
Beni gösterdi keyifle. Hiç korkma! Seyit koca adam sayılır artık.
Ekmeğimizi onun gibileri sağlıyor; bizi düzlüğe de onlar çıkaracaklar.
Anam dinlemedi bile onu.
Üstüme yürüyerek, Şu haline bak! Serseri! diye bağırdı. Saçın
yeleye dönmüş! Baban da ne babaymış ya oğlunun saçını bile
kesmeye vakti yok.
Orozmat, İyi öyleyse, bugün evde kalıp saçını kestirsin, dedi.
Seyit, bugün burada kalır, atlara bir araba veririz. Birlikte
çalışırsınız. Ama ondan seni sorumlu tutuyorum. Artık canın
sıkılmasın, baybiçe, Seyit gelinine gözkulak olur. Hem Daniyar'ı da
yollarım. Tanırsın, sessiz sedasız bir oğlandır, askerden yeni geldi.
Ekini üçü taşırlar istasyona, gelinine de kimse dokunamaz. Yalan mı?
Sen ne dersin, Seyit? Cemile'yi sürücü yapalım diyoruz, anan
yanaşmıyor. Artık ananın gönlünü etmek sana düşer.
Orozmat'ın övgüsünden hoşlanmıştım, koca adam yerine koymuştu
beni. Hem istasyona Cemile'yle gitmek güzel olacaktı doğrusu. Ciddi
ciddi kaşlarımı çatarak anama döndüm:
Ne olacak Cemile'ye? Kurt mu kapacak?
Kırk yıllık sürücü gibi dişlerimin arasından tükürüp
önemli, biriymişim gibi yürüdüm, kırbacımı da yerde sürüyordum hala.
Anam, şaşkınlıkla, Şuna bakın! diye bağırdı. Hoşlanmasına
hoşlanmıştı davranışımdan, ama söylemeden edemedi: Kurda
kuzuya aklın mı erer senin?
Onun aklı ermez de kimin erer? dedi Orozmat. Seyit iki ailenin bir
başı göğsün kabarsın! Anamın yine direneceğinden korkuyordu.
Nerde... Seyit daha çocuk; ama çocukluğuna bakmaz, gece gündüz
çalışır. Yiğitlerimizin nerede olduğunu Allah bilir. Evlerimiz,
terkedilmiş konak yerlerine döndü.
Oradan uzaklaştığım için anamın bütün sözlerini duyamadım.
Ardımda bir toz bulutu kaldırarak evin köşesini döndüm, kapıya
yöneldim; bu arada, kardeşimin gülümsemesini bile karşılıksız
bıraktım. Avluya çökmüş, tezek yapıyordu. Kapının oraya varınca
çömeldim; testiden su alıp ellerimi yıkadım. Odaya girdim sonra, bir
tas ayran içtim, bir tas ayran da pencerenin önüne koyup içine ekmek
doğradım.
Anamla Orozmat avludaydılar hala; artık tartışmıyorlar, alçak sesle
bir şeyler konuşuyorlardı. Ağabeylerimin sözünü ediyorlardı herhalde.
Anam, yeniyle gözlerini siliyor, Orozmat'ın her dediğine baş
sallıyordu. Besbelli, Orozmat anamı avutmaya çalışıyordu. Uzaklara,
ağaçların tepelerine bakıyordu anam; sanki oralarda bir yerde
oğullarını görecekti.
Benim tasalı anacığım, Orozmat'ın isteğini galiba kabullendi. Küme
başkanı amacına ulaşmıştı, keyifle atını kırbaçladı, çekti gitti. Bunun
neye varacağını o anda ne anam biliyordu, ne de ben.
Cemile'nin iki atlı bir arabayı rahatça kullanacağından hiç kuşkum
yoktu. Atların huyundan anlardı, Bakair'li bir at bakıcısının kızıydı
çünkü. Sadık da at bakıcısıydı. Söylendiğine göre, bahar yarışlarında
Cemile'yi geçememiş Sadık. Bu yüzden de onu kaçırmış. Ama başka
söylentiler de vardı: Cemile'yle Sadık birbirlerine sevdalanmışlar.
Evlilikleri dört ay sürmüştü sadece. Sonra savaş çıkmış, Sadık'ı askere
çağırmışlardı.
Niye, bilmiyorumbelki de babasının tek çocuğu, hem oğlu hem kızı
olduğu, küçük yaştan atlarla uğraşmaya alıştığı içinerkeksi bir hava
vardı Cemile'de; bir erkek sertliği, bir erkek kabalığı vardı; erkek gibi
de kıyasıya çalışırdı. Öteki kadınlarla iyi geçinirdi ama biri haksız
yere kendine yüklenirse altta kalmazdı; bazı bazı kadınlardan birini
saçlarından tutup sürüdüğü bile olurdu.
Komşular gelip yakınırlardı:
Ne biçim gelininiz var? Şunun şurasında geleli kaç gün oldu? Her
şeye burnunu sokuyor! Ne saygı biliyor, ne utanma!
Anam, İyi ki öyle! diye cevap verirdi. Benim gelinim her şeyi
adamın yüzüne söyler. Arkasından konuşmaz. Bir de kendi kızlarınıza
bakın; görünüşte hepsi erdemli. Ama çürük yumurtaya benzer erdem:
dışı güzeldir, pırıl pırıldır...bir de içini kokla bakalım.
Babamla küçük anam, Cemile'ye hiç de kaynana, kaynata gibi sert
davranmıyorlardı. Seviyorlardı onu; tek istekleri, Cemile'nin bir
Allah'a bir de kocasına inanmasıydı.
Onları anlıyordum. Dört oğullarını savaşa yolladıkları için, iki evin
bir gelini Cemile'ye sımsıkı sarılmışlardı; üstüne titriyorlardı onun.
Ama kendi anamı anlamıyordum. Birine sevgi gösterecek kadın
değildi anam. Sertti, huysuzdu. Kendi kafasının dikine gider, kimseyi
dinlemez, ne biliyorsa onu yapardı. Sözün gelişi, baharda havalar
ısınmaya başlayınca, babamın gençlik yıllarında yapmış olduğu çadırı
kurar, katırtırnağı yakarak tütsülerdi. Bizi de hamarat insanlar olarak
yetiştirmişti; büyüklerimize saygı göstermemizi, her isteğine boyun
eğmemizi isterdi.
Cemile öteki gelinlere pek benzemiyordu. Doğru, büyükleri sayardı
saymasına, ama ezilmezdi de. Öteki gelinler gibi, kimsenin arkasından
konuşmazdı. Düşündüğünü, hiç çekinmez, açık açık söylerdi. Anam
desteklerdi onu. Son söz anamdaydı.
Galiba Cemile'yi, açık yürekliliği ve hakseverliğinden ötürü,
kendisiyle bir tutuyor, onun ileride aileye yaraşır bir baybiçe
olabileceğini düşünüyordu.
Sık sık, Allaha dua et, kızım, iyi bir aileye düştün, derdi. Talihin
varmış. Kadının mutluluğu çocuk doğurmak, kalabalık bir evde
yaşamaktır. Allaha şükür, bir eksiğimiz yok, nemiz varsa sizlere
kalacak. Onurunla yaşarsan mutlu olursun. Unutma bunu!
Ama Cemile, bir bakımdan iki kaynanasını da tedirgin ediyordu: çok
şendi. Hala çocuktu sanki. Durup dururken gülmeye başlardı. İşten
dönerken de ağır ağır yürümez; arkın üstünden atlayıp koşa koşa
avluya dalar, kaynanalarına sarılır, onları öper öperdi.
Cemile türkü söylemeyi severdi. Büyüklerinin yanındayken bile hiç
çekinmez, türkü mırıldanırdı hep. Köyümüzde gelinlerin böyle
davranması olacak şey değildi tabii. Ama iki kaynana da, Cemile'nin
zamanla durulacağını söyleyerek ses çıkarmazlardı. Gençliklerinde
kendileri de öyle yapmamışlar mıydı? Bana kalırsa, dünyada
Cemile'den iyisi yoktu. Birlikte eğlenir, avluda koşmaca oynar,
boyuna gülerdik.
Cemile çok, güzeldi. Uzun boyluydu, incecikti; düzgün saçlarını
sımsıkı örer, boynunun iki yanından sarkıtırdı; beyaz yazmasını
bağlardı başınaesmer tenine o beyaz yazma nasıl da yakışırdı!
Gülümsediği zaman simsiyah, badem gibi gözleri ışıl ışıl olurdu; bir
sevda türküsüne başlamaya görsün, sevdayla tutuşurdu gözleri.
Köyün yiğitleri, hele cepheden dönenler, onu görünce büyülenirlerdi
sanki. Gözümden kaçmazdı. Cemile herkese takılmayı severdi, ama
karşısındaki biraz ileri giderse ağzının payını verirdi. Pek
hoşlanmazdım bundan. Çocuklar ablalarını nasıl kıskanırsa, ben de
Cemile'yi öyle kıskanırdım; yanında bir delikanlı görsem hemen araya
girerdim. Şöyle bir kabarır, ters ters bakardım delikanlıya. Yavaş gel.
O benim ağabeyimin karısı; sahipsiz belleme!der gibi.
Böyle durumlarda lafa karışır, karşımdakileri alaya almak isterdim.
Beceremeyince süngüm düşerdi, küskün küskün bir yana çekilirdim.
Delikanlılar gülmekten kırılırlardı:
Şuna bak! Kız, herhalde yengesi olacak! Allah Allah? Sahi, yengesi
mi acep?
Kendimi tutmaya çalışırdım, kulaklarım kor kesilir, gözlerim dolardı.
Ama Cemile, yengem, beni anlardı. Yüreğinden kopan kahkahaları
bastırır, ciddi bir havaya bürünürdü hemen. Sonra da bir güzel haşlardı
delikanlıları:
Ne yani? Evli barklı kadınların işi yok da sizinle mi kırıştıracak?
Belki sizin orada adet öyledir, ama bizim kitabımızda yoktu bu! Gel,
kiçine bala, sen onlara kulak asma!Sonra başını geriye atar, çalımlı
çalımlı yürür giderdi; yolda kendi kendine gülümsediğini görürdüm.
O gülümseyişte hem tedirginlik, hem de bir çeşit sevinç vardı. Belki
de, Sersem çocuk! Canım istese beni kim tutabilir sanki? Bütün aile
karşıma çıksa, yine bildiğimi okurum!diye düşünürdü. Susardım,
hiç konuşmazdım. Evet, kıskanıyordum Cemile'yi, ona tapıyordum;
yengem olduğu için, güzel olduğu için, kimseye aldırmadığı için gurur
duyuyordum. Dosttuk, birbirimizden saklımız gizlimiz yoktu.
Savaş sırasında köyde pek az erkek kalmıştı. Bunu fırsat bilen bazı
gençler küstahça davranıyor, kadınları hor görüyorlardı. Ne diye
peşlerinden koşacaksın, elini sallasan ellisi! diyorlardı sanki.
Bir keresinde, ot biçerken, uzak akrabamız Osman, Cemile'ye
sataşmaya kalktı. Bütün kadınların kendisine tutkun olduğunu
sananlardandı Osman. Cemile onu elinin tersiyle itti; gölgesinde
dinlendiği saman yığınının altından kalktı.
Rahat bırak beni! dedi öfkeyle. Senin gibi aygırlardan da başka
şey beklenmez ya!
Osman, saman yığınının altında kalakaldı.
Nemli dudaklarını büzerek, Kedi erişemediği ciğere pis dermiş,
diye söylendi. Ne diye ağıra satıyorsun kendini? Aslında için gidiyor.
Cemile hırsla döndü.
Gidiyorsa gidiyor! İşim kalmadı da sana mı yüz vereceğim? Yüz yıl
dul kalırım da senin gibilerin suratına bile tükürmem midemi
bulandırıyorsun! Savaş olmasaydı, kimse selam bile vermezdi sana!
Osman, sırıtarak, İyi ya işte! Savaştayız, kocanın kamçısını
yemediğin için kuduruyorsun! dedi. Ah, benim karım olacaktın ki
sen... başka türlü konuşurdum.
Cemile az kalsın üstüne atılacaktı onun, ama değmez diye cevap
vermedi. Kinle bakıyordu Osman'a. Tiksintiyle tükürerek yabasını
aldı, oradan uzaklaştı.
Saman yığınının ardında bir arabadaydım. Cemile beni görür görmez
yolunu değiştirdi; anlamıştı içimden geçenleri. Sanki o değil de ben
aşağılanmıştım, öyle bir duygu vardı içimde. Canım sıkılmıştı;
Cemile'yi azarladım.
Onun gibilere niye yüz veriyorsun? Bunlarla konuşmaya bile
değmez!
Cemile gün boyunca bir yağmur bulutu gibi sıkıntılıydı. Ağzını açıp
tek kelime söylemedi; gülmedi de. Arabamı sürüp yanına yaklaştım,
yabasını bir saman yığınına sapladı; kaldırdığı samanı yüzünün
önünde tutuyorduacısını gizlemek istiyordu sanki. Hiç durmuyor,
boyuna çalışıyordu. Arabayı çabucak doldurdu. Uzaklaşırken dönüp
ardıma baktım: yabasının sapına dayanmış, düşünüyordu. Ansızın
irkilip işine koyuldu yine.
Son arabayı da yükledikten sonra, uzun uzun güneşin batışını
seyretti, başka her şeyi unutmuştu dünyada. Orada, ırmağın ötesinde,
Kazak bozkırının sonunda, hasat güneşi bir tandır gibi alev alevdi.
Dağınık bulutları kızartarak, alacakaranlığın gölgelerine bürünmüş
mor bozkıra son ışıklarını saçarak ağır ağır batıyordu. Cemile, bir
mucizeye tanık oluyormuş gibi, hayranlıkla seyretti güneşin batışını.
Yüzü ışıl ışıldı, aralık dudaklarında bir çocuk gülümsemesi vardı. İşte
o zaman, hala dilimin ucundaki söylenmemiş azarları cevaplandırdı,
kaldığımız yerden konuşmaya devam etti:
Artık düşünme onu, kiçine bala; sen ona bakma! Değmez. Güneşin
solan ucunu seyrederek sustu. İçini çekti sonra, düşünceli düşünceli,
Osman gibileri, insanın yüreğinden geçenleri ne bilir? Kimseler
bilmez bunu. Belki de bunu bilecek tek adam bile yok dünyada, diye
ekledi.
Ben tam atları çeviriyordum ki, Cemile koşa koşa kadınların yanına
gitti; gülüşmeye başladılar. Ansızın nasıl değişivermişti, aklım ermedi
belki güneşin batışı rahatlatmıştı onu, belki de bütün gün çalışmak
mutlu kılmıştı. Arabada oturup Cemile'ye baktım. Başından beyaz
yazmasını çıkarıp, biçilmiş gölgeli çayırda bir kızın ardından
seğirtiyordu; iki yana açmıştı kollarını, rüzgar eteğini savuruyordu.
İçimdeki bütün sıkıntılar uçup gitti ansızın. Osman serserisinden bize
ne?
Atları kırbaçlayarak, Deeh! diye bağırdım.
O gün küme başkanının sözünü dinledim; babamın eve gelip
saçlarımı kesmesini bekledim. O arada oturup ağabeyim Sadık'ın
mektubuna cevap yazdım. Bu işin bile belirli kuralları vardı.
Kardeşlerim, mektuplarını babama yazarlardı; postacı zarfı anama
verirdi; onları okumak, cevaplandırmak ise benim görevimdi. Daha
zarfı açmadan, Sadık'ın neler yazdığını kelimesi kelimesine bilirdim;
mektupları, bir sürünün koyunları gibi birbirlerine benzerdi hep.
Sadık, hepimize sağlık dileyerek başlardı mektubuna, sonra şöyle
derdi: Bu mektubumu, mis kokulu yemyeşil Talas'da oturan
akrabalarıma, saygıdeğer büyüğüm babam Yolcubay'a postayla
göndermekteyim... Sonra anama, anasına hepimize sırayla selam
ederdi. Arkadan, köyün aksakallarının, yakın akrabalarımızın
sağlıklarını sorar, sanki aceleyle eklenmiş bir cümleyle mektubunu
bitirirdi: Karım Cemile'ye de selam ederim.
Tabii anası babası hayattaysa, köy aksakallarla, hısım akrabayla
doluysa, önce karısına selam edemez insan hele mektup, hiç
yazamaz! Yalnız Sadık değil, aklı başında herkes böyle yapardı.
Yerleşmiş bir gelenekti bu, tartışma götürmezdi, iyi olup olmadığını
düşünmezdik bile. Hem ne önemi vardı zaten, uzun zamandır yolu
gözlenen mektup, ortalığa mutluluk saçardı.
Anam birkaç kere okuturdu mektubu. Sonra kağıdı nasırlı ellerine
alır, uçup gidecek bir kuşmuş gibi dikkatle tutar, sert parmaklarıyla
üçgen biçiminde katlardı.
Gözyaşları içinde titreyerek; Ah yavrucuklarım, mektuplarınızı muska
gibi saklayacağız! derdi. Anasının, babasının, akrabalarının nasıl
olduğunu soruyor. Nasıl olacağız? Bize ne olacak, köyümüzdeyiz işte. Asıl
siz nasılsınız? Arada bir iki satır yazıp sağlığınızı bildirin, yeter. Başka bir
şey istediğimiz yok.
Anam uzun uzun bakardı kağıda. Sonra mektubu küçük bir meşin
keseye, öteki mektupların yanına koyar, sandığa kaldırırdı.
Daha öncekiler gibi, Sadık'ın bu mektubu da Saratov'dan
postalanmıştı. Orada hastanedeydi Sadık: Allahın izniyle güzden önce
köye geleceğini yazıyordu. Aynı şeyi eski mektuplarında da yazmıştı;
kavuşacağımız günü hasretle bekliyorduk.
Postacı geldiğinde Cemile evde olursa, mektubu okumasına izin
verilirdi. Kağıdı daha eline alırken kızarırdı yengem. Satırları
yutarcasına okur, okudukça omuzları çöker, yanaklarının kızartısı
geçerdi. Kaşlarını çatardı, son satırlara bakmazdı bile; ödünç aldığı bir
şeyi geri veriyormuşçasına, mektubu soğuk soğuk anama uzatırdı.
Anam, gelinin halinden anlar, onu neşelendirmeye çalışırdı. Sandığı
kilitlerken, Ne var? derdi. Sevineceğine kederlendin! Sadece senin
kocanı mı aldılar askere? Üzülen bir tek sen misin sanki. Bütün millet
kan ağlıyor. Herkes gibi katlanacaksın. Senden başka yalnız kalan,
kocasını özleyen yok mu? Ne kadar üzülürsen üzül, sen sen ol,
üzüntünü kimseye belli etme, kendine sakla.
Cemile bir şey demezdi; ama kederli, inatçı yüreğiyle konuşurdu
sanki: Ah, anacığım, anlamıyorsun, anlamıyorsun.
Evde kalmadım o gün geceleri uyuduğum harman yerine gittim.
Atları yonca tarlasına salıverecektim. Kolhoz başkanı, hayvanları
orada otlatmamıza izin vermiyordu; ama atlarımızın besili olmalarını
istediğim için aldırmıyordum bile. Geniş hendekte gözden ırak bir yer
vardı, üstelik gecenin karanlığında kim fark ederdi? O gece atları
çözüp de otlağa götürdüğümde, hendekte dört at daha gördüm.
Öfkelendim tabii. İki atlı bir arabanın sürücüsü olarak öfkelenmeye de
hakkım vardı doğrusu. Öteki atları hemen kovalamayı, benim
otlağıma giren o saygısıza iyi bir ders vermeyi kararlaştırdım. Ansızın
Daniyar'ın iki atını tanıdım. Daniyar, o gün küme başkanının sözünü
ettiği delikanlıydı. Ertesi sabahtan itibaren birlikte çalışacağımız için
atlarına ilişmedim, harman yerine döndüm.
Daniyar oradaydı. Arabasının tekerleklerini yağlamış, oku
pekiştiriyordu.
Daniyar, hendekteki atlar senin mi? diye sordum. Ağır ağır başını
çevirdi.
İkisi benim.
Ötekiler?
Onlar... neydi adı... Cemile'nin. Yengen mi olur?
Evet.
Küme başkanı getirdi onları, göz kulak olmamı söyledi. Atları iyi
ki kovalamamışım!
Gece bastırdı, dağlardan kopup gelen akşam rüzgarı dindi. Harman
yerinde çıt yoktu şimdi. Daniyar, bir saman yığınının altına, yanıma
uzandı, bir süre sonra kalkıp ırmağa doğru yürüdü. Sırtı bana dönük,
elleri arkasında, ırmak kıyısında durdu, başını yana eğmişti. Uzun,
incecik gövdesi ay ışığında baltayla yontulmuş gibi duruyordu.
Suların sesini dinliyordu galibagecenin sessizliğinde kayalardan akan
ırmağın sesini. Kimbilir, belki de benim duymadığım sesler, fısıltılar
geliyordu kulağına. Geceyi yine ırmak kıyısında geçirecek! diye
düşündüm, gülümsedim.
Daniyar köyün yenilerindendi. Günün birinde, bir çocuk koşa
koşa gelmiş, yaralı bir asker gördüğünü söylemişti; kim olduğunu,
nereden geldiğini bilmiyormuş. Ortalığı ne büyük bir heyecan
sarmıştı! Cepheden bir dönen olsa, köyde kim varsa yanına gider, elini
sıkar, hısım akrabasını görüp görmediğini sorar, son haberleri
öğrenmek isterdi. Bu keresinde öyle bir şamata koptu ki, anlatılacak
gibi değil! Herkes, kardeşim mi acaba, yoksa eşkiyanın biri mi? diye
merak ediyordu. Orağını atan köye koştu.
Daniyar bizim köydenmiş meğer. Çocukken yetim kalmış, tam üç yıl
ev ev dolaşıp bakıldıktan sonra Çakmak bozkırındaki Kazakların
yanına gitmiş; ana tarafından akrabaları varmış Kazaklar arasında.
Köyde de kimi kimsesi olmadığı için unutulmuş. Köyden ayrıldıktan
sonra ne yaptığını soranlara kaçamaklı cevaplar verirdi. Zor günler
geçirmişti anlaşılan, yetimliğin acı tasından içmişti. Hayat, onu önüne
katmış, bir taş gibi oradan oraya yuvarlamıştı. Uzun süre Çakmak
bataklıklarında koyun gütmüş, biraz büyüyünce çölde hendek kazmış,
devletin kurduğu yeni pamuk çiftliklerinde, Taşkent'teki Angren
madenlerinde çalışmış, sonra da askere gitmişti.
Köylüler, Daniyar'ın doğduğu yere dönüşünü sevinçle
karşılamışlardı. Eh işte, diyorlardı, döndü dolaştı, köyüne geldi.
İçecek suyu varmış burada. Dilini de unutmamış, ara sıra Kazakça
sözler de ediyor ama pekala konuşuyor.
Masallardaki kıvrak Tulpar bile sonunda kendi sürüsüne kavuşur,
diyordu aksakallar. Adam anayurdunu, halkını yüreğinde taşır. İyi ki
geldin. Hem bizi, hem de atalarının canlarını sevindirdin. Allahın
izniyle Almanların defterini dürüp huzur içinde yaşayacağız, sen de
herkes gibi bir yuva kurarsın, senin ocağının da bacası tüter!
Daniyar'ın soyunu sopunu iyice araştırdılar. Böylece, köyümüzde yeni
bir akraba Daniyarortaya çıktı.
Derken, Orozmat bu uzun boylu, topallayarak yürüyen, hafifçe
kambur askeri tarlaya getirdi. Daniyar, sırtına kaputunu atmış,
Orozmat'ın atına yetişmek için hızlı hızlı yürüyordu. Orozmat kısacık
kalmıştı onun yanında, ırmak kuşlarına benziyordu. Çocuklar onları
yan yana görünce gülmeden edemediler.
Daniyar'ın yarası daha iyileşmemişti, bacağı da kaskatıydı hala, ekin
biçemezdi. Biz çocukların yanına, kırpma makinasına verdiler onu. Ne
yalan söylemeli, pek hoşlanmamıştık Daniyar'dan. Bir kere, bizimle
senli benli olmuyordu. Pek az konuşuyordu, konuştuğu zaman da
bambaşka şeyler düşünüyor gibiydi. O düşünceli gözleriyle adamın
yüzüne bakarken bile karşısındakini görüp görmediği anlaşılmıyordu.
Herkes, Zavallı, onca dövüşten sonra kendine gelememiş, diyordu.
İşin garibi, bu düşünceli hallerine rağmen, hızlı çalışırdı; işinin
ustasıydı. Çalışmasına bakan da neşeli biri sanırdı onu. Belki mutsuz
çocukluğu duygularını, düşüncelerini gizlemeyi öğretmişti ona; içine
kapanıklığı öğretmişti. Kim bilir?
Daniyar'ın, kenarları sert çizgilerle kaplı ince dudakları pek
açılmazdı; gözleri hüzünlüydü, acılıydı; yorgun yüzündeki tek canlılık
belirtisi kaşlarıydı. Bazen hiç duymadığımız bir sesi duyar, dikkat
kesilirdi; kaşları kalkar, gözleri garip bir ateşle yanardı. Yüzünde bir
sevinç belirir, uzun süre de silinmezdi. Hepimiz garip bulurduk bunu.
Başka tuhaflıkları vardı. Akşamları atlarımızı çözer, yemeğin
pişmesini beklerken çadırın önünde toplanırdık; Daniyar, gözetleme
tepesine çıkar, karanlık basıncaya kadar da orada kalırdı.
Ne yapıyor orada, nöbet mi bekliyor? diye gülüşürdük.
Bir akşam merak edip Daniyar'ın ardından ben de tepeye çıktım.
Olağanüstü bir şey yoktu tepede. Alacakaranlıkta mosmor kesilmiş
bozkır, uzaklara, sıradağlara kadar uzanıyordu. Gölgeli tarlalar, o
durgunlukta yavaş yavaş kayboluyordu sanki.
Daniyar bana aldırmadı bile. Oturmuş, dizlerini oğuşturuyor,
düşünceli düşünceli uzaklara bakıyordu. Evet, benim duymadığım
sesleri dinliyordu anlaşılan. Arada bir irkilerek doğruluyor, gözlerini
iri iri açıyordu. Onu tedirgin eden bir şey vardı; ansızın kalkıp içini
açacak diyordumbana açmayacaktı tabii... büyük, yüce bir varlığa,
benim bilmediğim bir varlığa açacaktı. Öyle sanıyordum. Bir an sonra
yeniden değişiyordu: yorucu bir günün bitkinliğiyle oturmuş
dinleniyor gibi geliyordu bana.
Bizim kolhozun ekin tarlaları, Kurkuru Irmağı'nın yanındadır. Irmak,
köyün yakınlarında bir boğazdan geçip vadiden akardizgin nedir
tanımaz. Hasat zamanı, dağ ırmaklarının coştuğu günlere raslar.
Çamurlu, köpüklü sular akşam olunca kabarır. Geceleyin çadırda
yatarken, ırmağın sesiyle uyanırım; mavi, durgun gecenin yıldızlarını
görürüm gökte; rüzgâr soğuk soğuk eser; toprak uykudadır; azgın
ırmak üstümüze gelmektedir sanki. Su kıyısında değildik, ama ırmak
hemen yanıbaşımızdaymış gibi gelirdi banaçadırı seller götürecekmiş
gibi gelirdi. Bizim arkadaşlar, deliksiz uykusunu uyurlardı
hasatçıların; ben uyuyamaz, kalkıp dışarı çıkardım.
Kurkuru'nun seller basan topraklarında gece hem güzeldir, hem de
korkutucudur. Çözülmüş atların kara gölgeleri seçilir çayırlarda.
Nemli otlarla karınlarını doyurmuş, yorgun yorgun uyumaktadırlar.
Biraz ötede, Kurkuru taşları sürükleyerek salkımsöğütler arasından
uğultuyla akar. Tedirgin ırmak, korkunç seslerle, inleyişlerle doldurur
geceyi.
Böyle gecelerde hep Daniyar'ı düşünürdüm. Su kıyısındaki bir saman
yığınının altında uyurdu. Korkmaz mıydı? Irmağın gürültüsünden
rahatsız olmaz mıydı? Gerçekten uyuyabilir miydi orada? Gecelerini
niye ırmak kıyısında, bir başına geçirirdi? Onu oraya hangi güç
çekerdi? Garip bir adamdı, bir başka dünyadan gelmişti sanki. Şimdi
neredeydi acaba? Bakındım, kimseyi göremedim. Irmağın kıyıları,
yamaçlar gibi kayboluyordu uzakta. Karanlıkta sıradağlar seçiliyordu.
Tepelerde sadece sessizlik ve yıldızlar vardı.
Daniyar, köyde birtakım arkadaşlar edinebilirdi. Ama geldiğinde
nasıl yalnızsa, yine öyle yalnızdı; dostluk, düşmanlık, sevgi,
kıskançlık gibi birtakım kelimelerin anlamlarını bilmiyordu sanki.
Köylerde yiğit olarak nam salabilmek için, insan kendini de,
arkadaşlarını da koruyabilmeli; iyilik etmeli, hatta ara sıra kötülük
etmeli; törenlerde, şölenlerde ortaya çıkıp kendini göstermeli;
gerekirse aksakallara kafa tutabilmeliancak ondan sonra kadınların
dikkatini çeker.
Ama adam Daniyar gibi kendi kabuğuna çekilirse, köyün günlük
olaylarına bulaşmazsa, ya kimse aldırmaz ona, ya da herkes onu
küçümser.
Ne iyilik ettiği var, ne de kötülük, derler. Zavallı... yuvarlanıp
gidiyor işte. Koyverin, ne hali varsa görsün.
Genellikle bu gibi kimseler ya alay ya da acıma konusu olurlar.
Olduğumuzdan büyük görünmek ve gerçek yiğitlerle bir tutulmak
isteyen bizler, Daniyar'ı alaya alırdık; yüzüne karşı konuşamazdık
tabii, ne söylersek arkasından söylerdik. Asker gömleğini ırmakta
yıkamasına bile gülerdik. Daniyar, gömleğini yıkar, ıslak ıslak giyerdi,
başka gömleği yoktu çünkü.
Gariptir, içine kapanık, uysal biri olmasına rağmen, Daniyar'la senli
benli olmaya kalkışmamıştık; akranımız olmadığı için değil birkaç
yaşın lafı mı olurdu? bize sert davrandığı için de değil. Hayır, onun
suskunluğunda bir yaklaşılmazlık vardı. Bizi, bir eğlence konusu
bulabilmek için can atan bizleri tutan da o yaklaşılmazlıktı işte.
Ona karşı ölçülü olmamızda küçük bir olayın yeri vardı. Meraklı bir
çocuktum; bitmez tükenmez sorularımla herkesi rahatsız ederdim. En
büyük tutkum da, cepheden dönen askerlere savaşı sormaktı. Daniyar
bizimle çalışıyordu ya, ben de fırsat kollamaya başladım.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Cemile - 2
- Büleklär
- Cemile - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3891Unikal süzlärneñ gomumi sanı 224330.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Cemile - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3816Unikal süzlärneñ gomumi sanı 202729.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Cemile - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3840Unikal süzlärneñ gomumi sanı 208028.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Cemile - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3896Unikal süzlärneñ gomumi sanı 211433.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.55.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Cemile - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3923Unikal süzlärneñ gomumi sanı 208331.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.54.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Cemile - 6Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3232Unikal süzlärneñ gomumi sanı 187532.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.54.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.