Cemile - 5

Süzlärneñ gomumi sanı 3923
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2083
31.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
46.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
54.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
eski kerpiç ahırda bir şeyler öğrenmeye çalışan bizlerin, biz Kırgız
çocuklarının, o zamana kadar köyün dar çizgileri içinde kapanıp
kalmış çocukların, yeni, değişik, güzel bir dünya açılmıştı önlerinde.
Moskova'nın, Lenin'in yaşadığı şehrin, Taşkent'den bile büyük
olduğunu o sınıfta öğrendik, dünyada Talas Vadisi kadar büyük
denizler olduğunu o sınıfta öğrendik; dağlar kadar kocaman gemilerin
o denizlerde yüzdüğünü o sınıfta öğrendik. Çarşıdan satın alınan
petrolün yeraltından çıkarıldığını o sınıfta öğrendik. Gün gelecek,
çocuklar geniş pencereli büyük, beyaz okullarda okuyacaklar, sıraların
üstünde oturacaklardı.
Alfabeyi kıvırmaya başlayınca ilk olarak Lenin kelimesini yazdık.
Artık sözlüğümüzde bey gibi, ırgat gibi, Sovyetler gibi
kavramlar da vardı. Duyşen söz verdi: ders yılı bitmeden bize
devrim kelimesinin nasıl yazıldığını öğretecekti.
Her ayın sonunda gider, rapor verirdi. İki üç gün görünmezdi. Çok
özlerdik onu. Ağabeyim olsa o kadar özlemezdim. Teyzem başka bir
işle uğraştığı zamanlar evin arkasına sıvışır, yolunu gözlemeye
başlardım Duyşen'in. Onu, içimi ılıtan gülümseyişini görmek, ışıklı
sözlerini duymak nasıl sevindirirdi beni!
Öğrencilerin en büyüğü bendim. Belki bu yüzden, en çabuk ben
öğreniyordum; ama tek sebep bu değildi. Duyşen'in söylediği her
kelime, yazdırdığı her harf benim için kutsaldı. Onun öğrettiklerini
kavramaktan daha önemli bir şey yoktu hayatta. Verdiği defteri hazine
gibi saklıyor, harfleri orağın ucuyla yere, kömürle duvara bir dal
parçasıyla kara yazıyordum. Benim için, dünyada Duyşen'den daha
bilgili, daha akıllı kimse yoktu.
Kış yaklaşıyordu.
İlk kar yağıncaya kadar, dağın eteğinde, çakıl taşlarının üstünden
gürültüyle akan dereyi geçerdik okula gitmek için. Kar yağdıktan
sonra da geçerdik tabii, ama zor olurdu. Buz gibi su ayaklarımızı
dondururdu. En çok küçüklerin canı yanardı; gözleri yaşla dolardı.
Duyşen, biri sırtında biri kollarında, her keresinde iki çocuk taşıyarak
hepsini karşı kıyıya geçirirdi.
Bütün bunlar inanılmaz geliyor şimdi bana. Herkes, ya bilgisizlikten,
ya aptallıktan, Duyşen'e gülerdi. En çok da kışı dağlarda geçirip arada
bir değirmene inen zenginler alay ederdi onunla.
Başlarında kalpakları, sırtlarında kürklü ceketleri, sırım gibi atlarının
üstünden Duyşen'in çocukları taşımasına bakarlardı. Öğretmeni
gösterirlerdi gülerek.
Şuna bak, derlerdi, nasıl olmuş da bugüne kadar görmemişim şu
herifi. Daha önce görseydim, kuma diye alırdım!
Kahkahadan kırılarak, üstümüze su ve çamur sıçratarak yollarına
devam ederlerdi sonra.
Ah, arkalarından nasıl koşmak isterdim onların. Atların yularına
yapışıp sinsi yılışık suratlarına doğru:
Öğretmenimiz için nasıl böyle konuşursunuz? Aptal insanlarsınız
siz, kötü insanlarsınız! diye bağırsam öyle rahatlayacaktım ki... Ama
küçük bir kızın sözlerine kim kulak asardı? Gözlerimin acı yaşlarını
içime akıtarak kalakalırdım olduğum yerde. Duyşen onların
sözlerini duymazlıktan gelirdi; hiç aldırmazdı. Üstelik, söylenenleri
unutturmak, bizi güldürmek için komik şeyler anlatırdı.
Epeyce çalıştı ama olmadı... Köprü kurmak için kereste bulamadı
Duyşen. Bir gün, bütün çocukları karşı kıyıya geçirdikten sonra
benimle birlikte derenin yanında kaldı; taşlardan bir geçit yapmaya
çalıştık.
Köylüler isteseler yarım saat içinde bir köprü kurabilirlerdi çocukları
için, dereye iki üç ağaç devirseler bu iş biterdi. Ama yapmadılar,
okulu ciddiye almıyorlardı o günlerde, Duyşen'e de delinin biri
diyorlardı...
Evet, onlara kalırsa delinin biriydi Duyşen, çocuklarla oyalanıyordu.
Okuma yazma mı öğretmek istiyordu onlara, öğretsin di... yeter ki
işlerini aksatmasındı çocuklar. Böyle düşünüyorlardı. Altlarında atları
vardı, ihtiyaçları yoktu köprüye. En az kendileri kadar iyi bir insan
olan bu delikanlının vaktini niye öğretmenlik etmekle geçirdiğini,
üstelik bunu niye canla başla, inatla, her çeşit zorluğa, küçümsemeye,
alaya katlanarak yaptığını anlamıyorlardı.
Taştan geçidi yaptığımızda yerde kar vardı; su öyle soğuktu ki
insanın soluğu kesiliyordu. Duyşen nasıl dayandı buna, bilmiyorum...
yalınayaktı, bir an bile durmadan çalıştı. Suyun dibine bastıkça, çakıl
taşları ayaklarımızı cayır cayır yakıyordu. Derenin tam ortasındayken
iki bacağıma birden kramp girdi. Acıdan kıvrılıp kaldım oracıkta; iki
büklüm oluvermiştim, doğrulamıyordum. Gittikçe suya
gömülüyordum...
Koşarak geldi Duyşen, beni kollarına alıp kıyıya taşıdı. Yere
kaputunu serip üstüne oturttu. Masmavi kesilmiş incecik bacaklarımı,
buz gibi ellerimi ovdu.
Büyük bir ilgiyle:
Kaputuma sarılıp biraz dinlen, Altınay dedi... Geçidi ben kendim
yaparım.
Sonunda geçit tamamlandı. Duyşen sudan çıkıp çizmelerini giydi;
kaputuna sarınarak bana baktı, gülümsedi.
Biraz dinlendikten sonra:
Nasılsın şimdi, ısındın mı? diye sordu. Al şu kaputu da sarın. Sonra
ekledi:

O gün kapıya tezekleri sen mi bırakmıştın, Altınay?Evet, diye
cevap verdim.
Dudaklarının köşesine incecik bir gülümseme ilişiverdi.

Ben de öyle düşünmüştüm zaten, demek istiyordu sanki.
Hatırlıyorum, kıpkırmızı olmuştu yüzüm, tezeğin bırakılmasını
unutmamıştı demek. Mutluydum, yedi kat gökte uçuyordum.
Duyşen sevindiğimi anladı.
Gözleriyle beni okşayarak:
Benim temiz yavrum, duru kaynağım, dedi. Ne kadar da akıllısın...
Ah, seni şehre, okumaya bir gönderebilsem! Büyük bir insan olurdun!
Dönüp kıyıya doğru bir adım attı.
Gözlerimin önünde şimdi: gürültülü derenin kıyısında durmuş;
ellerini başının arkasında kavuşturmuş; parlayan gözleriyle, tepelerden
gelen rüzgarın kovaladığı beyaz bulutlara bakıyor...
O anda ne düşünüyordu acaba? Beni şehirdeki okula göndermeyi mi?
Ben onun kaputuna sarınmış şunları düşünüyordum:
Keşke ağabeyim olsaydı Duyşen! kollarına atılıp ona sarılır,
gözlerimi yumar, en tatlı sözleri söylerdim kulaklarına. N'olursun
Tanrım Duyşen ağabeyim olsun!
İnceliği, iyiliği, geleceğimizi düşündüğü için hepimiz seviyorduk
öğretmenimizi. Küçüktük ama onun bu erdemlerinin farkındaydık.
Yoksa her gün o uzun yolu alır mıydık? Rüzgarda, karların arasında
bata çıka, soluk soluğa tırmanır mıydık o tepeyi? Kendi isteğimizle
geliyorduk okula. Gidip o soğuk ahırda donmamız için kimse
zorlamıyordu bizi. Okul öylesine soğuktu ki, birbirimizin yüzüne,
ellerine, elbisesine hohlasak, hohladığımız yer hemen buz tutuyordu.
Bazılarımız oturup Duyşen'i dinlerken ocağın yanında sırayla
ısınıyorduk.
O soğuk sabahların birinde (Ocak ayının son günleriydi) Duyşen her
zamanki gibi bizi almaya geldi. Sessizdi, düşünceliydi; kaşları
çatılmış, yüzü kararmış; demir gibi kaskatı kesilmişti. Hiç böyle
görmemiştik öğretmenimizi. İşin içinde bir iş olduğunu anladık,
sessizce ardından gittik onun.
Yoldaki kar tabakası kalınsa Duyşen önden giderdi hep; ben
Duyşen'in arkasından giderdim, öteki çocuklar da benim arkamdan
gelirlerdi. O sabah da önden gitti öğretmenimiz, geceleyin dağın
eteğine karlar yığılmıştı çünkü. Bir insanın sevinçli mi üzüntülü mü
olduğu arkasından bile belli olur bazen. O gün de öyle oldu:
öğretmenimizin kederli olduğunu hemen anladık. Başını önüne
eğmişti, zorlukla sürüyordu ayaklarını. O yürüyüşünü hala hatırlarım:
tek sıra olmuş, tepeyi tırmanırken Duyşen önümde, kamburu çıkmış,
siyah kaputuyla gidiyordu; yukardaki tepeler dinlenmek için çökmüş
develere benziyordu, rüzgar hörgüçlerinin tozunu alıyordu sanki;
yüksekte, çok yükseklerde, soğuk, beyaz gökte tek başına siyah bir
bulut sallanıyordu.
Sınıfa girip samanların üstüne oturduğumuz zaman, Duyşen her
sabah gidip yaptığı gibi ocağı yakmadı.
Ayağa kalkın, dedi bize. Kalktık.

Başlarınızı açın.
Kasketlerimizi çıkardık; o da çıkardı kasketini. Ne demek olduğunu
bilmiyorduk bunun. Kısık bir sesle:
Lenin öldü, dedi. Onun yası tutuluyor şimdi.
Sınıfımızı sessizlik kapladı. Okul, karların altına gömülmüştü
sanki. Duvarlardaki yarıklardan giren rüzgarın sesi duyuluyordu.
Sanki üstlerine kar tanecikleri düşüyormuş gibi hışırdayan samanların
sesi duyuluyordu.
Gürültülü şehirlerin sessizlikle örtüldüğü, yerleri sarsan fabrikaların
sustuğu, trenlerin raylar üstünde kalakaldığı o yaslı saatte, biz,
insanlar içinde küçücük insanlar, ufak bir topluluk, başımızda
öğretmenimizle, okul denilen o soğuk ahırda yas tuttuk.
Koluyla gözlerinin yaşını sildi Duyşen.
Ben Parti'ye yazılmaya gidiyorum, dedi. Üç gün sonra dönerim. O
üç gün, hatırladığım kış günleri içinde en korkunç olanlarıydı.
Tabiat, büyük bir insanın bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışıyordu
sanki. Rüzgar, yarların arasında uluyordu durmadan, tipi dinmiyordu,
kırağılar madeni bir sesle tınlıyordu... Tabiat azmıştı; rüzgar kaldırıp
kaldırıp yere vuruyordu karları.
Köyümüz, tepeleri kara bulutlarla örtülü dağların eteğinde sessizce
yatıyordu. İncecik dumanlar yükseliyordu bacalardan. İnsanlar
evlerinden dışarı çıkmıyorlardı. Üstelik, kurtlar da inmişti köye.
Gündüzleri yollarda dolaşıyor, geceleri evlere kadar sokulup güneş
doğuncaya kadar uluyorlardı.
Aklıma öğretmenimiz geldikçe üzülüyordum; hava öylesine soğuktu
ki...
Duyşen'in sırtında ise siyah kaputundan başka bir şey yoktu.
Geleceği gün, tedirginliğim daha da arttı. Kötü bir olayı sezmiştim
sanki.
Fırsat buldukça evden sıvışıyor, gözlerimi ıssız, karlı bozkıra
dikiyordum. Ama bir tek canlı varlık bile yoktu ortalıkta.

Ah, öğretmenim, neredesin? Yalvarırım, çabuk gel! Seni özledik,
öğretmenim. Duyuyor musun beni? Seni özledik! Ama bozkır cevap
bile vermiyordu bana. Nedendir bilmiyorum, sessizce ağlıyordum.
Sık sık evden çıkmam teyzemi kızdırmıştı. Yumruğunu sıkarak:

Ne diye öyle arada bir kapıya doğru koşuyorsun? diye bağırdı. Otur
oturduğun yerde, yününü eğir. Dışarda donup gebereceksin! Bir daha
çıktığını görürsem karışmam!
Hava kararmaya başlamıştı bile; Duyşen'in dönüp dönmediğini
bilmiyordum. Bu da çıldırtıyordu beni. Bir an, bugüne kadar hiç
gecikmediğine göre mutlaka dönmüştür, diyordum kendi kendime. Bir
an sonra kuşkuya kapılıyordum yine: Duyşen üzüntülüydü; aklı
başında değildi; ağır ağır güçlükle yürüyordu; ya bir de tipide yolunu
şaşırdıysa... Kendimi işe veremiyordum, parmaklarımın hepsi
başparmak kesilmişti sanki, yün durmadan kopuyordu. Yün koptukça
da teyzem küplere biniyordu:
Senin nen var bugün? Elin el değil, tahta! Sonunda sabrı tükendi:
İnce hastalıklar götürsün seni! Al şu torbayı, Saykal nineye bırak.
Sevinçle ayağa fırladım. Duyşen, Saykal ninenin evinde kalırdı.
Saykal'la kocası Kartanbay ana tarafından uzaktan akraba olurlardı
bana. Sık sık gider görürdüm onları, bazen gece yatısına bile kaldığım
olurdu. Teyzem bunu hatırladı belki; belki de ona bu sözleri Tanrı
söyletti.
İnsan kıtlıkta nasıl çavdardan bıkar, ben de öylesine bıktım senden!
Onlarda kal bu gece. Hadi defol, sabah olmadan da eve döneyim
deme!
Dışarı fırladım. Rüzgar, şamanlar gibi uluyordu bir an kesiliyor,
sonra avuç avuç kar fırlatıyordu adamın yüzüne. Torbayı koltuğumun
altına sıkıştırdım, karda taze at izlerini takip ederek köyün öteki ucuna
koştum. Kafamda bir tek düşünce vardı: Duyşen dönmüş müydü?
Dönmemişti. Öylesine soluk soluğa girdim ki eve, zavallı Saykal
ninemin ödü koptu.
Ne var? diye bağırdı. Niye o kadar koştun. Bir şey mi oldu?

Yok; bir şey yok. Torbanı getirdim. Bu gece burada kalayım mı?

Tabii, yavrum. Seni yaramaz, ödümü kopardın! Epeydir geldiğin
yoktu. Gel, ateşin önüne otur, donmuşsun.

Biraz et pişir de çocuğun karnını doyur, dedi Kartanbay. Duyşen de
nerdeyse gelir.
Pencerenin önüne oturmuş, çizmelerinin pençelerini yeniliyordu.
Şimdiye kadar çoktan gelmiş olması gerekirdi. Ama merak edecek
bir şey yok, gece olmadan gelir. Bizim ihtiyar katır eve dönüleceğini
anladı mı dörtnala koşmaya başlar.
Gece usul usul geldi, pencereye yerleşti. Yüreğim tetikteydi, dışarda
ne zaman bir köpek havlasa ya da biri konuşsa, çarpıntısı hemen
duruyordu. Duyşen'den hiç haber yoktu. Neyse ki, Saykal nine
konuşkandı, beklemek daha kolay oluyordu onun yanında.
Duyşen'i epeyce bekledik. Geceyarısı, Kartanbay yatmaya karar
verdi.
Yatakları ser bakalım, dedi Saykal nineye. Anlaşılan bu gece
gelmeyecek. Geç oldu artık. Memurların işleri başlarından aşkındır;
yarına kalmıştır Duyşen'in işi. Yoksa şimdiye kadar çoktan gelirdi.
Sonra yattı.
Ocağın arkasına, köşeye bir yatak da benim için serdiler. Ama
uyuyamadım. Kartanbay durmadan öksürüyor, dualar mırıldanarak bir
yandan bir yana dönüyordu.

Benim ihtiyar katır ne alemdedir acaba? diye mırıldanıyordu. Kimse
kimseye bedavadan bir tek saman çöpü vermiyor. Cebinde paran olsa
bile satın alacak çavdar bulamıyorsun...
Çok geçmeden uyudu. Şimdi de rüzgar uyutmuyordu beni. Çatıyı
sarsıyor, samanları hışırdatıyor, kaba eliyle camlara vuruyordu.
Duvarların arkasında karları yerden yere çaldığını duyuyordum.
Kartanbay, Duyşen'in iyi olduğunu, merak etmememizi söylemişti
gerçi; ama içim rahat değildi yine de. Öğretmenimi bekliyordum
karanlıkta, yalnız onu düşünüyordum... rüzgarlı, bembeyaz bozkırda
bir başınaydı şimdi. Dalmışım; ansızın irkilerek uyandım. Yerden
yükselen bir uluma gitti, göğe takılıp kaldı. Kurtlar! Bir tane değil, bir
sürü kurt. Birbirlerini çağırarak toplanıyorlardı. Sesleri birleşiyor,
rüzgara karışarak uzaklaşıyor, yaklaşıyordu. Zaman zaman kapının
önünden geliyordu ulumaları.
Saykal nine:
Tipi yüzünden uluyorlar, diye fısıldadı.
Kartanbay bir şey demedi önce; ulumaları dinliyordu.

Yok yok, birinin peşindeler. Ya bir adamın, ya da bir atın.
Dinleyin bakın... İnşallah Duyşen'in peşinde değillerdir. O sersem
delikanlı hiçbir şeyden korkmaz çünkü.
Heyecanla ayağa kalkıp kürklü ceketini giydi. Işığı yak kadın!
Çabuk ol!
Saykal'la ben, korkuyla fırladık. İhtiyar kadın bir an içinde
lambayı yaktı. Tam o sırada uluma kesildi, bir şey olmamış gibi
sessizliğe büründü her yer.
Allah kahretsin, saldırdılar! diye bağırdı Kartanbay.
Eline bir sopa geçirip kapıya fırladı; o anda köpekler havlamaya
başladı dışarda. Biri pencerenin önünden geçip kapıyı yumrukladı.
Odaya bir buhar bulutu girdi önce. Sonra Duyşen'i gördük. Soluk
soluğa içeri daldı; kül gibi olmuştu yüzü. Duvara koştu. Tüfek, dedi.
Ama biz, bir şey anlamayacak kadar heyecanlıydık. Gözlerim
karardı; iki ihtiyarın sisler arasında konuştuğunu duyar gibi oldum:
Kara koyun kurban olsun sana, ak koyun kurban olsun!
Sahiden sen misin bu?
Tüfek, diye tekrarladı Duyşen... Bir tüfek verin bana!Tüfeğimiz yok
ki... Nereye gidiyorsun?
Kartanbay da, Saykal da, Duyşen'e yapışmışlardı; bırakmak
istemiyorlardı onu.
Bir sopa verin öyleyse. İhtiyarlar yalvarmaya başladılar:

Bırakmayız seni. Biz sağ oldukça bir yere gidemezsin! Önce
bizi öldürür, sonra gidersin!
Ansızın dizlerimin bağı çözülüverdi; tek kelime bile söylemeden
yere yığıldım.
Kamçısını bir köşeye fırlatarak derin derin içini çekti Duyşen.

Tam da kapının önünde kıstırdılar beni, dedi. Katır dörtnala
gidiyordu, peşimize kurtlar düştü. Köye kadar geldi hayvancağız, az
ötede tökezleniverdi. Üstüne saldırdılar.
Kartanbay, Duyşen'i yatıştırmaya çalışarak:

Katıra aldırma; sen kurtuldun ya, ona bak, dedi. Katır
tökezlenmeseydi sen de kurtulamazdın... Tanrıma şükürler olsun.
Çıkar elbiselerini de ateşin önüne otur. Dur da çizmelerini çekeyim.
Kadın, yiyecek bir şeyler ısıt hadi.
Birlikte, ateşin önüne oturdular. Kartanbay içini çekerek:

Alınyazımızda bu da varmış, dedi. Yola niye bu kadar geç çıktın?
Toplantı sandığımdan da uzun sürdü. Parti'ye yazıldım. İyi. Ama yola
yarın sabah da çıkabilirdin. Seni sopayla kovalayan mı vardı?
Çocuklara, bugün döneceğime söz verdim, dedi Duyşen. Yarın sabah
okula gelecekler. Kartanbay öfkeli öfkeli söylenmeye başladı:
Serseme bak! Duyuyor musun, kadın, bak ne diyor... Bacak
kadar piçlere verdiği sözü tutmak için canını tehlikeye atmış! Nasıl,
beğendin mi? Ya canını kurtaramasaydın, o zaman ne olacaktı? Bırak
saçma saçma konuşmayı.

Benim işim bu, benim görevim. At için üzüldüm. Hep yayan
giderdim, keşke yine yayan gitseydim. Kalkıp atını aldım senin,
kurtlara parçalattım...

Aldırma. Canı cehenneme, dedi ihtiyar. Senin hayatını kurtardı ya,
ona bak! Bugüne kadar hep atım mı vardı sanki? Benim için üzülme
sen, ben başımın çaresine bakarım. İlerde, bakarsın bir at daha alırım.
Saykal ağlamaklı bir sesle:
Doğru söyledin, dedi. Bir at daha alırız... Al oğlum, soğutmadan ye
şunu.
Sustular. Kartanbay, ateşi karıştırarak, düşünceli düşünceli:
Seni anlamıyorum, Duyşen, dedi. Kafasız bir adam değilsin, hatta
akıllısın. Ne diye okulla çocuklarla uğraşıp duruyorsun? Daha iyi bir
iş mi yok dünyada? Gidip bir zenginin yanında çobanlık etsen bolluk
içinde yaşarsın...

Biliyorum, benim iyiliğimi istiyorsun. Ama bu çocuklar büyüyünce
senin benim gibi birer insan olsun istiyorsan okulun da, eğitimin de
gereği yok tabii. Ama devlet nasıl gelişir o zaman? Bütün güçlüklere
bunun için göğüs geriyorum işte. Daha iyi bir öğretmen olsaydım
başka bir şey istemezdim...
Onların konuşmalarını dinlerken uzaklardan, uzaklaştığım
yerlerden yavaş yavaş döndüm odaya. Önce bir düş gibi geldi bu.
Duyşen'in sağ salim karşımda olduğuna inanamadım. Sonra bahar
selleri gibi güçlü dayanılmaz bir sevinç dalgası kapladı gövdemi;
hıçkırdım. Kimseler benim kadar sevinemezdi. Her şey yok
oluvermişti birden: kerpiç kulübe, tipi, Kartanbay'ın tek atını
parçalayan kurtlar... Hepsi yok olmuştu! Kafamı, yüreğimi, bütün
gövdemi bir mutluluk kaplamıştı... inanılmaz, sonsuz, ışık gibi
ölçüsüz bir mutluluk.
Hıçkırıklarımı kimse duymasın istiyordum. Ama Duyşen duydu.
Ocağın arkasında ağlayan kim? diye sordu.
Altınay, dedi Saykal; çok korktu, ondan ağlıyor.Altınay burada mı?
Ayağa fırlayıp yanıma koştu. Duyşen. Diz çöktü; omuzlarıma
dokunarak:
Nen var, Altınay? Niye ağlıyorsun? dedi.
Duvara dönüp kendimi iyice bıraktım; hüngür hüngür ağlamaya
başladım.

Ağlama yavrum. Niye korktun öyle? Bak, koca bir kız oldun artık,
ağlamak hiç yakışmıyor sana... Yüzüme bak.
Boynuna sarıldım onun; göz yaşlarıyla ıslanmış ateş gibi yüzümü
yanaklarına bastırdım. Durmadan hıçkırıyordum. Sevinçten kendimi
tutamıyordum.
Kartanbay kilimin üstünden kalktı. Korkmuştu biraz.

Galiba yüreği yerinden oynadı bunun, dedi. Gel buraya kadın, birkaç
dua oku. Çabuk ol.
Hepsi çevremde dolanmaya başladı. Saykal büyülü sözler söyledi,
yüzüme soğuk su, sonra da sıcak su serpti. Göz yaşları benim
yaşlarıma karışıyordu.
Evet, anlatılmaz bir sevinç yüzünden yerinden oynamıştı yüreğim.
Duyşen yatağımın yanına oturdu, ben rahatlayıp uyuyuncaya kadar
ateş gibi alnımı okşadı soğuk elleriyle...
Kış dağların öteki yanına geçti. Bahar, mavi bulutlarını önüne
katmıştı bile. Eriyen karlarla kabarmış tepelerden, ılık rüzgarlar
esiyordu.
Toprağın taze süt kokusuna benzeyen güzel kokusunu taşıyorlardı.
Dağlardaki buzlar çözüldü, dereler gürül gürül akan, yollarındaki her
şeyi yıkan, türküleriyle yataklarını dolduran birer ırmak oldu.
Genç kızlığımın birinci baharıydı bu. O zamana kadar gördüğüm
baharların en güzeliydi. Bir dağa çıksanız, altınızda bahar
dünyalarının en sevimlisini görüyordunuz. Kollarını açmıştı bahar,
gümüş bir peçeteyle örtülmüş bozkıra yuvarlanıyordu. Uzaklarda,
kilometrelerce ötede, eriyen göllerin mavisi, atların kişnemesi,
kanatlarında beyaz bulutlar taşıyan leyleklerin uçuşu vardı. Nereden
geliyordu leylekler, hüzünlü sesleriyle nereye çağırıyorlardı insanı?
Baharın gelişiyle birlikte, hayat daha eğlenceli olmuştu. Yeni oyunlar
yaratıyor, yaşama sevinciyle gülüyor, okuldan çıkınca birbirimizi
kovalayarak eve koşuyorduk. Teyzem bu kadar sevinçli oluşuma
içerliyor, beni azarlamak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu:
Oyun oynayacak yaşta mısın sersem? Evlenme vaktin bile geldi.
Senin yaşındaki kızların hepsi ev bark sahibi oldular, çoluk çocuğa
karıştılar. Bir de kendine bak... Bütün vaktini okulda geçiriyorsun.
Ama ben seni hale yola koymasını bilirim...
Doğrusu, teyzemin sözlerini ciddiye almıyordum. Onun bu
davranışlarına alışıktım zaten. Evlenecek yaşta da değildim; o bahar
boyum biraz daha uzamıştı sadece, o kadar.
Duyşen gülerek:
Sen daha çocuksun, derdi bana. Saçın başın karmakarışık.
Aldırmazdım bile. Kendi kendime:
Biraz daha büyüyüp gelin olunca, derdim, daha güzelleşeceğim.
Teyzem bile şaşacak güzelliğime. Duyşen, gözlerimin yıldızlar gibi
parladığını söylüyor. Yüzüm de temiz bir yüzmüş.
Bir gün, okuldan dönünce, avlumuza iki yabancı atın bağlanmış
olduğunu gördüm. Eyerlerine, koşumlarına bakılırsa, dağlardan
geliyordu atlar. Dağlılar, değirmene gelirken ya da pazardan dönerken
amcamla teyzeme uğrarlardı ara sıra.
Kapının önüne gelmiştim ki teyzemin kahkahasını duydum;
olduğum yerde kalakaldım.

Hadi, yüzün gülsün sevgili yeğenim, diyordu teyzem. Küçük
kumruyu avucunun içine alınca bana nasıl teşekkür edeceğini
bilemeyeceksin.
Sözleri başka seslerle, başka kahkahalarla kesildi. Ama ben içeri
girer girmez sustular. Kırmızı suratlı şişman bir adam oturuyordu
kilimin üstünde, önüne bir masa örtüsü serilmişti. Terli alnına
indirdiği kalpağının altından bir göz attı bana; sonra önüne bakarak
boğazını temizledi.
Teyzem yapay bir gülümsemeyle karşıladı beni.
Demek döndün canım kızım, dedi. İçeri gel yavrum. Amcam bir
başka adamın yanında oturuyordu... İskambil oynuyor, içki içiyor,
beşparmak yiyorlardı...
İkisi de sarhoştu, iskambil kağıtlarını yere attıkça başları
sallanıyordu. Kedimiz masa örtüsünün üstüne çıktı; ama şişman adam
öyle bir tokat attı ki zavallının başına, hayvancağız inleyerek
miyavladı, kaçıp bir köşeye saklandı. Zavallı kedi, canı nasıl yanmıştı!
Kaçmak istedim, ama nasıl kaçacağımı bilemedim. Neyse, teyzem
yardıma koştu.
Canım kızım, dedi. Tencerede yemek var, git de soğumadan karnını
doyur.
Sevindim. Ama teyzemin garip davranışı hoşuma gitmemişti, dikkat
kesildim:
Birkaç saat sonra adamlar kalkıp atlarına bindiler, dağlara doğru
uzaklaştılar. Teyzem yine bağırmaya başladı bana; biraz rahatladım.
Herhalde sarhoş olduğu için iyi davranmıştı, dedim.
Bu olaydan birkaç gün sonra, Saykal nine teyzemi görmeye geldi.
Avludaydım, ama ihtiyar kadının sözlerini duyabiliyordum. İyi
düşündün mü? diyordu Saykal nine. Kızcağızın hayatını
mahvedeceksin!
Öfkeli öfkeli bağırarak bir şeyler konuştular; Saykal evden çıktı.
Bana hem öfke, hem de acımayla bakarak, tek kelime bile söylemeden
gitti. O bakışı bütün keyfimi kaçırmıştı. Ona ne yapmıştım ki bana
öyle bakmıştı?
Ertesi sabah okula gidince Duyşen'in de keyifsiz olduğunu
gördüm. Üzüntüsünü saklamak istiyordu bizden, ama boşunaydı...
Benim yüzüme bakmaktan kaçındığı da dikkatimi çekti. Derslerden
sonra dışan çıkarken, beni çağırdı.

Dur, Altınay, dedi.
Elini omuzuma koyarak sevgiyle baktı bana.

Eve gitme. Gitmeni niye istemiyorum, biliyor musun, Altınay?
Damarlarımdaki kan ansızın donuvermişti sanki. Teyzemin
aklından geçenleri o anda anlayıverdim.
Ben konuşurum onlarla, dedi Duyşen. Sen şimdilik burada kal.
Yanımdan ayrılma.
Korkum yüzümden okunuyordu anlaşılan. İncecik parmaklarıyla
çenemden tuttu Duyşen, başımı kaldırdı. Her zamanki gibi
gülümseyerek gözlerimin içine baktı.

Korkma, Altınay, dedi. Ben yanındayken hiçbir şeyden korkma.
Okuluna devam et, derslerini yap, başka her şeyi unut. Ne kadar
korkak olduğunu biliyorum... Bak ne anlatacağım sana... Komik bir
şey hatırlamış gibi güldükten sonra devam etti:
O sabah biz hepimiz uykudayken Kartanbay nereye gitmiş biliyor
musun? Büyücü getirmeye! Caynak'ın ihtiyar karısını.
Döndüğünde, Niye getirdin onu, diye sordum. Biraz büyü yapsın,
Altınay'ın yüreği korkudan yerinden oynadı, diye cevap verdi. Kov
şu kocakarıyı, en aşağı bir koyun ister şimdi. O kadar zengin değiliz.
At da veremeyiz, bir katırımız vardı, onu da kurtlara yedirdik, dedim.
Sen o saatte uykudaydın. Kovdum gitti kocakarıyı. Kartanbay bir
hafta konuşmadı benimle. Küçük düşürmüşüm onu, öyle dedi. Ama
Saykal da, Kartanbay da iyi insanlar. Onlar kadar iyisine kolay kolay
rastlayamıyor insan. Hadi, artık eve gidelim, Altınay. Gel.
Cesur olmaya çalışıyordum; ama teyzem gelir de beni döve döve
götürür diye korkuyordum. Ellerinden kimse alamazdı beni. Bütün,
gece, fırtınanın patlamasını bekleyerek, gözümü bile kırpmadım.
Duyşen aklımdan geçenleri biliyordu tabii. Ertesi gün, dikkatimi başka
yere çekmek için belki, iki tane fidan getirdi okula. Dersler bittikten
sonra, elimden tutarak beni okulun arkasına götürdü. Esrarlı bir
havayla:
Yapılacak bir işimiz var, Altınay, dedi. Bu fidanları senin için
getirdim. Şimdi onları birlikte dikeceğiz. Onlar büyüyüp güçlendikçe
sen de büyüyüp güçlenecek, dünyanın en iyi kadını olacaksın. Temiz
bir yüreğin, sağlam bir kafan var. Bilgin olacaksın sen; evet adım gibi
biliyorum, bilgin olacaksın. Bu fidanlar da senin gibi genç, senin gibi
ince. Onları kendi ellerimizle dikelim, Altınay. Okumak sana
mutluluk getirsin, benim sevgili yıldızım...
Fidanlar benim boyumdaydı; mavimsi gövdeleri vardı. Onları tam
dikmiştik ki, incecik yapraklara dokunarak, hayat vererek bir rüzgar
esti dağlardan. Yapraklar titredi, kavaklar salındı... Gerileyerek,
sevinçle:

Bak, ne güzel! dedi Duyşen. Şu ilerdeki kaynaktan bir de su yolu
açarız buraya. Göreceksin, kocaman olacaklar! Bu tepede iki kardeş
gibi, yan yana duracaklar. İyi insanlar, onları uzaktan gördükçe
sevinecek. Hayat da daha değişik olacak o zaman, Altınay. Önümüzde
güzel günler var...
Duyşen'in temiz yürekliliği nasıl duygulandırmıştı beni... bunu
anlatacak kelimeleri şimdi bile bulamıyorum. Oracıkta durup
öğretmenime baktım. Yepyeni gözlerle baktım ona; yüzünün soylu
güzelliği, gözlerinin temiz bakışı beni büyülemişti, ellerinin gücünü
yeni görüyordum sanki... sanki gülümseyişi ilk olarak ısıtıyordu içimi.
Sıcak bir dalga yükseliyordu göğsümden, o güne kadar bilmediğim
duygular sarmıştı gövdemi. Ona yaklaşmak istiyordum.
Öğretmenim, bu kadar iyi olduğun için teşekkür ederim sana... Seni
kucaklamak, öpmek geliyor içimden, demek istiyordum.
Ama bunu yapacak cesaretim yoktu; o sözleri yüksek sesle
söylemeye utanıyordum. Söylesem daha iyi olacaktı belki...
Dağların yeni yeşermiş eteklerinden yükselen o tepede, durgun, mavi
göğün altında kendi düşlerimize daldık. Üzüntülerimi bir yana
atmıştım. Ertesi günü düşünmüyordum bile; iki gündür eve gittiğim
yoktu... yine de, teyzemin beni aramamasına şaşmıyordum. Belki
beni unutmuşlardır, diyordum... kim bilir, benimle uğraşmamaya karar
vermişlerdi belki. Evet, bu düşünceler tedirgin etmiyordu beni artık;
ama Duyşen'i ediyordu.
Köye dönerken:
Üzülme, Altınay, bir yolunu buluruz, dedi. Öbür gün rapor vermeye
gideceğim yine. Senden de söz açarım. Belki şehre, okula yollatırım
seni.
Gitmek ister miydin?

Ben senin sözünden çıkmam, öğretmenim.
Şehrin nasıl bir yer olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu; ama
Duyşen'in beni şehre göndermek istemesi, yeni düşler kurmama yetti
de arttı bile. Başka bir şey düşünemiyordum artık. Bazen korkudan
ölecek gibi oluyor, bazen gitmeye can atıyordum.
Ertesi gün okulda, dersler boyunca hayal kurdum: şehirde kiminle
kalacaktım, nasıl yaşayacaktım orada? Birisi yatacak bir yer verseydi
bana, her şeyi yapardım... odun kırar, su getirir, çamaşır yıkar, evet,
her şeyi yapardım.
Dışardaki at sesleri beni kendime getirdi. Öyle hızlı koşuyordu ki
atlar, sanki okulu yerle bir edip geçeceklerdi. Hepimiz irkilerek ayağa
kalktık, kulak kesildik.
Duyşen, aceleyle...
Siz işinize bakın, aldırmayın, dedi.
Kapı büyük bir hızla açıldı. Eşikte teyzem duruyordu. Sinsi yüzünde
kötü, karanlık bir hava vardı.
Duyşen kapının yanına gitti.Ne istiyorsun? diye sordu.
Ne istediğim seni ilgilendirmez. Kızımı evlendireceğim. Gel
buraya, piç!
Üstüme yürümek istedi, ama Duyşen yolunu kesti onun. Büyük bir
rahatlıkla, heyecanlanmadan:

Burada yalnız öğrenciler var, dedi. Evlenme çağına gelmiş
kimse yok.

Görürüz bakalım. Yakalayın şu piçi. Dışarı çıkarın. Atlılardan birine
işaret etti. O gün gördüğüm kalpaklı adamdı bu. Onunla birlikte öteki
iki adam da atlarından indiler.
Duyşen olduğu yerde duruyordu.
Şişman adam saldırmaya hazırlanan bir ayı gibi Duyşen'in üstüne
yürüdü.
Seni evsiz barksız serseri, diye homurdandı. Kızlarımız senden mi
emir alacak? Çekil yolumdan!
Duyşen kollarını gererek kapıda duruyordu hala.Buraya girmeye
hakkınız yok. Burası okul, dedi. Teyzem:
Ben dememiş miydim, benim piçi baştan çıkarmış! diye bağırdı.
Şişman adam:
Tükürürüm şimdi okulunun içine! diye uludu. Mosmor kesilmişti.
Elindeki kamçıyı salladı.
Ama daha atik davranmıştı Duyşen. Bir tekme attı adamın karnına.
Adam inleyerek yere yığıldı. Ötekiler bir anda öğretmenimizin üstüne
saldırdılar. Bağırarak yanıma sığındı çocuklar. Eteğime yapışmış
öğrencilerle birlikte adamların üstüne atıldım.
Bırakın öğretmenimizi! Vurmayın ona! İşte ben buradayım. Beni
götürün, ama öğretmenimize vurmayın! diye bağırdım.
Duyşen döndü. Burnundan oluk gibi kan boşanıyordu. Yüzü öfkeden
korkutucu bir hale gelmişti. Kırılmış kapının tahtalarından birini
geçirdi eline, sallayarak:
Evlerinize gidin çocuklar. Altınay, kaç! diye bağırdı.
Bağırması çığlığa döndü kısa zamanda. Kolu kırılmıştı. Sağlam
eliyle kırık kolunu tutarak geriledi; İki adam Duyşen'in üstüne boğalar
gibi saldırdılar.

Vur! Vur! Kafasına vur! Gebert!
Kırmızı suratlı haydutla teyzem beni yakaladılar. Saçımdaki
kurdeleyi boğazıma geçirerek dışarı sürüklediler beni. Bütün gücümle
karşı koydum, kurtulmaya çalıştım. Sınıf arkadaşlarım bir köşeye
kümelenmişler, korkuyla bakıyorlardı bana; ağızları açıktı, ama
bağırmıyorlardı. Duyşen kanlar içinde, duvarın dibine yığılmıştı.
Öğretmenim!
Ama Duyşen artık yardım edemezdi bana. Ayakta bile duramıyordu.
Yumrukların altında, sarhoşlar gibi sallanıyordu. Başını kaldırmak
istedi; yeniden yeniden vurdular ona. Beni yere fırlattılar; ellerimi
bağlamışlardı. O anda Duyşen de kendinden geçti.
Öğretmenim!
Ağzımı tıkayıp bir eyerin üstüne attılar beni.
Kırmızı suratlı adam, daha önce binmişti ata. Elleriyle, gövdesiyle
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Cemile - 6
  • Büleklär
  • Cemile - 1
    Süzlärneñ gomumi sanı 3891
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2243
    30.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    43.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    51.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Cemile - 2
    Süzlärneñ gomumi sanı 3816
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2027
    29.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    44.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    51.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Cemile - 3
    Süzlärneñ gomumi sanı 3840
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2080
    28.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    44.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    52.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Cemile - 4
    Süzlärneñ gomumi sanı 3896
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2114
    33.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    47.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    55.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Cemile - 5
    Süzlärneñ gomumi sanı 3923
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2083
    31.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    46.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    54.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Cemile - 6
    Süzlärneñ gomumi sanı 3232
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1875
    32.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    47.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    54.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.