Hesse Knulp - 1
Süzlärneñ gomumi sanı 4315
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2286
33.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
48.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
55.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
ÖNSÖZ
Bugünkü Almanya'nın en ünlü yazarlarından biri olan Hermann Hesse, 2 Temmuz 1877'de Württemberg Karaormanları'ndaki, yapıtlarının çoğunda karşılaştığımız gibi Knulp'da da rasladığımız, Calw kasabasında doğdu. Ataları, baba tarafından Baltık kentlerinden, anne tarafından da Batı İsviçreliydiler. Babası uzun zaman Hindistan'da misyonerlik yapmıştı. Annesi de Doğu Hindistan'da büyümüştü. Böylece uzak dünyaların genişliğiyle küçük kasabaların biçimsel dindar kentsoylu yaşantısının darlığı daha dedelerinin yaşamında birleşmiş ve kaynaşmış bulunuyordu. Beş yaşından dokuz yaşına kadar ailesiyle birlikte Basel kentinde yaşadı. Ondan sonra aile yine Calw'e döndü. Babasının rahiplik uğraşına girmesi gerektiği için Hesse Maulbronn'daki, bir zamanlar Hölderlin'in de gittiği, Manastır Okulu'na yazıldı. Ancak inatçı bir oğlan olduğu için okulun havasına ve öğretmenlere bir türlü ayak uyduramadı ve kısa bir süre sonra oradan kaçtı. Maulbronn yatılı okulundaki üzüntülerini ve savaşımlarını, sonraları "Unterem Rad" (Çarkların Arasında) adıyla yayınladığı öğrenci öyküsünde çok güzel anlatır. Bu öyküde yetenekli, ince duygulu, kolay kırılan bir çocuğun, öğretmenlerinin anlayışsızlığı ve babasının anlamsız tutkusu yüzünden nasıl mahvolduğu betimlenir. Okuldan kaçtıktan sonra Hesse'nin içsel şaşkınlıklar ve umarsızlıklarla dolu, yarar sağlamayan, kısa süreli çalışma denemeleri gelir. Tübingen ve Basel'de tüccarlık, makinistlik, kitapçı çıraklığı gibi işleri dener. Kendisine çok çabuk ün ve ad kazandıran ve serbest yazar olma olanağını veren ilk yapıtlarını Basel'de yazmıştır. Bundan sonra Bodensee'nin küçük bir kasabası olan Gaienhofen'a yerleşir. Sekiz yıl kadar orada oturur ve yine orada evlenir. 1912'de Bern'e gider ve Birinci Dünya Savaşı'nı İsviçre'de geçirir. 1921 yılında ise İsviçre uyruğuna geçer. 1919'da da Lugano Gölü yakınındaki sessiz Montagnola kasabasına çekilir. 1946'da Nobel Edebiyat Ödülü'nü alır.
Hesse'nin ilk yapıtlarının bütünüyle lirik, coşumcu bir havası vardır. Çok kişinin, yazdıklarının en güzelleri ve en kalıcıları saydığı şiirlerinde de aynı hava bulunur. Hesse'nin şiirlerinde Jean Paul'ün, Hölderlin'in, Brentano'nun ve Alman coşumcularının yeniden keşfettiği halk şiirlerinin yankıları vardır: Canlandırılmış doğa, ince, üzünçlü bir havayla örtülü ruh durumlarının değişmeleri, yaşama özlemi ve yazgısına boyuneğme - işte onun ilk yapıtlarının iç dünyası bunlardır.
Hesse ilk olarak bir gelişim romanı olan ve bazı bakımlardan Gottfried Keller'in deyişini anımsatan "Peter Camenzid" (1904) adlı yapıtıyla ün kazandı. Bu romanın kahramanı dünyaya açılır, dünyanın hayhuyunu alaycı bir edayla görüp, yaşayıp seyrettikten sonra, yazgısına boyun-eğerek İsviçre'deki köyüne döner. Yaşama isteği ve yaşama korkusu, aşk gereksinmesi ve içli bir doğa duygusu, kendi öz varlığının yasalarına karşı gelme ve dayanma: İşte bu romana biçim ve anlamını veren özellikler bunlardır.
Birinci Dünya Savaşı'na kadar yazdığı öykülerinde Hesse çok okunan, bazı yönlerden Gottfried Keller'in izinde yürüyen, içerik ve deyiş bakımından tutucu, ince duygulu bir yurt şairi olarak kalmıştır: "Getrud" (1911); "Nachbarn" ("Komşular", 1908); "Umwege" ("Dolambaçlı Yollar", 1912). Bu yapıtlarda güzel, yalın bir deyişin insanı saran güçlü havası içinde, köşesine çekilmiş, çoğu kez bir sanatçı yaradılışında, içsel savaşımlar veren, yaşama ayak uyduramamış insanlar betimlenir. Bu ilk dönemdeki yapıtların kaynağı, bitip tükenmez çocukluk anılarıyla yurdunun kırları ve görünümleridir ve Schwab-Aleman kökünden gelme insanların oturduğu yurt parçasına sıkı sıkıya bağlıdır. Bu yapıtlardaki sanatçı tipleri gibi, "Bir Hindistan Yolculuğu"nda da (1913) yine acı çeken, çağına karşı savaşım veren çağdaş insanın perişanlığı gibi sorunlar görülür.
1908 ile 1915 arasında yazdığı ve bu küçük kitapta dilimize çevirdiğimiz, şirin, sevimli bir serseri olan Knulp'la ilgili üç öyküde de yine bu eski konuyu bir kez daha işler. Burada da içi özlemle dolu, hem dünyadan sarhoş, hem de dünyanın acısını taşıyan, hiçbir yerde duramayan, her yeri kendine yurt edinmiş, ama hiçbir yerde yurdunu bulamayan, gündelik kentsoylu yaşamının dışında kalmış, huzursuzluktan ve kendi gönlünün isteklerinden başka hiçbir şeye bağlanamamış, yalnızca kendi öz yaşamını yaşamış ve kendi öz ölümüyle ölmüş bir gezginin, bir serserinin yaşamı betimlenmektedir. Knulp, bütün üzüncüne ve yazgısına boyuneğmiş havasına karşın yine de Hesse'nin ilk döneminin henüz şifa bulabilir, şifa kabul eder dünyasıyla, öteki, özellikle de Birinci Dünya Savaşı'nın korkunç etkileriyle ortaya çıkmış olan sonraki dünyasının tam sınır çizgisi üzerindedir. Bu ikinci dünya, Hesse'nin sonraki yapıtlarının, savaşımlarının, acılarının ve bunları yenme çabalarının konusu olmuştur.
Hesse, savaşı insanlık ve Avrupa uygarlığı için korkunç bir yıkım olarak kabul eder.
Hermann Hesse, 1919 yılında Emil Sinclair takma adıyla "Demian" romanını yayınladı. Bu roman altüst olmuş, durmadan arayan ve savaşan bir gençliğin romanıdır. Bu gençlik için, her türlü umarsızlığı ve şaşkınlığı içinde değişmeyen, dayanan bir tek buyruk, bir tek istek vardır: Bütün karanlık ve aydınlık yönleriyle kendi öz varlığını ortaya çıkarmak; iyiyle kötünün, bulanıklıkla berraklığın, maddi tutkularla ruhsal dinginliğin ayrılıklarının ortadan kalktığı ve birleştiği yaşamın gizli tanrısallığını arama cesaretini ve gücünü göstermek. Bu roman henüz doğmakta olan Alman Gençlik Devinimi üzerinde eşi görülmemiş bir etki yaptı. Hesse giderek Freud'un araştırmaları ve bilinçaltı buluşlarıyla büyülenmişti. Sorguları, aramaları, denemeleri daha kökten, daha derin, daha pervasız olmaya başlamıştı. 1920 yılında "Klingsors letzter Sommer" (Klingsor'un Son Yazı) adı altında topladığı üç öyküsünde, Hesse'nin ilk dönemlerinin hulyası, düşü ve coşumculuğu kaybolmuştur. Uyuşmazlıklar ve anlaşmazlıklar daha keskin, daha umarsız, daha yıkıcı olmuştur. Bir Hint söylencesi olan "Siddharta"da (1922), çağdaş insanın bunalımının dinsel bir bunalım olduğu açıkça gösterilir. Sanatın ve sanatçının en büyük ödevi "her şeyin arkasındaki Tanrı'yı göstermektir". Ancak çağdaş insanın asıl içler acısı gelişmesi, şunda da yankısını bulur ki, bundan sonra yazarın bir yapıtı bir başka yapıtıyla hep taban tabana karşıt gibi gözükür. Yaşamı bir temaşa olarak benimseyen Siddharta'nın Hint etkisiyle yüklü hikmet ve özgeçi (feragat) felsefesiyle ruhsal dinginliğinin karşısına şair, hiçbir kayıt tanımayan, bütün yanılsamaları kırıp yok eden, sapına kadar bireyselci, her türlü "bir örnekliğin" can düşmanı, aynı zamanda en parlak, en yıkıcı ve kendi içini en iyi anlatan yapıtı "Steppenwolf"u (Bozkır Kurdu) çıkarır. Ruhla beden, perhizcilikle şehvet insanoğlunun uzlaştırılması, birleştirilmesi mümkün olmayan karşıt güçleridir. Kentsoylu toplumunun bu ana karşıt güçler için çektiği korunma setleri, bu yapıtta kökünden ve çekinmeksizin yıkılır. Ancak buna karşın bu romanda da yine, bu toptan hiççi yıkıcılığın ve bozgunculuğun üstüne çıkmaya uğraşılır, sonunda da bu ikiliğin üstünde, ona anlam veren daha yüksek bir birliğin varlığı duyumsanır ve onun özlemi çekilir. Hesse bir yeri geldiğinde "Zamanın putlarının yerine bir inanç koymak gerektir. Ben öteden beri bunu yapmaya çalıştım. 'Bozkır Kurdu'ndaki Mozart, Ölümsüzler ve Sihirli Tiyatro'nun anlamı budur. 'Demian' ve 'Siddharta'da da aynı değerler başka bir adla adlandırılmışlardır" der. Hesse'nin, kendisini şiddetle üzen ağır sorunları "humor"un ölçülü, geniş perspektifiyle de ele alabilecek içsel bir özgürlüğü olduğuna "Kurgast" ve "Nürenberger Reise" (Nürenberg Yolculuğu) adlı yapıtları birer örnektir.
Hesse'nin en tanınmış yapıtlarından biri olan "Narziss und Goldmund" (Narziss ve Goldmund) da, bütün ötekiler gibi bir ruh yaşamöyküsüdür. Yaşanıp denenen yaşamsal güçlerin karşıtlığı konusu, buradaki iki dostun anlatısında yeniden işlenir. Bu dostlardan biri tümüyle ruh olmuş, her türlü maddi zevkten sıyrılmış Narziss, ötekiyse su katılmamış bir zevk insanı ve sanatçı olan Goldmund'dur. İkisinin de birbirine gereksinimi vardır, yan yana büyümüşlerdir. Ancak bunların, ne yazık ki asla gerçekleşemeyecek birlikleri, insanoğlunun öz anlamının gerçekleşmesi olurdu.
Hesse'nin yazınsal başarısı, ütopik bir gelecek romanı olan "Das Glasperlenspiel" ("Boncuk Oyunu", 1943) adlı yapıtıyla en yüksek noktasına ulaşmıştır. Bu yapıt öyle bir manevi dünyanın hulyasıdır ki, orada, Kastalia'nın "Pedagoji Ülkesinde"ki keşişler gibi dünyaya kapalı, arınmış, büyük ve deneyimli ruhlar, tertemiz, evrensel bir dille, insanoğlunun sanat ve bilim alanında yarattığı en yüksek düşünceler ve yapıtlar arasında ilişki kurup birbiriyle karşılaştırırlar. Ancak burada da kahraman, sonunda insanı şaşırtan bir davranışla bu yüksek, seçkin ve kendi kendine yeten çevreyi bırakıp gider. Çünkü dünyaya yönelmiş, iş yapan, devinen, acı çeken ve seven, âşık olan yaşam biçiminin de yadsınamayacak, silkilip atılamayacak bir gerçekliği, kendine göre bir değeri olduğunu anlamıştır.
Böylece Hermann Hesse de, yapıtlarının hiçbir yeri kendine yurt edinemeyen huzursuz kahramanları ve bunlardan biri olan ''Knulp''u gibi, durmadan dolaşmış, durmadan yollara düşmüş, durmadan aramış, ancak hiçbir zaman, hiçbir yerde bir erince, bir sonuca ulaşamamıştır. Ve işte böyle biri olduğu için, olmuş bitmiş biri değil de, gerçek bir arayıcı olduğu için, bütün yaşamı ve yapıtları boyunca, bunalımlar ve umutsuzluklarla dolu bu çağın bir sürü arayanına ve umarsızına bir yardımcı, bir yoldaş, onların iç dünyaları için gerçek bir ayna olmayı başarabilmiştir.
KNULP'UN
YAŞAMINDAN ÜÇ ÖYKÜ
İLKYAZ BAŞLANGICI
1890'lı yılların başında Knulp dostumuz bir k ezinde haftalarca hastanede yatmak zorunda kalmış, çıktığı zaman da şubat ayının ortaları olmuştu. Havalar öyle kötüleşmişti ki, birkaç günlük yürüyüşten sonra yeniden ateşi çıkmış, sığınacak bir yer düşünmek zorunda kalmıştı. Knulp hiçbir zaman dostsuz kalmamıştı. O yörelerin hemen her kentinde bir dost, bir arkadaş evi bulması kolaydı. Fakat bu işte öylesine gururluydu ki, bir dostundan herhangi bir şey kabul etmesi, dostu için âdeta bir onur sorunu olurdu.
Bu kez de aklına Laechstetten'deki dabağ Emil Rothfuss geldi ve hemen gidip akşamın yağmuru ve rüzgârı içinde, kilitlenmiş kapısını çaldı. Dabağ Rothfuss üst katın panjurunu azıcık aralayıp karanlık sokağa doğru bağırdı: "Kim o, daha sabah olmadı."
Eski dostunun sesini duyar duymaz Knulp, yorgunluğuna karşın canlandı. Aklına yıllarca önce, dört hafta kadar Emil Rothfuss'la birlikte yolculuk ettikleri sırada yazdığı birkaç dize geldi. Onları yukarıya, pencereye doğru okumaya başladı:
"Bir lokantada
Yorgun bir gezgin oturur
Bu oturan
Kaybolmuş oğuldan başka kim olabilir?"
Dabağ Rothfuss panjuru hızla itti ve pencereden iyice sarktı." Knulp sen misin, yoksa bir hayalet mi?"
"Benim!" diye bağırdı Knulp. "Sen de merdivenlerden inip aşağı gelsene. Yoksa pencereden mi gireyim?"
Arkadaşı sevinç içinde, ivedi aşağı inip kapıyı açtı. Elindeki tüten gaz lambasını gelenin yüzüne tutup öyle aydınlattı ki, öbürü gözlerini kırpmak zorunda kaldı.
"Hadi içeriye gel!" diye coşkuyla bağırdı ve arkadaşını kolundan tutup eve soktu. "Anlatacaklarını sonra anlatırsın. Akşam yemeğinden kalma bir şeyler var, yatak da var. Hay Allah! Şu berbat havada! Bari doğru dürüst ayakkabın var mı?"
O bir yanda sorup şaşıradursun, Knulp merdivende pantolonunun kıvrık paçalarını dikkatle indirdi, dört yıldır girmediği evin merdivenlerini yarı karanlıkta güvenle çıktı.
Yukarı çıkınca, oturma odasının kapısının önünde sofada bir an durdu, kendisine içeri girmesini söyleyen dabağ Rothfuss'un elini tutup çekti ve ona:
"Bana baksana" diye fısıldadı, "artık evlisin, değil mi?"
"Ee, elbette."
"İşte onun için. - Biliyor musun, karın beni tanımıyor; belki hoşuna gitmez. Sizi rahatsız etmek istemem."
"Rahatsız etmek de ne demek!" Rothfuss güldü, kapıyı ardına kadar açtı ve Knulp'u aydınlık odaya soktu. Odada büyük bir yemek masasının üstünde, üç zincirle kocaman bir gaz lambası asılıydı. Havada hafif bir tütün dumanı kımıldıyor ve ince şeritler halinde ısınmış lamba şişesine doğru akıyor, orada telaşla kıvrıla kıvrıla yukarı doğru çıkıp yitiyordu. Masanın üstünde bir gazete ve içi tütün dolu, domuz derisinden bir kese duruyordu. Yan duvarın önündeki küçük, dar kanepeden de evin hanımı, sanki uyuklarken rahatsız edilmiş de bunu belli etmek istemiyormuş gibi, yarım ve şaşkın bir neşe içinde sıçradı. Knulp, güçlü ışıktan kamaşmış gibi bir an gözlerini kırptı, kadının açık gri gözlerine baktı ve ona nazik bir tavırla elini uzattı.
Usta gülerek "İşte karım" dedi, "bu da Knulp, arkadaşım Knulp. Biliyor musun, ondan çok söz etmiştik. Tabii bizim konuğumuz. Çırak yatağını ona veririz. Zaten boş duruyor. Ama ilk önce birlikte bir meyve şarabı içelim, Knulp da bir şeyler yesin, biraz ciğer sucuğu kalmıştı, değil mi?"
Usta'nın karısı dışarı koştu. Knulp arkasından baktı ve yavaşça:
"Biraz korktu galiba" dedi. Fakat Rothfuss bunu kabul etmek istemedi.
"Çocuğunuz yok mu?" diye sordu Knulp.
Bu arada kadın içeri girmişti. Kalaylı bir sahanın içinde sucuk getirdi. Ortasında yarım kara ekmek bulunan ekmek tahtasını da yanına koydu. Ekmeğin kesik yeri aşağı doğru konmuştu, tahtanın yuvarlak kenarına da boylu boyunca şu yazı kazılmıştı: "Bize bugün günlük ekmeğimizi ver."
"Biliyor musun Lis, biraz evvel Knulp bana ne sordu?"
"Bırak canım" diye karşı çıktı Knulp ve gülerek Rothfuss'un karısına döndü, "izin verirseniz" diyerek önüne koyduğu yemeklere uzandı. Ancak Rothfuss lafı bırakmadı: "Çocuğumuz yok mu? diye sordu Knulp." Kadın gülerek "Hadi sen de!" dedi ve hemen oradan uzaklaştı. O dışarı çıkınca "Yok mu?" diye sordu Knulp. "Hayır, daha yok. Karım, daha erken diyor. Hem biliyor musun, ilk yıllar için böylesi daha iyi. Ama hadi bakalım sen başla, afiyet olsun."
Bu arada kadın gri ve mavi renkli, sırlı şarap testisini getirdi, yanına da üç tane bardak koyup doldurdu. Bu işi ustaca yapmıştı, Knulp onu seyrederek gülümsedi.
"Sağlığına, eski dost" dedi Usta ve bardağını Knulp'a uzattı. Ama Knulp ince bir adamdı. "Önce hanımların sağlığına" dedi. "Yüksek sağlığınıza Frau Rothfuss! Sağlığına, yaşlı adam."
Bardakları tokuşturdular ve içtiler. Rothfuss sevinçten uçuyor, karısına gözüyle işaret edip arkadaşının ne kadar kibar tavırları olduğunu, onun da bunu fark edip etmediğini soruyordu.
Kadın bunun farkındaydı.
"Görüyor musun" dedi kocasına, "Herr Knulp senden daha nazik, gereken yordamı biliyor."
"Aman rica ederim" diye atıldı konuk, "herkes nasıl öğrendiyse öyle yapar. Yordam bilmeye gelince, siz bu işte beni kolayca utandırabilirsiniz, Frau Rothfuss, en kibar otellerdeki gibi çok güzel bir sofra kurmuşsunuz."
"Öyledir" dedi Usta, "ama bunu öğrenmiş de onun için."
"Ya, nerede? Babanız lokantacı mı?"
"Hayır, babam çoktan toprağın altında. Onu hiç tanımadım. Ama ben birkaç yıl Ochsen Gazinosu'nda hizmet ettim. Bilmem orasını bilir misiniz?"
"Ochsen'da mı? Ochsen bir zamanlar Laechstetten'in en kibar gazinosuydu" diye övdü Knulp.
"Hâlâ da öyledir, değil mi, Emil? Müşterilerimiz yalnızca ticaret için yolculuk yapanlar ve turistlerdi."
"İnanırım Frau Rothfuss. Herhalde durumunuz çok iyiydi ve çok iyi kazanıyordunuz! Ama insanın kendi evini yönetmesi elbette daha iyidir, değil mi?"
Knulp yavaş yavaş ve sindire sindire yumuşak sucuğu ekmeğine sürüyordu; özenle sıyırdığı deriyi tabağın kıyısına koyuyor, arada sırada güzel sarı elma şarabından içiyordu. Usta onun ince ve zarif elleriyle, yapılacak işleri ne kadar temiz ve kıvrak yaptığını keyif ve saygıyla izliyordu. Bütün bunlar ev sahibi hanımın da çok hoşuna gitmişti.
Bir aralık Emil Rothfuss "Pek de öyle iyi gözükmüyorsun" diye söylenmeye başladı. Bunun üzerin Knulp kısa süre önce hasta olduğunu ve hastanede kaldığını itiraf etmek zorunda kaldı. Fakat başka acı ve güç durumlardan hiç söz açmadı. Sonra arkadaşı ona ne yapmayı düşündüğünü sordu; kendisine, istediği sürece evinde yiyip yatabileceğini söyledi. Knulp bunu zaten bekliyordu, hesaba da katmıştı; ancak utangaç bir tavırla bu önerinin üzerinde durmadı, kısaca teşekkür edip bu sorunun konuşulmasını ertesi güne bıraktı.
"Bunu yarın ya da öbür gün de konuşuruz" diye kayıtsızca yanıtladı. "Çok şükür günler bitmiyor ya. Elbette bir zaman daha burada kalacağım."
Uzun süreli tasarılar yapıp sözler vermeyi sevmezdi. Ertesi gün tasarladıklarını yapamazsa bir rahatsızlık duyardı.
"Eğer gerçekten burada kalırsam" diye yeniden başladı, "beni yanında kalfan diye gösterirsin."
"Neden olmasın" diye güldü Usta, "sen, benim kalfam ha! Ama dabağ değilsin ki sen!"
"Zararı yok. Anlıyor musun? Dabağlık bana bir şey söylemez; aslında iyi bir uğraş olabilir; ama benim çalışmaya hiç yeteneğim yok. Ama biliyor musun, bu benim iş karneme çok yarayacak. Hastalık paramı da çıkarmış olurum."
"Karneni görebilir miyim?"
Knulp daha yeni denebilecek giysisinin cebine elini soktu, bir muşamba koruyucunun içine özenle yerleştirilmiş olan defteri çıkardı.
Dabağ Rothfuss baktı, güldü: "Her zamanki gibi eksiksizsin doğrusu! Daha dün sabah annenin yanından ayrılmış gibisin."
Sonra oradaki kayıtları ve mühürleri gözden geçirip derin bir hayranlıkla başını salladı: "Aman Tanrım, ne düzen! Senin her işinde kesinlikle bir soyluluk bulunur."
İş karnesini düzenli tutmak aslında Knulp'un bir hayli sevdiği bir şeydi. Bu yetkinliği içinde o, güzel bir düşleme ya da şiire benziyordu. Resmen onaylanmış kayıtlar, namuslu ve çalışkan ama yolculuk sevgisiyle sık sık yer değiştirdiği göze çarpan bir yaşamın bir sürü onurlu dönemini gösteriyordu.
Bu resmi cüzdanın onayladığı yaşamı Knulp kendisi uydurmuş, bu yalancı varlığı bin bir hünerle ve genellikle de tehlikeler içinde sürdürmüştü. Aslında pek az uygunsuz iş görmüştü. Ancak işsiz güçsüz bir serseri olarak yasalara aykırı ve kötü gözle bakılan bir yaşamı vardı. Eğer bütün jandarmalar kendisine karşı iyi niyet beslemeseydi, elbette bu güzel yaşam şiirini böyle rahat rahat sürdürmek mutluluğuna erişemezdi. Onlar düşünce üstünlüğüne ve gerektiği zaman gösterdiği ciddiliğe saygı duydukları bu neşeli ve konuşkan adamı olabildiği kadar rahat bırakıyorlardı. Hiçbir cezaya çarpılmamıştı. Kendisine hiçbir hırsızlık, hiçbir dilencilik suçu yüklenmemişti. Her yanda saygın dostları vardı. Böylece her gittiği yerde elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyordu. Görkemli ve efendice sürdürdüğü işsiz varlığıyla, iyi döşenmiş bir evde, çalışkan ve kaygılı insanlar arasında, hiçbir şeyle ilgilenmeden, tasasız ve kibar dolaşan, herkesin de hoş görüp katlandığı güzel bir kediye benziyordu.
Kâğıtlarını cebine yerleştirirken "Ama ben gelmeseydim, siz şimdiye kadar çoktan yatmış olacaktınız" dedi. Sonra ayağa kalktı ve ev sahibi hanımı selamladı.
"Rothfuss, hadi gel de bana yatağımı göster."
Usta elindeki ışıkla onu çatı katının dar merdiveninden çıkarıp kalfa odasına götürdü. Orada duvarın yanında boş bir demir karyolayla yatakları konmuş, çarşafları serilmiş bir tahta karyola duruyordu.
Ev sahibi, bir baba sevecenliğiyle "Yatağına sıcak su şişesi ister misin?" diye sordu.
"Bir bu eksikti" diye güldü Knulp, "bu kadar güzel bir karısı olan ustanın elbette böyle şeylere gereksinmesi yoktur."
Rothfuss, ivedi: "Ya, görüyor musun?" diye yanıtladı. "Sen de şimdi çatı arasındaki soğuk kalfa yatağında yatacaksın, bazen hatta daha da kötüsünde. Bazen de hiç yatak bulamayacak, otların üstünde uyuyacaksın; ama bizim bir evimiz, bir işimiz, bir de güzel karımız var. Eğer isteseydin, sen de şimdi çoktan usta olmuştun. İsteseydin benden de ileri olabilirdin."
Bu arada Knulp çabucak soyunmuş, titreye titreye soğuk yatağına girip sinmişti.
"Daha başka neler biliyorsun?" diye sordu. "İşte ben artık rahatça yattım, seni dinleyebilirim."
"Ama sözlerim ciddiydi, Knulp."
"Benim için de öyleydi Rothfuss. Ama evlenme denen şeyin kendi buluşun olduğunu sanma. Hadi bakalım, Allah rahatlık versin."
Ertesi gün Knulp yataktan kalkmadı. Kendisini hâlâ biraz bitkin duyumsuyordu. Hava da evden çıkmasına hiç elverişli değildi. Öğleden önce yanına çıkan dericiden kendisini yatakta bırakmasını, yalnızca öğleyin bir tabak çorba getirmesini rica etti.
Böylece yarı karanlık çatı odasında bütün gün dingin ve hoşnut yattı. Soğuğun ve yol yorgunluğunun kalmadığını duyuyordu. Kendisini sıcak bir yerde güvende olmanın tatlı duygusuna bırakmıştı. Yağmurun hiç durmadan çatıya vuruşunu, huzursuz, yumuşak ve ılık rüzgârın acayip seslerini dinliyordu. Bu arada yarım saat kadar uyuyor, aydınlık sürdükçe de taşınabilir kitaplığından bir şeyler okuyordu. Bu kitaplık, üzerine şiirler ve özdeyişler yazdığı kâğıtlarla bir deste gazete kesintisinden ibaretti. Arasında dergilerde raslanmış ve kesilip alınmış birkaç resim de vardı. Bunlardan ikisini pek seviyordu; durmadan çıkarılıp bakılmaktan yırtılmış ve yıpranmışlardı: Biri tiyatro oyuncusu Eleonore Duse'nin resmiydi, öteki de açık denizde fırtınalı bir havada bir yelkenliyi gösteriyordu. Knulp, kuzeye ve denize çocukluğundan beri vurgundu. Birçok kez oralara doğru yola çıkmıştı. Hatta bir defasında Braunshweig bölgesine kadar gitmişti. Fakat ömrü yollarda geçen, hiçbir yerde uzun süre duramayan bu göçmen kuşunu acayip bir korku, bir sıkıntı ve yurt sevgisi, her seferinde ivedi adımlarla Güney Almanya'ya geri getirmişti. Bu belki de şundan ileri geliyordu: Yabancı şiveler ve göreneklerle karşılaştığı çevrelerde kaygısızlığı, tasasızlığı elden gidiyor, oralarda onu kimseler tanımıyor, uydurma iş karnesini düzenlemek de kendisine güç geliyordu.
Öğle yemeğinde, dabağ Rothfuss, çorbayla ekmeği yukarı getirdi. Odaya usulca girdi. Knulp'u hasta sandığı için korka korka ve fısıldayarak konuşuyordu; çünkü kendisi, çocukluğundaki hastalıklarından bu yana hiçbir zaman güpegündüz yatakta yatmamıştı. Kendini bir hayli iyi duyumsayan Knulp açıklama yapmaya hiç kalkışmadı, yalnızca ertesi gün kalkacağına ve iyi olacağına güvence verdi.
İkindiye doğru odanın kapısı vuruldu. Knulp yarı uykuda olduğu için yanıt vermediğinden Rothfuss'un karısı usulca içeri girdi, yatağın yanındaki masanın üstüne, boş çorba tabağının yerine bir bardak sütlü kahve koydu. Onun girdiğini duyan Knulp yorgunluktan ya da canı öyle istediği için gözleri kapalı, olduğu gibi yattı, uyanık olduğunu hiç fark ettirmedi. Rothfuss'un karısı boş tabak elinde, yataktakine bir göz attı. Başını, mavi kareli gömleğinin yarıya kadar örttüğü kolunun üzerine koymuştu. Koyu renk saçlarının inceliği, tasasız yüzünün çocuk gibi güzelliği dikkatini çektiği için bir an durdu ve dabağ Rothfuss'un her zaman sözünü ettiği bu yakışıklı oğlanı uzun uzun seyretti. Kapalı gözlerinin üstünde, ince-açık alnındaki gür kaşlarına, ince esmer yanaklarına, zarif ve pembe ağzına, narin ve güzel boynuna baktı; hepsi hoşuna gitmişti. Ochsen'da garsonluk yaparken ara sıra tam bir ilkyaz keyfi içinde, böyle yabancı güzel delikanlılarla kırıştırdığını anımsadı.
Hulyalı ve hafif bir heyecan içinde, yüzünün her yanını iyice görebilmek için birazcık eğilince kaşık tabaktan kaydı ve yere düştü. Frau Rothfuss, odanın sessizliği ve boğucu gizliliği içinde bundan çok kötü ürktü.
Knulp hiçbir şeyin farkında değilmiş de çok derin uykulardan uyanıyormuş gibi yavaş yavaş gözlerini açtı, başını bu yana çevirdi, bir an elini gözünün üstüne tuttu ve gülerek: "Ah Frau Rothfuss, siz burada mısınız? Bir de bana kahve getirmişsiniz! Hem ne güzel, ne sıcak bir kahve! Şimdi tam düşümde gördüğüm gibi bir kahve. Çok teşekkür ederim, Frau Rothfuss! Acaba saat kaç?"
"Dört" dedi kadın ivedi ivedi, "hadi şimdi soğumadan için, ben sonra gelir, fincanı alırım."
Bunu söyler söylemez sanki duracak hiç vakti yokmuş gibi hemen dışarı çıktı. Knulp arkasından baktı ve merdivenleri nasıl telaşla inip savuştuğunu duydu. Gözleri düşünceli bir anlam almıştı. Birkaç kez başını salladı, sonra kuş sesi gibi hafif bir ıslık tutturarak kahvesine döndü.
Fakat ortalık karardıktan bir saat sonra canı sıkılmaya başlamıştı. Kendini iyice dinlenmiş duyumsuyordu; yeniden insanlar arasına karışma isteğini duydu. Rahat rahat kalktı, giyindi. Koyu karanlıkta bir sansar gibi merdivenlerden indi, kimse görmeden evden sıvıştı. Rüzgâr, güneybatı yönünden yine ağır ve nemli esip duruyor, bununla birlikte artık yağmur yağmıyordu; gökte de yer yer aydınlık ve berrak lekeler vardı.
Knulp havayı içine çeke çeke akşam vaktinin sokaklarını ve kimselerin kalmadığı pazar yerini bir aşağı bir yukarı dolaştı, sonra bir nalbantın açık kapısının önünde durdu, çırakların oraları toplamalarını izledi, onlarla söyleşmeye koyuldu; üşümüş ellerini sönmeye yüz tutan koyu kırmızı ocağa uzattı. Bu sırada kentteki bazı tanıdıkları sordu; ölenler, evlenenler hakkında bilgi edindi ve nalbanta kendini bu uğraştan gibi gösterdi; çünkü bütün sanatların diliyle ve işaretiyle konuşmasını bilirdi.
Bu arada Frau Rothfuss akşam çorbasını ateşe koymuştu. Demir halkalarla küçük ocağı dürtükledi, patatesleri soydu; bütün bunlar yapılıp çorba da ağır ateşe oturtulduktan sonra mutfak lambasını alıp oturma odasına geçti ve aynanın karşısına oturdu. Aynada aradığını bulmuştu: dolgun taze yanaklı bir yüz, gri mavi gözler. Saçlarında düzeltilecek yerler varsa onları da çabucak becerikli parmaklarıyla düzeltti, bundan sonra yeni yıkanmış ellerini önlüğüne bir daha kuruladı, küçük lambayı eline aldı, ivedi çatı katına doğru çıktı.
Kalfa odasının kapısına yavaşça vurdu, sonra biraz daha hızlı vurdu, yanıt alamayınca lambayı yere koydu, gürültü yapmasın diye iki eliyle kapıyı dikkatle açtı, ayak parmaklarının ucuna basarak içeri girdi, yürüdü, karyolanın yanındaki iskemleye dokundu.
"Uyuyor musunuz?" diye yavaşça sordu. Bir daha "Uyuyor musunuz?" dedi. "Tabakları almak istiyordum da."
Ses seda çıkmadığı, bir soluk bile duyulmadığı için elini yatağa doğru uzattı, ama korkarak geri çekti ve lambaya koştu. Ancak odayı boş, yatağı özenle düzeltilmiş, yastıklarla kuştüyü yorganı da güzelce silkelenmiş bulunca korku ve hayal kırıklığı arasında şaşkın bir durumda mutfağa döndü.
Yarım saat sonra dabağ Rothfuss, akşam yemeği için yukarı gelmişti. Masa hazırlanınca kadın meraklanmaya başladı; ancak kocasına çatı arasındaki konuktan söz etmeye cesaret edemedi. Bu aralık aşağıda kapı açıldı, taşlıktan ve kıvrıntılı merdivenden hafif adımlar duyuldu. Sonunda Knulp gelmişti. Güzel kahverengi şapkasını başından çıkarıp selam verdi. Usta şaşkınlıkla "Bak hele, nereden geliyorsun?" diye sordu. "Hem hasta, hem de gece vakti sokaklarda sürtmek! Eceline mi susadın?"
"Çok doğru" dedi Knulp. "Akşamınız hayırlı olsun Frau Rothfuss, tam vaktinde geldim ya işte; güzel çorbanızın kokusunu ta Pazar Meydanı'ndan duydum. Böyle bir çorba ölümü benden uzaklaştırır."
Sofraya oturdular. Evin erkeği durmadan konuşuyor, aile reisliğiyle, ustalığıyla övünüyordu. Misafire şakalar yapıyor, sonra yine ciddileşiyor, onun artık bu sonsuz gezginlikten ve işsizlikten vazgeçmesi gerektiğini söylüyordu. Knulp dinliyor, çok az yanıt veriyordu. Karısı da tek sözcük söylemiyordu; ince ve nazik Knulp'un yanında kaba görünen kocasına kızıyor ve konuk hakkında iyi düşündüğünü ona ikramlarında gösterdiği özenle anlatıyordu. Saat onu vurunca Knulp "Allah rahatlık versin" dedi ve Rothfuss'tan usturasını rica etti.
Rothfuss usturayı verirken "Pek temizsin" diyerek onu övdü. "Çenene değdirir değdirmez sakal hemen düşer. Hadi bakalım, Allah rahatlık versin, umarım çabuk iyileşirsin!"
Knulp odasına girmeden havayı ve komşuları birazcık daha seyretmek için çatıya çıkan merdivenin küçük penceresine dayandı. Hiç rüzgâr yoktu. Damların arasından kara bir gök parçası gözüküyor, üzerinde de nemli ve parlak yıldızlar ışıldıyordu. Başını içeri çekip pencereyi kapamak üzereyken karşıdaki komşu evin küçük penceresi birdenbire aydınlandı, orada kendininkine benzeyen ufak, alçak bir odacık gördü. Kapısından genç bir hizmetçi kız içeri girmişti. Elinde pirinç şamdan içinde bir mum tutuyordu, sol elinde de büyük bir su testisi vardı. Testiyi yere koydu, sonra mumu dar hizmetçi yatağının üstüne tutup aydınlattı: Kaba, kırmızı bir yün battaniyeyle örtülmüş gösterişsiz, tertemiz yatağın uykuya çağıran bir görüntüsü vardı. Şamdanı bir yana koydu, nereye koyduğu görülmüyordu. Kendi de bütün hizmetçilerinki gibi yeşil boyalı alçak bir sandığın üstüne oturdu.
Karşıdaki bu beklenmedik sahne açılır açılmaz, Knulp kendisi gözükmesin diye elindeki ışığı hemen söndürdü ve pencere boşluğundan eğilip sessizce karşı pencereyi gözetlemeye koyuldu.
Genç hizmetçi kız, tam onun hoşlandığı tiptendi. On sekiz, on dokuz yaşlarındaydı. Pek uzun boylu değildi; esmer, biçimli bir yüzü, küçük bir ağzı, kahverengi gözleri, sık ve koyu renk saçları vardı. Bu dingin ve şirin yüz hiç de neşeli görünmüyordu. Katı yeşil sandığının üstünde öyle dertli, öyle üzüntülü bir oturuşu vardı ki, dünyayı ve kızları çok iyi tanıyan Knulp, bu genç yaratığın sandıkçığıyla birlikte gurbet ellerine düşeli çok olmadığını ve yurt özlemi çektiğini hemen anladı.
Esmer, kuru ellerini dizlerine bırakmış, uykuya yatmadan önce bir süre küçük servetinin üstüne oturup yurdundaki oturma odasını düşünmekten ufak bir avuntu aramaya koyulmuştu.
Kızcağız odasında nasıl kımıltısız duruyorsa, Knulp da penceresinin önünde öylece durmuş, derin bir merakla, zararsız, güzel kederini mum ışığında saklayan ve birinin kendisini gözetlediğini aklına bile getirmeyen bu küçük, yabancı insanın yaşamını seyre dalmıştı. Güzel kahverengi gözlerinin kâh hiç çekinmeden karşılara baktığını, kâh yine uzun kirpikleriyle kapandığını, esmer çocuk yanaklarında kızıl ışıkların sessizce oynaştığını görüyor, genç ve zayıf ellerine bakıyor, onların nasıl yorgun olduğunu, son küçük işi olan soyunmayı, biraz daha sonraya bırakarak lacivert yünlü entarisinin üstünde nasıl dinlendiklerini seyrediyordu.
Sonunda kızcağız içini çekerek bir file içine sokulmuş ağır örgülü başını kaldırdı, düşünceli ve kederli, boşluğa baktı, sonra ayakkabısının bağlarını çözmek için iyice eğildi.
Knulp oradan ayrılmayı hiç istemiyordu ama zavallı çocuğu soyunurken seyretmek de büyük bir haksızlık, hatta acımasızlık olacaktı. Ona seslenmeyi, kendisiyle biraz gevezelik etmeyi ve şakalaşarak yatağa biraz daha neşeli yatmasını sağlamayı çok istiyordu; ancak seslenirse korkacağından, hemen ışığı söndüreceğinden çekiniyordu.
Bunun yerine, bir sürü küçük hünerinden birini göstermeye karar verdi. Çok uzaklardan geliyormuş gibi ince ve içli bir ıslık çalmaya başladı. Islıkla "serin bir yerde bir değirmen tekerleği dönüyordu" şarkısını tutturmuştu. Öyle hoş, öyle güzel çalıyordu ki, kızcağız uzun zaman ne olduğunu pek anlamadan dinledi. Ancak üçüncü dizede doğruldu, kalktı ve kulak vererek penceresine geldi.
Başını dışarı uzattı, dinledi. Knulp da bu arada ıslık çalmayı sürdürüyordu. Kız başını ezginin temposuna göre birkaç kez salladı, sonra birdenbire gözlerini yukarı kaldırdı ve müziğin nereden geldiğini anladı.
"Biri mi var orada?" diye çok alçak sesle yavaş sordu.
"Bir derici çırağı" diye aynı biçimde yavaşça yanıt geldi.
"Bayanı uykusunda rahatsız etmek istemezdim ama, azıcık yurt özlemim depreşti de ıslıkla bir şarkı çalmak istedim. Fakat neşeli şarkılar da bilirim. Sen de buraların yabancısı mısın kızcağızım?"
"Ben Karaormanlıyım."
"Ya, demek Karaormanlısın! Ben de oralıyım. Demek kentdaşız. Laechstetten hoşuna gidiyor mu? Benim hiç gitmiyor."
"Bir şey söyleyemem. Geleli daha bir hafta oldu. Ama benim de pek öyle hoşuma gitmiyor. Siz çoktandır burada mısınız?"
"Yok, üç gündür. Ama kentdaşlar birbirlerine sen derler, değil mi?"
"Yok, olmaz. Birbirimizi hiç tanımıyoruz ki."
"Tanımıyoruz ama tanırız. Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur. Peki, Karaorman'ın neresindensiniz, bayan?"
"Siz orayı bilmezsiniz."
"Belli olmaz. Yoksa bir giz mi?"
"Achthausen. Küçük bir kasabacık."
Bugünkü Almanya'nın en ünlü yazarlarından biri olan Hermann Hesse, 2 Temmuz 1877'de Württemberg Karaormanları'ndaki, yapıtlarının çoğunda karşılaştığımız gibi Knulp'da da rasladığımız, Calw kasabasında doğdu. Ataları, baba tarafından Baltık kentlerinden, anne tarafından da Batı İsviçreliydiler. Babası uzun zaman Hindistan'da misyonerlik yapmıştı. Annesi de Doğu Hindistan'da büyümüştü. Böylece uzak dünyaların genişliğiyle küçük kasabaların biçimsel dindar kentsoylu yaşantısının darlığı daha dedelerinin yaşamında birleşmiş ve kaynaşmış bulunuyordu. Beş yaşından dokuz yaşına kadar ailesiyle birlikte Basel kentinde yaşadı. Ondan sonra aile yine Calw'e döndü. Babasının rahiplik uğraşına girmesi gerektiği için Hesse Maulbronn'daki, bir zamanlar Hölderlin'in de gittiği, Manastır Okulu'na yazıldı. Ancak inatçı bir oğlan olduğu için okulun havasına ve öğretmenlere bir türlü ayak uyduramadı ve kısa bir süre sonra oradan kaçtı. Maulbronn yatılı okulundaki üzüntülerini ve savaşımlarını, sonraları "Unterem Rad" (Çarkların Arasında) adıyla yayınladığı öğrenci öyküsünde çok güzel anlatır. Bu öyküde yetenekli, ince duygulu, kolay kırılan bir çocuğun, öğretmenlerinin anlayışsızlığı ve babasının anlamsız tutkusu yüzünden nasıl mahvolduğu betimlenir. Okuldan kaçtıktan sonra Hesse'nin içsel şaşkınlıklar ve umarsızlıklarla dolu, yarar sağlamayan, kısa süreli çalışma denemeleri gelir. Tübingen ve Basel'de tüccarlık, makinistlik, kitapçı çıraklığı gibi işleri dener. Kendisine çok çabuk ün ve ad kazandıran ve serbest yazar olma olanağını veren ilk yapıtlarını Basel'de yazmıştır. Bundan sonra Bodensee'nin küçük bir kasabası olan Gaienhofen'a yerleşir. Sekiz yıl kadar orada oturur ve yine orada evlenir. 1912'de Bern'e gider ve Birinci Dünya Savaşı'nı İsviçre'de geçirir. 1921 yılında ise İsviçre uyruğuna geçer. 1919'da da Lugano Gölü yakınındaki sessiz Montagnola kasabasına çekilir. 1946'da Nobel Edebiyat Ödülü'nü alır.
Hesse'nin ilk yapıtlarının bütünüyle lirik, coşumcu bir havası vardır. Çok kişinin, yazdıklarının en güzelleri ve en kalıcıları saydığı şiirlerinde de aynı hava bulunur. Hesse'nin şiirlerinde Jean Paul'ün, Hölderlin'in, Brentano'nun ve Alman coşumcularının yeniden keşfettiği halk şiirlerinin yankıları vardır: Canlandırılmış doğa, ince, üzünçlü bir havayla örtülü ruh durumlarının değişmeleri, yaşama özlemi ve yazgısına boyuneğme - işte onun ilk yapıtlarının iç dünyası bunlardır.
Hesse ilk olarak bir gelişim romanı olan ve bazı bakımlardan Gottfried Keller'in deyişini anımsatan "Peter Camenzid" (1904) adlı yapıtıyla ün kazandı. Bu romanın kahramanı dünyaya açılır, dünyanın hayhuyunu alaycı bir edayla görüp, yaşayıp seyrettikten sonra, yazgısına boyun-eğerek İsviçre'deki köyüne döner. Yaşama isteği ve yaşama korkusu, aşk gereksinmesi ve içli bir doğa duygusu, kendi öz varlığının yasalarına karşı gelme ve dayanma: İşte bu romana biçim ve anlamını veren özellikler bunlardır.
Birinci Dünya Savaşı'na kadar yazdığı öykülerinde Hesse çok okunan, bazı yönlerden Gottfried Keller'in izinde yürüyen, içerik ve deyiş bakımından tutucu, ince duygulu bir yurt şairi olarak kalmıştır: "Getrud" (1911); "Nachbarn" ("Komşular", 1908); "Umwege" ("Dolambaçlı Yollar", 1912). Bu yapıtlarda güzel, yalın bir deyişin insanı saran güçlü havası içinde, köşesine çekilmiş, çoğu kez bir sanatçı yaradılışında, içsel savaşımlar veren, yaşama ayak uyduramamış insanlar betimlenir. Bu ilk dönemdeki yapıtların kaynağı, bitip tükenmez çocukluk anılarıyla yurdunun kırları ve görünümleridir ve Schwab-Aleman kökünden gelme insanların oturduğu yurt parçasına sıkı sıkıya bağlıdır. Bu yapıtlardaki sanatçı tipleri gibi, "Bir Hindistan Yolculuğu"nda da (1913) yine acı çeken, çağına karşı savaşım veren çağdaş insanın perişanlığı gibi sorunlar görülür.
1908 ile 1915 arasında yazdığı ve bu küçük kitapta dilimize çevirdiğimiz, şirin, sevimli bir serseri olan Knulp'la ilgili üç öyküde de yine bu eski konuyu bir kez daha işler. Burada da içi özlemle dolu, hem dünyadan sarhoş, hem de dünyanın acısını taşıyan, hiçbir yerde duramayan, her yeri kendine yurt edinmiş, ama hiçbir yerde yurdunu bulamayan, gündelik kentsoylu yaşamının dışında kalmış, huzursuzluktan ve kendi gönlünün isteklerinden başka hiçbir şeye bağlanamamış, yalnızca kendi öz yaşamını yaşamış ve kendi öz ölümüyle ölmüş bir gezginin, bir serserinin yaşamı betimlenmektedir. Knulp, bütün üzüncüne ve yazgısına boyuneğmiş havasına karşın yine de Hesse'nin ilk döneminin henüz şifa bulabilir, şifa kabul eder dünyasıyla, öteki, özellikle de Birinci Dünya Savaşı'nın korkunç etkileriyle ortaya çıkmış olan sonraki dünyasının tam sınır çizgisi üzerindedir. Bu ikinci dünya, Hesse'nin sonraki yapıtlarının, savaşımlarının, acılarının ve bunları yenme çabalarının konusu olmuştur.
Hesse, savaşı insanlık ve Avrupa uygarlığı için korkunç bir yıkım olarak kabul eder.
Hermann Hesse, 1919 yılında Emil Sinclair takma adıyla "Demian" romanını yayınladı. Bu roman altüst olmuş, durmadan arayan ve savaşan bir gençliğin romanıdır. Bu gençlik için, her türlü umarsızlığı ve şaşkınlığı içinde değişmeyen, dayanan bir tek buyruk, bir tek istek vardır: Bütün karanlık ve aydınlık yönleriyle kendi öz varlığını ortaya çıkarmak; iyiyle kötünün, bulanıklıkla berraklığın, maddi tutkularla ruhsal dinginliğin ayrılıklarının ortadan kalktığı ve birleştiği yaşamın gizli tanrısallığını arama cesaretini ve gücünü göstermek. Bu roman henüz doğmakta olan Alman Gençlik Devinimi üzerinde eşi görülmemiş bir etki yaptı. Hesse giderek Freud'un araştırmaları ve bilinçaltı buluşlarıyla büyülenmişti. Sorguları, aramaları, denemeleri daha kökten, daha derin, daha pervasız olmaya başlamıştı. 1920 yılında "Klingsors letzter Sommer" (Klingsor'un Son Yazı) adı altında topladığı üç öyküsünde, Hesse'nin ilk dönemlerinin hulyası, düşü ve coşumculuğu kaybolmuştur. Uyuşmazlıklar ve anlaşmazlıklar daha keskin, daha umarsız, daha yıkıcı olmuştur. Bir Hint söylencesi olan "Siddharta"da (1922), çağdaş insanın bunalımının dinsel bir bunalım olduğu açıkça gösterilir. Sanatın ve sanatçının en büyük ödevi "her şeyin arkasındaki Tanrı'yı göstermektir". Ancak çağdaş insanın asıl içler acısı gelişmesi, şunda da yankısını bulur ki, bundan sonra yazarın bir yapıtı bir başka yapıtıyla hep taban tabana karşıt gibi gözükür. Yaşamı bir temaşa olarak benimseyen Siddharta'nın Hint etkisiyle yüklü hikmet ve özgeçi (feragat) felsefesiyle ruhsal dinginliğinin karşısına şair, hiçbir kayıt tanımayan, bütün yanılsamaları kırıp yok eden, sapına kadar bireyselci, her türlü "bir örnekliğin" can düşmanı, aynı zamanda en parlak, en yıkıcı ve kendi içini en iyi anlatan yapıtı "Steppenwolf"u (Bozkır Kurdu) çıkarır. Ruhla beden, perhizcilikle şehvet insanoğlunun uzlaştırılması, birleştirilmesi mümkün olmayan karşıt güçleridir. Kentsoylu toplumunun bu ana karşıt güçler için çektiği korunma setleri, bu yapıtta kökünden ve çekinmeksizin yıkılır. Ancak buna karşın bu romanda da yine, bu toptan hiççi yıkıcılığın ve bozgunculuğun üstüne çıkmaya uğraşılır, sonunda da bu ikiliğin üstünde, ona anlam veren daha yüksek bir birliğin varlığı duyumsanır ve onun özlemi çekilir. Hesse bir yeri geldiğinde "Zamanın putlarının yerine bir inanç koymak gerektir. Ben öteden beri bunu yapmaya çalıştım. 'Bozkır Kurdu'ndaki Mozart, Ölümsüzler ve Sihirli Tiyatro'nun anlamı budur. 'Demian' ve 'Siddharta'da da aynı değerler başka bir adla adlandırılmışlardır" der. Hesse'nin, kendisini şiddetle üzen ağır sorunları "humor"un ölçülü, geniş perspektifiyle de ele alabilecek içsel bir özgürlüğü olduğuna "Kurgast" ve "Nürenberger Reise" (Nürenberg Yolculuğu) adlı yapıtları birer örnektir.
Hesse'nin en tanınmış yapıtlarından biri olan "Narziss und Goldmund" (Narziss ve Goldmund) da, bütün ötekiler gibi bir ruh yaşamöyküsüdür. Yaşanıp denenen yaşamsal güçlerin karşıtlığı konusu, buradaki iki dostun anlatısında yeniden işlenir. Bu dostlardan biri tümüyle ruh olmuş, her türlü maddi zevkten sıyrılmış Narziss, ötekiyse su katılmamış bir zevk insanı ve sanatçı olan Goldmund'dur. İkisinin de birbirine gereksinimi vardır, yan yana büyümüşlerdir. Ancak bunların, ne yazık ki asla gerçekleşemeyecek birlikleri, insanoğlunun öz anlamının gerçekleşmesi olurdu.
Hesse'nin yazınsal başarısı, ütopik bir gelecek romanı olan "Das Glasperlenspiel" ("Boncuk Oyunu", 1943) adlı yapıtıyla en yüksek noktasına ulaşmıştır. Bu yapıt öyle bir manevi dünyanın hulyasıdır ki, orada, Kastalia'nın "Pedagoji Ülkesinde"ki keşişler gibi dünyaya kapalı, arınmış, büyük ve deneyimli ruhlar, tertemiz, evrensel bir dille, insanoğlunun sanat ve bilim alanında yarattığı en yüksek düşünceler ve yapıtlar arasında ilişki kurup birbiriyle karşılaştırırlar. Ancak burada da kahraman, sonunda insanı şaşırtan bir davranışla bu yüksek, seçkin ve kendi kendine yeten çevreyi bırakıp gider. Çünkü dünyaya yönelmiş, iş yapan, devinen, acı çeken ve seven, âşık olan yaşam biçiminin de yadsınamayacak, silkilip atılamayacak bir gerçekliği, kendine göre bir değeri olduğunu anlamıştır.
Böylece Hermann Hesse de, yapıtlarının hiçbir yeri kendine yurt edinemeyen huzursuz kahramanları ve bunlardan biri olan ''Knulp''u gibi, durmadan dolaşmış, durmadan yollara düşmüş, durmadan aramış, ancak hiçbir zaman, hiçbir yerde bir erince, bir sonuca ulaşamamıştır. Ve işte böyle biri olduğu için, olmuş bitmiş biri değil de, gerçek bir arayıcı olduğu için, bütün yaşamı ve yapıtları boyunca, bunalımlar ve umutsuzluklarla dolu bu çağın bir sürü arayanına ve umarsızına bir yardımcı, bir yoldaş, onların iç dünyaları için gerçek bir ayna olmayı başarabilmiştir.
KNULP'UN
YAŞAMINDAN ÜÇ ÖYKÜ
İLKYAZ BAŞLANGICI
1890'lı yılların başında Knulp dostumuz bir k ezinde haftalarca hastanede yatmak zorunda kalmış, çıktığı zaman da şubat ayının ortaları olmuştu. Havalar öyle kötüleşmişti ki, birkaç günlük yürüyüşten sonra yeniden ateşi çıkmış, sığınacak bir yer düşünmek zorunda kalmıştı. Knulp hiçbir zaman dostsuz kalmamıştı. O yörelerin hemen her kentinde bir dost, bir arkadaş evi bulması kolaydı. Fakat bu işte öylesine gururluydu ki, bir dostundan herhangi bir şey kabul etmesi, dostu için âdeta bir onur sorunu olurdu.
Bu kez de aklına Laechstetten'deki dabağ Emil Rothfuss geldi ve hemen gidip akşamın yağmuru ve rüzgârı içinde, kilitlenmiş kapısını çaldı. Dabağ Rothfuss üst katın panjurunu azıcık aralayıp karanlık sokağa doğru bağırdı: "Kim o, daha sabah olmadı."
Eski dostunun sesini duyar duymaz Knulp, yorgunluğuna karşın canlandı. Aklına yıllarca önce, dört hafta kadar Emil Rothfuss'la birlikte yolculuk ettikleri sırada yazdığı birkaç dize geldi. Onları yukarıya, pencereye doğru okumaya başladı:
"Bir lokantada
Yorgun bir gezgin oturur
Bu oturan
Kaybolmuş oğuldan başka kim olabilir?"
Dabağ Rothfuss panjuru hızla itti ve pencereden iyice sarktı." Knulp sen misin, yoksa bir hayalet mi?"
"Benim!" diye bağırdı Knulp. "Sen de merdivenlerden inip aşağı gelsene. Yoksa pencereden mi gireyim?"
Arkadaşı sevinç içinde, ivedi aşağı inip kapıyı açtı. Elindeki tüten gaz lambasını gelenin yüzüne tutup öyle aydınlattı ki, öbürü gözlerini kırpmak zorunda kaldı.
"Hadi içeriye gel!" diye coşkuyla bağırdı ve arkadaşını kolundan tutup eve soktu. "Anlatacaklarını sonra anlatırsın. Akşam yemeğinden kalma bir şeyler var, yatak da var. Hay Allah! Şu berbat havada! Bari doğru dürüst ayakkabın var mı?"
O bir yanda sorup şaşıradursun, Knulp merdivende pantolonunun kıvrık paçalarını dikkatle indirdi, dört yıldır girmediği evin merdivenlerini yarı karanlıkta güvenle çıktı.
Yukarı çıkınca, oturma odasının kapısının önünde sofada bir an durdu, kendisine içeri girmesini söyleyen dabağ Rothfuss'un elini tutup çekti ve ona:
"Bana baksana" diye fısıldadı, "artık evlisin, değil mi?"
"Ee, elbette."
"İşte onun için. - Biliyor musun, karın beni tanımıyor; belki hoşuna gitmez. Sizi rahatsız etmek istemem."
"Rahatsız etmek de ne demek!" Rothfuss güldü, kapıyı ardına kadar açtı ve Knulp'u aydınlık odaya soktu. Odada büyük bir yemek masasının üstünde, üç zincirle kocaman bir gaz lambası asılıydı. Havada hafif bir tütün dumanı kımıldıyor ve ince şeritler halinde ısınmış lamba şişesine doğru akıyor, orada telaşla kıvrıla kıvrıla yukarı doğru çıkıp yitiyordu. Masanın üstünde bir gazete ve içi tütün dolu, domuz derisinden bir kese duruyordu. Yan duvarın önündeki küçük, dar kanepeden de evin hanımı, sanki uyuklarken rahatsız edilmiş de bunu belli etmek istemiyormuş gibi, yarım ve şaşkın bir neşe içinde sıçradı. Knulp, güçlü ışıktan kamaşmış gibi bir an gözlerini kırptı, kadının açık gri gözlerine baktı ve ona nazik bir tavırla elini uzattı.
Usta gülerek "İşte karım" dedi, "bu da Knulp, arkadaşım Knulp. Biliyor musun, ondan çok söz etmiştik. Tabii bizim konuğumuz. Çırak yatağını ona veririz. Zaten boş duruyor. Ama ilk önce birlikte bir meyve şarabı içelim, Knulp da bir şeyler yesin, biraz ciğer sucuğu kalmıştı, değil mi?"
Usta'nın karısı dışarı koştu. Knulp arkasından baktı ve yavaşça:
"Biraz korktu galiba" dedi. Fakat Rothfuss bunu kabul etmek istemedi.
"Çocuğunuz yok mu?" diye sordu Knulp.
Bu arada kadın içeri girmişti. Kalaylı bir sahanın içinde sucuk getirdi. Ortasında yarım kara ekmek bulunan ekmek tahtasını da yanına koydu. Ekmeğin kesik yeri aşağı doğru konmuştu, tahtanın yuvarlak kenarına da boylu boyunca şu yazı kazılmıştı: "Bize bugün günlük ekmeğimizi ver."
"Biliyor musun Lis, biraz evvel Knulp bana ne sordu?"
"Bırak canım" diye karşı çıktı Knulp ve gülerek Rothfuss'un karısına döndü, "izin verirseniz" diyerek önüne koyduğu yemeklere uzandı. Ancak Rothfuss lafı bırakmadı: "Çocuğumuz yok mu? diye sordu Knulp." Kadın gülerek "Hadi sen de!" dedi ve hemen oradan uzaklaştı. O dışarı çıkınca "Yok mu?" diye sordu Knulp. "Hayır, daha yok. Karım, daha erken diyor. Hem biliyor musun, ilk yıllar için böylesi daha iyi. Ama hadi bakalım sen başla, afiyet olsun."
Bu arada kadın gri ve mavi renkli, sırlı şarap testisini getirdi, yanına da üç tane bardak koyup doldurdu. Bu işi ustaca yapmıştı, Knulp onu seyrederek gülümsedi.
"Sağlığına, eski dost" dedi Usta ve bardağını Knulp'a uzattı. Ama Knulp ince bir adamdı. "Önce hanımların sağlığına" dedi. "Yüksek sağlığınıza Frau Rothfuss! Sağlığına, yaşlı adam."
Bardakları tokuşturdular ve içtiler. Rothfuss sevinçten uçuyor, karısına gözüyle işaret edip arkadaşının ne kadar kibar tavırları olduğunu, onun da bunu fark edip etmediğini soruyordu.
Kadın bunun farkındaydı.
"Görüyor musun" dedi kocasına, "Herr Knulp senden daha nazik, gereken yordamı biliyor."
"Aman rica ederim" diye atıldı konuk, "herkes nasıl öğrendiyse öyle yapar. Yordam bilmeye gelince, siz bu işte beni kolayca utandırabilirsiniz, Frau Rothfuss, en kibar otellerdeki gibi çok güzel bir sofra kurmuşsunuz."
"Öyledir" dedi Usta, "ama bunu öğrenmiş de onun için."
"Ya, nerede? Babanız lokantacı mı?"
"Hayır, babam çoktan toprağın altında. Onu hiç tanımadım. Ama ben birkaç yıl Ochsen Gazinosu'nda hizmet ettim. Bilmem orasını bilir misiniz?"
"Ochsen'da mı? Ochsen bir zamanlar Laechstetten'in en kibar gazinosuydu" diye övdü Knulp.
"Hâlâ da öyledir, değil mi, Emil? Müşterilerimiz yalnızca ticaret için yolculuk yapanlar ve turistlerdi."
"İnanırım Frau Rothfuss. Herhalde durumunuz çok iyiydi ve çok iyi kazanıyordunuz! Ama insanın kendi evini yönetmesi elbette daha iyidir, değil mi?"
Knulp yavaş yavaş ve sindire sindire yumuşak sucuğu ekmeğine sürüyordu; özenle sıyırdığı deriyi tabağın kıyısına koyuyor, arada sırada güzel sarı elma şarabından içiyordu. Usta onun ince ve zarif elleriyle, yapılacak işleri ne kadar temiz ve kıvrak yaptığını keyif ve saygıyla izliyordu. Bütün bunlar ev sahibi hanımın da çok hoşuna gitmişti.
Bir aralık Emil Rothfuss "Pek de öyle iyi gözükmüyorsun" diye söylenmeye başladı. Bunun üzerin Knulp kısa süre önce hasta olduğunu ve hastanede kaldığını itiraf etmek zorunda kaldı. Fakat başka acı ve güç durumlardan hiç söz açmadı. Sonra arkadaşı ona ne yapmayı düşündüğünü sordu; kendisine, istediği sürece evinde yiyip yatabileceğini söyledi. Knulp bunu zaten bekliyordu, hesaba da katmıştı; ancak utangaç bir tavırla bu önerinin üzerinde durmadı, kısaca teşekkür edip bu sorunun konuşulmasını ertesi güne bıraktı.
"Bunu yarın ya da öbür gün de konuşuruz" diye kayıtsızca yanıtladı. "Çok şükür günler bitmiyor ya. Elbette bir zaman daha burada kalacağım."
Uzun süreli tasarılar yapıp sözler vermeyi sevmezdi. Ertesi gün tasarladıklarını yapamazsa bir rahatsızlık duyardı.
"Eğer gerçekten burada kalırsam" diye yeniden başladı, "beni yanında kalfan diye gösterirsin."
"Neden olmasın" diye güldü Usta, "sen, benim kalfam ha! Ama dabağ değilsin ki sen!"
"Zararı yok. Anlıyor musun? Dabağlık bana bir şey söylemez; aslında iyi bir uğraş olabilir; ama benim çalışmaya hiç yeteneğim yok. Ama biliyor musun, bu benim iş karneme çok yarayacak. Hastalık paramı da çıkarmış olurum."
"Karneni görebilir miyim?"
Knulp daha yeni denebilecek giysisinin cebine elini soktu, bir muşamba koruyucunun içine özenle yerleştirilmiş olan defteri çıkardı.
Dabağ Rothfuss baktı, güldü: "Her zamanki gibi eksiksizsin doğrusu! Daha dün sabah annenin yanından ayrılmış gibisin."
Sonra oradaki kayıtları ve mühürleri gözden geçirip derin bir hayranlıkla başını salladı: "Aman Tanrım, ne düzen! Senin her işinde kesinlikle bir soyluluk bulunur."
İş karnesini düzenli tutmak aslında Knulp'un bir hayli sevdiği bir şeydi. Bu yetkinliği içinde o, güzel bir düşleme ya da şiire benziyordu. Resmen onaylanmış kayıtlar, namuslu ve çalışkan ama yolculuk sevgisiyle sık sık yer değiştirdiği göze çarpan bir yaşamın bir sürü onurlu dönemini gösteriyordu.
Bu resmi cüzdanın onayladığı yaşamı Knulp kendisi uydurmuş, bu yalancı varlığı bin bir hünerle ve genellikle de tehlikeler içinde sürdürmüştü. Aslında pek az uygunsuz iş görmüştü. Ancak işsiz güçsüz bir serseri olarak yasalara aykırı ve kötü gözle bakılan bir yaşamı vardı. Eğer bütün jandarmalar kendisine karşı iyi niyet beslemeseydi, elbette bu güzel yaşam şiirini böyle rahat rahat sürdürmek mutluluğuna erişemezdi. Onlar düşünce üstünlüğüne ve gerektiği zaman gösterdiği ciddiliğe saygı duydukları bu neşeli ve konuşkan adamı olabildiği kadar rahat bırakıyorlardı. Hiçbir cezaya çarpılmamıştı. Kendisine hiçbir hırsızlık, hiçbir dilencilik suçu yüklenmemişti. Her yanda saygın dostları vardı. Böylece her gittiği yerde elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyordu. Görkemli ve efendice sürdürdüğü işsiz varlığıyla, iyi döşenmiş bir evde, çalışkan ve kaygılı insanlar arasında, hiçbir şeyle ilgilenmeden, tasasız ve kibar dolaşan, herkesin de hoş görüp katlandığı güzel bir kediye benziyordu.
Kâğıtlarını cebine yerleştirirken "Ama ben gelmeseydim, siz şimdiye kadar çoktan yatmış olacaktınız" dedi. Sonra ayağa kalktı ve ev sahibi hanımı selamladı.
"Rothfuss, hadi gel de bana yatağımı göster."
Usta elindeki ışıkla onu çatı katının dar merdiveninden çıkarıp kalfa odasına götürdü. Orada duvarın yanında boş bir demir karyolayla yatakları konmuş, çarşafları serilmiş bir tahta karyola duruyordu.
Ev sahibi, bir baba sevecenliğiyle "Yatağına sıcak su şişesi ister misin?" diye sordu.
"Bir bu eksikti" diye güldü Knulp, "bu kadar güzel bir karısı olan ustanın elbette böyle şeylere gereksinmesi yoktur."
Rothfuss, ivedi: "Ya, görüyor musun?" diye yanıtladı. "Sen de şimdi çatı arasındaki soğuk kalfa yatağında yatacaksın, bazen hatta daha da kötüsünde. Bazen de hiç yatak bulamayacak, otların üstünde uyuyacaksın; ama bizim bir evimiz, bir işimiz, bir de güzel karımız var. Eğer isteseydin, sen de şimdi çoktan usta olmuştun. İsteseydin benden de ileri olabilirdin."
Bu arada Knulp çabucak soyunmuş, titreye titreye soğuk yatağına girip sinmişti.
"Daha başka neler biliyorsun?" diye sordu. "İşte ben artık rahatça yattım, seni dinleyebilirim."
"Ama sözlerim ciddiydi, Knulp."
"Benim için de öyleydi Rothfuss. Ama evlenme denen şeyin kendi buluşun olduğunu sanma. Hadi bakalım, Allah rahatlık versin."
Ertesi gün Knulp yataktan kalkmadı. Kendisini hâlâ biraz bitkin duyumsuyordu. Hava da evden çıkmasına hiç elverişli değildi. Öğleden önce yanına çıkan dericiden kendisini yatakta bırakmasını, yalnızca öğleyin bir tabak çorba getirmesini rica etti.
Böylece yarı karanlık çatı odasında bütün gün dingin ve hoşnut yattı. Soğuğun ve yol yorgunluğunun kalmadığını duyuyordu. Kendisini sıcak bir yerde güvende olmanın tatlı duygusuna bırakmıştı. Yağmurun hiç durmadan çatıya vuruşunu, huzursuz, yumuşak ve ılık rüzgârın acayip seslerini dinliyordu. Bu arada yarım saat kadar uyuyor, aydınlık sürdükçe de taşınabilir kitaplığından bir şeyler okuyordu. Bu kitaplık, üzerine şiirler ve özdeyişler yazdığı kâğıtlarla bir deste gazete kesintisinden ibaretti. Arasında dergilerde raslanmış ve kesilip alınmış birkaç resim de vardı. Bunlardan ikisini pek seviyordu; durmadan çıkarılıp bakılmaktan yırtılmış ve yıpranmışlardı: Biri tiyatro oyuncusu Eleonore Duse'nin resmiydi, öteki de açık denizde fırtınalı bir havada bir yelkenliyi gösteriyordu. Knulp, kuzeye ve denize çocukluğundan beri vurgundu. Birçok kez oralara doğru yola çıkmıştı. Hatta bir defasında Braunshweig bölgesine kadar gitmişti. Fakat ömrü yollarda geçen, hiçbir yerde uzun süre duramayan bu göçmen kuşunu acayip bir korku, bir sıkıntı ve yurt sevgisi, her seferinde ivedi adımlarla Güney Almanya'ya geri getirmişti. Bu belki de şundan ileri geliyordu: Yabancı şiveler ve göreneklerle karşılaştığı çevrelerde kaygısızlığı, tasasızlığı elden gidiyor, oralarda onu kimseler tanımıyor, uydurma iş karnesini düzenlemek de kendisine güç geliyordu.
Öğle yemeğinde, dabağ Rothfuss, çorbayla ekmeği yukarı getirdi. Odaya usulca girdi. Knulp'u hasta sandığı için korka korka ve fısıldayarak konuşuyordu; çünkü kendisi, çocukluğundaki hastalıklarından bu yana hiçbir zaman güpegündüz yatakta yatmamıştı. Kendini bir hayli iyi duyumsayan Knulp açıklama yapmaya hiç kalkışmadı, yalnızca ertesi gün kalkacağına ve iyi olacağına güvence verdi.
İkindiye doğru odanın kapısı vuruldu. Knulp yarı uykuda olduğu için yanıt vermediğinden Rothfuss'un karısı usulca içeri girdi, yatağın yanındaki masanın üstüne, boş çorba tabağının yerine bir bardak sütlü kahve koydu. Onun girdiğini duyan Knulp yorgunluktan ya da canı öyle istediği için gözleri kapalı, olduğu gibi yattı, uyanık olduğunu hiç fark ettirmedi. Rothfuss'un karısı boş tabak elinde, yataktakine bir göz attı. Başını, mavi kareli gömleğinin yarıya kadar örttüğü kolunun üzerine koymuştu. Koyu renk saçlarının inceliği, tasasız yüzünün çocuk gibi güzelliği dikkatini çektiği için bir an durdu ve dabağ Rothfuss'un her zaman sözünü ettiği bu yakışıklı oğlanı uzun uzun seyretti. Kapalı gözlerinin üstünde, ince-açık alnındaki gür kaşlarına, ince esmer yanaklarına, zarif ve pembe ağzına, narin ve güzel boynuna baktı; hepsi hoşuna gitmişti. Ochsen'da garsonluk yaparken ara sıra tam bir ilkyaz keyfi içinde, böyle yabancı güzel delikanlılarla kırıştırdığını anımsadı.
Hulyalı ve hafif bir heyecan içinde, yüzünün her yanını iyice görebilmek için birazcık eğilince kaşık tabaktan kaydı ve yere düştü. Frau Rothfuss, odanın sessizliği ve boğucu gizliliği içinde bundan çok kötü ürktü.
Knulp hiçbir şeyin farkında değilmiş de çok derin uykulardan uyanıyormuş gibi yavaş yavaş gözlerini açtı, başını bu yana çevirdi, bir an elini gözünün üstüne tuttu ve gülerek: "Ah Frau Rothfuss, siz burada mısınız? Bir de bana kahve getirmişsiniz! Hem ne güzel, ne sıcak bir kahve! Şimdi tam düşümde gördüğüm gibi bir kahve. Çok teşekkür ederim, Frau Rothfuss! Acaba saat kaç?"
"Dört" dedi kadın ivedi ivedi, "hadi şimdi soğumadan için, ben sonra gelir, fincanı alırım."
Bunu söyler söylemez sanki duracak hiç vakti yokmuş gibi hemen dışarı çıktı. Knulp arkasından baktı ve merdivenleri nasıl telaşla inip savuştuğunu duydu. Gözleri düşünceli bir anlam almıştı. Birkaç kez başını salladı, sonra kuş sesi gibi hafif bir ıslık tutturarak kahvesine döndü.
Fakat ortalık karardıktan bir saat sonra canı sıkılmaya başlamıştı. Kendini iyice dinlenmiş duyumsuyordu; yeniden insanlar arasına karışma isteğini duydu. Rahat rahat kalktı, giyindi. Koyu karanlıkta bir sansar gibi merdivenlerden indi, kimse görmeden evden sıvıştı. Rüzgâr, güneybatı yönünden yine ağır ve nemli esip duruyor, bununla birlikte artık yağmur yağmıyordu; gökte de yer yer aydınlık ve berrak lekeler vardı.
Knulp havayı içine çeke çeke akşam vaktinin sokaklarını ve kimselerin kalmadığı pazar yerini bir aşağı bir yukarı dolaştı, sonra bir nalbantın açık kapısının önünde durdu, çırakların oraları toplamalarını izledi, onlarla söyleşmeye koyuldu; üşümüş ellerini sönmeye yüz tutan koyu kırmızı ocağa uzattı. Bu sırada kentteki bazı tanıdıkları sordu; ölenler, evlenenler hakkında bilgi edindi ve nalbanta kendini bu uğraştan gibi gösterdi; çünkü bütün sanatların diliyle ve işaretiyle konuşmasını bilirdi.
Bu arada Frau Rothfuss akşam çorbasını ateşe koymuştu. Demir halkalarla küçük ocağı dürtükledi, patatesleri soydu; bütün bunlar yapılıp çorba da ağır ateşe oturtulduktan sonra mutfak lambasını alıp oturma odasına geçti ve aynanın karşısına oturdu. Aynada aradığını bulmuştu: dolgun taze yanaklı bir yüz, gri mavi gözler. Saçlarında düzeltilecek yerler varsa onları da çabucak becerikli parmaklarıyla düzeltti, bundan sonra yeni yıkanmış ellerini önlüğüne bir daha kuruladı, küçük lambayı eline aldı, ivedi çatı katına doğru çıktı.
Kalfa odasının kapısına yavaşça vurdu, sonra biraz daha hızlı vurdu, yanıt alamayınca lambayı yere koydu, gürültü yapmasın diye iki eliyle kapıyı dikkatle açtı, ayak parmaklarının ucuna basarak içeri girdi, yürüdü, karyolanın yanındaki iskemleye dokundu.
"Uyuyor musunuz?" diye yavaşça sordu. Bir daha "Uyuyor musunuz?" dedi. "Tabakları almak istiyordum da."
Ses seda çıkmadığı, bir soluk bile duyulmadığı için elini yatağa doğru uzattı, ama korkarak geri çekti ve lambaya koştu. Ancak odayı boş, yatağı özenle düzeltilmiş, yastıklarla kuştüyü yorganı da güzelce silkelenmiş bulunca korku ve hayal kırıklığı arasında şaşkın bir durumda mutfağa döndü.
Yarım saat sonra dabağ Rothfuss, akşam yemeği için yukarı gelmişti. Masa hazırlanınca kadın meraklanmaya başladı; ancak kocasına çatı arasındaki konuktan söz etmeye cesaret edemedi. Bu aralık aşağıda kapı açıldı, taşlıktan ve kıvrıntılı merdivenden hafif adımlar duyuldu. Sonunda Knulp gelmişti. Güzel kahverengi şapkasını başından çıkarıp selam verdi. Usta şaşkınlıkla "Bak hele, nereden geliyorsun?" diye sordu. "Hem hasta, hem de gece vakti sokaklarda sürtmek! Eceline mi susadın?"
"Çok doğru" dedi Knulp. "Akşamınız hayırlı olsun Frau Rothfuss, tam vaktinde geldim ya işte; güzel çorbanızın kokusunu ta Pazar Meydanı'ndan duydum. Böyle bir çorba ölümü benden uzaklaştırır."
Sofraya oturdular. Evin erkeği durmadan konuşuyor, aile reisliğiyle, ustalığıyla övünüyordu. Misafire şakalar yapıyor, sonra yine ciddileşiyor, onun artık bu sonsuz gezginlikten ve işsizlikten vazgeçmesi gerektiğini söylüyordu. Knulp dinliyor, çok az yanıt veriyordu. Karısı da tek sözcük söylemiyordu; ince ve nazik Knulp'un yanında kaba görünen kocasına kızıyor ve konuk hakkında iyi düşündüğünü ona ikramlarında gösterdiği özenle anlatıyordu. Saat onu vurunca Knulp "Allah rahatlık versin" dedi ve Rothfuss'tan usturasını rica etti.
Rothfuss usturayı verirken "Pek temizsin" diyerek onu övdü. "Çenene değdirir değdirmez sakal hemen düşer. Hadi bakalım, Allah rahatlık versin, umarım çabuk iyileşirsin!"
Knulp odasına girmeden havayı ve komşuları birazcık daha seyretmek için çatıya çıkan merdivenin küçük penceresine dayandı. Hiç rüzgâr yoktu. Damların arasından kara bir gök parçası gözüküyor, üzerinde de nemli ve parlak yıldızlar ışıldıyordu. Başını içeri çekip pencereyi kapamak üzereyken karşıdaki komşu evin küçük penceresi birdenbire aydınlandı, orada kendininkine benzeyen ufak, alçak bir odacık gördü. Kapısından genç bir hizmetçi kız içeri girmişti. Elinde pirinç şamdan içinde bir mum tutuyordu, sol elinde de büyük bir su testisi vardı. Testiyi yere koydu, sonra mumu dar hizmetçi yatağının üstüne tutup aydınlattı: Kaba, kırmızı bir yün battaniyeyle örtülmüş gösterişsiz, tertemiz yatağın uykuya çağıran bir görüntüsü vardı. Şamdanı bir yana koydu, nereye koyduğu görülmüyordu. Kendi de bütün hizmetçilerinki gibi yeşil boyalı alçak bir sandığın üstüne oturdu.
Karşıdaki bu beklenmedik sahne açılır açılmaz, Knulp kendisi gözükmesin diye elindeki ışığı hemen söndürdü ve pencere boşluğundan eğilip sessizce karşı pencereyi gözetlemeye koyuldu.
Genç hizmetçi kız, tam onun hoşlandığı tiptendi. On sekiz, on dokuz yaşlarındaydı. Pek uzun boylu değildi; esmer, biçimli bir yüzü, küçük bir ağzı, kahverengi gözleri, sık ve koyu renk saçları vardı. Bu dingin ve şirin yüz hiç de neşeli görünmüyordu. Katı yeşil sandığının üstünde öyle dertli, öyle üzüntülü bir oturuşu vardı ki, dünyayı ve kızları çok iyi tanıyan Knulp, bu genç yaratığın sandıkçığıyla birlikte gurbet ellerine düşeli çok olmadığını ve yurt özlemi çektiğini hemen anladı.
Esmer, kuru ellerini dizlerine bırakmış, uykuya yatmadan önce bir süre küçük servetinin üstüne oturup yurdundaki oturma odasını düşünmekten ufak bir avuntu aramaya koyulmuştu.
Kızcağız odasında nasıl kımıltısız duruyorsa, Knulp da penceresinin önünde öylece durmuş, derin bir merakla, zararsız, güzel kederini mum ışığında saklayan ve birinin kendisini gözetlediğini aklına bile getirmeyen bu küçük, yabancı insanın yaşamını seyre dalmıştı. Güzel kahverengi gözlerinin kâh hiç çekinmeden karşılara baktığını, kâh yine uzun kirpikleriyle kapandığını, esmer çocuk yanaklarında kızıl ışıkların sessizce oynaştığını görüyor, genç ve zayıf ellerine bakıyor, onların nasıl yorgun olduğunu, son küçük işi olan soyunmayı, biraz daha sonraya bırakarak lacivert yünlü entarisinin üstünde nasıl dinlendiklerini seyrediyordu.
Sonunda kızcağız içini çekerek bir file içine sokulmuş ağır örgülü başını kaldırdı, düşünceli ve kederli, boşluğa baktı, sonra ayakkabısının bağlarını çözmek için iyice eğildi.
Knulp oradan ayrılmayı hiç istemiyordu ama zavallı çocuğu soyunurken seyretmek de büyük bir haksızlık, hatta acımasızlık olacaktı. Ona seslenmeyi, kendisiyle biraz gevezelik etmeyi ve şakalaşarak yatağa biraz daha neşeli yatmasını sağlamayı çok istiyordu; ancak seslenirse korkacağından, hemen ışığı söndüreceğinden çekiniyordu.
Bunun yerine, bir sürü küçük hünerinden birini göstermeye karar verdi. Çok uzaklardan geliyormuş gibi ince ve içli bir ıslık çalmaya başladı. Islıkla "serin bir yerde bir değirmen tekerleği dönüyordu" şarkısını tutturmuştu. Öyle hoş, öyle güzel çalıyordu ki, kızcağız uzun zaman ne olduğunu pek anlamadan dinledi. Ancak üçüncü dizede doğruldu, kalktı ve kulak vererek penceresine geldi.
Başını dışarı uzattı, dinledi. Knulp da bu arada ıslık çalmayı sürdürüyordu. Kız başını ezginin temposuna göre birkaç kez salladı, sonra birdenbire gözlerini yukarı kaldırdı ve müziğin nereden geldiğini anladı.
"Biri mi var orada?" diye çok alçak sesle yavaş sordu.
"Bir derici çırağı" diye aynı biçimde yavaşça yanıt geldi.
"Bayanı uykusunda rahatsız etmek istemezdim ama, azıcık yurt özlemim depreşti de ıslıkla bir şarkı çalmak istedim. Fakat neşeli şarkılar da bilirim. Sen de buraların yabancısı mısın kızcağızım?"
"Ben Karaormanlıyım."
"Ya, demek Karaormanlısın! Ben de oralıyım. Demek kentdaşız. Laechstetten hoşuna gidiyor mu? Benim hiç gitmiyor."
"Bir şey söyleyemem. Geleli daha bir hafta oldu. Ama benim de pek öyle hoşuma gitmiyor. Siz çoktandır burada mısınız?"
"Yok, üç gündür. Ama kentdaşlar birbirlerine sen derler, değil mi?"
"Yok, olmaz. Birbirimizi hiç tanımıyoruz ki."
"Tanımıyoruz ama tanırız. Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur. Peki, Karaorman'ın neresindensiniz, bayan?"
"Siz orayı bilmezsiniz."
"Belli olmaz. Yoksa bir giz mi?"
"Achthausen. Küçük bir kasabacık."
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Hesse Knulp - 2
- Büleklär
- Hesse Knulp - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4315Unikal süzlärneñ gomumi sanı 228633.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.55.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Hesse Knulp - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4334Unikal süzlärneñ gomumi sanı 207935.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.57.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Hesse Knulp - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4464Unikal süzlärneñ gomumi sanı 205936.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.59.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Hesse Knulp - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4434Unikal süzlärneñ gomumi sanı 215134.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.57.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Hesse Knulp - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3861Unikal süzlärneñ gomumi sanı 194035.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.57.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.