🕥 34 minut uku

Hesse Knulp - 4

Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
Süzlärneñ gomumi sanı 4434
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2151
34.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
49.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
57.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
  O gün onun neşesi olduğu gibi bana da geçmişti. Rasladığımız herkesle selamlaşıyor, şakalaşıyorduk. Öyle ki arkamızdan kâh gülüyor, kâh sövüyorlardı. Bütün günümüz bir bayram gibi geçiyordu. Birbirimize okul yaşamımızın yaramazlıklarını, şakalarını anlatıyor, yanımızdan geçen köylülere, hatta atlarına, öküzlerine gülünç gülünç adlar takıyorduk. Gizli bir çitin kıyısından çalınmış böğürtlenlerle karnımızı doyuruyor ve hemen saatte bir, bir yerde mola verip dinlenerek gücümüzü ve ayakkabılarımızı koruyorduk.
  Bana öyle geliyor ki, Knulp'u tanıdığımdan bu yana onu hiç bu kadar ince, bu kadar sevimli ve konuşkan görmemiştim ve asıl bundan sonra birlikte bir yaşamımız olacağını, birlikte gezip dolaşacağımızı ve neşeleneceğimizi düşünerek seviniyordum.
  Öğleye doğru ağır ve sıkıntılı bir sıcak başlamıştı. Az yürüyor, daha çok çimenlerin üstünde yatıyorduk. Akşama doğru fırtına kokan sıkıntılı bir hava başladı, biz de gece için bir dam altı aramaya karar verdik.
  Knulp yavaş yavaş dinginleşmiş, biraz da yorulmuştu; ama ben bunun hiç farkına varmamıştım; çünkü hâlâ bütün kalbiyle gülüyor ve benim şarkılarımı benimle birlikte söylüyordu. Ben de daha çok keyiflenmiştim. İçimi art arda sevinç ateşlerinin kapladığını duyuyordum. Belki de Knulp için durum bunun tam tersiydi. Belki de onun içindeki fırtına sönmeye başlamıştı. Ben o zamanlar hep böyleydim. Neşeli günlerimde gece ilerledikçe canlılığım da artardı. Coşkum bir türlü dinmezdi. Hatta çoğu zaman, böyle bir neşeden sonra, gece vakti, başkaları çoktan yorulup da uykuya dalmışken ben daha birçok saat yalnız başıma dolaşır dururdum.
  Bu akşam vaktinin sevinç nöbeti o gün de içimi kaplamıştı ve vadi boyunca gidip de büyük bir köye ulaşınca, eğlenceli bir gece geçireceğiz diye sevinmiştim. Önce köyün kıyısında kolayca girilebilecek bir ambarı geceleme yerimiz olarak ayırdık. Sonra köye gidip güzel bir bahçeli lokantaya girdik. Arkadaşımı bugün için konuğum olarak çağırmıştım. Ona bir yumurtalı pastayla birkaç şişe bira ikram etmeyi düşünüyordum; çünkü bugünümüz bir sevinç günüydü.
  Knulp çağrımı sevinçle kabul etti. Güzel bir çınar ağacının altındaki bahçe masasında yerlerimize oturunca yarı utangaç bir tavırla şöyle dedi: "Biliyor musun, içmeye başlamayalım, olmaz mı? Bir şişe birayı sevinerek içerim, çok da iyi olur, bu benim için de bir zevktir; ama daha fazlasına dayanamam."
  Sesimi çıkarmadım, canımızın istediği kadar içeriz diye düşündüm. Sıcak yumurtalı pastayla yanındaki kuvvetli, taze esmer çavdar ekmeğini yedik. Knulp daha kendisininkini yarılamamışken, ben kendim için ikinci bir bira daha getirttim. Zengin bir masada hovardaca, efendi gibi oturduğum için çok keyifliydim. Bu akşamın bir süre daha zevkini çıkarmak istiyordum. Knulp birasını bitirince ricalarıma karşın ikincisini istemedi. Bana şimdi köyde biraz daha dolaşmayı, sonra da erkenden yatmayı önerdi. Benim niyetim hiç de bu değildi; ama birdenbire karşı çıkmak istemedim. Bira şişem daha boşalmadığı için onun benden önce çıkıp bir süre dolaşmasına diyecek bir sözüm yoktu, sonra yine buluşurduk.
  Kalkıp gitti. Arkasından, keyifli, rahat paydos adımlarıyla, kulağının arkasında bir yıldızçiçeği, birkaç basamak merdivenden geniş sokağa inip yavaş yavaş köye doğru uzaklaşmasını seyrettim. Benimle birlikte bir şişe daha içmek istemeyişine üzülmeme karşın arkasından bakarken sevinç ve sevecenlikle: "Sevgili çocuk!" diye düşündüm. Bu arada havadaki sıkıntı, güneşin kaybolmasına karşın durmadan artıyordu. Böyle bir havada, akşam vakti soğuk bir içkinin başında tatlı tatlı oturmaktan zevk alırdım. Onun için masamda bir süre daha kalmaya hazırlandım; hemen hemen biricik müşteri olduğum için, hizmet eden kız benimle gevezelik etmeye bol bol zaman buluyordu. Kıza iki puro da getirttim, birini ilk önce Knulp için saklamayı düşünmüştüm. Sonra unutup onu da kendim içtim.
  Bir saat kadar sonra Knulp geldi, beni almak istedi. Oysa ben yerimden kalkmak istemiyordum. Knulp da yorgun olduğu ve uyumak istediği için, yatacağımız yere yalnız gidip yatmasına karar verdik. O da çıktı gitti.
  Hizmet eden kız, o gider gitmez hemen yanıma gelip onun hakkında bana sorular sormaya başladı. Çünkü Knulp hiçbir kızın gözünden kaçmıyordu. Buna bir diyeceğim yoktu. Knulp benim dostumdu. Bu kız da sevgilim değildi. Hatta onu korkunç övdüm; çünkü keyfim yerindeydi ve herkesin iyiliğini istiyordum.
  Sonunda geç vakit gitmeye hazırlanırken gök gürlemeye, çınar ağaçlarının yaprakları arasından hafif bir rüzgâr esmeye başladı. Parayı ödedim; kıza da on fenik bahşiş verdim. Yavaş yavaş yola koyuldum. Yürürken bir şişeyi fazladan içtiğimi duyumsuyordum. Son zamanlarda hiç sert içki içmemiştim. Ama bu durum bana keyif veriyordu; çünkü daha dayanabiliyordum. Bütün yol boyunca, geceleyeceğimiz yeri buluncaya kadar, kendi kendime şarkılar söyledim. Oraya varınca da yavaşça içeri girdim, Knulp'u da gerçekten uykuya dalmış buldum. Durup ona baktım. Kolları sıvalı, yere yaydığı kahverengi ceketinin üstüne uzanmış, sakin sakin soluk alıyordu. Alnı, çıplak boynu, kendinden epey öteye uzattığı bir eli, bulanık yarı karanlığın içinde soluk bir aydınlık veriyordu.
  Derken ben de giysilerimle yattım. Ancak heyecandan ve kafamın dumanlı oluşu yüzünden uzun zaman uyuyamadım. Sonunda ortalık ağarmaya başlarken derin, deliksiz ve ağır bir uykuya dalmışım. Bu, derin ama hiç de rahat olmayan bir uykuydu. Üstümde bir yorgunluk ve ağırlık vardı. Karışık ve azap verici düşler görüyordum.
  Ertesi gün geç uyanmıştım. Gün epeyce ilerlemişti ve parlak güneş ışığı gözlerimi acıtıyordu. Kafam boş ve bulanıktı. Her yanım ağrıyordu. Uzun uzun esnedim, gözlerimi ovaladım, kollarımla öyle gerindim ki, eklemlerim çıtırdadı. Ancak yorgunluğuma karşın içimde dünkü neşeden bir parça, bir yankı kalmıştı. İlk raslayacağım çeşmede içimdeki küçük ezginliği çalkalamayı düşündüm. Ama iş başka türlü oldu. Çevreme bakınca Knulp'un orada olmadığını gördüm. Kendisini çağırdım, ıslık çaldım. Önce içime hiç kuşku düşmemişti. Ancak çağırmak, ıslık çalmak ve aramak boşa çıkınca, birdenbire onun beni bırakmış olabileceği aklıma geldi. Evet, gitmişti. Gizlice kalkıp gitmişti, benimle daha fazla kalmaya dayanamamıştı. Belki de benim dünkü içki içişim hoşuna gitmemişti, belki de bugün kendi dünkü taşkın sevincinden utanmıştı. Belki yalnızca bir kapris yüzünden, belki de benim birlikteliğimden kuşkuya düştüğü için ya da içinde birdenbire uyanan yalnız kalma gereksinmesi yüzünden. Ama yine de en büyük suçun benim içkimde olması olasıydı.
  Sevincim sönmüştü. İçimi bir utanma ve üzüntü bürümüştü. Arkadaşım şimdi nerelerdeydi? O ne derse desin, onun ruhunu biraz da olsa anladığımı düşünüyordum, o ruha biraz da olsa ortak olmuştum. Oysa şimdi gitmişti, bense yapayalnız, düş kırıklığına uğramış, orada kalakalmıştım. Ondan çok kendime kızıyordum. İşte şimdi Knulp'a göre her insanın içinde yaşadığı, benimse o zamana kadar pek inanamadığım yalnızlığı kendim de tatmak durumuna düşmüştüm. Bu çok acı olmuştu. Hem de yalnızca o ilk günler için değil. Bu yalnızlık duygusu, her ne kadar ara sıra azalır gibi olmuşsa da, o zamandan bu yana beni hiçbir zaman bütünüyle bırakmamıştır.
  SON
  Ekim ayının parlak bir günüydü; hafif, bol güneşli hava kısa aralıklarla akan kaprisli bir rüzgârla kımıldıyor, kırlardan, bahçelerden güz ateşlerinin açık mavi dumanlari ince, titrek çizgiler halinde yükselip aydınlık kırları yanık kuru otların, yeşil çalılıkların tatlı keskin kokusuyla dolduruyordu. Köy bahçelerinde koyu renkli patlar, geç kalmış solgun güller ve yıldızçiçekleri açıyor, çitlerin üstünde, şurada burada da kıpkırmızı latinçiçekleri, otların artık solmuş, ağarmış parıltısı arasında hâlâ ateş gibi yanıyordu.
  Bulach'a giden şosede Doktor Machold'un tek atlı arabası ağır ağır ilerliyordu. Yol hafif bir yokuşla dağa doğru çıkmaktaydı. Solda biçilmiş tarlalarla hâlâ ürünü toplanmakta olan patates tarlaları, sağda yarı boğulmuş gibi genç, sık bir çam ormanı, çok sık ağaç gövdelerinin ve ince dalların oluşturduğu kahverengi bir duvar yükseliyordu. Yerler, üst üste yığılmış, solmuş, hep bir renkte kuru kahverengi çam pürleriyle doluydu. Yol, dümdüz, yukarı doğru, uçuk mavi güz göklerine uzanıyor ve dünya sanki orada bitiyormuş gibi oluyordu. Doktor elindeki dizginleri gevşetmiş, yaşlı atcağızı kendi bildiğince yürümeye bırakmıştı. Ölen bir kadının yanından geliyordu. Kadın için yapacak hiçbir şey kalmamıştı artık. Öyle olduğu halde yaşamak için son saatine kadar inatla savaşmıştı. Doktor yorgundu ve güzel günün ortasındaki bu ağır araba yolculuğunun zevkini çıkarıyordu. Düşünceleri uyuşmuş, istençsiz bir biçimde, kendini kırlardaki ateşlerden çıkan kokunun çağrısına vermiş, okul çağının güz tatillerine, daha köylerdeki çocukluğunun uyumlu, biçimsiz anılarına dalmıştı. Köyde büyümüş olduğu için duyuları mevsimlerin kırlardaki belirtilerini ve işlerini anlayarak, isteyerek gözden geçiriyordu.
  Tam uykuya dalmak üzereyken arabanın duruverişiyle uyandı. Yolun ortasında boydan boya bir su oluğu uzanıyordu. Ön tekerlekler oluğun içine girmişti. At da hoşnut, durmuş, başını eğmiş, hem bekliyor, hem dinleniyordu.
  Machold tekerleklerin birdenbire duruşundan ötürü uyanmıştı; dizginleri topladı, kafasının kısa bir an sürmüş olan bulanıklığından sonra deminki gibi güneşli ve aydınlık duran ormana, gökyüzüne gülümseyerek baktı ve hayvanı her zamanki gibi dilini şaklatarak yukarı doğru sürmeye başladı. Sonra dimdik doğruldu. Güpegündüz uyuklamayı sevmezdi. Bir sigara yaktı. Araba ağır ağır yol alıyordu. Tarladan, dolu patates çuvallarının uzun dizisi ardından, başlarına güneş şapkaları geçirmiş iki kadın kendisini selamladı.
  Tepe artık yakındı. Hayvancağız başını kaldırdı. Biraz sonra köye ulaştıran uzun sırtı hızlı hızlı ineceğinden canlanmış, umut dolu gidiyordu. Bu arada karşıdan, parlak ufkun önünden bu yana gelmekte olan bir insan belirdi. Bir yolcu, çevresini maviler sarmış, serbest ve dimdik; bir an durdu, sonra aşağı indi, kurşunileşti ve küçüldü. Şimdi daha yakına gelmişti. Kısa sakallı, perişan kılıklı, zayıf bir adamdı. Belli ki yolları kendine yurt edinmişti. Yorgundu. Zorla adım atıyordu. Fakat terbiyelice şapkasını çıkardı. "Günaydın" dedi. "Günaydın" dedi Doktor, sonra geçip giden yabancı adama arkasından bakınca birdenbire hayvanı durdurdu, ayağa kalkıp arabanın gıcırdayan meşin tavanına dayanarak arkaya doğru seslendi: "Hey, baksanıza! Biraz gelir misiniz?" Toza toprağa bulanmış yolcu durdu, geri döndü, hafifçe gülümsedi, yine döndü. Şimdi artık alçak arabanın yanında, şapkası elinde, duruyordu.
  "Nereye gidiyorsunuz, sorabilir miyim?" dedi Machold.
  "Yolun götürdüğü yere, Berchtoldsegg'e doğru."
  "Tanışıyoruz galiba? Yalnızca adınız aklıma gelmiyor. Benim kim olduğumu siz elbette biliyorsunuz?"
  "Öyle sanıyorum ki siz Doktor Macholdsunuz."
  "Ta kendisi. Peki siz kimsiniz? Adınız neydi?"
  "Doktor Bey beni anımsayacak. Bir zaman öğretmen Plocher'de yan yana otururduk. Doktor Bey, siz o zamanlar Latince ödevlerini benden kopya ederdiniz."
  Machold ivedi arabadan inmiş, adamın gözlerinin içine bakıyordu. Sonra gülerek omuzlarına vurdu.
  "Doğru" dedi, "öyleyse sen ünlü Knulp'sun. Biz de okul arkadaşıyız. Hadi o halde ver elini sıkayım koca herif! On yıldır birbirimizi görmedik. Yine hep böyle yollarda mısın?"
  "Hep böyle. İnsan yaşlansa bile, alıştığı şeylerden vazgeçemiyor."
  "Hakkın var. Peki nereye gidiyorsun? Yine yurduna doğru mu?"
  "İyi bildin. Gerbersau'ya gitme niyetindeyim. Orada görülecek küçük bir işim var."
  "Ya! Seninkilerden daha yaşayan var mı?
  "Hiç kimse kalmadı."
  "Hiç de genç görünmüyorsun Knulp. Oysa ikimiz de daha kırkımızdayız. Yanımdan öyle geçip gitmek istemen, hiç doğru bir şey değildi. Hem biliyor musun, bana öyle geliyor ki, senin bir doktora da gereksinmen var."
  "Daha neler. Bir şeyim yok. Varsa da hiçbir doktor çare bulamaz."
  "Bakalım, görürüz. Sen şimdi bir bin hele, benimle gel, ondan sonra daha iyi konuşuruz."
  Knulp biraz geri çekildi, şapkasını giydi. Doktor onun arabaya binmesine yardım etmek isteyince sıkılgan bir yüzle geri çevirdi.
  "Ah, şunun için mi? Hiç gereği yok. Biz burada bulundukça hayvancağız kaçmaz."
  Bu arada bir öksürük nöbetine tutulmuştu. Bunun ne olduğunu bilen Doktor onu hemen yakaladı, arabanın içine oturttu.
  Arabayı sürüp "Tamam" dedi, "şimdi tepeye varacağız. Ondan ötesi de yokuş aşağıdır. Yarım saat içinde evdeyiz. Şu öksürüğünle hiç konuşmaya kalkışma. Eve varınca bol bol konuşuruz. Ne dedin? Olmaz, hiç çaresi yok. Hastalar yatağa yaraşır, yollara değil. Biliyor musun, o zamanlar Latincede sen bana çok yardım etmiştin, şimdi de bir kez olsun sıra bana geldi."
  Tepenin sırtına vardılar, sonra da ıslık çalan frenlerle, uzun yamaçtan aşağı doğru indiler. Karşılarında, meyve ağaçlarının üstünden Bulach'ın damları görünmüştü bile. Machold dizginleri çekti, yola dikkat etmeye başladı. Knulp da yorgun, yarı gevşeklik içinde, kendini arabayla gitmenin ve kendisine zorla kabul ettirilen bir konukluğun verdiği zevke bırakmıştı.
  "Eğer kemiklerim dayanırsa" diye düşünüyordu, "yarın, en geç öbür gün Gerbersau'ya doğru yuvarlanır giderim."
  O artık günleri, yılları bol bol harcayan neşeli oğlan değildi. Artık hiç kimsesi kalmamış, ölmeden önce yurdunu bir daha görmekten başka bir isteği olmayan, hasta, yaşlı bir adamdı.
  Bulach'ta arkadaşı onu önce oturma odasına aldı. İçmek için süt, yemek için de jambonlu ekmek verdi. Bu arada durmadan konuştular. Eski içtenliklerini yeniden bulmuşlardı. Ancak ondan sonra Doktor onu sorguya çekti. Hasta da iyilikle, biraz da alay ederek buna katlandı.
  "Neyin var, biliyor musun?" diye sordu Machold muayenesinin sonunda. Bunu pek kolayca ve hiç önemsemeyerek sormuştu, bundan dolayı da Knulp kendisine minnet duymuştu.
  "Evet, biliyorum Machold. İnce hastalık. Hem şunu da biliyorum ki, artık çok sürmeyecek."
  "Yok canım, kimse bilemez! Ama senin de yatmayı ve bakılmayı kabul etmen gerekiyor. Bir süre burada benim yanımda kalabilirsin. Bu arada ben sana en yakın sayrılar evinde bir yer bulurum. Durumun iyi değil dostum. Kalkınabilmen için dişini sıkman gerek."
  Knulp ceketini yeniden giydi. Zayıf ve grileşmiş yüzünü çapkın bir anlatımla Doktor'a çevirdi, yumuşak bir sesle "Boşuna yoruluyorsun, Machold" dedi, "neyse, hadi bakalım. Ama benden artık fazla bir şey beklememelisin."
  "Dur bakalım, göreceğiz. Şimdi güneş olduğu sürece bahçede otur. Lina da sana konuk yatağını hazırlasın. Sana iyice bakmalıyız Knulpçuğum. Böyle senin gibi bütün ömrünü güneşte ve açık havada geçirmiş bir insanın ciğerlerinin berbat olması olur şey değil doğrusu."
  Doktor bunu söyledikten sonra gitti. Ev işlerine bakan kadın, Lina pek hoşnut olmamıştı. Böyle bir serserinin konuk yatak odasına alınmasına karşı çıktı; ama Doktor onun sözünü kesti.
  "Bırakın, varsın gitsin Lina, adam çok yaşamayacak. Biraz da bizde rahat etsin! Hem o her zaman için temiz bir adamdı. Yatağa yatmadan önce banyoya da sokarız. Ona benim geceliklerimden bir tanesini çıkarın, kışlık terliklerimi de koyun, bu adamın benim bir arkadaşım olduğunu da unutmayın."
  Knulp on bir saat uyumuştu ve sisli sabahı yatakta, yarı uyuşuk bir durumda geçirmişti.
  Nerede, kimin evinde olduğunu ancak yavaş yavaş anımsayabildi. Güneş doğunca Machold, onun kalkmasına izin verdi. Şimdi ikisi de güneşli taraçada, masadaki bir bardak kırmızı şarabın önünde karşılıklı oturmuştu. Knulp, güzel yemekten ve yarım bardak şaraptan neşelenmiş, durmadan konuşuyordu. Doktor da bu garip okul arkadaşıyla bir kez daha konuşmak, belki de bu herkese benzemeyen insanın yaşamı hakkında bir şeyler öğrenmek için kendine bir saat tatil vermişti. Gülümseyerek: "Demek geçirmiş olduğun yaşamdan hoşnutsun" dedi, "öyleyse söylenecek söz yok. Yoksa, aslında senin gibi bir adama yazık oldu derdim. Papaz ya da öğretmen olman gerekmezdi; ama senden pekâlâ bir doğa bilimcisi ya da bir şair çıkabilirdi. Yeteneklerinden yararlanıp onları geliştirdin mi, bilmiyorum ya. Galiba onları yalnızca kendin için harcadın, öyle değil mi?"
  Knulp seyrek sakallı çenesini avcunun çukuruna dayadı, şarap bardağının arkasındaki güneş vurmuş sofra örtüsünün üstünde oynaşan kırmızı ışıkları seyre daldı.
  "Büsbütün doğru değil" dedi yavaş yavaş. "Senin o yetenek dediklerin de öyle pek fazla bir şey değildi. Güzel ıslık çalarım, el armonikası çalmayı bilirim, ara sıra da birkaç dizecik yazarım. Eskiden iyi bir koşucuydum, kötü de dans etmezdim, hepsi bu kadar. Ama bunların zevkini yalnızca kendim duymadım. Çoğu zaman yanımda arkadaşlarım ya da genç kızlar ya da çocuklar olurdu. Bunlardan onlar da zevk aldılar, zaman zaman bana minnet duydular. Bu konuyu kapayalım. Artık olan olmuş."
  "Peki" dedi Doktor, "kapayalım, ama sana bir şey daha soracağım. Sen o zamanlar beşinci sınıfa kadar benimle birlikte Latince Okulu'na gitmiştin. Hem de, çok iyi biliyorum, örnek olacak gibi değilse de, iyi bir öğrenciydin. Sonra birdenbire yok oldun. Artık Halk Okulu'na gittiğini söylediler. Bu yüzden ayrıldık. Ben doğallıkla, Latince Okulu'ndan olduğumdan, Halk Okulu'ndan biriyle arkadaşlık edemezdim. Bu nasıl oldu? Sonraları senin hakkında bir şeyler duydukça hep düşünürdüm: Eğer o zaman bizimle birlikte okulda kalmış olsaydı her şey olurdu, derdim. Şimdi söyle bakalım, bu iş neden oldu? Bir şeye canın mı sıkılmıştı? Yoksa senin yaşlı adam artık okul parasını ödeyemez mi olmuştu, ne olmuştu?"
  Hasta, bardağını esmer, kuru ellerine aldı, ama içmedi, yalnızca şarap bardağının içinden yeşil bahçe ışığına doğru baktı, sonra kadehi yeniden masanın üstüne koydu, hiçbir şey söylemeden gözlerini kapadı, düşüncelere daldı.
  "Bunlardan söz etmek hoşuna gitmiyor mu?" diye sordu arkadaşı. "Gitmiyorsa konuşmamız gerekmez."
  Bunun üzerine Knulp gözlerini açtı, onun yüzüne uzun uzun, dikkatle baktı.
  Hâlâ çekingen bir sesle "Yok" dedi, "galiba gerekir. Çünkü ben bunu daha bir tek kişiye anlatmış değilim. Şimdi de artık bunu bir başkasının da bilmesi iyi olur sanırım. Aslında bu yalnızca bir çocuk öyküsüydü; ama benim için önemi büyük olmuştu, beni yıllarca uğraştırdı. Senin tam da şimdi bana bunu sormuş olman çok garip!"
  "Neden?
  "Son zamanlarda bunu ben de çok düşünmüştüm de. Hatta işte bunun için yeniden Gerbersau yollarına düşmüştüm."
  "Ya! anlat öyleyse."
  "Biliyor musun Machold, biz o zamanlar çok iyi arkadaştık, hiç olmazsa üçüncü, dördüncü sınıfa kadar. Sonra az buluşur olduk. Sen bazen bizim evin önünde boş yere ıslık çalar dururdun."
  "Hey Tanrım, öyle ya, doğru! Yirmi yıldan fazladır bunu hiç anımsamamıştım. Yahu nasıl bir belleğin var senin! Ee, sonra?"
  "Sana şimdi nasıl olduğunu anlatabilirim. Bu işte suç kızların. Ben onlara karşı çok erken merak duymaya başlamıştım. Sen daha çocukları leyleklerin getirdiğine, onların pınar başlarında bulunduğuna inandığın sıralarda ben oğlan çocuklarının da, kız çocuklarının da nasıl doğduklarını oldukça iyi biliyordum. O zamanlar benim için en önemli şey buydu. Bu yüzden de sizlerin kızılderili oyunlarınızla pek fazla ilgilenemiyordum."
  ''O zamanlar on iki yaşındaydın, değil mi?"
  "Aşağı yukarı on üç. Ben senden bir yaş büyüğüm. Bir gün hastalanmış yatakta yatıyordum. Bir kuzinimiz konuk gelmişti. Benden üç dört yaş daha büyüktü. İşte o benimle oynaşmaya başladı. İyileşip ayağa kalktığım zaman, gece vakti odasına gittim. Bir kadının ne biçim bir şey olduğunu işte orada öğrendim. Öyle korkmuştum ki, oradan kaçıp gitmiştim. O kuzinimle de artık bir sözcük konuşmak istemiyordum. Bana üzüntü vermişti. Ondan korkuyordum, ama olup bitenler bir kez kafamda yer etmişti. Ondan sonra bir zaman yalnızca kızların peşinden koştum. Derici Haasislerde benim yaşımda iki kız vardı. Komşulardan başka kızlar da oraya gelirlerdi. Karanlık çatı aralarında birlikte oynardık ve daima kıkır kıkır güler, gıdıklanır, gizli işlerimiz olurdu. Bu toplulukta ben çok zaman tek oğlandım. Bazen kızlardan birinin saçını örerdim, bir başkası bana bir öpücük verirdi. Daha hepimiz çocuktuk ve pek bir şeylerden haberimiz yoktu; ama bütün bunlar âşıkane şeylerdi. Yıkanırlarken de çalılıklar arasına saklanır, onları seyrederdim... Günün birinde yeni birisi geldi; dış mahallelerin birinden gelmişti. Babası bir dokuma fabrikasında işçiydi. Kızın adı Franziska'ydı. Ondan daha ilk görüşümde hoşlanmıştım."
  Doktor onun sözünü kesti: "Babasının adı neydi, belki ben de tanırım."
  "Kusura bakma, onu sana söylemeyeyim daha iyi, Machold. Bu öyküyle bir ilgisi yok, kimsenin de bilmesini istemem. - Şimdi öyküye gelelim! Benden daha büyük ve daha güçlüydü. Zaman zaman şurada burada birbirimizle el şakaları yapar, didişirdik. Beni kendine çekip acıtıncaya kadar sıktığı zaman sarhoş gibi olurdum, başım dönerdi. Ona âşık olmuştum. Benden iki yaş büyük olduğunu ve bir yavuklu edinmek isteğinde bulunduğunu söylediği için, biricik isteğim bu yavuklunun benim olmamdı. Bir kez yalnız başına dabağhanenin bahçesinde ırmağın kıyısına oturmuş, ayaklarını suya sarkıtmıştı. Yıkanmıştı. Üstünde yalnızca bir gömlek vardı. Gittim, yanına oturdum. Bana birdenbire bir cesaret geldi, kendisine onun yavuklusu olmak istediğimi, kesinlikle onun yavuklusu olmam gerektiğini söyledim; ama o bana kahverengi gözleriyle acıyarak bakıp: 'Ama sen daha küçücük bir oğlansın, kısa pantolon giyiyorsun, sen yavuklunun ve âşık olmanın ne olduğunu nereden bileceksin?' dedi. 'Yok' dedim, her şeyi bildiğimi, benim sevgilim olmak istemezse onu da, kendimi de suya atacağımı söyledim. Bunun üzerine bana dikkatle ve bir kadın bakışıyla baktı, sonra: 'Görelim, bakalım' dedi, 'öpmeyi becerebiliyor musun?' 'Evet' dedim ve ivedi dudaklarından öptüm. Oldu bitti sanmıştım; ama o kafamı yakaladı, sımsıkı tuttu ve beni tıpkı bir kadın gibi dosdoğru öyle bir öptü ki, kendimden geçtim. Sonra derin sesiyle güldü: 'Sen benim işime gelirdin, oğlan' dedi, 'ama olmaz, benim Latince Okulu'na giden yavukluya gereksinmem yok. Oradan doğru dürüst adam çıkmaz. Benim yavuklum tam bir erkek olmalı; esnaftan biri ya da bir işçi, bir okumuş değil. Görüyorsun ya, yapacak bir şey yok.' Ama beni kucağına çekti. Kucağının sıcaklığı da, kollarının arasında durmak da öyle güzel, öyle zevkliydi ki, ondan ayrılmayı hiç düşünemiyordum. Sonunda Franziska'ya bir daha Latince Okulu'na gitmeyeceğime ve bir esnaf olacağıma söz verdim. Yalnızca güldü; ama ben bırakmadım. Sonunda beni yeniden öptü. Eğer artık Latince Okulu'na gitmezsem sevgilisi olacağım, kendisiyle çok iyi vakit geçireceğim konusunda bana söz verdi."
  Knulp susmuştu. Bir zaman öksürdü. Arkadaşı dikkatle ondan yana bakıyordu. Bir süre ikisi de sustu. Sonra sürdürdü: "İşte artık öyküyü biliyorsun. Doğallıkla, her şey benim düşündüğüm kadar çabuk olmadı. Bundan böyle artık Latince Okulu'na gitmek istemediğimi ve gidemeyeceğimi haber verince babamdan birkaç tokat yedim. Ne yapacağımı hemen kestirememiştim. Kaç kez bizim okulu yakmaya niyetlendim. Bunlar çocukça düşüncelerdi; ama işi ciddiye almıştım. Sonunda biricik kurtuluş yolu olarak aklıma geldi: Okulda doğru dürüst hiçbir şey yapmaz oldum. Bilmiyor musun?"
  "Sahi, sahi, anımsar gibi oluyorum. Bir ara hemen her gün okulda cezalı kalıyordun."
  "Evet, derslerden kaçıyordum. Kötü yanıtlar veriyordum. Ödevleri hiç yapmaz olmuştum. Okul defterlerimi yitiriyordum. Her gün bir olayım oluyordu. Sonunda da bunlardan zevk alıyordum. Herhalde o zamanlar hocaları dünyaya geldiklerine pişman etmiştim. Latince de, bütün öteki nesneler de, hepsi benim için hiçbir önem taşımaz olmuşlardı. Bilirsin, benim öteden beri sezgim güçlüydü. Yeni bir şeyin arkasından koştum mu, bir süre benim için dünyada ondan başka hiçbir şey kalmazdı. Jimnastikte, alabalık avında ve botanikte böyle olmuştu. O zamanlar kızlarla da durumum işte tıpkı böyleydi. Bu işi sonuna kadar öğrenip deneyim edinmeden önce, benim için başka hiçbir şeyin önemi kalmamıştı. Hem zaten aklın fikrin dün akşam kızlar yıkanırken gizlice gördüklerindeyse, bir okul çocuğu olarak sıralarda tünemek, fiil çekimlerini ezberlemek budalalıktı. Neyse! Belki de öğretmenler bunun farkına varmamışlardı. Beni hemen hepsi severdi. Olabildiği kadar da korumaya çalıştılar. Belki de tasarılarımdan hiçbiri gerçekleşmeyecekti; ama ben bu kez de Franziska'nın erkek kardeşiyle dost olmuştum. O Halk Okulu'na gidiyordu, son sınıftaydı ve kötü bir oğlandı. Ondan pek çok şey öğrendim; ama hiçbiri iyi şeyler değildi. Onun yüzünden de çok üzüntüm oldu. Sonunda altı ay içinde de muradıma erdim. Babam beni yarı ölü bir duruma gelinceye kadar dövmüştü; ama ben de sonunda sizin okulunuzdan kovulmuştum. Artık Franziska'nın erkek kardeşi gibi Halk Okulu'nun dersliğinde oturuyordum."
  "Ya o kız?" diye sordu Machold.
  "Evet, acı olan yan da bu. Bütün bunlara karşın benim sevgilim olmadı. Ara sıra kardeşiyle evlerine gitmeye başladığımdan beri, sanki şimdi eskisinden daha değersizmişim gibi, bana daha kötü davranmaya başladı. Ancak Halk Okulu'na başladığımdan iki ay geçtikten ve akşamları sık sık evden kaçmaya alıştıktan sonra gerçeği öğrenebildim. Bir akşam Ried Ormanı'nda başıboş dolaşıyordum. Her zaman yaptığım gibi, sıranın üstünde oturmuş olan bir çifti gözetlemeye başladım. Biraz daha yaklaşınca bunların Franziska ile bir tesviyeci çırağı olduğunu gördüm. Benim hiç farkıma varmadılar. Oğlan kolunu onun boynuna dolamıştı. Elinde bir sigara vardı. Kızın bluzu açıktı. Kısacası, bu benim için pek kötü bir görünümdü. Demek her şey boşuna olmuştu."
  Machold arkadaşının omzuna vurdu.
  "Ah, belki de senin için böylesi çok daha iyi olmuştur." Fakat Knulp zayıf, kuru başını şiddetle salladı: "Yok, kesinlikle. Başka türlü olması için bugün bile sağ elimi verirdim. Bana Franziska için bir şey söyleme. Ona laf söyletmem. Eğer işler yolunda gitseydi, aşkı ben güzel ve beni mutlu edecek bir biçimde tanımış olacaktım. Bunun belki de bana, Halk Okulu'nu bitirmeme ve babamla anlaşmama yardımı olacaktı. Çünkü, nasıl söyleyeyim, bak, o zamandan bu yana bazı dostlarım, tanıdıklarım, arkadaşlarım, sevgililerim oldu, ama artık bir daha hiç kimsenin sözüne güvenemedim ve kendimi hiçbir söze bağlayamadım. Hiçbir zaman. Ben bana uyan yaşamı yaşadım. Bu yaşam benden özgürlüğü ve güzelliği esirgemedi; ama her zaman için yalnız kaldım."
  Bardağı yakaladı, dibinde kalan son bir yudum şarabı özenle içti ve kalktı.
  "İzin verirsen yine yatacağım. Bunları konuşmaktan hiç hoşlanmam. Senin de herhalde daha işlerin vardır."
  Doktor başını salladı. "Sana daha söyleyeceklerim var! Bugün sayrılar evine senin için bir yer ayırmalarını yazacağım. Bu belki senin pek işine gelmez; ama yapacak bir şey yok... Eğer hemen bakılmazsan yok olursun."
  "Adam sen de" dedi Knulp, görülmemiş bir şiddetle, "bırak yok olayım! Zaten artık hiçbir şeyin yararı yok, bunu sen de biliyorsun, kendimi şimdi ne diye kapattırayım?"
  "Yapma Knulp, akıllı ol! Seni böyle gezip dolaşmaya bırakırsam alçak bir doktor olurum. Oberstetten'de senin için kesin bir yer buluruz. Ayrıca benden bir de mektup götüreceksin. Bir hafta sonra kendim de gelip orada seni görürüm, söz veriyorum."
  Knulp iskemlesine çöktü. Neredeyse ağlayacaktı. Zayıf ellerini üşümüş, donmuş bir insan gibi birbirine sürtüyordu. Sonra yalvaran çocuk bakışlarıyla doktorun yüzüne baktı.
  "Peki, öyle olsun" dedi yavaşça, "hiç doğru etmiyorum, biliyorum, benim için pek çok şey yaptın, kırmızı şarap bile ikram ettin. Hepsi benim için pek fazla ve kibar ikramlardı; ama bana kızmazsan senden büyük bir ricada daha bulunacağım."
  Machold onu yatıştırarak omzuna vurdu. "Aklını başına topla, koca herif! Kimse senin yakana yapışacak değil. Hadi söyle bakalım, rican neymiş?"
  "Bana kızmadın ya?"
  "Ne münasebet, niçin kızayım?"
  "Öyleyse rica ederim Machold, bir iyilik et, Oberstetten'e yollama! Eğer böyle bir sayrılar evine kesinlikle gitmem gerekiyorsa, hiç olmazsa Gerbersau'da gideyim. Orada beni tanırlar, kendi yurdumda olurum. Yoksul olarak bakılmam da belki orada daha iyi olur; çünkü ben orada doğdum ve genellikle de...''
  Gözleri ateş gibi yanarak yalvarıyordu, heyecandan konuşamıyordu. Ateşi var, diye düşündü Machold, sonra sakin bir tavırla "Rica edeceğin şeylerin hepsi buysa" dedi, "hemen yerine getirilir. Hakkın var. Gerbersau'ya yazayım. Hadi şimdi git yat, yorgunsun, çok da konuştun."'
  Arkasından eve nasıl sürüklenerek girdiğine baktı ve birdenbire Knulp'un alabalık avında kendisine ders verdiği yazı, onun arkadaşlarıyla olan ilişkilerindeki zeki ve egemen tavrı, on iki yaşındaki güzel, güçlü oğlanın ateşli halini hatırladı. İçini yakan bir duyguyla "zavallı adam" diye düşündü, sonra işine gitmek için ivedi kalktı.
  Ertesi sabah sis vardı. Knulp bütün gün yatakta kaldı. Doktor onun yanına birkaç kitap koymuştu; ama o bunlara elini bile sürmedi. Neşesiz ve üzgündü. Çünkü bakımı, özeni, rahat yatağı ve güzel yemeği tattığından bu yana sonunun yaklaştığını eskisinden daha iyi anlar olmuştu. "Biraz daha böyle yatarsam" diye umutsuzca düşündü, "sonra artık hiç kalkamam." Dünyada artık onun için yapılacak bir şey kalmamıştı. Son yıllarda kır yolları büyülerinden pek çok şey yitirmişti. Ama yine de Gerbersau'yu bir kez daha görmeden ve bir sürü şeyle, ırmak ve köprüyle, pazar yeriyle, babasının o zamanki bahçesiyle ve o Franziska denenle gizlice esenleşmeden ölmek istemiyordu. Sonraki aşklarını unutmuştu. Gezmekle geçirdiği yılların uzun dizisi de kendisine artık küçük ve önemsiz bir şey gibi görünüyordu. Buna karşılık çocukluğunun gizemli yılları şimdi yeni bir parıltı ve sihir kazanmıştı.
  Sade döşenmiş konuk odasını dikkatle gözden geçiriyordu; uzun yıllardan bu yana bu kadar güzel bir yerde oturmamıştı. Keten yatak çarşafını, yumuşak, boyasız yün battaniyeyi, zarif yastık kılıflarını anlayan bir bakışla ve parmaklarıyla yoklayarak inceliyordu. Sert tahtadan yapılmış döşeme, duvardaki, Venedik'te Doçlar Sarayı'nı gösteren ve cam mozaikten bir çerçevesi bulunan fotoğraf da onu ilgilendiriyordu.
  Sonra gözleri açık ama hiçbir şey görmeden, yorgun ve yalnız hasta vücudunda sessizce olup biten şeylerle meşgul, yine uzun zaman yattı. Bir aralık birdenbire doğruldu, aceleyle yataktan eğildi, telaşlı parmaklarıyla ayakkabılarını yakaladı, onları dikkat ve anlayışla gözden geçirdi. Hiç de iyi durumda değillerdi. Ama ay, ekim ayıydı ve ilk kar düşene kadar herhalde dayanırlardı. Ondan sonra da zaten her şey bitmiş olacaktı.
  Machold'dan bir çift eski ayakkabı rica edebileceği aklına geldi. Yok, hayır, onu bütünüyle kendinden kuşkuya düşürürdü; sayrılar evinde ayakkabıya ne gerek vardı! Derinin üst kısımlarındaki yırtık yerleri dikkatle yokladı. İyice yağlanırsa en az bir ay daha dayanabilirlerdi. Üzülmenin anlamı yoktu. Belki de bu eski ayakkabıları ondan çok yaşayacaktı; o, kır yollarından bütünüyle yok olunca da yine işe yararlardı.
  Ayakkabılarını bıraktı. Derin bir soluk almayı denedi; ama göğsü acıdı ve öksürük başladı. Bunun üzerine kımıltısız yatıp bekledi. Kısa kısa soluklar almaya başladı.
  Son isteklerini yerine getirmeden durumunun kötüleşeceğinden korkuyordu. Ara sıra yaptığı gibi ölümü düşünmeyi denedi; ama kafası bundan yoruldu, uyuklamaya başladı. Bir saat sonra uyandığında sanki günlerce uyumuş gibi kendini dinç ve dinlenmiş duyumsadı. Machold'u düşündü. Giderse ona burada duyduğu minnetin işareti olarak bir şey bırakmak istiyordu; çünkü Doktor dün kendisinden bunları sormuştu. Ama hiçbir şeyi tam anımsayamıyordu, hiçbiri de hoşuna gitmiyordu. Pencereden yakındaki ormana sis indiğini gördü. Uzun uzun, aklına bir şeyler gelinceye kadar oraya baktı. Bir gün önce evde bulduğu ve yanına aldığı bir kurşunkalem artığıyla gece masasının çekmecesine serilmiş olan temiz beyaz kâğıdın üstüne şu birkaç satırı karaladı:
  "Sis basınca,
  Kuruyup gider bütün çiçekler.
  İnsanlar da ölürler,
  Mezarlara konurlar.
  İnsanlar da çiçektir,
  Bahara ulaşınca yeniden doğarlar,
  Sonra da artık hiç hastalanmazlar,
  Her şeyleri bağışlanır."
  
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.