Dinde Siyasal Islam Tekeli - 11
Süzlärneñ gomumi sanı 3590
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1902
24.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
35.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
43.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
bolluğu içinde bir sonsuz yaşam vaadedilmektedir. İnsanın ikinci temel
ihtiyacı olan cinsellik konusu da çok çarpıcı biçimde işlenmiştir. Cennettekiler;
hitap genellikle erkeklere olduğu için, burada da onlar kastedilmektedir,
iri gözlü hurilerle evlendirilmiştir. (age; Duhan suresi/54)
Daha önce ne insan ne de cinin dokunmadığı, bakışlarını yalnızca eşlerine
diken dilberler, (age; Rahman suresi/56) yeniden inşa edilerek, bakire yapılan
kadınlar (age; Vakıa suresi/35) göğüsleri yeni tomurcuklanmış yaşıt
kızlar, (age; Naziat surresi/31-35) kendilerine ait, sedefle saklı inci
gibi civanlar dolaşmaktadır, çevrelerinde. (age; Tur suresi/24)
Bu tasvirler, Allah'ın emri olduğu için dünya yaşamında kendini sıkıntıya
sokarak nefsani isteklerini frenlemeye çalışan fakat şehvete düşkün olan
Cahiliyye dönemi erkeği için, son derece cazip ve teşvik edici motifler
taşımaktadır. Yoksa Kuran'ın kendi koyduğu ahlaki sınırları, sadece
dünya hayatı için geçerli sayıp, ahiret yaşamında insanı nefsani ve bazı
yönleriyle de gayri ahlaki bir yaşama teşvik etmesi gibi bir paradoksla
karşılaşılır ki, Allah'ın sözü olan bir kitapta bu düşünülemez. Ancak bu
ödülden güç alan dünya insanın, dine daha sıkı sarılması mümkün olmuş,
zorlanarak da olsa İslam ahlakını yaşamaya çalışmak, bu değerlerin yaşama
geçmesi ve gelecek kuşaklara nakli bakımından önem taşımıştır.
Dolayısıyla İslam, Allah korkusunu sürekli yineleyerek, kıyamet ve
cehennem konusunda toplumu uyararak ve nihayet cennette sonsuz
bir huzur ve ihtişamı vaadederek ahlaklı bir toplumun yaratılmasına çalışmıştır.
Bu ceza ve ödüllere inanmak ise imanın gereği olduğu için, ahlak inançla
bütünleşmiş ve toplumun değer yargılarında olumlu değişiklikler ortaya
çıkmıştır. Allah'ın herşeyi gören ve bilen oluşu ise, insana kaçacak
delik bırakmamış, gönlünü tam olarak denetleyemese de, davranışlarını
denetim altına almaya zorlamış, gönlündeki çarpık arzular için ise Allah'ın
bağışlayıcılığına sığınmayı denemiştir.
Bu inanca dayalı ahlak anlayışının insanlık tarihi içinde önemli bir yer
tuttuğu inkar edilemez. İnsan topluluklarının evrimi içinde, gerekli
ve yararlı bir rol oynadığı da açıktır. Ancak günümüzün düşünen, sorgulayan,
akli deliller arayan, sebep-sonuç ilişkileri içinde olaylara
yaklaşan ve dogmaların dışına çıkmış insanı için inanca dayalı ahlakın eski
etkileyiciliğini yitirdiği açıktır. Çağdaş insan inanca dayalı tüm ahlaki
öğretilerden yararlanmış ancak onları aşan, zaman zaman da sorgulayan yeni
bir ahlak anlayışına yönelmiştir. Bu anlayış büyük ölçüde endüksiyona (tüme varım)
dayalı, kişisel ya da toplumsal deneyimlerden çıkarılan sonuçlarla genişleyen
yeni bir ahlaki yaklaşımdır.
Çağdaş Ahlak Anlayışı
Çağdaşlık, çağa uygunluk anlamına gelen ve bir olguyu ifadelendiren
kavramdır. Dolayısıyla çağdaş olanın mutlaka en iyi ve en doğru olması
gerekmez. Diğer bir deyişle, çağdaş olan değer ya da kavram, o çağda
yaşayan toplumun beklentilerine ve değer yargılarına uyum sağlayan
anlamına da gelir.
Bu tanımdan hareketle çağdaş ahlak anlayışını da olumlu ve olumsuz
yönleriyle değerlendirmek mümkündür.
Çağdaş ahlakın 20. yy. daki sembolleri özgürlük, eşitlik, insan hakları
kavramları ile bağlantılı olarak ele alınabileceği gibi, fırsatçılık,
bencillik, madde tutkunluğu gibi motivasyonunu ekonomik sistemden alan değer
yargıları ile de ifade edilebilir.
Bu bakımdan çağdaş ahlakı olumlu ve olumsuz yönleriyle incemeye
almak ve inanca dayalı ahlak anlayışları ile iki aşamada kıyaslamak
gerekir.
Çağdaş Ahlak ve İnsan Hakları:
İnsanlık, köleci toplum düzeninden günümüze kadar geçen süre içinde,
insanın, insan olmak özelliğinden dolayı sahip olduğu temel haklara
kavuşması için zorlu bir mücadele vermiştir. Yaşamakta olduğumuz çağ,
hiç şüphe yoktur ki, insanlık tarihine insan hakları çağı olarak
geçecektir. Bu, zorlu bir mücadeledir ve henüz tamamlanmış da değildir.
Ancak bu mücadele son derece meşru bir dayanağa sahiptir. Bu dayanak,
insanın doğuştan var olan temel hak ve özgürlüklerine, yaşamı süresince de
sahip olma talebidir. İnsan olma onuruna sahip çıkmak, insanın doğuştan
sahip olduğu hak ve özgürlükleri ayırımcılık gözetmeksizin kullanmasına
imkan tanımak ve her türlü eşitsizliğe set çekmek, yüzyıllardır süregelen
gelenekleri, zihinsel şartlanmaları, ayırımcı telakkileri yıkarak yol
almak, insanlık tarihinde uzun ama şerefli bir mücadeleyi gerekli
kılmaktadır.
İnsan hakları şuurunun oluşmadığı bir toplumda, ahlakın gelişmesi
düşünülemez. Zira ahlaklı olmanın birinci adımı zararsızlığı öğrenmek, ikinci
adımı ise yararlı hizmette rol almaktadır. Yine ahlakın bireysel
ve toplumsal hedefi, iki kelimeye indirgendiğinde huzur ve adalettir. O
halde insan haklarının yerleşmediği, ayırımcılığın, eşitsizliğin sürdüğü
toplumlarda bu amaçlara ulaşmak mümkün olamayacaktır. Zira insan hakları,
dünyada özgürlük, adalet ve barışın en etkin güvencesidir.
Dünyamız insan haklarının tanınmamasının ve hor görülmesinin insanlık
vicdanını yaralayan barbarca eylemlere yol açtığını, korkudan ve yoksulluktan
kurtulmuş insanların söz ve inanç özgürlüğüne sahip olacakları bir dünyanın
herkesin en yüksek amacı olduğunu (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi; Başlangıç
Bölümü) idrak etmiş bulunmaktadır.
İnsan haklarının en önemli ölçüleri arasında; İnsanların özgür, onur
ve haklar bakımından eşit olarak doğdukları; birbirlerine kardeşlik
anlayışıyla davranmaları; ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka
bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir
ayırım gözetilmeksizin bütün hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri,
ayırım görmemeleri; kölelik veya kulluk altında bulundurulamayacakları,
işkeneeye tabi tutulamayacakları, yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği
haklarına sahip bulundukları, yasalar önünde eşit oldukları, düşünce,
vicdan ve din özgürlüğüne sahip oldukları, din veya inancını değiştirme
özgürlüğüne sahip bulundukları yer alır.
Bu hakların tüm insanlara tanınmış olması, en önemli ahlaki ilke olan
adalet ilkesinin gerçekleşmesi bakımından önemlidir.
Eşitlik ve özgürlüğün giderek genişleyen bir yelpaze içindeki bu yorumunu
hiçbir dinde bulmak mümkün değildir. Zira dinler, söz konusu eşitliği
kendilerine inananlar için geçerli saymışlar, inanmayanların kardeşliği ya
da inananlanlarla temel hak ve özgürlükler bakımından eşitliği konusunda
daha dar kapsamlı yorumları benimsemişlerdir.
Örnek verilecek olursa Tevrat'ta inananların birbirleriyle yardımlaşmaları,
faiz almamaları emredilmekte fakat aynı ilkeler inanmayanlara
teşmil edilmemektedir. Benzer özellikleri İslam'da da görmek mümkündür.
Kardeşlik, müslüman kardeşliği esasına dayalı olup, inanmayanlar veya
farklı dine inananlarla kardeşlik bir yana dostluk dahi yasaklanmaktadır.
Müminlerin inanları bırakıp, kafirleri (Kuran-ı Kerim; Al-i İmran
suresi/28), yahudileri ve hıristiyanları (age; Maide suresi/51),
imana karşı küfrü seviyorlarsa babalar ve kardeşlerini (age; Tevbe suresi/23)
dahi dost edinmeleri yasaklanmıştır. Bu ayetlerden de açıkça görüldüğü
gibi, İslamiyette inanç birliğine dayalı bir kardeşlik anlayışı
esastır.
Bütün dinler birer inanç sistemi getirmişlerdir. Bu inancın yerleşmesi
için de büyük mücadeleler yaşanmıştır. Bu mücadeleler inançsızlara ve
farklı dinlere inananlara karşı sürdürülmüştür. Bu nedenle dinlerin,
kendi varlık sebeplerine karşı çıkarak din ve inanç konusunda herhangi bir
ayırımcılığa gitmemeleri elbet ki beklenemez. Ancak çağdaş dünya, bireyin
vicdanına verdiği önem ve özgürlüğe olan saygısı nedeniyle din ve inanç
konusunda hiçbir kimse ya da topluluğa baskı yapılmaması kararını almış
ve herkesi inancında tamamen özgür bırakmıştır. İnanç özgürlüğünü sindirebilen
ve bireyin en temel hak ve özgürlüğü olarak kabul edebilenlerin,
farklı inanca sanip oldukları için birbirlerine düşmanca hisler beslemesi
pek anlamlı olmayacaktır. Dolayısıyla dünya, inanç farklılıklarına rağmen
insan olarak paylaşılan kader ortaklığının yarattığı kardeşlik duygularına,
insan hakları yolu ile kapı açmaya hazırlanmaktadır. İnançlar konusundaki
özgürlük ve oluşan karşılıklı saygı, daha huzurlu bir dünyaya adım atılmasını
kolaylaştırmaktadır. Ayrıca kimsenin kendi inancını ikiyüzlülük ya da
yalanla gizlemesine ihtiyaç kalmamakta, adil ve dürüst, dolayısıyla
ahlakın hedeflerine ulaşmış bir topluma doğru yürüyüş kolaylaşmaktadır.
Çağdaş dünyanın temel insan hakları içinde yer alan bir diğer ilkesi
ise cinsiyet ayırımcılığının kaldırılmasıdır. Bu ayırımcılik tüm dinler için
geçerlidir. Dinlerin toplumun kültür değerleri üzerindeki etkileri,
günümüz dünyasında kadın-erkek eşitsizliğini, değiştirilmesi zor bir değer
hükmü olarak zihinlere kazımıştır. Yasalar önünde sağlanmaya çalışılan
eşitliğin, sosyal yaşamda geçerli olmayışı, toplumun örfleri ile yakından
ilgilidir. Bu eşitsizlik, şüphesiz ki ahlakın temel kuralı olan adil olmakla
çatışmaktadır. Kadına önceden biçilmiş olan ve onun korunması olarak
yorumlanan sosyal statü, aslında onun kendi hakkında karar alması
ve yaşamını kendi iradesiyle yönlendirmesinin en büyük engelini oluşturmaktadır.
İslam'da kadın, ne yaradılışta, ne aile yaşamında, ne de kanunlar önünde
erkekle eşit değildir. Yaradılışta eşit değildir çünkü Erkekler kadınların
üzerine yöneticidirler ve üstün kılınmışlardır. (Kuran-ı Kerim; Nisa
suresi/34), hakları bir derece daha fazladır. (age; Bakara/228) Aile yaşamında
erkekle hiçbir konuda eşitlikleri yoktur, çünkü kadınlar erkeklerin
diledikleri gibi girebildikleri tarlalarıdır. (age; Bakara/223),
dörde kadar kadınla evlenmeye izin verilmiş, fakat bunlar arasında adaleti
sağlama şartı, yine de erkeğin takdirine bırakılmıştır. (age; Nisa suresi/3)
Boşanma konusunda kadının söz hakkı yoktur, erkeğin takdirine göre dikkafalılık
ya da şirretlik ettiğinde dövülmesi ilahi bir emirdir. (age; Nisa suresi/34)
Kadınları ücret karşılığı almak, yararlanılan süre karşılığı ücretlerini
vermek (age; Nisa suresi/24) şartıyla erkeğe hak olarak tanınmıştır. Kadının hukuk önünde
erkekle eşit olmadığı yukarıdaki açıklamalarla da görülmekte, ayrıca mirastan
da kadın, erkeğin yarısı kadar pay almaktadır.
Dolayısıyla cinsiyet ayırımcılığı bakımından çağdaş ahlak anlayışı,
inanca dayalı ahlak anlayışının dar sınırlarını aşarak, insana daha yaraşan
bir zemine oturmuş bulunmaktadır.
İnsanların onur ve haklar bakımından eşit dogması, insan haklarının
temel bir kriteridir. Zira insanların doğarken bazı özel haklara
sahip kılınarak yaratıldıkları kabul edildiğinde, bu hakların kimlerde olup,
olmadığını belirlemek mümkün olamayacağı gibi, hak eşitliğini sağlamak da
Tanrısal iradeye karşı gelmek şeklinde yorumlanacaktır.
Bu konuyu bir örnekle açıklayalım. Kuran doğuştan bir eşitliği kabul
etmemekte ve bunu Allah'ın insanları imtihanı için bir vesile saymaktadır.
İnsanların sahip olduğu nimetlerden dolayı sınanmaları ise Allah'ın
doğadaki yasası olarak yorumlanmaktadır. (Süleyman Ateş; Kuran-ı Kerim
Tefsiri, Cilt 2, s.969) Dolayısıyla, Allah'ın insanların geçimliklerini
taksim etmesi (Kuran-ı Kerim; Zuhruf suresi/321) ve kimini ötekine
derecelerle üstün kılması (age, Zuhruf suresi/32, Enam suresi/165) hem
sınanmaları için, (age, Enam suresi/165) hem de bu üstünlükten yararlanarak
birinin diğerine iş gördürebilmesi için (age; Zuhruf suresi/32) dir.
Bu ilkelerin günümüz toplumunda uygulumaları halinde, sosyal sınıf
farklarının Tanrısal yazgı olduğunu kabul etmek ve sosyal tabakalar
arasındaki dengesizliği gidermeyi, Tanrı'nın iradesine karşı gelmek olarak
kabul etmek gerekecektir. Nitekim bu ayetlerin açıklanmasında da aynı bakış
açısından hareket edildiği ortadadır. Süleyman Ateş, sosyal tabakaların,
toplum yapısının temel taşları olduğunu ifade ederek ayeti şöyle yorumlamaktadır.
Bunlar birbirine lazımdır. Toplumda başkan, yönetici, memur olduğu gibi,
esnaf, işçi de lazımdır. Memurların ve işçilerin de çeşitleri vardır.
Eğer insanlar birbirine muhtaç olmasalar çalışmazlar. Yönetici, memura,
işçiye; işçi, işverene, fabrikatöre; işveren işçiye; zengin fakire, fakir de
zengine muhtaçtır. Memurun ihtiyacı olmasa ne diye çalışsın? İşverenin
işçiye ihtiyacı olmasa niçin ona para versin? İşte yüce Allah, toplumun
sosyal tabakaları arasındaki farkların hikmetini böyle belirtiyor
Bu koşullarda kimin işçi, memur ya da işveren olacağına Allah karar
vermekte ve bunu sosyal yaşamın düzgünce yürümesi için yapmaktadır.
Daha az geçimlik verdiğini ise daha çok verdiğinin yanında çalışmaya
sevk ederek sınamakta, kimini amir, kimini memur kılarak hayatı dengelemektedir.
Günümüzün çalışma koşulları dikkate alındığında asgari ücretle yaşam
savaşı veren ya da işsizlik nedeniyle aç yaşayan insanların, bunun
Tanrı'nın takdiri olduğunu duşünüp, insanca yaşamak için sosyal mücadeleye
başvurmaktan kaçınmaları mı gerekmektedir? Ya da gelir dağılımında büyüyen
uçurumlardan Tanrı mı sorumludur? Elbette değildir... O zaman söz
konusu ayetlerin yorumundan hareketle günümüzde karmaşık ilişkilerin bir
sonucu olarak ortaya çıkan sosyal sorunları çözümlemenin mümkün olamayacağı
ortaya çıkmaktadır. İnsanları doğuştan farklı kabul etmenin ise,
sorunları daha da çözülemez kılacağı, geçimlikleri fazla olanların
tahakkümünü daha da artıracağı bellidir. Bu koşullarda, İnsan Hakları
Evrensel Bildirgesinin ilk maddesinin, adil bir yaşama ulaşmak için çağdaş
dünyanın ihtiyaçlarına daha iyi cevap vereceği açıktır.
İnsan haklarının vazgeçilmez bir parçası olan özgürlük ise, çağdaş
dünyanın henüz tam olarak yaşama geçirebildiği bir hak değildir. Özgürlük
mücadeleleri insanlık tarihinde çok uzun bir dönemi kapsamaktadır. Özgürlüğün
ilk ve en önemli koşulu, insanın düşüncesini esaret altına alan kalıplardan
kurtulmasıdır. Herşeyi tartışabilmek, korkusuzca sorgulayabilmek,
gerektiğinde karşı çıkabilmek ve nihayet kendi aklının emeği olan bir düşünce
sentezine ulaşabilmek hiç de kolay olmamaktadır. Ancak sınırsız ve koşulsuz
düşünceyi suç ya da günah sayan ideolojilerin yarattığı baskıdan kendini
sıyırabilen zihinler, kendi malları olan ve tüm varlıkları ile
sahiplenebildikleri fikirlere ulaşabilmektedirler.
Bu neden önemlidir? İnsanın kendi emeği ile ulaştığı düşünce sentezlerinde
dürüstlük ve içtenlik hakimdir. Tanrı merkezli sisteme eşlik eden
korkular ise kaypak ve ikiyüzlü bir yaşama kapıyı aralar. Aklın son
derece özgür olan çalışma sistemi, dogmalara bürünmüş düşünce sistemleri
içinde doğruyu ararken bocalar, mantık çarpıtmaları ile gerçekleri
karartır ve yapay kanıtları gerçekmiş gibi sahiplenerek, kendine karşı
bile dürüst olmaktan korkarak yol alır.
Özgür düşünce, insanın zihinsel ve ahlaksal gelişimi için olduğu kadar,
toplumun yeniliklerle kucaklaşması bakımından da çok önemlidir.
Dinler ise kendi çizdikleri inanç çerçevesinin tartışılmasına asla izin
vermeyen, bunu tartışmaya girişeni ise azapla tehdit ederek, dinin
koruyucu alanı dışına iten inanç sistemleridir. Bu nedenle dini hükümleri
tartışmaya açmak ya da yenileştirmeye tabi tutmak kesinlikle mümkün değildir.
Çağdaş dünyada özgürlük, eşitlik ve insan hakları ahlakın evrensel ilkeleri
olarak kabul edilmekte ve inanca dayalı ahlak anlayışlarının sınırını
genişleterek daha adil ve dürüst bir yaşama kapı açmaktadırlar.
Çağdaş Ahlak ve Cinsellik:
Çağdaş ahlakın belki de en dikkat çekici ve eleştiriye açık yönü, cinsel
ahlakta yaşanan yozlaşmadır. Ancak cinsel ahlakı, genel ahlakla özdeş
olarak görmek, son derece yanlıştır. Dolayısıyla cinsel ahlakta yaşanan
yozlaşmaya bakarak, çağdaş ahlakın yozlaştığını iddia etmek, kısır bir bakış
açısı olmaktadır.
Cinsel ahlakla ilgili yorumlar, bireyin kendi bedeni üzerindeki
tasarruf hakkının kullanımına üst kurumların müdahalesindeki toplumsal
tercihlerden kaynaklanmaktadır. Toplumun örf, adet, inanç ve kültürü sonucu
oluşan toplumsal cinsel ahlak normlarının tarih boyunca insan
topluluklarına göre değişim gösterdiği bilinmektedir. Bu nedenle de cinsel
ahlakı, iffet olarak adlandırmak ve genel ahlaktan ayırarak incelemek
gerekir.
İffetsizlik, kadın ya da erkeğin cinsel alışkanlıklarından kaynaklanan
ve toplumun örfleriyle zıtlık gösteren davranışlar olarak kabul
edilmektedir. O halde ahlak normları evrensel olduğu halde, iffet, yerel
özelikler taşımaktadır.
Bunun en canlı örneklerini Türkiye'de gözlemlemek mümkündür. Doğu ve
Güney Doğu Anadolu'da genç bir kızın, çarşıya tek başına çıktığı
için iffetsizlik yaptığı gerekçesiyle öldürülmesi ailenin namusunu
kurtarırken, benzeri bir olay, Batı Anadolu'da vahşet olarak kabul
edilmektedir.
Ancak iffet kavramının özellikle kadında odaklaştırılmasında dinlerin
katkısı açıktır. Gerek Musa şeratında, gerek Hıristiyanlıkta, gerekse
İslamiyette kadın, iffetin sembolü olarak kabul edilmiştir.
Çağdaş ahlak anlayışı analize tabi tutulduğunda, özellikle Batı
toplumlarında yaşanan cinsel özgürlüğün aile kurumunu da tehdit eden bir
boyut kazanması yozlaşmanın daha da çok tepki çekmesine yol açmaktadır.
Ancak söz konusu eleştirilerde tarafsız olabilmek için, kapalı ve geleneksel
dini toplumlarda da örtülü biçimde yaşanan iffetsizliği görmezden
gelmemek gerekir. Ne var ki cinsel yozlaşmanın açıkça sergilenmesinin,
genç kuşaklar açısından taşıdığı özendirici olma riskini de dikkate almamak
mümkün değildir.
Günümüz toplumlarında kadının cinsel bir obje olarak kullanımının,
inanç sistemleri ile olduğu kadar, yasalarla da engellenmeye
çalışılmasını ve özellikle çarpık cinsel ilişkilerin, dinler ve vicdanen
gelişmiş toplumlarca hoş karşılanmamasını doğal kabul etmek gerekmektedir.
Çağdaş ahlak anlayışını, cinsel ahlakla özdeşleştirmek ne kadar yanlışsa,
cinsel ahlaktaki çarpıklıkları görmezden gelmek de aynı derecede
yanlıştır. Ancak cinsiyet ayırımcılığının reddedildiği bir dünyada, iffeti
kadına has bir özellik saymanın ve erkeği tamamen bunun dışında tutmanın da
mümkün olamayacağı bir diğer gerçektir.
Çağdaş Ahlak ve Faydacılık:
Ahlakı içinde yaşanılan ekonomik sistemden soyutlamak mümkün değildir.
Sistem, ilkeleri ve kurumlarıyla insanın belli değer hükümleri doğrultusunda
yapılanmasında çok büyük bir role sahiptir. Hatta öyle ki, günümüz dünyasında
insanın şekillenmesinde ekonomik sistemin taleplerinden daha etkin bir gücün
varlığından dahi söz edilemez.
Dünyaya hakim olan ekonomik anlayış, liberalizm, ya da yeni adıyla
neo-liberalizmdir. Sistemi, bireysel özgürlüğe atıf yapan kelime
anlamından uzaklaşıp, amaçları doğrultusunda ele alınca, karşımıza çıkarcılığı
ya da daha yumuşak bir ifadeyle faydacılığı esas alan bir insan tipi
çıkmaktadır. Ahlaki yozlaşmanın temeli ise büyük ölçüde sistemin eseridir.
Kendi çıkarlarını maksimize etmeyi yaşamın amacı olarak kabul eden
bencil insanı üreten sistem, bu insanın tüketim çılgınlığı ile kendisine
yaşam bulmaktadır. Bu nedenle de dinmeyen ihtiraslar, tatmin olmayan nefisler,
savurganlık, her türlü ahlaki değerin önüne geçen madde tutkusu sistemin
hayat pınarıdır.
Çağdaş ahlak bir yandan insan hakları gibi yüce değerleri yaşama geçirirken,
diğer yandan bireysel ihtirasla beslenen ekonomik sistemin, çıkarcı ahlak
anlayışı içine sıkışmış durumdadır. Sistemin ürünü olan ekonomik insan kimliği,
o derece baskın bir kimliğe dönüşmüştür ki, ister dindar, ister dinsiz olsun
hemen hemen her fert, bu kimliğin etkisinden kendisini sıyıramamakta ve
erdemleri çarpıtarak çıkarcılık kulvarında yol almaktadır.
Çağdaşlaşmaya yönelik ciddi eleştirilerden biri de, insanlar arasındaki
yardımlaşma, hizmet ve sevgi ilişkilerine getirdiği kısırlıktır. Çağdaş
yaşamın kurumsallaşmış yapısı, geçmişte yaşanan bireysel ilişkileri kurumlara
devretmektedir. Örneğin geçmişte mahalle halkının elbirliği ile yoksula
uzattığı yardım eli, hastaya götürdüğü bir tas çorba, yaşlıya verdiği
destek, artık kurumlar aracılığı ile üstlenilmekte ve devlet sosyal
güvenlik ve sosyal yardım kurumları aracılığıyla bu görevi üstlenmektedir.
Bu uygulamanın, yardıma muhtaç bulunanlar için geçmiştekinden daha büyük
bir güvence olduğu açıktır. Ne var ki, sorumluluğu devlete devretmenin,
bireyin yardımlaşma ve hizmet duygularını körleştirdiği ve gönüllerde
durgunluk yarattığı da bir gerçektir. Özellikle Batı toplumlarında bu
gönül durgunluğunu ve vurdumduymazlığı görmek çok kolaydır
Türk insanı, henüz bu vurdumduymazlık çarkına esir olmamıştır. Ancak
olmak üzeredir. Bu esaretin ahlakın iyilik yapmak, yardımlaşmak,
fedakarlık gibi temel motiflerini olumsuz biçimde etkileyeceği açıktır.
Dolayısıyla çağdaşlaşmanın, vurdumduymazlıkla eş anlamlı olmadığını ortaya
koyan milli kültürümüzün ve örflerimizin Türk toplumunun ahlaki değerlerine
büyük katkısı olduğunu unutmamak gerekir.
Çıkarcı ahlakın ürünlerine karşı gösterilen tepkiler, dünyanın hemen
her yerinde sürmektedir. Ancak Türkiye gibi İslamın muhafazakar değerleriyle
yoğrulmuş toplumlarda, tepki, adeta paniğe dönüşmekte ve ekonomik
istikrarsızlıkların ve yoksulluğun da devreye girmesi, ahlaki
yozlaşmaya ivme kazandırmaktadır.
Yoksulluk ve büyüyen gelir farklılıkları, ahlaktan sapışa adeta meşruiyet
kazandırır hale gelmiştir. Çaresiz insanların fuhuşa, teröre, soyguna
alet edilmelerindeki kolaylık, suçlunun toplum ya da devlet olduğu
yolundaki görüşlerin yaygınlık kazanmasına yol açmaktadır.
Siyasetteki kirlenme ise, halkın yolsuzluğa eğilimini artıran bir
diğer etkendir. Adaletin ağır işleyen çarkları; suçluların cezalandırılmadan
elden kaçırılışı, rüşvetle açılan kapılar, çıkarcı ahlakın egemenlik alanının
genişlemekte oluşuna somut örneklerdir.
Türk insanı evrensel ve yüce değerlerle bezenmiş bir ahlaka taliptir.
Ancak bunu nerede bulacağını ve nasıl yaşama geçireceğini bilememekte,
dinin çatısına sığınarak daha ahlaklı bir topluma ulaşmanın umudunu beslemektedir.
Görülen odur ki, dinsel ahlak anlayışında, bireyi ahlaklı yaşamaya iten
korku ve ödül ikilemi iken, çağdaş ahlakın oluşumunda itici güç,
hazdır. Faydacı ya da çıkarcı yaşam felsefesi, bu çıkarlara ulaşmada
bireyin duyacağı hazzı öne çıkarmakta ve yaşam, tatmin olmaz arzulara yönelik
bir koşu biçimine dönüşmektedir.
Burada cevaplanması gereken soru, bireyin herhangi bir ödül olmaksızın da
ahlaklı olup olamayacığıdır. Ahlaklı olmayı yalnızca erdemli yaşamak ve
huzurlu, adil bir toplum yaratmak için arzulamak, acaba insanlığın henüz
ulaşamadığı, üst bir realite midir? Eğer öyleyse, bu realiteye nasıl, ne
yöntemle ve ne zaman ulaşılacaktır?
Hiç şüphe yoktur ki, ahlaklı olmayı hedef görerek, ahlaklı yaşamak,
sarsılmaz ve kalıcı bir ahlak anlayışına ulaşmanın en sağlam yoludur. Ancak
buna erişebilmek için, kişisel çıkarları pompalayan ekonomik ahlakın
ve dinden çıkar sağlamayı alışkanlık edinen zihniyetin alt edilmesi
gerekir.
Ahlaklılığın toplumun saygı gösterdiği bir değer olduğu konusunda,
kamu oyunun verdiği mesajları göz ardı etmemek gerekir. Türk insanı,
dürüst ve temiz toplum için ağırlığını her geçen gün biraz daha net olarak
ortaya koymaktadır. Halkın sağ duyusu, başta siyasetçiler olmak üzere,
ahlaka sırt dönenler için en büyük uyarıdır.
Yol Ayırımı: Tarihe Dönmek ya da Tarih Yazmak
Türkiye zor günler geçiriyor. Belki de ertelenmiş sorunlarını en canlı
biçimde yaşıyor. Cumhuriyetten bu yana üstü örtülmüş ne varsa ortaya çıkıyor.
İyileşen yaralar tekrar kanatılıyor. Sevgisizlik ve güvensizlik diz
boyu... Korku, saldırganlığı körükleyecek en tehlikeli duygu... kol geziyor...
Gelecek nasıl şekillenecek? Türkiye 21. yüzyıla hangi kıyafette girecek?
Geleceği yazacak kalemi kimler tutuyor? Demokrasi ağacı olgun meyvalar
verecek mi? Bu sorunlar çözüldüğünde, gerçek demokrasinin önündeki engeller
de aşılmış olacak.
Anadolu, rengarenk bir yarımada... Tarihin Anadoluya armağanı olan
bu kültür tayfı içinde, çeşitlilikteki güzelliği yakalamak, tek bir
renkte buluşmaktan daha güzel olacak... Hiçbir renk, bir diğerini boğmadan,
ahenk içinde, özgür, çağdaş, yeni bir yüzyılı kucaklamaya hazır bir ülke
yaratmak, herkesin hedefi olmalı...
Türkiye'deki huzursuzluk, geleceği geçmişte aramaktan kaynaklanıyor. Ne
demek geleceği geçmişte aramak? Zaman ileriye doğru hızla akıp
giderken, geçmişi geleceğe taşımak, aklın çağa özgü ürünlerini geçmişe
doğrulatmak gibi gerçekçilikten uzak bir gayretkeşlik demek.
Oysa akıl, bilgi ile şekilleniyor. Bilgi, bırakalım yüzyılları, on
yılları hergün yenileniyor. Yaşam, bilginin ışığında hızlı bir devinim
içinde. Bugünün insanı, istese bile yüzyıllar öncesinin düşüncesini
yakalamaktan aciz... Hatta her fert, kendi birikimi, sosyal çevresi,
deneyimleri ile bir diğerinden farklı bir mantıkla düşünce üretiyor. Bu
koşullarda insanın günün şartlarından kendini tamamen soyutlayarak,
geçmişteki bir yüce önderin düşüncesini yakalaması mümkün mü?
Türkiye'deki çatışmanın temelinde yatan sorun işte bundan kaynaklanıyor.
Köktendinci zihniyet, günün koşullarını Asr-ı Saadete uydurma gayreti içinde.
Kuran, tüm sorulara cevap vermediği için de İslamcılar soruyor:
Peygamber olsaydı ne yapardı? Peygamberin sünneti ile de cevap
bulunamayan sorulara, birileri kendilerini Peygamber yerine koyarak
cevap üretmeye çalışıyorlar. Bu cevap Türkiye'yi asırlarca geriye götürüyor.
İkinci arayış ise Kemalistlerden geliyor. Onlar da soruyor: Atatürk
olsaydı ne yapardı? Onlar da kendilerini Atatürk'ün yerine koyarak
sorunlara çözüm arama çabasındalar.
Çünkü ne din, ne Atatürkçülük olarak tanımlanan dar kalıplar, Türkiye'nin
sorunlarını çözümlemeye yetmiyor. Her ikisi de kendi dönemleri içinde
gerçekçi, tutarlı, ilerici, yenilikçi...Her ikisi de ait olduğu dönemin
toplumsal sorunlarına çözüm getirmiş, toplumu yeniden yapılandırmış.
Ancak zaman hızla akarken, toplum değişmiş, sorunlar farklılaşmış, sosyal
ve ekonomik ilişkiler çeşitlenmiş, ortaya ihtiyaçlara cevap veren yeni
kurumlar çıkmış.
Bu koşullarda, gerçek Atatürkçüler, Atatürk'ün değişimden yana felsefesini
anlayıp, zamana ayak uydurulmasını onaylayanlar, devletçilik ilkesinden
feragat etmekte hiçbir sorun görmemişlerdir. Atatürk'ün gerçek amacının
kendisini putlaştırmak değil, Türk milletine hizmet etmek olduğunu açıklayan
şu sözleri, Kemalizmin ne kadar önü açık bir ideoloji olduğunu açıklamaya
yeterlidir. Atatürk, Atatürk ilkeleri ve devrimlerden şöyle bahsetmektedir:
Bu koyduğumuz prensipler, bugünün icaplarına göre milletimizin
medeniyet yolunda gelişmesi için faydalı bulduklarımızdır. Ancak
sosyal bünye, daima gelişen ve tekamüle yönelmesi zaruri olan bir
durumdadır. İlim ve teknik ise her an yeniliklere, icatlara açıktır. İşte
bu durum karşısında insanların istek ve ihtiyaçları hem maddi, hem manevi
sahada daima çoğalan bir şekilde gelişir. Tarihin seyri içinde hiçbir prensip
dogmatik bünyesini muhafaza edemez. Onun için Türk milleti, yaşadığı çağın
medeniyet seviyesinin icaplarını yerine getirmek mecburiyetindedir. (Afet
İnan; M. Kemal Atatürk'ten Yazdıklarım, İstanbul, 1971, s.122)
Bu sözler, Atatürkçülüğü anlamak, yorumlamak ve benimsemek bakımından
büyük anlam taşımaktadır. Atatürk'ün hayalindeki ülke, çağa ayak uyduran,
değişime açık, uygarlıkla yarışan, bu sebeple de hiçbir katı ve dogmatik
ilke ile önünü tıkamayan insanların ülkesidir. Atatürk'ün hedefi Türk
insanını çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak, onu dünyanın en saygın ve
mutlu milleti yapmaktı. Düşünen, üreten, kendini geliştirmiş, kendi ayakları
üzerinde durabilen bir topluma ulaşmayı amaçlamıştı.
Yoksa kendisine köle olacak bir toplum yaratmayı hedetlememişti. Bu
nedenle çağdaş Türk insanı, yeni fikirleri, kurumları, politikaları
ortaya koyarken, bunları Atatürk'e mal etmek gibi bir yükümlülük altına
sokulmamıştır. Atatürkçülük, bir çağdaşlık ve değişimcilik çizgisidir. Her
türlü dogmaya, durgunluğa ve kalıplaşmış düşünceye de kapalıdır.
Bu sebeple Atatürkçülüğü dine alternatif göstermek mümkün değildir.
Atatürkçülük bir inanç sistemi değil, bir çağdaşlaşma felsefesidir.
Esasen insanı konu alan sosyal ve siyasal sistemlerde mutlak
doğru diye bir şey de olamaz. Çünkü sosyal değişim, doğrunun zamana,
mekana ve koşullara göre değişimini zorunlu kılar. Ülkenin belli bir
dönemde içinde bulunduğu koşullar ve yine o dönemde belirlenen temel
hedefler değişmiş ise, o dönemin doğruları ile yol almak, toplumu en büyük
yanlışa götürür. Toplumsal gelişme için doğrunun kıstası, amaçlanan hedefe
ulaşmadaki yararlılıktır. Bu ilke sosyal, ekonomik ve siyasal sistem
içeren tüm ideolojiler ve inanç sistemleri için de geçerlidir.
İnsanın ahlaki nitelikleri konusunda öne sürülen doğrular, yani temel
erdemler, her zaman ve koşulda doğrudurlar. Ancak toplumsal yaşamı düzenleyici
ilkeler, değişime muhtaçtır ve değiştirilmedikleri zaman da aşınır ve
kendiliğinden devre dışı kalırlar.
Bu nedenle İslamın Türk yorumu son derece önemlidir. Çünkü dini,
ihtiyacı olan cinsellik konusu da çok çarpıcı biçimde işlenmiştir. Cennettekiler;
hitap genellikle erkeklere olduğu için, burada da onlar kastedilmektedir,
iri gözlü hurilerle evlendirilmiştir. (age; Duhan suresi/54)
Daha önce ne insan ne de cinin dokunmadığı, bakışlarını yalnızca eşlerine
diken dilberler, (age; Rahman suresi/56) yeniden inşa edilerek, bakire yapılan
kadınlar (age; Vakıa suresi/35) göğüsleri yeni tomurcuklanmış yaşıt
kızlar, (age; Naziat surresi/31-35) kendilerine ait, sedefle saklı inci
gibi civanlar dolaşmaktadır, çevrelerinde. (age; Tur suresi/24)
Bu tasvirler, Allah'ın emri olduğu için dünya yaşamında kendini sıkıntıya
sokarak nefsani isteklerini frenlemeye çalışan fakat şehvete düşkün olan
Cahiliyye dönemi erkeği için, son derece cazip ve teşvik edici motifler
taşımaktadır. Yoksa Kuran'ın kendi koyduğu ahlaki sınırları, sadece
dünya hayatı için geçerli sayıp, ahiret yaşamında insanı nefsani ve bazı
yönleriyle de gayri ahlaki bir yaşama teşvik etmesi gibi bir paradoksla
karşılaşılır ki, Allah'ın sözü olan bir kitapta bu düşünülemez. Ancak bu
ödülden güç alan dünya insanın, dine daha sıkı sarılması mümkün olmuş,
zorlanarak da olsa İslam ahlakını yaşamaya çalışmak, bu değerlerin yaşama
geçmesi ve gelecek kuşaklara nakli bakımından önem taşımıştır.
Dolayısıyla İslam, Allah korkusunu sürekli yineleyerek, kıyamet ve
cehennem konusunda toplumu uyararak ve nihayet cennette sonsuz
bir huzur ve ihtişamı vaadederek ahlaklı bir toplumun yaratılmasına çalışmıştır.
Bu ceza ve ödüllere inanmak ise imanın gereği olduğu için, ahlak inançla
bütünleşmiş ve toplumun değer yargılarında olumlu değişiklikler ortaya
çıkmıştır. Allah'ın herşeyi gören ve bilen oluşu ise, insana kaçacak
delik bırakmamış, gönlünü tam olarak denetleyemese de, davranışlarını
denetim altına almaya zorlamış, gönlündeki çarpık arzular için ise Allah'ın
bağışlayıcılığına sığınmayı denemiştir.
Bu inanca dayalı ahlak anlayışının insanlık tarihi içinde önemli bir yer
tuttuğu inkar edilemez. İnsan topluluklarının evrimi içinde, gerekli
ve yararlı bir rol oynadığı da açıktır. Ancak günümüzün düşünen, sorgulayan,
akli deliller arayan, sebep-sonuç ilişkileri içinde olaylara
yaklaşan ve dogmaların dışına çıkmış insanı için inanca dayalı ahlakın eski
etkileyiciliğini yitirdiği açıktır. Çağdaş insan inanca dayalı tüm ahlaki
öğretilerden yararlanmış ancak onları aşan, zaman zaman da sorgulayan yeni
bir ahlak anlayışına yönelmiştir. Bu anlayış büyük ölçüde endüksiyona (tüme varım)
dayalı, kişisel ya da toplumsal deneyimlerden çıkarılan sonuçlarla genişleyen
yeni bir ahlaki yaklaşımdır.
Çağdaş Ahlak Anlayışı
Çağdaşlık, çağa uygunluk anlamına gelen ve bir olguyu ifadelendiren
kavramdır. Dolayısıyla çağdaş olanın mutlaka en iyi ve en doğru olması
gerekmez. Diğer bir deyişle, çağdaş olan değer ya da kavram, o çağda
yaşayan toplumun beklentilerine ve değer yargılarına uyum sağlayan
anlamına da gelir.
Bu tanımdan hareketle çağdaş ahlak anlayışını da olumlu ve olumsuz
yönleriyle değerlendirmek mümkündür.
Çağdaş ahlakın 20. yy. daki sembolleri özgürlük, eşitlik, insan hakları
kavramları ile bağlantılı olarak ele alınabileceği gibi, fırsatçılık,
bencillik, madde tutkunluğu gibi motivasyonunu ekonomik sistemden alan değer
yargıları ile de ifade edilebilir.
Bu bakımdan çağdaş ahlakı olumlu ve olumsuz yönleriyle incemeye
almak ve inanca dayalı ahlak anlayışları ile iki aşamada kıyaslamak
gerekir.
Çağdaş Ahlak ve İnsan Hakları:
İnsanlık, köleci toplum düzeninden günümüze kadar geçen süre içinde,
insanın, insan olmak özelliğinden dolayı sahip olduğu temel haklara
kavuşması için zorlu bir mücadele vermiştir. Yaşamakta olduğumuz çağ,
hiç şüphe yoktur ki, insanlık tarihine insan hakları çağı olarak
geçecektir. Bu, zorlu bir mücadeledir ve henüz tamamlanmış da değildir.
Ancak bu mücadele son derece meşru bir dayanağa sahiptir. Bu dayanak,
insanın doğuştan var olan temel hak ve özgürlüklerine, yaşamı süresince de
sahip olma talebidir. İnsan olma onuruna sahip çıkmak, insanın doğuştan
sahip olduğu hak ve özgürlükleri ayırımcılık gözetmeksizin kullanmasına
imkan tanımak ve her türlü eşitsizliğe set çekmek, yüzyıllardır süregelen
gelenekleri, zihinsel şartlanmaları, ayırımcı telakkileri yıkarak yol
almak, insanlık tarihinde uzun ama şerefli bir mücadeleyi gerekli
kılmaktadır.
İnsan hakları şuurunun oluşmadığı bir toplumda, ahlakın gelişmesi
düşünülemez. Zira ahlaklı olmanın birinci adımı zararsızlığı öğrenmek, ikinci
adımı ise yararlı hizmette rol almaktadır. Yine ahlakın bireysel
ve toplumsal hedefi, iki kelimeye indirgendiğinde huzur ve adalettir. O
halde insan haklarının yerleşmediği, ayırımcılığın, eşitsizliğin sürdüğü
toplumlarda bu amaçlara ulaşmak mümkün olamayacaktır. Zira insan hakları,
dünyada özgürlük, adalet ve barışın en etkin güvencesidir.
Dünyamız insan haklarının tanınmamasının ve hor görülmesinin insanlık
vicdanını yaralayan barbarca eylemlere yol açtığını, korkudan ve yoksulluktan
kurtulmuş insanların söz ve inanç özgürlüğüne sahip olacakları bir dünyanın
herkesin en yüksek amacı olduğunu (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi; Başlangıç
Bölümü) idrak etmiş bulunmaktadır.
İnsan haklarının en önemli ölçüleri arasında; İnsanların özgür, onur
ve haklar bakımından eşit olarak doğdukları; birbirlerine kardeşlik
anlayışıyla davranmaları; ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka
bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir
ayırım gözetilmeksizin bütün hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri,
ayırım görmemeleri; kölelik veya kulluk altında bulundurulamayacakları,
işkeneeye tabi tutulamayacakları, yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği
haklarına sahip bulundukları, yasalar önünde eşit oldukları, düşünce,
vicdan ve din özgürlüğüne sahip oldukları, din veya inancını değiştirme
özgürlüğüne sahip bulundukları yer alır.
Bu hakların tüm insanlara tanınmış olması, en önemli ahlaki ilke olan
adalet ilkesinin gerçekleşmesi bakımından önemlidir.
Eşitlik ve özgürlüğün giderek genişleyen bir yelpaze içindeki bu yorumunu
hiçbir dinde bulmak mümkün değildir. Zira dinler, söz konusu eşitliği
kendilerine inananlar için geçerli saymışlar, inanmayanların kardeşliği ya
da inananlanlarla temel hak ve özgürlükler bakımından eşitliği konusunda
daha dar kapsamlı yorumları benimsemişlerdir.
Örnek verilecek olursa Tevrat'ta inananların birbirleriyle yardımlaşmaları,
faiz almamaları emredilmekte fakat aynı ilkeler inanmayanlara
teşmil edilmemektedir. Benzer özellikleri İslam'da da görmek mümkündür.
Kardeşlik, müslüman kardeşliği esasına dayalı olup, inanmayanlar veya
farklı dine inananlarla kardeşlik bir yana dostluk dahi yasaklanmaktadır.
Müminlerin inanları bırakıp, kafirleri (Kuran-ı Kerim; Al-i İmran
suresi/28), yahudileri ve hıristiyanları (age; Maide suresi/51),
imana karşı küfrü seviyorlarsa babalar ve kardeşlerini (age; Tevbe suresi/23)
dahi dost edinmeleri yasaklanmıştır. Bu ayetlerden de açıkça görüldüğü
gibi, İslamiyette inanç birliğine dayalı bir kardeşlik anlayışı
esastır.
Bütün dinler birer inanç sistemi getirmişlerdir. Bu inancın yerleşmesi
için de büyük mücadeleler yaşanmıştır. Bu mücadeleler inançsızlara ve
farklı dinlere inananlara karşı sürdürülmüştür. Bu nedenle dinlerin,
kendi varlık sebeplerine karşı çıkarak din ve inanç konusunda herhangi bir
ayırımcılığa gitmemeleri elbet ki beklenemez. Ancak çağdaş dünya, bireyin
vicdanına verdiği önem ve özgürlüğe olan saygısı nedeniyle din ve inanç
konusunda hiçbir kimse ya da topluluğa baskı yapılmaması kararını almış
ve herkesi inancında tamamen özgür bırakmıştır. İnanç özgürlüğünü sindirebilen
ve bireyin en temel hak ve özgürlüğü olarak kabul edebilenlerin,
farklı inanca sanip oldukları için birbirlerine düşmanca hisler beslemesi
pek anlamlı olmayacaktır. Dolayısıyla dünya, inanç farklılıklarına rağmen
insan olarak paylaşılan kader ortaklığının yarattığı kardeşlik duygularına,
insan hakları yolu ile kapı açmaya hazırlanmaktadır. İnançlar konusundaki
özgürlük ve oluşan karşılıklı saygı, daha huzurlu bir dünyaya adım atılmasını
kolaylaştırmaktadır. Ayrıca kimsenin kendi inancını ikiyüzlülük ya da
yalanla gizlemesine ihtiyaç kalmamakta, adil ve dürüst, dolayısıyla
ahlakın hedeflerine ulaşmış bir topluma doğru yürüyüş kolaylaşmaktadır.
Çağdaş dünyanın temel insan hakları içinde yer alan bir diğer ilkesi
ise cinsiyet ayırımcılığının kaldırılmasıdır. Bu ayırımcılik tüm dinler için
geçerlidir. Dinlerin toplumun kültür değerleri üzerindeki etkileri,
günümüz dünyasında kadın-erkek eşitsizliğini, değiştirilmesi zor bir değer
hükmü olarak zihinlere kazımıştır. Yasalar önünde sağlanmaya çalışılan
eşitliğin, sosyal yaşamda geçerli olmayışı, toplumun örfleri ile yakından
ilgilidir. Bu eşitsizlik, şüphesiz ki ahlakın temel kuralı olan adil olmakla
çatışmaktadır. Kadına önceden biçilmiş olan ve onun korunması olarak
yorumlanan sosyal statü, aslında onun kendi hakkında karar alması
ve yaşamını kendi iradesiyle yönlendirmesinin en büyük engelini oluşturmaktadır.
İslam'da kadın, ne yaradılışta, ne aile yaşamında, ne de kanunlar önünde
erkekle eşit değildir. Yaradılışta eşit değildir çünkü Erkekler kadınların
üzerine yöneticidirler ve üstün kılınmışlardır. (Kuran-ı Kerim; Nisa
suresi/34), hakları bir derece daha fazladır. (age; Bakara/228) Aile yaşamında
erkekle hiçbir konuda eşitlikleri yoktur, çünkü kadınlar erkeklerin
diledikleri gibi girebildikleri tarlalarıdır. (age; Bakara/223),
dörde kadar kadınla evlenmeye izin verilmiş, fakat bunlar arasında adaleti
sağlama şartı, yine de erkeğin takdirine bırakılmıştır. (age; Nisa suresi/3)
Boşanma konusunda kadının söz hakkı yoktur, erkeğin takdirine göre dikkafalılık
ya da şirretlik ettiğinde dövülmesi ilahi bir emirdir. (age; Nisa suresi/34)
Kadınları ücret karşılığı almak, yararlanılan süre karşılığı ücretlerini
vermek (age; Nisa suresi/24) şartıyla erkeğe hak olarak tanınmıştır. Kadının hukuk önünde
erkekle eşit olmadığı yukarıdaki açıklamalarla da görülmekte, ayrıca mirastan
da kadın, erkeğin yarısı kadar pay almaktadır.
Dolayısıyla cinsiyet ayırımcılığı bakımından çağdaş ahlak anlayışı,
inanca dayalı ahlak anlayışının dar sınırlarını aşarak, insana daha yaraşan
bir zemine oturmuş bulunmaktadır.
İnsanların onur ve haklar bakımından eşit dogması, insan haklarının
temel bir kriteridir. Zira insanların doğarken bazı özel haklara
sahip kılınarak yaratıldıkları kabul edildiğinde, bu hakların kimlerde olup,
olmadığını belirlemek mümkün olamayacağı gibi, hak eşitliğini sağlamak da
Tanrısal iradeye karşı gelmek şeklinde yorumlanacaktır.
Bu konuyu bir örnekle açıklayalım. Kuran doğuştan bir eşitliği kabul
etmemekte ve bunu Allah'ın insanları imtihanı için bir vesile saymaktadır.
İnsanların sahip olduğu nimetlerden dolayı sınanmaları ise Allah'ın
doğadaki yasası olarak yorumlanmaktadır. (Süleyman Ateş; Kuran-ı Kerim
Tefsiri, Cilt 2, s.969) Dolayısıyla, Allah'ın insanların geçimliklerini
taksim etmesi (Kuran-ı Kerim; Zuhruf suresi/321) ve kimini ötekine
derecelerle üstün kılması (age, Zuhruf suresi/32, Enam suresi/165) hem
sınanmaları için, (age, Enam suresi/165) hem de bu üstünlükten yararlanarak
birinin diğerine iş gördürebilmesi için (age; Zuhruf suresi/32) dir.
Bu ilkelerin günümüz toplumunda uygulumaları halinde, sosyal sınıf
farklarının Tanrısal yazgı olduğunu kabul etmek ve sosyal tabakalar
arasındaki dengesizliği gidermeyi, Tanrı'nın iradesine karşı gelmek olarak
kabul etmek gerekecektir. Nitekim bu ayetlerin açıklanmasında da aynı bakış
açısından hareket edildiği ortadadır. Süleyman Ateş, sosyal tabakaların,
toplum yapısının temel taşları olduğunu ifade ederek ayeti şöyle yorumlamaktadır.
Bunlar birbirine lazımdır. Toplumda başkan, yönetici, memur olduğu gibi,
esnaf, işçi de lazımdır. Memurların ve işçilerin de çeşitleri vardır.
Eğer insanlar birbirine muhtaç olmasalar çalışmazlar. Yönetici, memura,
işçiye; işçi, işverene, fabrikatöre; işveren işçiye; zengin fakire, fakir de
zengine muhtaçtır. Memurun ihtiyacı olmasa ne diye çalışsın? İşverenin
işçiye ihtiyacı olmasa niçin ona para versin? İşte yüce Allah, toplumun
sosyal tabakaları arasındaki farkların hikmetini böyle belirtiyor
Bu koşullarda kimin işçi, memur ya da işveren olacağına Allah karar
vermekte ve bunu sosyal yaşamın düzgünce yürümesi için yapmaktadır.
Daha az geçimlik verdiğini ise daha çok verdiğinin yanında çalışmaya
sevk ederek sınamakta, kimini amir, kimini memur kılarak hayatı dengelemektedir.
Günümüzün çalışma koşulları dikkate alındığında asgari ücretle yaşam
savaşı veren ya da işsizlik nedeniyle aç yaşayan insanların, bunun
Tanrı'nın takdiri olduğunu duşünüp, insanca yaşamak için sosyal mücadeleye
başvurmaktan kaçınmaları mı gerekmektedir? Ya da gelir dağılımında büyüyen
uçurumlardan Tanrı mı sorumludur? Elbette değildir... O zaman söz
konusu ayetlerin yorumundan hareketle günümüzde karmaşık ilişkilerin bir
sonucu olarak ortaya çıkan sosyal sorunları çözümlemenin mümkün olamayacağı
ortaya çıkmaktadır. İnsanları doğuştan farklı kabul etmenin ise,
sorunları daha da çözülemez kılacağı, geçimlikleri fazla olanların
tahakkümünü daha da artıracağı bellidir. Bu koşullarda, İnsan Hakları
Evrensel Bildirgesinin ilk maddesinin, adil bir yaşama ulaşmak için çağdaş
dünyanın ihtiyaçlarına daha iyi cevap vereceği açıktır.
İnsan haklarının vazgeçilmez bir parçası olan özgürlük ise, çağdaş
dünyanın henüz tam olarak yaşama geçirebildiği bir hak değildir. Özgürlük
mücadeleleri insanlık tarihinde çok uzun bir dönemi kapsamaktadır. Özgürlüğün
ilk ve en önemli koşulu, insanın düşüncesini esaret altına alan kalıplardan
kurtulmasıdır. Herşeyi tartışabilmek, korkusuzca sorgulayabilmek,
gerektiğinde karşı çıkabilmek ve nihayet kendi aklının emeği olan bir düşünce
sentezine ulaşabilmek hiç de kolay olmamaktadır. Ancak sınırsız ve koşulsuz
düşünceyi suç ya da günah sayan ideolojilerin yarattığı baskıdan kendini
sıyırabilen zihinler, kendi malları olan ve tüm varlıkları ile
sahiplenebildikleri fikirlere ulaşabilmektedirler.
Bu neden önemlidir? İnsanın kendi emeği ile ulaştığı düşünce sentezlerinde
dürüstlük ve içtenlik hakimdir. Tanrı merkezli sisteme eşlik eden
korkular ise kaypak ve ikiyüzlü bir yaşama kapıyı aralar. Aklın son
derece özgür olan çalışma sistemi, dogmalara bürünmüş düşünce sistemleri
içinde doğruyu ararken bocalar, mantık çarpıtmaları ile gerçekleri
karartır ve yapay kanıtları gerçekmiş gibi sahiplenerek, kendine karşı
bile dürüst olmaktan korkarak yol alır.
Özgür düşünce, insanın zihinsel ve ahlaksal gelişimi için olduğu kadar,
toplumun yeniliklerle kucaklaşması bakımından da çok önemlidir.
Dinler ise kendi çizdikleri inanç çerçevesinin tartışılmasına asla izin
vermeyen, bunu tartışmaya girişeni ise azapla tehdit ederek, dinin
koruyucu alanı dışına iten inanç sistemleridir. Bu nedenle dini hükümleri
tartışmaya açmak ya da yenileştirmeye tabi tutmak kesinlikle mümkün değildir.
Çağdaş dünyada özgürlük, eşitlik ve insan hakları ahlakın evrensel ilkeleri
olarak kabul edilmekte ve inanca dayalı ahlak anlayışlarının sınırını
genişleterek daha adil ve dürüst bir yaşama kapı açmaktadırlar.
Çağdaş Ahlak ve Cinsellik:
Çağdaş ahlakın belki de en dikkat çekici ve eleştiriye açık yönü, cinsel
ahlakta yaşanan yozlaşmadır. Ancak cinsel ahlakı, genel ahlakla özdeş
olarak görmek, son derece yanlıştır. Dolayısıyla cinsel ahlakta yaşanan
yozlaşmaya bakarak, çağdaş ahlakın yozlaştığını iddia etmek, kısır bir bakış
açısı olmaktadır.
Cinsel ahlakla ilgili yorumlar, bireyin kendi bedeni üzerindeki
tasarruf hakkının kullanımına üst kurumların müdahalesindeki toplumsal
tercihlerden kaynaklanmaktadır. Toplumun örf, adet, inanç ve kültürü sonucu
oluşan toplumsal cinsel ahlak normlarının tarih boyunca insan
topluluklarına göre değişim gösterdiği bilinmektedir. Bu nedenle de cinsel
ahlakı, iffet olarak adlandırmak ve genel ahlaktan ayırarak incelemek
gerekir.
İffetsizlik, kadın ya da erkeğin cinsel alışkanlıklarından kaynaklanan
ve toplumun örfleriyle zıtlık gösteren davranışlar olarak kabul
edilmektedir. O halde ahlak normları evrensel olduğu halde, iffet, yerel
özelikler taşımaktadır.
Bunun en canlı örneklerini Türkiye'de gözlemlemek mümkündür. Doğu ve
Güney Doğu Anadolu'da genç bir kızın, çarşıya tek başına çıktığı
için iffetsizlik yaptığı gerekçesiyle öldürülmesi ailenin namusunu
kurtarırken, benzeri bir olay, Batı Anadolu'da vahşet olarak kabul
edilmektedir.
Ancak iffet kavramının özellikle kadında odaklaştırılmasında dinlerin
katkısı açıktır. Gerek Musa şeratında, gerek Hıristiyanlıkta, gerekse
İslamiyette kadın, iffetin sembolü olarak kabul edilmiştir.
Çağdaş ahlak anlayışı analize tabi tutulduğunda, özellikle Batı
toplumlarında yaşanan cinsel özgürlüğün aile kurumunu da tehdit eden bir
boyut kazanması yozlaşmanın daha da çok tepki çekmesine yol açmaktadır.
Ancak söz konusu eleştirilerde tarafsız olabilmek için, kapalı ve geleneksel
dini toplumlarda da örtülü biçimde yaşanan iffetsizliği görmezden
gelmemek gerekir. Ne var ki cinsel yozlaşmanın açıkça sergilenmesinin,
genç kuşaklar açısından taşıdığı özendirici olma riskini de dikkate almamak
mümkün değildir.
Günümüz toplumlarında kadının cinsel bir obje olarak kullanımının,
inanç sistemleri ile olduğu kadar, yasalarla da engellenmeye
çalışılmasını ve özellikle çarpık cinsel ilişkilerin, dinler ve vicdanen
gelişmiş toplumlarca hoş karşılanmamasını doğal kabul etmek gerekmektedir.
Çağdaş ahlak anlayışını, cinsel ahlakla özdeşleştirmek ne kadar yanlışsa,
cinsel ahlaktaki çarpıklıkları görmezden gelmek de aynı derecede
yanlıştır. Ancak cinsiyet ayırımcılığının reddedildiği bir dünyada, iffeti
kadına has bir özellik saymanın ve erkeği tamamen bunun dışında tutmanın da
mümkün olamayacağı bir diğer gerçektir.
Çağdaş Ahlak ve Faydacılık:
Ahlakı içinde yaşanılan ekonomik sistemden soyutlamak mümkün değildir.
Sistem, ilkeleri ve kurumlarıyla insanın belli değer hükümleri doğrultusunda
yapılanmasında çok büyük bir role sahiptir. Hatta öyle ki, günümüz dünyasında
insanın şekillenmesinde ekonomik sistemin taleplerinden daha etkin bir gücün
varlığından dahi söz edilemez.
Dünyaya hakim olan ekonomik anlayış, liberalizm, ya da yeni adıyla
neo-liberalizmdir. Sistemi, bireysel özgürlüğe atıf yapan kelime
anlamından uzaklaşıp, amaçları doğrultusunda ele alınca, karşımıza çıkarcılığı
ya da daha yumuşak bir ifadeyle faydacılığı esas alan bir insan tipi
çıkmaktadır. Ahlaki yozlaşmanın temeli ise büyük ölçüde sistemin eseridir.
Kendi çıkarlarını maksimize etmeyi yaşamın amacı olarak kabul eden
bencil insanı üreten sistem, bu insanın tüketim çılgınlığı ile kendisine
yaşam bulmaktadır. Bu nedenle de dinmeyen ihtiraslar, tatmin olmayan nefisler,
savurganlık, her türlü ahlaki değerin önüne geçen madde tutkusu sistemin
hayat pınarıdır.
Çağdaş ahlak bir yandan insan hakları gibi yüce değerleri yaşama geçirirken,
diğer yandan bireysel ihtirasla beslenen ekonomik sistemin, çıkarcı ahlak
anlayışı içine sıkışmış durumdadır. Sistemin ürünü olan ekonomik insan kimliği,
o derece baskın bir kimliğe dönüşmüştür ki, ister dindar, ister dinsiz olsun
hemen hemen her fert, bu kimliğin etkisinden kendisini sıyıramamakta ve
erdemleri çarpıtarak çıkarcılık kulvarında yol almaktadır.
Çağdaşlaşmaya yönelik ciddi eleştirilerden biri de, insanlar arasındaki
yardımlaşma, hizmet ve sevgi ilişkilerine getirdiği kısırlıktır. Çağdaş
yaşamın kurumsallaşmış yapısı, geçmişte yaşanan bireysel ilişkileri kurumlara
devretmektedir. Örneğin geçmişte mahalle halkının elbirliği ile yoksula
uzattığı yardım eli, hastaya götürdüğü bir tas çorba, yaşlıya verdiği
destek, artık kurumlar aracılığı ile üstlenilmekte ve devlet sosyal
güvenlik ve sosyal yardım kurumları aracılığıyla bu görevi üstlenmektedir.
Bu uygulamanın, yardıma muhtaç bulunanlar için geçmiştekinden daha büyük
bir güvence olduğu açıktır. Ne var ki, sorumluluğu devlete devretmenin,
bireyin yardımlaşma ve hizmet duygularını körleştirdiği ve gönüllerde
durgunluk yarattığı da bir gerçektir. Özellikle Batı toplumlarında bu
gönül durgunluğunu ve vurdumduymazlığı görmek çok kolaydır
Türk insanı, henüz bu vurdumduymazlık çarkına esir olmamıştır. Ancak
olmak üzeredir. Bu esaretin ahlakın iyilik yapmak, yardımlaşmak,
fedakarlık gibi temel motiflerini olumsuz biçimde etkileyeceği açıktır.
Dolayısıyla çağdaşlaşmanın, vurdumduymazlıkla eş anlamlı olmadığını ortaya
koyan milli kültürümüzün ve örflerimizin Türk toplumunun ahlaki değerlerine
büyük katkısı olduğunu unutmamak gerekir.
Çıkarcı ahlakın ürünlerine karşı gösterilen tepkiler, dünyanın hemen
her yerinde sürmektedir. Ancak Türkiye gibi İslamın muhafazakar değerleriyle
yoğrulmuş toplumlarda, tepki, adeta paniğe dönüşmekte ve ekonomik
istikrarsızlıkların ve yoksulluğun da devreye girmesi, ahlaki
yozlaşmaya ivme kazandırmaktadır.
Yoksulluk ve büyüyen gelir farklılıkları, ahlaktan sapışa adeta meşruiyet
kazandırır hale gelmiştir. Çaresiz insanların fuhuşa, teröre, soyguna
alet edilmelerindeki kolaylık, suçlunun toplum ya da devlet olduğu
yolundaki görüşlerin yaygınlık kazanmasına yol açmaktadır.
Siyasetteki kirlenme ise, halkın yolsuzluğa eğilimini artıran bir
diğer etkendir. Adaletin ağır işleyen çarkları; suçluların cezalandırılmadan
elden kaçırılışı, rüşvetle açılan kapılar, çıkarcı ahlakın egemenlik alanının
genişlemekte oluşuna somut örneklerdir.
Türk insanı evrensel ve yüce değerlerle bezenmiş bir ahlaka taliptir.
Ancak bunu nerede bulacağını ve nasıl yaşama geçireceğini bilememekte,
dinin çatısına sığınarak daha ahlaklı bir topluma ulaşmanın umudunu beslemektedir.
Görülen odur ki, dinsel ahlak anlayışında, bireyi ahlaklı yaşamaya iten
korku ve ödül ikilemi iken, çağdaş ahlakın oluşumunda itici güç,
hazdır. Faydacı ya da çıkarcı yaşam felsefesi, bu çıkarlara ulaşmada
bireyin duyacağı hazzı öne çıkarmakta ve yaşam, tatmin olmaz arzulara yönelik
bir koşu biçimine dönüşmektedir.
Burada cevaplanması gereken soru, bireyin herhangi bir ödül olmaksızın da
ahlaklı olup olamayacığıdır. Ahlaklı olmayı yalnızca erdemli yaşamak ve
huzurlu, adil bir toplum yaratmak için arzulamak, acaba insanlığın henüz
ulaşamadığı, üst bir realite midir? Eğer öyleyse, bu realiteye nasıl, ne
yöntemle ve ne zaman ulaşılacaktır?
Hiç şüphe yoktur ki, ahlaklı olmayı hedef görerek, ahlaklı yaşamak,
sarsılmaz ve kalıcı bir ahlak anlayışına ulaşmanın en sağlam yoludur. Ancak
buna erişebilmek için, kişisel çıkarları pompalayan ekonomik ahlakın
ve dinden çıkar sağlamayı alışkanlık edinen zihniyetin alt edilmesi
gerekir.
Ahlaklılığın toplumun saygı gösterdiği bir değer olduğu konusunda,
kamu oyunun verdiği mesajları göz ardı etmemek gerekir. Türk insanı,
dürüst ve temiz toplum için ağırlığını her geçen gün biraz daha net olarak
ortaya koymaktadır. Halkın sağ duyusu, başta siyasetçiler olmak üzere,
ahlaka sırt dönenler için en büyük uyarıdır.
Yol Ayırımı: Tarihe Dönmek ya da Tarih Yazmak
Türkiye zor günler geçiriyor. Belki de ertelenmiş sorunlarını en canlı
biçimde yaşıyor. Cumhuriyetten bu yana üstü örtülmüş ne varsa ortaya çıkıyor.
İyileşen yaralar tekrar kanatılıyor. Sevgisizlik ve güvensizlik diz
boyu... Korku, saldırganlığı körükleyecek en tehlikeli duygu... kol geziyor...
Gelecek nasıl şekillenecek? Türkiye 21. yüzyıla hangi kıyafette girecek?
Geleceği yazacak kalemi kimler tutuyor? Demokrasi ağacı olgun meyvalar
verecek mi? Bu sorunlar çözüldüğünde, gerçek demokrasinin önündeki engeller
de aşılmış olacak.
Anadolu, rengarenk bir yarımada... Tarihin Anadoluya armağanı olan
bu kültür tayfı içinde, çeşitlilikteki güzelliği yakalamak, tek bir
renkte buluşmaktan daha güzel olacak... Hiçbir renk, bir diğerini boğmadan,
ahenk içinde, özgür, çağdaş, yeni bir yüzyılı kucaklamaya hazır bir ülke
yaratmak, herkesin hedefi olmalı...
Türkiye'deki huzursuzluk, geleceği geçmişte aramaktan kaynaklanıyor. Ne
demek geleceği geçmişte aramak? Zaman ileriye doğru hızla akıp
giderken, geçmişi geleceğe taşımak, aklın çağa özgü ürünlerini geçmişe
doğrulatmak gibi gerçekçilikten uzak bir gayretkeşlik demek.
Oysa akıl, bilgi ile şekilleniyor. Bilgi, bırakalım yüzyılları, on
yılları hergün yenileniyor. Yaşam, bilginin ışığında hızlı bir devinim
içinde. Bugünün insanı, istese bile yüzyıllar öncesinin düşüncesini
yakalamaktan aciz... Hatta her fert, kendi birikimi, sosyal çevresi,
deneyimleri ile bir diğerinden farklı bir mantıkla düşünce üretiyor. Bu
koşullarda insanın günün şartlarından kendini tamamen soyutlayarak,
geçmişteki bir yüce önderin düşüncesini yakalaması mümkün mü?
Türkiye'deki çatışmanın temelinde yatan sorun işte bundan kaynaklanıyor.
Köktendinci zihniyet, günün koşullarını Asr-ı Saadete uydurma gayreti içinde.
Kuran, tüm sorulara cevap vermediği için de İslamcılar soruyor:
Peygamber olsaydı ne yapardı? Peygamberin sünneti ile de cevap
bulunamayan sorulara, birileri kendilerini Peygamber yerine koyarak
cevap üretmeye çalışıyorlar. Bu cevap Türkiye'yi asırlarca geriye götürüyor.
İkinci arayış ise Kemalistlerden geliyor. Onlar da soruyor: Atatürk
olsaydı ne yapardı? Onlar da kendilerini Atatürk'ün yerine koyarak
sorunlara çözüm arama çabasındalar.
Çünkü ne din, ne Atatürkçülük olarak tanımlanan dar kalıplar, Türkiye'nin
sorunlarını çözümlemeye yetmiyor. Her ikisi de kendi dönemleri içinde
gerçekçi, tutarlı, ilerici, yenilikçi...Her ikisi de ait olduğu dönemin
toplumsal sorunlarına çözüm getirmiş, toplumu yeniden yapılandırmış.
Ancak zaman hızla akarken, toplum değişmiş, sorunlar farklılaşmış, sosyal
ve ekonomik ilişkiler çeşitlenmiş, ortaya ihtiyaçlara cevap veren yeni
kurumlar çıkmış.
Bu koşullarda, gerçek Atatürkçüler, Atatürk'ün değişimden yana felsefesini
anlayıp, zamana ayak uydurulmasını onaylayanlar, devletçilik ilkesinden
feragat etmekte hiçbir sorun görmemişlerdir. Atatürk'ün gerçek amacının
kendisini putlaştırmak değil, Türk milletine hizmet etmek olduğunu açıklayan
şu sözleri, Kemalizmin ne kadar önü açık bir ideoloji olduğunu açıklamaya
yeterlidir. Atatürk, Atatürk ilkeleri ve devrimlerden şöyle bahsetmektedir:
Bu koyduğumuz prensipler, bugünün icaplarına göre milletimizin
medeniyet yolunda gelişmesi için faydalı bulduklarımızdır. Ancak
sosyal bünye, daima gelişen ve tekamüle yönelmesi zaruri olan bir
durumdadır. İlim ve teknik ise her an yeniliklere, icatlara açıktır. İşte
bu durum karşısında insanların istek ve ihtiyaçları hem maddi, hem manevi
sahada daima çoğalan bir şekilde gelişir. Tarihin seyri içinde hiçbir prensip
dogmatik bünyesini muhafaza edemez. Onun için Türk milleti, yaşadığı çağın
medeniyet seviyesinin icaplarını yerine getirmek mecburiyetindedir. (Afet
İnan; M. Kemal Atatürk'ten Yazdıklarım, İstanbul, 1971, s.122)
Bu sözler, Atatürkçülüğü anlamak, yorumlamak ve benimsemek bakımından
büyük anlam taşımaktadır. Atatürk'ün hayalindeki ülke, çağa ayak uyduran,
değişime açık, uygarlıkla yarışan, bu sebeple de hiçbir katı ve dogmatik
ilke ile önünü tıkamayan insanların ülkesidir. Atatürk'ün hedefi Türk
insanını çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak, onu dünyanın en saygın ve
mutlu milleti yapmaktı. Düşünen, üreten, kendini geliştirmiş, kendi ayakları
üzerinde durabilen bir topluma ulaşmayı amaçlamıştı.
Yoksa kendisine köle olacak bir toplum yaratmayı hedetlememişti. Bu
nedenle çağdaş Türk insanı, yeni fikirleri, kurumları, politikaları
ortaya koyarken, bunları Atatürk'e mal etmek gibi bir yükümlülük altına
sokulmamıştır. Atatürkçülük, bir çağdaşlık ve değişimcilik çizgisidir. Her
türlü dogmaya, durgunluğa ve kalıplaşmış düşünceye de kapalıdır.
Bu sebeple Atatürkçülüğü dine alternatif göstermek mümkün değildir.
Atatürkçülük bir inanç sistemi değil, bir çağdaşlaşma felsefesidir.
Esasen insanı konu alan sosyal ve siyasal sistemlerde mutlak
doğru diye bir şey de olamaz. Çünkü sosyal değişim, doğrunun zamana,
mekana ve koşullara göre değişimini zorunlu kılar. Ülkenin belli bir
dönemde içinde bulunduğu koşullar ve yine o dönemde belirlenen temel
hedefler değişmiş ise, o dönemin doğruları ile yol almak, toplumu en büyük
yanlışa götürür. Toplumsal gelişme için doğrunun kıstası, amaçlanan hedefe
ulaşmadaki yararlılıktır. Bu ilke sosyal, ekonomik ve siyasal sistem
içeren tüm ideolojiler ve inanç sistemleri için de geçerlidir.
İnsanın ahlaki nitelikleri konusunda öne sürülen doğrular, yani temel
erdemler, her zaman ve koşulda doğrudurlar. Ancak toplumsal yaşamı düzenleyici
ilkeler, değişime muhtaçtır ve değiştirilmedikleri zaman da aşınır ve
kendiliğinden devre dışı kalırlar.
Bu nedenle İslamın Türk yorumu son derece önemlidir. Çünkü dini,
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Dinde Siyasal Islam Tekeli - 12
- Büleklär
- Dinde Siyasal Islam Tekeli - 01Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3609Unikal süzlärneñ gomumi sanı 193724.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.36.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Dinde Siyasal Islam Tekeli - 02Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3620Unikal süzlärneñ gomumi sanı 204824.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.37.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Dinde Siyasal Islam Tekeli - 03Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3560Unikal süzlärneñ gomumi sanı 197723.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.36.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Dinde Siyasal Islam Tekeli - 04Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3529Unikal süzlärneñ gomumi sanı 196522.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.35.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Dinde Siyasal Islam Tekeli - 05Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3649Unikal süzlärneñ gomumi sanı 191425.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.37.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Dinde Siyasal Islam Tekeli - 06Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3629Unikal süzlärneñ gomumi sanı 195826.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.37.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Dinde Siyasal Islam Tekeli - 07Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3562Unikal süzlärneñ gomumi sanı 185822.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.33.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Dinde Siyasal Islam Tekeli - 08Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3510Unikal süzlärneñ gomumi sanı 189522.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.33.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Dinde Siyasal Islam Tekeli - 09Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3594Unikal süzlärneñ gomumi sanı 189123.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.34.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Dinde Siyasal Islam Tekeli - 10Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3619Unikal süzlärneñ gomumi sanı 193224.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.36.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Dinde Siyasal Islam Tekeli - 11Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3590Unikal süzlärneñ gomumi sanı 190224.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.35.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Dinde Siyasal Islam Tekeli - 12Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 128Unikal süzlärneñ gomumi sanı 10935.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.60.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.