Dinde Siyasal Islam Tekeli - 05

Süzlärneñ gomumi sanı 3649
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1914
25.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
37.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
45.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
dinlerin özünü teşkil eden Tanrısal vahiy sistemi ve onun anayasası
olan Kutsal Kitaplar, Tanrı sözü olarak kabul edilmekte ve yönetme
erkini Tanrı'ya ve O'nun seçtiklerine devretmektedirler. Tanrı'nın
anayasası olan kutsal kitapların karşısına hukuk devletinin yasalarını
çıkarmak, Tanrısal irade yerine halkın iradesini ikame etmek, siyasal sistem
getiren dinlere inananlar için kabul görebilecek yaklaşımlar olmamaktadır.
Kuran, yönetimin hangi esaslarla yapılacağını Maide suresinin 48. ayetinde
açıkça belirtmektedir. Allah'ın indirdiği ile hükmet dedikten sonra,
sizden herbiriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik
diyerek yönetimin Allah'ın kitabındaki esaslara kayıtsız şartsız uyma
zorunluluğundan söz etmektedir. Yönetim esasları, Peygamber için de
bağlayıcı olmakta, Kuran, Peygamberin de yönetimini Kuran esaslarına uygun
yapma zorunluluğunu açıkça ifade etmektedir. Aynı surenin 49. ayeti Aralarında
Allah'ın indirdiği ile hükmet, onların keyiflerine uyma ve onların Allah'ın
indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın ifadesi,
Peygamberin, yönetme erkini, Kuranın esasları doğrultusunda kullanmak
zorunluluğunu ortaya koymaktadır.
Dolayısıyla demokraside yönetim, meşruiyetini halkın iradesinden
alırken, İslam Devletine yönetim meşruiyetini İlahi hükümleri hayata
geçireceğine dair verdiği taahhütten ve bu taahhütleri harfiyyen
yerine getirmekten alır. İlahi hükümlere riayet etmeyen her yönetim gayr-i
meşrudur, Şeriata aykırıdır.(Ali Bulaç; Modern Ulus Devlet; İstanbul,
1995, s.151)
Demokrasinin, insanın Tanrı karşısında mutlak özgürlük ve bağımsızlığını
öngören bir rejim olarak kabulü halinde ise Tanrısız bir rejim olduğu(age, s.l02),
yine İslamcıların iddiaları arasında yer almaktadır. Bu koşullarda demokrasi,
Siyasal İslamcılarca, Tanrı'ya inanmayanların rejimi olarak tanımlanmış
olmaktadır.
Günümüzün bazı İslamcı ideologları, Kuran'ın siyasal sistemini yorumlarken
tevhid ilkesinin yol gösterici bir kriter olarak alınmasını gerekli
görmektedirler. Bu ilkeye göre tüm varlık alemi tek bir güce, Allah'a
boyun eğmiştir. Bu sebeple her alanda O'na teslim olmak gereklidir. Sosyal,
siyasal, ekonomik yaşamın insan iradesinin ürünü olan objektif yasalara ve
kurumlara terkedilmesi ise Allah'a şirk koşmaktır. Tevhid ilkesine
göre gücünü ve meşruiyetini kendisinden alan dünyevi bir iktidar düşünülemez.
Ancak kaynağını Kuran'dan alan siyasal proje sadece müslümanlar
için bağlayıcıdır, dolayısıyla İslam, sadece müslümanlar için ve müslüman
blokla sınırlı olarak totaliter özellikler taşır. (age, s.152)
Demokrasinin temel şartları arasında yer alan çoğulculuk ilkesi de aynı
prensipten hareketle, kabulü imkansız bir ilkedir. Zira Tanrının
vahyine dayanan bir siyasal sisteme alternatif öneren siyasal partiler
peşinen, inançsız, imansız ve kafir olarak adlandırılacaklardır.
Nitekim İBDA'nın Ulu Mimarı olarak adlandırılan Salih Muzabeyoğlu, bu konuyu
kendi yayın organı olan Akademya Dergisinde şöyle anlatıyor: İslami Devlet
biçimi içinde hakimiyetin kaynağı ve kullanılması, kafirlerin vehmettiği
gibi havada ve mücerret bir kavram değildir...Hakimiyet Hakkındır
düsturu, hem hakimiyetin kaynağını, hem de hakimiyet -Allah'ın ve Resulü'nün
rızasına uygun davranan ümmet tarafından- kullanılmasını, hem de iktidar
olarak tecellisini apaçık çerçevelemektedir. Hakimiyetin ümmet olarak
kullanılmasının, kafirlerin halk hakimiyeti veya millet hakimiyeti diye
belirlediği hususla hiçbir alakası yoktur. Hakimiyetin kaynağı ahali değil.
Allah'ın ve Resulü'nün belirlediği emirler manzumesidir....Allah'ın ve
Resulü'nün emirlerine tabi olanlar, yani müslümanlar, Allah'ın halifeleridir...
Kafirler ise, Allah'ın hakimiyetine ve tabii ki müslümanların hakimiyetine
tabi olanlardır...Kafirle bir arada yaşamak, ancak İslam şemsiyesinin altında
ona yer göstermekle mümkündür. Herhangi bir laik-demokratik şemsiyeyi kabul
ederek, onun altında kafirle yaşamak değil. Zaten bu şekil, küfrün
hakimiyeti ve müslümanların mahkumiyetinin görüntüsüdür. (Akademya Dergisi,
İstanbul, Ocak 1997, s.9-10) Bu ifadelerin de açıkça ortaya koyduğu gibi, Kuran dışı yönetime taraf olanlar kafir
olmakta ve onlarla birlikte yaşamak, ancak onlara hükmetme kaydı ile
uygun görülmektedir. Bu koşullar altında İslam Devletinin laik anlayışa
dayalı siyasi oluşumlara izin vermesi mümkün görülmemektedir.
Demokrasilerdeki hukukun üstünlüğü ilkesi ise Tanrısal vahiy tarafından
ortaya konulan hukuk normları karşısında geçersizdir. Tanrısal
vahiy, değişmez hukuk ilkelerini açıkça belirtmiştir. Bu ilkeler aile
hukuku, ceza hukuku, miras hukuku, borçlar hukuku vs. gibi alanlarda açık
hükümler getirmektedir. Üstelik geçerlilik süreleri de belli bir zaman
dilimi ya da toplumla sınırlı değildir. Bu koşullarda devletin zamana ve
koşullara göre değişen hukuk normlarının, kesin, değişmez ve tüm insanlığı
bağlayıcı olması amaçlanan dini hukuk normları ile kıyaslanması dahi mümkün
değildir. Kaldı ki İslam'da bile yönetim veya devleti ne de devlet başkanı
hukuku meydana getiremez; tam aksine devleti ve başkanı var kılan
hukuktur. Hem devletin ve hem de devlet başkanının görevi, kendisinin de
bağlı olduğu İlahi Hukuku korumak, desteklemek ve devamını sağlamaktır.(age, s.151)
Siyasal İslamcıların şeriattan taviz vermemek yolundaki
kararlılıkları son derece açıktır. Kuran'daki şeri hükümlerin, çağın
gereklerine uygun olup, olmaması tamamiyle tartışma dışıdır. Bu konudaki
görüşlere bir küçük örnek, Milli Gazetenin yazarlarından Abdullah Altay'ın
Kalem'inden geliyor. Şeriat Dersleri başlıklı yazıda Altay şöyle diyor: Önce Ceza
Hukukundan başlayalım: Herşeyi bilen, geçmiş ve geleceğe hakim olan,
insanları ve onların ruhlarını yaratan Allah'ın ceza hukuku diyor ki:
Ey iman edenler! Öldürülen insanlar hakkında size kısas farz kılındı.
(Bakara 178. ayetten) Hem sizin için kısasta hayat vardır. Ey akıl
sahipleri, umulur ki (haksız yere adam öldürmekten ) korunursunuz (Bakara 179).
Kısasta hayat vardır ifadesine dikkat edilsin... İnsanı yoktan vareden Allah,
bir katil bir Müslümanı taammüden öldürürse, o katilin kısas edilmesini
emrediyor...İşte bu kısas can emniyetini muhafaza ediyor. Bu gerçeği anlamak
için Türkiye'ye ve dünyaya bir bakalım. İnsan hayatının hiçbir kıymeti yok...
Adi cinayetler, terör, anarşi, siyasi cinayetler hergün rastlanılan
olağanüstü hadiseler haline gelmiş...Amerika'nın bazı eyaletlerinde insanlar
güneş battıktan sonra sokağa çıkamıyorlar...Cinayetlerin önü alınmıyor.
Hapisaneler tıklım tıklım dolu...Katiller hapisanelere sığmıyor. Neden?
Çünkü ilahi sosyal şeriatın ceza hukukunun kısas maddesi kaldırılmış.
Beşeri sosyal şeratın maktulü değil, katili koruyan hapis cezaları
uygulanmaya konulmuş....Peki kısas uygulansaydı ne olacaktı? Bir
katil öldürülecekti. Binlerce cinayet planı kursaklarda kalacak,
yüzbinlerce hayat kurtulacaktı.(Milli Gazete, 26 Şubat.l997)
Kısacası Altay, öldüreni öldür emrinin Tanrı'nın buyruğu olduğunu
ve bunun yapılmaması sonucunda cinayetlerin arttığını anlatıyor. Demek
ki Türkiye'de Şeriat devleti kurulsa, Altay, eline silahı alıp,
Kuran'ın hükmünü yerine getiriyorum diye, katil zanlısını vuracak ve bunu
da Allah'ın emri kabul edecektir. Bu eylem, yazarın Kuran'dan çıkardığı
kendi yorumu mudur, yoksa gerçekten Kuran, kesin bir biçimde kısas emri mi
veriyor? Yazarın referans verdiği, Bakara suresinin 178. ayetinin
ilk satırıdır.
Her nedense, ayetin devamı dikkate alınmamış ve yazarın gönlündeki arzuya
uygun bir yorum için ayet kullanılmıştır. Oysa ayetin bütününde aynen
şöyle denmektedir. Ey inananlar, öldürmede kısas size farz kılındı. Hüre
hür, köleye köle, kadına kadın. Ama kim (yani katil, ölenin) kardeşi
tarafından affedilirse, o zaman (affedenin örfe göre) uygun olanı yapması
(uygun diyeti istemesi, affedileninde) güzelce onu ödemesi gerekir. Bu
Rabb'iniz tarafından bir hafifletme ve acımadır. Kim bundan sonra saldırıya
kalkarsa artık onun için acı bir azap vardır.
Demek ki Kuran, kısası farz kılmakla birlikte affedilmeye de imkan
tanımakta hatta affetmenin koşulu olarak da diyet ödenmesini şart koşmaktadır.
O halde, yazarın ifade ettiği gibi, kısasın kalkması, dünyada ahlakın
yozlaşmasının sebebi olarak gösterilemez. Ancak burada dikkat çekilmesi
gereken çok daha önemli bir durum söz konusudur. Bu da Kuran'ı yorumlamada
ortaya çıkan farklılıktır. Kuran'ı Abdullah Altay gibi yorumlayanlarla,
diyet ödeyerek katili affetmek şeklinde yorumlayanlar bulunduğu sürece
gerçek adalet nasıl sağlanacaktır? Kuran adam öldürmenin karşılığında
verilecek olan cezayı net bir biçimde belirlememiş, çeşitli seçenekler
sunarak, kararı kişiye bırakmıştır. İşte beşeri hukukla, şeri hukuk arasında
objektivite bakımından varolan bu büyük farklılığı görerek,
şeri hukuku istemek, bireysel iradeyi objektif hukuk ilkelerinin
önüne geçirmeyi seçmektir.
Tanrısal vahyi esas alan bir yönetimin, tartışılması, eleştirilmesi, bu
yönetime alternatif modeller üretilmesi, kısaca bireysel ve örgütsel
olarak düşünce ve ifade özgürlüğünün kullanılmasına izin verilmesi de bir din
devletinin kabul edebileceği yöntem olmaktan çak uzaktır. Dini inancın
daha önce de belirtildiği gibi tartışılmaz ve dogmatik oluşu, inananların
bu alanda özgür düşünce anlayışını sınırlamalarını kendi mantığı içinde
doğru kılmaktadır.
İslam dininde varolan hoşgörü ve vicdan özgürlüğünün, İslam devleti
olgusu ile karıştırılmaması gerekir. Çünkü İslam'da tanınan vicdan özgürlüğü,
bireyseldir. İslam devletinde yaşayan fakat İslamı kabul etmeyen diğer
dinlerin inananlarına, inançları konusunda baskı yapılmaması ve
dinde zorlamanın olmaması, bireysel inanç ve vicdan özgürlüğü anlamına
gelir. Ancak bir İslam devletinde, İslami kurallara aykırı, örgütlü bir
siyasal hareketin kabul görmesi ve çoğulcu demokrasi içinde bu harekete
siyasal özgürlük tanınması mümkün değildir.
Kaldı ki ümmetin vicdan özgürlüğünün sınırları da tartışmaya açıktır.
Örneğin Ali-İmran suresinin 85. ayetinde, Kim İslamdan başka bir
din ararsa ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette kaybedenlerden
olacaktır. denilerek, İslamı kabul edenlerin vicdan özgürlüğü ahiret
yaşamına ilişkin tehditlerle sınırlandırılmıştır. Yine aynı surenin 3.
ve 4. ayetlerinde de Allah'ın ayetlerini (Kuran'ı) inkar edenler için
mutlaka çetin bir azap vardır. Allah daima üstündür ve öc alandır denilmek
suretiyle, vicdan özgürlüğüne ciddi bir sınırlama getirilmiştir.
Bakara suresi 217. ayetteki Sizden kim dininden döner ve kafir olarak
ölürse, işte onların bütün yaptıkları dünyada da ahirette de boşa çıkmıştır
ve onlar ateş halkıdır, orada ebedi kalacaklardır. ifadesi bu
konudaki özgürlüğün sınırını ortaya koymaktadır. Zira gerçek anlamda
bir vicdan özgürlüğü, inanmak kadar inanmamakta da özgür olmayı gerektirir.
Kaldı ki Kuran, inanmamanın cezasını sadece ahiret yaşamına da bırakmamıştır.
Enfal suresinin 59-61. ayetlerinde, İnkar edenler geçtiklerini sanmasınlar.
Onlar bizi aciz bırakmazlar. Onlara karşı gücünüz yettiği kadar
kuvvet ve cihad için bağlanıp, beslenen atlar hazırlayın. Bununla Allah'ın
düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka bilmediğiniz, Allah'ın
bildiği düşman kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız tam
olarak size ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız. denilerek, inanmamanın
cezasını verme görevini inananlara yüklemiştir. Tevbe suresinin 5.
ayetinde ise Haram aylar çıkınca Allah'a ortak koşanları nerede bulursanız
öldürün; onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde oturup, onları
bekleyin. diyerek, inanmamanın cezasını ölüm olarak tescil etmiştir. Bu ve
benzeri pekçok ayet İslamın yayılma dönemi içinde gelmiş ve dine karşı
çıkanlar için açıkça öldürme emri vermiştir. Bakara suresi 191. ayetinde de
Onları nerede bulursanız öldürün, onların sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den)
siz de onları çıkarın. Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür...
denilerek, din uğruna adam öldürmek adeta kutsallaştırılmıştır. Aynı
surenin 218. ayeti, Onlar ki inandılar, göç ettiler, Allah yolunda
savaştılar; işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar diyerek, bu kutsallığı
teyid etmektedir.
Cihad, İslam'da farzdır. Amacı ise dini yaymaktır. Dini yaymanın elbetki
silahlı mücadele dışında yolları da vardır. Silahlı mücadele, dini
kabulde direnenlere uygulanacak bir yöntemdir. İslam tarihi içinde
de uygulama bu yönde olmuştur. Günümüzde Siyasal İslamcı radikal unsurlar,
dini kabulde direniş gösterenlerin, Türk toplumu içinde bulunduğu
inancındadırlar. Bunlar, kendilerine İslam dışı bir din icad etmiş bulunan
laiklerdir, O halde, bugün için önemli olan bu ayetlerin Kutsal Kitaba
hangi koşullarda konulduğu, geçmişte nasıl yorumlandığı değil, siyasi güce
din aracılığı ile ulaşmak isteyenlerce nasıl kullanılacağıdır. Kendini dini
mücahid kabul eden Allah adına savaşma yetkisini kendinde bulan ve
Kuran'a tam olarak uymayı en kutsal görev sayanlar, bu emirleri 1400 yıl
öncesi için değil, süresiz olarak doğru ve geçerli emirler olarak
kabul etmektedirler. Bu kabulden dolayıdır ki, İBDA-C ve Hizbullah gibi
örgütler, silahlı eylemlerini Tanrısal vahyin gereği olarak kabul
etmekte ve kutsal bir görev ifa ettikleri inancı ile canlarını Allah yoluna
adayarak dine düşman saydıkları aydın ve Atatürkçü insanların yaşamlarına
son vermektedirler.
Dinin cihad emrini, din uğruna yapılacak her türlü mücadele olarak
kabul eden Siyasal İslamcılar bu düşüncelerini kamu oyuna kendi yayın
organları ile de duyurmaktadırlar. İşte 30 Ocak 1997 tarihli Akit
Gazetesinden bir manşet: İbadetlerin En Büyüğü: Cihad Bu manşetin altında
Prof. Dr. Ali Özek'le yapılan bir röportaj yer alıyor. İslam İnanç
Sistemini anlatan bir alt başlık altında Ali Özek şöyle diyor: Her
sistemin kendisine karşı olan sistemlerle yapacağı mücadeleyi
değerlendiren bir prensibi vardır. İslamın bu prensibine veya nizamına
Cihad denilmiştir. Bu itibarla cihad vazifesini ihmal eden her Müslüman,
bunun dışında ne kadar hayır ve hasenatta bulunursa bulunsun yine de İslami
vazifesini noksan yapıyor demektir. Yazının ileriki bölümlerinde İslam'da
cihadın iki anlamı üzerinde durulmaktadır. İlk anlamı nefisle cihad olarak
açıklanmakta ve bunun nefsi terbiye anlamına geldiği ve esas büyük cihadın
da bu olduğu ifade edilmektedir. İkinci cihad ise küçük cihad olarak
adlandırılıp, cephede düşmanla savaşmak olarak tanımlanmaktadır. Türkiye
savaşta olmadığına göre, bu küçük cihadın şu anda önemi olmadığı
düşünülebilir. Ancak Siyasal İslam, kendini böyle bir mücadelenin içinde
görmüş olmalı ki, yazının devamında küçük cihadın boyutları anlatılmaktadır.
İslamiyet yalnız belli ibadetleri yapmak, sonra da yan gelip yatmak
değildir. Hakiki Müslümanlık, icap ederse bize Müslümanlığı getiren
Peygamberimizin ve onun ashabının çektiği sıkıntıları çekmek, icabında
dövülmek, kovulmak, hatta ölmek, fakat vatan ve millet uğruna doğruyu
ve hakkı müdafaadan asla vazgeçmemektir. Allah Teala Kıyamet gününde
huzura varan kuluna, Cihad vazifesini yaptın mı? Allah'ın dini
İslamı muarızlarına karşı müdafaa ettin mi? Bu uğurda ne gibi eziyetlere
ve fedakarlıklara katlandın? diye sorarsa, her Müslüman ne cevap
vereceğini şimdiden düşünmelidir. Yazının ilerleyen bölümünde, cihadın
anlamına daha da açıklık getiren ayetlere yer verilmektedir. Prof. Özek,
Şüphesiz Allah Teala, müminlerden Allah yolunda (din uğruna) savaşan,
öldüren, öldürülenlerin canlarını ve mallarını, mukabilinde -onlara-
Cennet'i vermek suretiyle satın aldı. Allah, bunu Tevrat, İncil ve
Kuran'da kati olarak taahhüt etmiştir. Allah'tan başka kim taahhüdünü
noksansız yerine getirir. O halde yapmış olduğunuz savaştan size
müjdeler olsun. İşte büyük kazanç budur.(Tevbe/111) Bu ayette Allah
yolunda cihad edenlere Cennet vaad olunmak suretiyle, İslam'ın
en büyük rüknü olan cihadın mana ve ehemmiyeti tam olarak belirtilmiştir.
diyerek cihad konusundaki İslami yoruma açıklık kazandırmaktadır.
Cihad çığlıkları ve intikam yeminlerine bir başka örnek de radikal
islamcıların bir diğer yayın organı olan Cuma Dergisinde şu satırlarla
dile getiriliyor: Müslüman olarak bizlerin hem namusumuza kastederler,
hem ibadet ettirmezler, hem de kendi topraklarında esir hayatını, yani
Müslüman kanı akıtılarak kazanılmış topraklarda esir gibi yaşatırlar.
Bizler artık dinimizi ve topraklarımızı bu pis, necis, soysuz satılmışlardan
kurtarmalıyız. Onlara karşı tek yumruk haline gelmeliyiz. Onların o
ilkel ve sadist kafalarını koparmadıkça dinim, Şehit kanlarıyla sulanmış bu
mukaddes topraklarda esir olmaya devam edecektir....Biz Müslümanlar;
biz de dinimizi ve namusumuzu koruyacağız. Çünkü, Kuran-ı Kerim bizlere
şehitliği müjdeliyor. Peygamberlikten sonra gelen mübarek makamı...Cihad
farzdır. Cihad edelim, birleşelim. Uykudan uyanalım.(Cuma dergisi; 21-27 Şubat
1997, s.40.)
Bu ifadeler, baştan beri yazılanları doğrulayan açık bir kanıttır.
Yukarıdaki ifadeler, cihad için bir inançsız tarafın olması gerektiğini
ortaya koymaktadır. Zira savaş, Allah yolunda yapılacağına göre, düşman
tarafın, Allah'ı ve dini inkarı gerekmektedir. Oysa ülkemizde halk,
müslüman ve inançlıdır. O halde bu savaşın, karşı tarafı yoktur. Ne var ki
bu görüş, bir kesim Siyasal İslamcılarca kabul görmemektedir. Onlara göre
savaşılması gereken taraf, laiklerdir. 1 Şubat 1997 tarihli Akit
Gazetesinde yazar Faruk Köse, Laik olanın Müslüman olması mümkün değildir...
Bir kimse laik ise Müslüman değildir, Müslüman ise laik değildir.
demektedir. Bu yaklaşım, oldukça geniş kabul görmekte ve cihadın ikinci
tarafını da belirlemektedir. Yine aynı gazetenin 30 Ocak 1997
tarihli nüshasında Yaşar Kaplan, Hainlere Geçit Yok başlıklı
yazısında, Türkiye'de faşist, ateist, Kemalist çeteler suyun başını
tutmuşlar diyerek, düşman cepheyi daha açık biçimde ifade etmekte ve
Şimdi halkımızın bu ihanete karşı bir hareket başlatması gerekir.
Aydın-halk elele vererek ülkenin geleceği için seslerimizi yükseltmemiz
gerekir. Milletlerin, milli bir şahlanış olmadan, büyük badireleri
atlatması mümkün değildir. Bugün milli bir şahlanış başlatma günüdür.
Meydanlara inmeye, şimdilik ihtiyaç yoktur diye düşünebiliriz, ama hiç
değilse elimizdeki medya platformlarını bu amaçla kullanalım istiyoruz.
Haydi platformlara... Hainlere geçit yok ! diye haykıralım....
Bu ihanete karşı birleşik cephe oluşturalım ve sesimizi yükseltelim.:
İhanete geçit yok! Bu ayırımcı anlayışın
Siyasal İslamcılarca kabulü halinde, İslam'ın demokrasiye açık olduğunu
iddia etmek nasıl mümkün olabilir? Zira sistem kendine düşman kabul ettiği
kitlelere kendilerini ifade etme özgürlüğü vermeyecektir.
Siyasal İslamcıların hayallerini süsleyen yönetim tarzının özgürlüklerden
ne kadar uzak olduğunu, yine kendi kalemlerinden okuyalım. Akit Gazetesi
yazarlarından Mustafa Kaplan yazıyor: Benim hayal dünyamın görüntüsü ile
2017 senesi şöyle boy gösteriyor: Bütün İslam alemindeki rejimler tarümar
olmuş, birkaç tanesi hariç hemen hepsi halifelik sancağı altında tek devlet
olmuşlar. Kalan birkaçı da aynı ideal için kaynayıp duruyor. Şeriat-ı
garra her köşeye hakim olmuş. Kuran-ı Kerimin sosyal hayata bakan bütün
emirleri eksiksiz tatbik ediliyor. El kesme cezası hırsızlığa, recm cezası
zinayı kökten kaldırmış. Kadınlar zaruret olmadan sokağa çıkmıyor, çıkanlar
da çarşaflarını, peçelerini edeple takıyorlar. Resim ve heykel diye birşey
yok. İnançsızlar sanki yer yarılmış da içine girmişler. Sosyal adalet
bütünüyle temin edilmiş. Yirmi sene önce mangalda kül bırakmayan şeriat
düşmanlarının çoğu Cehenneme yollanmış, kalan bir ikisi de camilerin en ön
safında yer tutmuş, hepsinin çocukları İslam mücahidi olmuşlar. Tek vücut
olan İslam alemi Hz. Mehdinin riyaseti altında huzura kavuşmuş, dünyanın
öbür yakasını hizaya getirme hazırlıklarına başlamışlar. Hz.İsa da aynı
maksat için çalışıyor. (Akit Gazetesi; 12.Mart.1997)
Bu hayaller, Siyasal İslamcıların kurmayı amaçladıkları sistem hakkında
bilgilenmek isteyenlere ışık tutucudur. İnsan haklarını, çağdaşlığı,
özgürlüğü yok eden bir sistemin hayalini kuranların, buna demokrasiyi
alet etmeyi amaçladıkları son derece açıktır.
Peygamberden sonraki dört halifenin seçimini, İslamın demokrasiye
açık bir din olduğu şeklinde yorumlamak ise çok zordur. Zira toplumda
temsil edilen görüş ve inançların din odaklı bir seçicilik içinde halkın
oyuna sunulması halinde, gerçek bir demokrasiden söz etmek mümkün
değildir. Örneğin bir İslam devletinde birden çok siyasi parti
bulunsa bile, bu siyasi partilerin hepsinin İslam devleti ilkelerini yaşama
geçirmek istemeleri durumunda demokrasiden söz edilemez. İslam'da
yönetilenlerin özgür iradeleriyle ehil olan kimseleri yönetici olarak
seçmesi ve onlarla hukuki bir sözleşme (Biat) aktedmesini ya da işlerin
Şura ile yürütülmesini demokrasi olarak nitelemek de mümkün değildir. Zira
demokrasi farklı düşünce ve inançlara da temsil edilme, seçilme ve yönetme
hakkı veren bir sistemdir. Bir İslam devletinde, halkı dini esaslara göre
yönetmeye talip olan bir partinin yanısıra, din ve devlet işlerini
birbirinden ayıran, laik devlet anlayışına sahip bir siyasi parti de
kurulabiliyorsa, demokrasiden söz edilebilir. Ancak tüm siyasal rejimler
gibi, İslam devleti de kendi varlığını korumayı öncelikli hedef olarak
alacağından, laik, demokratik bir devlet anlayışına izin vermeyi doğal
olarak kabul etmeyecektir.
Kaldı ki bir demokrasi örneği gibi takdim edilen halife seçimlerinde,
bu seçime halkın bütünü katılmamıştır. Halifeyi başkentte oturan, ileri
gelenler seçmiş, biat ise diğer yerleşim merkezlerinden alınmıştır.(Ali
Bulaç; Modern Ulus Devlet, age. s.211) Dolayısıyle halkın iradesi, sandığa
yansımamıştır. Öte yandan seçilen halifenin iktidar süresi belirlenmemiş ve
halifeler kaydı hayat şart ile yönetimde kalmışlardır. Hatta hukuku ihlal
eden, baskı ve şiddete başvuran halifelerin bile hangi yöntemle azledileceği
belli olmadığı için halkın halife ile gelen iktidarı değiştirmesi için
kılıca başvurması gerekmiştir.
Zaman içinde hilafet, saltanatla bütünleşmiş, dini önderlik babadan
oğula geçmeye başlamış, ve biyoloji kanunları, Allah'ın gücünü arkasına
alarak ümmeti yönetme hakkını tayin eder olmuştur. Günümüzde ise Din
Devletine alkış tutanların ve iktidar hırslarını Allah'ın gücünü arkalarına
alarak tatmine çalışanların, bu yönetim erkinin kendilerine hangi
kutsal vahiy ile devredildiğini açıklamaları gerekmektedir.
Kuran'ı çağdaş dünyanın tüm ihtiyaçlarına cevap veren bir Kutsal Kitap
olarak kabul etmek mümkün müdür? Bazı İslam bilginleri bu konuda
büyük gayret içindedirler. Bu gayret öylesine büyüktür ki, yapılan Kuran
yorumları adeta yeni bir din yatratmaya eşdeğer hale getirilmektedir.
Buna karşı çıkan radikal İslamcı kesim ise dini çarpıtmaya çalışanları ağır
bir dille eleştirmektedir. İşte bu keskin, eleştirilere bir örnek:
Abdurrahman Dilipak Sizi Allah ve Kuran ile Aldatmasınlar başlıklı
yazısında (Akit Gazetesi; 6.Şubat.l997) şöyle yazıyor İslam adına hümanist, rasyonalist,
pragmatist bir din icad etmek isteyenlere dikkat etmek gerek.
Kuran'daki İslam talebini alkışlıyorum, destekliyorum, övünüyorum, ama
bunu istismar etmek isteyenlere karşı da dikkatli ve duyarlı olmak
zorundayız. Kuran'daki İslam, laikleştirilmiş İslam değildir. Kuran'ı açıp
okuyunuz. Kuran'ın her hükmüne tabiyiz. Değil bir ayetini, bir harfini inkar
eden dinden çıkar.
Kurandaki ayetleri günün koşullarına göre yorumlayarak, dini çağa
uydurma yolundaki gayretlere gösterilen büyük tepki, gücünü Kuran'dan
almaktadır. Kuran'ın Ali-İmran suresinin 7. ayeti, Kuran ayetlerini
muhkem(açık anlamlı) ve çeşitli anlamlar taşıyan ayetler olarak ikiye
ayırmaktadır. Muhkem ayetlerin kitabın anası olduğu belirtildikten
sonra, yoruma açık, gizli ve çeşitli anlam taşıyan ayetlerin fitne çıkarmak
isteyenler tarafından kullanılacağına işaret edilmektedir. Aynı ayet oysa
onun tevitini Allah'tan başkası bilmez. İlimde ileri gidenler: Ona
inandık, hepsi Rabbimiz katındandır derler. Aklı selim sahiplerinden
başkası düşünüp, anlayamaz diyerek, bu ayetlerin yorumu ile ilgili
sınırlamalar getirmiştir. Kaldı ki En'am suresinin 38. ayeti, Biz
kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır. diyerek, her türlü bilginin
Kuran'da var olduğunu, insanın buna ilave bir bilgi getirmesine gerek
olmadığını anlatmaktadır. Diğer bir ifade ile, dinin ana esasları ve
insanlık için gerekli tüm bilgiler Kuran'da mevcuttur. Bu nedenle fitne
yaratabilecek yorumlar yapmanın ve Kuran ayetlerine dinin özü ile çelişkiye
düşecek biçimde ilavelerde bulunmanın kapıları kapatılmış, bu tarz yorumlar
ise ilim ve akıl dışı ilan edilmiştir. Bu zihinsel şartlandırılma içinde,
dinin değişik boyutlarda tartışılmasının da önü tıkanarak, tek tip düşünme
yöntemi empoze edilmiştir.
Ancak Kuran'ın gelişen toplumun her türlü ihtiyacına cevap vermediği,
yine İslam tarihinde açıkça görülmektedir. Bu konuda ilk ciddi
kriz, peygamberin ölümünden sonra yaşanmıştır. Kuran'da halifelerin hangi
yolla seçileceğine ilişkin bir hükmün bulunmaması ve Peygamberin de bu
konuya ilişkin bir vasiyetinin olmaması, halife seçiminde uygulanacak
yöntem konusunda büyük tereddütler yaratmıştır.
Bu tereddütler, İslam dünyasındaki siyasal ayrılıkların da temelini
atmıştır. Kuran'ın bu konuda her hangi bir hüküm getirmemesi neden
önemlidir? Kuran yönetme erkinin Allah'a ve O'nun seçtiklerine ait
olduğunu belirlemekle birlikte, peygamberden sonra, O'nun
seçtiklerinin hangi esaslara göre tayin edileceğini açıklamamıştır.
Ortada bu göreve layık birden fazla adayın olması, herşeyi Kuran'a göre
yapmaya alışan sahabe için, önemli bir sorun olarak ortaya çıkmıştır.
Medine'de siyasal etkinliği olan iki büyük grubun mevcudiyeti, bunlardan
Ensar'ın (Medine'li Müslümanlar) aday olarak Hazreç kabilesinin önde
gelenlerinden Sad bin Ubade'yi aday göstermelerine, buna karşılık Mekke'den
Medine'ye Peygamberle göç eden ve ilk müslümanlar olarak bilinen grubun da
kendi içlerinde Ali ve Ebu Bekir'in adaylığı konusunda bölünmelerine yol
açmıştır. Seçim, şehrin ileri gelenlerince yapılmış, Ebu Bekir Halife
seçilmiş, fakat Ali'nin adaylığı konusunda ısrarcı olanlarla İslamdaki ilk
muhalefet hareketinin tohumları atılmıştır. Peygamberin ölümünün hemen
ardından ortaya çıkan bu karışıklık, Kuran'ın daha başlangıçta, her konuda
düzenleme getiren bir özellik taşımadığını ortaya koymuştur.
Yönetme erkini Allah adına kullandığı kabul edilen halifelerin, bu
göreve hangi yollarla geldikleri, ayrı bir araştırma konusudur.
Halifelerin seçim usulü... İslamın sadece demokrasi ile değil...cumhuriyetle
de bağdaşmadığını ortaya koymaktadır. İslami yönetim biçiminin demokrasi ya
da cumhuriyetle bağdaşmaması, sistemin eleştirilmesine bir sebep teşkil
etmez. 7.yy'ın Arap toplumu için geçerli ve gerekli olan koşulları
değerlendirmek, 20. yy. insanı için mümkün değildir. Dolayısıyla İslam
devletinin demokrasi ve cumhuriyete kapalı oluşu, sistemin bir eleştirisi
olarak değil, sistemi bugüne taşımak isteyen düşüncenin eleştirisi olarak
algılanmalıdır.
Halife seçimini cumhuriyet yönetimine eş değer kabul etmek mümkün
görünmemektedir. Çünkü cumhuriyet rejiminde seçim, halkın tamamının
oylarıyla gerçekleşmekte ve seçilenin yönetimde kalma süresi önceden
belirlenmektedir. Diğer bir ifade ile hayat boyu yönetme ilkesi,
cumhuriyet yönetimi için geçerli olmamaktadır. Halife şeçimlerinde ise,
hem halkın tamamının katılımı bulunmamakta, hem de seçilen halife, bu görevi
ölene kadar yapmak üzere devralmaktadır.
Halife seçimlerinden birkaç örnek vermek gerekirse, her halifenin
farklı bir yöntemle seçildiği ve seçimdeki liyakatin zaman içinde kılıç
gücüne kadar uzandığı görülecektir. Ebu Bekir'i Ashap seçmiş, Ömer, Ebu
Bekir'in vasiyeti ile seçilmiştir. Halk, Ebu Bekir'in vasiyeti
olduğu için fakat kimin seçildiğini bilmeden yeni halifeye biat etmiştir.
(Muhammed Hamidullah; İslam Müesseselerine Giriş, age, s.119-121)
Osman'ın halife seçiminde izlenen yol ise bambaşkadır. Halife Ömer,
vasiyet yolu ile bir halife belirlememiş ancak seçilecek halifenin
Peygamberin öldükten sonra cennete gireceğini müjdelediği aşere-i mübeşşere,
yani on kişi arasından yapılmasını istemiştir. O sırada bu on
kişiden ikisi vefat etmiş olduğundan, bunlar arasında yer alan Ömer de ölüm
döşeğinde olduğundan, geriye aralarında seçim yapılacak yedi kişi kalmaktaydı.
Bu yedi kişiden bir tanesi ise Medine'de bulunmuyordu. O halde ortada altı
halife adayı mevcuttu. Bu altı aday, yine kendi aralarında birini
seçeceklerdi. Ancak bu altı kişinin üçü bir kişiyi, üçü de diğerini seçerse,
seçim kilitlenebilirdi. Bu nedenle Ömer kendi oğlu Abdullah bin Ömer'i,
halife adayı olmamak, sadece çoğunluk elde edilemezse oy kullanmak
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Dinde Siyasal Islam Tekeli - 06
  • Büleklär
  • Dinde Siyasal Islam Tekeli - 01
    Süzlärneñ gomumi sanı 3609
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1937
    24.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    36.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    42.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Dinde Siyasal Islam Tekeli - 02
    Süzlärneñ gomumi sanı 3620
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2048
    24.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    37.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    44.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Dinde Siyasal Islam Tekeli - 03
    Süzlärneñ gomumi sanı 3560
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1977
    23.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    36.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    43.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Dinde Siyasal Islam Tekeli - 04
    Süzlärneñ gomumi sanı 3529
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1965
    22.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    35.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    42.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Dinde Siyasal Islam Tekeli - 05
    Süzlärneñ gomumi sanı 3649
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1914
    25.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    37.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    45.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Dinde Siyasal Islam Tekeli - 06
    Süzlärneñ gomumi sanı 3629
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1958
    26.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    37.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    45.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Dinde Siyasal Islam Tekeli - 07
    Süzlärneñ gomumi sanı 3562
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1858
    22.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    33.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    40.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Dinde Siyasal Islam Tekeli - 08
    Süzlärneñ gomumi sanı 3510
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1895
    22.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    33.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    40.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Dinde Siyasal Islam Tekeli - 09
    Süzlärneñ gomumi sanı 3594
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1891
    23.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    34.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    41.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Dinde Siyasal Islam Tekeli - 10
    Süzlärneñ gomumi sanı 3619
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1932
    24.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    36.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    43.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Dinde Siyasal Islam Tekeli - 11
    Süzlärneñ gomumi sanı 3590
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1902
    24.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    35.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    43.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Dinde Siyasal Islam Tekeli - 12
    Süzlärneñ gomumi sanı 128
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 109
    35.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    49.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    60.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.