Bozkırda - 1

Süzlärneñ gomumi sanı 4204
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2072
33.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
48.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
55.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
BOLES
Tanıdıklarımdan biri bana şu hikâyeyi anlattı bir gün:
Moskova'da öğrenciyken, "malûm kadınlar"dan biriyle, anlarsın ya, komşuluk etmek zorunda kalmıştım. Tereza adında bir Polonyalıydı. İri-yarı, kömür küfesinden çıkmış gibi kara bir kadındı. Birbirine bitişik kaşları, baltayla yontulmuşcasına kaba-saba bir suratı vardı. Karanlık gözlerinin hayvanca parıltısından, kalın ve gür sesinden, külhani tavırlarından, satıcı kadınlara benzer iri gövdesinden ürkerdim... Ben tavan arasında oturuyordum. Onun kapısı da tam benimkinin karşısındaydı. Kadının evde olduğunu bildiğim zamanlar kapımı hiç açmazdım. Gerçi evde bulunduğu yoktu pek. Arada bir merdivenlerde ya da avluda karşılaştığımızda, yüzüme bakarak, bana yırtıcı ve arsızca gelen bir tavırla gülümserdi. Çok kez fitil gibi sarhoş, saçı başı darmadağın bir halde raslardım ona. Bu sırada gözleri kayar, yüzüne her zamankinden daha çirkin bir gülümseme yayılır:
- İyisiniz inşallah bay öğrenci! derdi. Arkasından da nefretimi büsbütün artıran aptalca kahkahalar atardı. Bu gibi karşılaşmalardan ve selamlaşmalardan kurtulmanın tek çaresi evden ayrılmaktı. Fakat penceresi geniş bir görünümü kucaklayan şipşirin bir odam vardı. Sokağımız da çok sessizdi... Sıkıyordum dişimi.
Bir sabah yatağıma uzanmış, üniversiteye gitmemek için birtakım bahaneler bulmaya çalışarak yatarken, birdenbire kapının açıldığını ve iğrenç Tereza'nın o kalın sesiyle:
- İyisiniz inşallah bay öğrenci!.. diye seslendiğini işittim.
Kadının sıkıntılı yüzünde yalvaran bir anlatım vardı... Tuhaf, alışılmadık bir şeydi bu.
- Ne istiyorsunuz? dedim.
- Şey... efendim... Sizden bir dileğim vardı da... Artık ne kadar zahmetse...
Yattığım yerden:
"Numara yapıyor!" diye düşündüm. "Sıkı dur Yegor! Seni yoldan çıkarmak istiyor bu canavar..."
Kadın yalvaran bir sesle, ezile büzüle sözlerini tamamladı:
- Şey... Memlekete bir mektup yazdırmak istiyordum da...
İçimden:
"Hay Allah kahretsin! Çattık!" diye düşündüm, kalkıp masanın başına geçtim, bir kâğıt çekip:
- Şuraya geçin, oturun ve söyleyin...dedim.
Tereza içeri girdi, sandalyenin bir kıyısına ilişti, suçlu suçlu yüzüme bakmaya başladı.
- Evet... Mektup kime yazılacak?
- Varşova yolu üzerindeki Sventsyan kentinde Boleslav Kaşput'a.
- Peki... Söyleyin bakalım...
- Sevgili Bolesim... Canımın içi... Benim biricik sevgilim... Meryem Anamız seni korusun! Altın yüreklim... Mahzun kumruna, Terezana niçin çoktandır mektup yazmıyorsun?..
Az kalsın basıyordum kahkahayı. Bir metre yetmiş beş santim boyunda, yumruğu bir batman ağırlığında, ömrü boyunca baca temizleyip bir kez olsun yıkanmamış gibi kapkara suratlı bir mahzun kumru!..
Gülmemi güçlükle tutarak:
- Kim bu Bolest? diye sordum. (*)
Kadın, Boles adını bozarak söylememden incinmişçesine:
- Boles nişanlımdır, bay öğrenci... dedi.
- Nişanlınız mı?..
- Beyefendi niçin şaşırdılar? Bir genç kızın nişanlısı olamaz mı?..
Sevsinler genç kızı!.. Büsbütün şaşırmıştım ya, bozuntuya vermemeye çalışarak:
- Yoo... diye karşılık verdim. Niçin olmasın? Her şey olabilir... Çoktan beri mi nişanlısınız?..
- Altı yıldır...
Vay canına!..
Neyse... Böylece mektubu yazıp bitirdik. Hem de öyle ateşli bir aşk mektubu oldu ki, hani yazdıran Tereza değil de ondan az daha ufak bir başkası olsaydı bu Boles'in yerinde olmak isterdim doğrusu.
Tereza başını eğerek:
- Oldu... dedi. Yardımınız için size teşekkür ederim bay öğrenci! Acaba ben de size bir hizmette bulunabilir miyim?
- Hayır, eksik olmayın!
- Hani, bir yırtığınız, söküğünüz varsa...
Bu kadın kılığına girmiş fil eskisi iyiden iyiye tepemi attırmaya başlamıştı. Sert bir tavırla, onun herhangi bir hizmetine ihtiyacım olmadığını bildirdim.
Çıkıp gitti.
Aradan iki hafta geçti... Bir akşam üstü ıslık çalarak pencereden dışarı bakıyor, ne yapabileceğimi düşünüyordum. Hava bozuk olduğu için bir yere gitmek istemiyordum. Canım sıkılıyordu. Bir ara kendimi eleştirmeye koyuldum. Bu da oldukça sıkıcı bir iştir ya, başka bir şey yapmak gelmiyordu içimden. Bu sırada kapı açıldı. Çok şükür. Bir gelen var...
- Bay öğrencinin acele bir işleri var mıydı acaba?..
Hay Allah!.. Tereza'ymış!..
- Hayır... Ne istiyorsunuz?
- Beyefendiden bir mektup daha yazmalarını dileyecektim de...
- Pekâlâ... Boles'e mi yine?
- Hayır, bu kez mektup ondan gelecek.
- Ne-e?..
- Oh, ne sersemim!.. Bağışlayın... ben.. yani... demek istedim ki... Bu kez, anlıyorsunuz ya, mektup benden değil de... kadın arkadaşlarımın birinden... Yani... Kadın değil de bir erkekten demek istiyorum... Kendisi yazmıyor... Fakat bir nişanlısı var... Adı da benimki gibi, Tereza... İşte sizden bu öteki Tereza'ya mektup yazmanızı dileyecektim de...
Yüzü allak bullak olmuştu. Karşımda sallanıp duruyor, titreyen ellerini ovuşturuyordu... İşi anlamaya başlamıştım...
- Bana bakın bayan! dedim. Bu ne Boles işi , ne de Tereza. Yalan söylüyorsunuz! Boş yere uğraşmayın, sizinle ahbaplığa niyetim yok... Anladınız mı?
Kadın birdenbire tuhaf bir korkuya kapıldı. Yüzü kıpkırımızı oldu, sendeledi, bir şeyler söylemek istercesine dudaklarını kıpırdattı. Fakat ağzından tek sözcük çıkmadı.
İşin nereye varacağını bekliyor, beni yoldan çıkarmak istediğini sanmakla da bir parça yanıldığımı sezinliyordum. Anlamadığım başka şeyler vardı galiba.
Tereza neden sonra:
- Bay öğrenci... diye söze başladıysa da ansızın elini sallayarak sert bir hareketle geri döndü, çıkıp gitti. İçimde kötü bir duyguyla öylece kalakalmıştım. Sonra kapısını şiddetle çarptığını işittim... Kızmıştı besbelli... Bir süre düşündüm; gidip onu geri çağırmaya, ne isterse yazmaya karar verdim.
Odasına girdiğimde, dirseklerini masaya dayamış, başını ellerinin arasına almış oturuyordu.
- Bana bakın, dedim...
... Bu hikâyeyi anlatırken burasına geldiğimde hep bir tuhaf olurum nedense... Ne aptallık! Neyse...
- Bana bakın, dedim...
Kadın yerinden fırladı, gözleri parlayarak üstüme yürüdü, ellerini omzuma koydu ve fısıltıyla, daha doğrusı hırıltıyla:
- Ne olacak? dedi. Ha, ne olacak? Evet, tam bildiğiniz gibi! Boles, Moles yok... Tereza da yok! Ama size ne bundan? Kâğıt üzerinde kalemi oynatıvermek çok mu zorunuza gidiyor? Ha? Ah sizler! Muhallebi çocukları! Evet!.. Ne Boles var, ne de Tereza! Yalnızca ben varım! Ne çıkar bundan? Ha? Ne çıkar?..
Bu karşılama serseme çevirmişti beni.
- Durun hele, dedim. Ne demek istiyorsunuz? Boles diye biri yok mu yani?
- Evet, yok! Ne çıkar bundan?..
- Ya Tereza, o da mı yok?
- Tereza da yok! Tereza benim!
Hiçbir şey anlamamıştım. Gözlerimi fal taşı gibi açmış, kadının yüzüne bakıyor; hangimizin delirdiğini anlamaya çalışıyordum. Tereza yeniden masaya doğru gitti, bir şeyler arandı, sonra yanıma geldi ve incinmiş bir sesle:
- Boles'e yazmak size bu kadar güç geldiyse, alın mektubunuzu! dedi... Alın!.. Ben başkalarına da yazdırabilirim...
Bir de baktım, Boles'e yazdığım mektubu tutuyor elinde... Vay canına!..
- Bana bakın Tereza! dedim. Ne demek oluyor bütün bunlar? Niçin başka mektuplar yazdırasınız? Göndermiyorsunuz ki onları...
- Kime gönderecekmişim?
- Kime olacak... Boles'e!..
- Ama Boles diye biri yok ki!..
Şaşıp kalmıştım! Ne halin varsa gör deyip ayrılmaktan başka çare kalmamıştı. Fakat kadın durumu açıkladı.
İncinmiş bir sesle:
- Ne çıkar? diye söze başladı. Yoksa yok! (Ve sanki onun niçin olmadığına akıl erdiremiyormuş gibi ellerini iki yana açtı.) Ama ben olmasını istiyorum... Ben de herkes gibi insan değil miyim?.. Evet... biliyorum... biliyorum ama... ona mektup yazmamın kimseye bir zararı yok ki...
- Affedersiniz, kimden söz ediyorsunuz?
- Boles'ten...
- Hani Boles yoktu?..
- Ah, Meryem Ana!.. Yoksa yok, ne çıkar bundan?.. Yok, ama bana varmış gibi geliyor... Ona mektup yazıyorum ve böylece var oluyor... O da bana, Tereza'ya karşılık veriyor... Sonra ben yeniden yazıyorum...
Anlamıştım... O an ne kadar üzüldüğümü, utandığımı anlatamam... Bir insan yaşıyordu üç adım ötemde... Sevgiye, yakınlığa ihtiyacı olan ve bunu hiç kimsede bulamayan bu insan, sonunda kendi kafasının içinde kendine bir sevgili yaratmıştı...
- Boles'e yazdığınız mektubu başkalarına okutup dinliyorum... O zaman Boles varmış gibi geliyor bana... Şimdi de Boles'ten Tereza'ya... yani bana... bir mektup yazmanızı diliyorum sizden... Onu başkalarına okutup dinlediğimde Boles'in varlığına büsbütün inanacağım... Yaşamak benim için daha kolaylaşacak...
... İşte böyleyken böyle!.. Aklıma geldikçe bir tuhaf olurum!.. O günden sonra düzenli olarak haftada iki kez Tereza'nın Boles'e mektuplarını, Boles'in de cevaplarını yazmaya başladım. Cevapları özene bezene kaleme alırdım... Tereza bunları dinlerken o kocaman sesiyle avaz avaz ağlardı. Ve düzmece Boles'in mektuplarıyla ona gözyaşı döktürmemin karşılığında çoraplarımı, gömleklerimi yamar, söküklerimi dikerdi. Bu mektup hikâyesinden üç ay sonra bir sebepten hapse attılar onu. Şimdi ölmüştür belki de.
Dostum sigarasının külünü üfledi, dalgın bir tavırla gökyüzüne bakarak sözlerini tamamladı:
İşte böyle... İnsan acıyı tattıkça şefkati daha çok arar... Ama köhnemiş erdemlerimizin duvarları arasına sıkışan, birbirimize tepeden bakan bizler bunu anlayamıyoruz. Çok ahmakça, çok acı sonuçlar doğuruyor bu anlayışsızlığımız. Diyoruz ki, düşkün insanlar!.. Ne demektir bu?.. Onlar da bizler gibi aynı kemikten, aynı kandan, aynı etten ve sinirden yapılmışlardır. Her şeyden önce insandırlar... Yüzyıllardır işitip dururuz bu "düşkün insanlar" sözünü. Ne saçma şey! Asıl düşkünler bizleriz! Hem de adamakıllı düşkün!.. Kendini beğenmişliğin, mutsuz insanlara tepeden bakmanın uçurumuna düşmüşüz... O insanlar ki tek eksikleri bizden daha az kurnaz olmaları ve kendilerine iyi insan süsü vermeyi daha az becerebilmeleridir... Neyse... Bırakalım bunları... Bu sözler o kadar çok söylendi ki, insan bir daha tekrarlamaya utanıyor!...
1896
MALVA
Deniz gülüyordu.
Kızgın bir rüzgârın hafif esintisiyle titriyor, güneşi göz kamaştırıcı bir parlaklıkla yansıtan küçük kırışıklıklarla kaplanıyor, mavi gökyüzüne gümüş renginden binlerce gülümseme gönderiyordu. Denizle gök arasındaki engin boşlukta, denize uzanan kumsal burunun eğimli kıyılarına birbiri arkasına tırmanan dalgaların neşeli şıpırtısı yayılıyordu. Denizdeki kırışıkların binlerce kez yansıttığı güneş ışığıyla bu ses, canlı bir sevinçle, durmadan hareket eden bir uyumla birleşiyordu. Güneş, aydınlattığı için; deniz de onun coşkun bir sevinç içindeki aydınlığını yansıttığı için mutluydular.
Rüzgâr, denizin atlas göğsünü okşayarak düzeltiyor; güneş onu yakıcı ışınlarıyla ısıtıyor; deniz bu tatlı okşayışlar altında uykulu uykulu iç geçirerek sıcak havayı tuzlu bir buhar kokusuyla dolduruyordu. Sarı kumsala tırmanan yeşilimtrak dalgaların bıraktığı beyaz köpük, kızgın kumları ıslatarak hafif bir cızırtıyla sönüyordu.
Dar ve uzun burun, kıyıdan denize düşmüş kocaman bir kuleyi andırmaktaydı. Suyun güneşle oynaşan sınırsız alanı bir temel çivisi gibi deliyor; beri yanda, toprağın kızgın bir sisle kaplandığı uzaklıkta, başlangıç noktası göze görünmüyordu. Rüzgâr, bu temiz denizin ortasında ve mavi, berrak gökkubbe altında ne olduğu anlaşılmaz bir hale gelen ağır bir kokuyu sürükleyip getiriyordu oradan.
Burunun balık pullarıyla kaplı kumsalına ağaç kazıklar dikilmiş, bunların üzerine de yere örümcek ağı gibi gölgeleri düşen balık ağları asılmıştı. Kumsalda birkaç tane büyük, bir tane de küçük sandal yan yana duruyor, kıyıya tırmanan dalgalar el edip onları kendilerine çekmek istiyorlardı sanki. Dört bir yana çengeller, kürekler, sepetler, fıçılar saçılmıştı. Bunların ortasında da söğüt dallarnıdan, tahta tabakalarından, hasırlardan yapılmış bir baraka yükselmekteydi. Barakanın girişindeki budaklı bir değneğin üzerinde, tabanları gökyüzüne dönük keçe çizmeler sallanıyordu. Bütün bu darmadağınıklığın üstünde yükselen uzun bir sırığın ucundaki kırmızı bir bez parçası, rüzgârda dalgalanıyordu.
Sandallardan birinin gölgesinde, patronu Grebenşçikov'un volilerinin ileri mevki bekçiliğini yapan Vasili Legostev yatıyordu. Yüzükoyun uzanmış, başını avuçları içine almış, gözlerini denizin uzaklarına, güçlükle görülebilen kıyı çizgisine dikmişti. Orada, suyun üzerinde, küçük, siyah bir nokta kımıldıyor, bu noktanın kendisine yaklaştıkça büyüdüğünü görmek Vasili'nin hoşuna gidiyordu.
Güneşin dalgalar üzerindeki parlak ışıltısıyla kamaşan gözlerini kırpıştırarak memnun gülümsedi: Malva'ydı gelen. Gelecek, kahkahalar atacak, göğsü içi gıcıklayıcı bir şekilde inip kalkacak, onu yumuşacık kollarıyla kucaklayacak, çınlayan sesiyle martıları ürküterek kıyıda olup bitenleri bir bir anlatacaktı. Birlikte güzel bir balık çorbası pişirecekler, votka içecekler, kumsala devrilip sohbet edecek, oynaşacaklardı. Sonra hava kararmaya başlayınca da çaydanlıkta çay kaynatacak, lezzetli çörekler yiyecek ve yatıp uyuyacaklardı... Her pazar, haftanın her tatil günü böyle olurdu bu. Sabahleyin erkenden, henüz uykudan uyanmamış denizin üzerinden, tan öncesinin serin alacakaranlığı içinde kıyıya taşıyacaktı onu. Malva uyuklayarak sandalın kıçında oturacak, Vasili de kürek çekip onu seyredecekti. Çok gülünç olurdu o sıralar; tıka basa doymuş bir kedi gibi gülünç ve tatlı... Belki de oturduğu yerden kayarak sandalın dibine inecek, yusyumak olup uyuyacaktı orada. Sık sık yapardı bunu...
Kızgın sıcak yüzünden martılar bile bitkindi bugün. Gagalarını açmış, kanatlarını indirmiş, yan yana kumsalın üzerinde duruyorlar; ya da tembel tembel, bağrışmadan, dalgalar üzerinde sallanıyorlardı. Her zamanki yırtıcı canlılıklarından eser yoktu.
Vasili sandalda Malva'dan başka birinin daha olduğunu gördü. Acaba yine Seryojka mı askıntı olmuştu? Kumun üzerinde güçlükle dönerek oturdu, avuçlarını gözlerine siper edip kaygıyla bakmaya başladı. Gelen kimdi acaba? Malva kıçta oturmuş, dümen tutuyordu. Kürek çeken Seryojka olamazdı. Acemi bir kürekçiydi bu. Seryojka olsaydı, Malva dümen tutmak gereğini duymazdı. Vasili sabırsızlanarak:
- Heey! diye bağırdı.
Kumsaldaki martılar irkilerek kulak kabarttılar.
Sandaldan Malva'nın çınlayan sesi kopup geldi.
- Hey-hey!..
- Yanındaki kim?
Karşılık yerine bir kahkaha işitildi.
- Vasili alçak sesle:
- Şeytan karı! diye bir küfür savurarak tükürdü.
Gelenin kim olduğunu fena halde merak ediyordu. Sigarasını sararken, kürekçinin ensesine ve sırtına bakıyordu gözlerini kırpmadan. Kürek vuruşları altında suyun çıkardığı şıpırtı havaya yayılıyor, bekçinin çıplak ayakları kumları hışırdatıyordu. Sandal yaklaştı. Vasili, Malva'nın yüzündeki her zamankine benzemeyen yabancı gülümsemeyi seçebildiği zaman:
- Kim o yanındaki? diye bağırdı.
Malva gülerek:
- Biraz bekle, şimdi anlarsın! diye karşılık verdi.
Kürekçi yüzünü kıyıya çevirdi, o da gülerek Vasili'ye bakmaya başladı.
Bekçi kaşlarını çatarak, kendisine hiç de yabancı gelmeyen bu delikanlının kim olduğunu anımsamaya çalıştı.
Malva:
- Baştankara! komutunu verdi.
Sandal bir dalganın üzerinde hızla atılarak neredeyse yarısına kadar kumsala çıktı, hafifçe yana doğru kaykılıp durdu. Dalga, gerisin geri denize kaydı. Kürekçi kıyıya sıçrayarak:
- Merhaba, baba! dedi.
Vasili boğuk bir sesle:
- Yakov! diye haykırdı.
Sevinmekten çok, şaşırmıştı.
Kucaklaştılar, üç kez birbirlerinin dudaklarını, yanaklarını öptüler. Vasili'nin yüzünde şaşkınlık, sevinç, utanç birbirine karıştı.
- Bakıyorum, bakıyorum... Bir gelen var ama... İçim içime sığmıyor... Sensin ha! Nereden çıktın böyle? Bak sen şu işe! Acaba Seryojka mı diyorum? Yoo... Seryojka da değil! Ah, sensin ha!
Vasili bir eliyle sakalını sıvazlıyor, öbürünü havada sallayıp duruyordu. Malva'ya bakmak istiyordu ya, oğlunun cıvıl cıvıl gözleri dikilmişti yüzüne. Bunların parlaklığı Vasili'yi şaşkına çeviriyordu. Böylesine sağlıklı, güzel bir delikanlının babası olmaktan ötürü duyduğu kıvanç, metresinin orada bulunuşundan ötürü duyduğu utançla çarpışıyordu. Kızgın kumun üstünde ayak değiştirerek Yakov'un karşısında duruyor, cevap beklemeden birbiri arkasına sorular soruyordu delikanlıya. Kafası karma karışık olmuştu. Hele Malva'nın alaylı bir sesle:
- Topaç gibi ne dönüp duruyorsun?.. Sevinçten aklın karıştı galiba!.. Çocuğu barakaya götürüp ağırlasana... dediğini işitince büsbütün şaşkınlaştı.
Malva'ya baktı. Kadının dudaklarında Vasili'nin o zamana kadar görmediği bir alay kıpırtısı dolaşıyordu. Bu her zamanki yuvarlak, yumuşak, taze varlıkta yeni, yabancı bir şeyler vardı bugün. Yeşilimtrak gözleriyle bir babaya, bir oğula bakıyor; beyaz, küçük dişlerinin arasında durmadan karpuz çekirdeği çıtlatıyordu. Yakov da gülümseyerek babasını ve kadını seyrediyordu. Vasili'ye çok bunaltıcı gelen birkaç sessizlik saniyesi geçti. Üçü de susuyordu. Bekçi ansızın telaşlanarak barakaya yöneldi:
- Hemen geliyorum! Siz içeri girin, ben bir su doldurup geleyim... Balık çorbası pişireceğiz! Yakov, öyle bir çorba yedireceğim ki sana! Siz rahatınıza bakın, ben hemen geliyorum...
Barakanın yanından, kumun üstünden bir tencere alarak ağların orada bir yere doğru hızlı hızlı yürüdü; karmakarışık, gri ağ yığınları arasında gözden kayboldu.
Malva'yla Yakov da barakaya doğru yürüdüler.
Malva yan gözle delikanlının sağlam yapısını süzerken:
- Haydi bakalım güzel delikanlı, işte babana getirdim seni! dedi.
Yakov, kıvırcık, kumral bir sakalla çevrelenmiş yüzünü Malva'ya döndürdü; gözleri parlayarak:
- Evet, geldik... dedi. Güzel bir yer burası, deniz bir harika!
- Engin deniz... Peki, babanı nasıl buldun bakalım? Epeyce kocamış olmalı, öyle değil mi?
- Yoo, hiç de değil. Ben saçı sakalı ağarmıştır artık diye düşünüyordum ya, pek o kadar kırlaşmamış daha... Sırtı bile kamburlaşmamış...
- Görüşmeyeli ne kadar oldu demiştin?
- Sanırım beş yıl... O köyden çıktığında ben on yedimi sürüyordum...
Barakaya girdiler. Boğucu bir hava vardı burada. Hasırlardan tuzlu bir balık kokusu yükseliyordu. Yakov iri bir kütüğün, Malva da çuval yığınlarının üzerine oturdu. Aralarında, dibi masa olarak kullanılan enine kesilmiş bir fıçı vardı. Yerleşirken, hiç konuşmadan dik dik birbirlerini süzdüler.
Malva:
- Burada çalışmak istiyorsun galiba? diye sordu.
- Eh işte... Bilmem ki... Eğer bir iş bulunursa, çalışırım tabii.
Malva yeşil gözlerini kırpıştıra kırpıştıra delikanlıyı süzdü; kesinlikle:
- Bizim burada iş bulunur! dedi.
Yakov, Malva'ya bakmıyor; mintanının yenleriyle terli yüzünü kuruluyordu.
Malva ansızın gülmeye başladı.
- Ananın babana ilettiği haberler vardır herhalde?
Yakov, Malva'ya göz atarak kaşlarını çattı; kısaca:
- Tabii var... dedi. Ne olacak?
- Hiç!
Malva'nın gülüşü Yakov'un hoşuna gitmemiş, delikanlıyı sinirlendirmişti. Sonra düşünceleri bu kadından uzaklaşarak anasının ilettiği haberlerde toplandı.
Anası onu köyün dışına kadar geçirmiş, orada bir çite dayanıp, pınarları kurumuş gözlerini kırpıştırarak hızlı hızlı şöyle demişti:
- Yakov... Babana de ki... Tanrı aşkına, ona de ki... Baba, anam yapayalnız... Anladın mı... Beş yıl geçti, o hâlâ yapayalnız... Kocuyor, anladın mı! Yakovcuğum, söyle ona, Tanrı aşkına söyle... Anam kocakarı olacak yakında... Hâlâ yalnız, yapayalnız! Durmadan çalışıyor. İsa aşkına bir bir söyle...
Ve yüzünü önlüğüyle kapayarak sessizce ağlamıştı.
Ona o zaman acımamıştı, ama nedense şimdi acıyordu... Malva'ya bakarak kaşlarını sertçe çattı.
Vasili:
- İşte geldim! diye bağırarak barakaya girdi. Elinin birinde balık, ötekinde bıçak vardı.
Bozulduğunu belli etmiyordu artık. İçinin derinliklerine gizlemişti o duyguyu. Şimdi onlara sakin sakin bakabiliyordu. Fakat hareketlerinde yine de ona özgü olmayan bir tedirginlik vardı.
- Şimdi bir ateş yakayım... Hemen geliyorum... Konuşuruz... Ah Yakov, sen ha!..
Yeniden dışarı çıktı.
Malva bir yandan karpuz çekirdeklerini çıtırdatırken, öte yandan, bakışlarını gizlemek gereğini duymadan delikanlıyı tepeden tırnağa süzüyordu. Yakov ise çok istediği halde ona bakmamak için zorluyordu kendini.
Delikanlı, sessizlikten bir ara o kadar sıkıldı ki, yüksek sesle:
- Torbamı sandalda bırakmıştım, gidip alayım bari! dedi.
Yerinden ağır ağır kalkıp dışarı çıktı. Bu kez Vasili barakaya girdi; Malva'ya eğilip sert bir sesle, hızlı hızlı:
- Peki, sen niye geldin onunla birlikte? dedi. Şimdi seni kim diye tanıtayım ona? Sen neyimsin benim?
Malva:
- Geldimse geldim, ne olmuş!.. diye kestirip attı.
- Ah sen... Ne düşüncesiz karısın sen! Şimdi ben ne yapacağım? Böyle kör kör parmağım gözüne, birdenbire, olacak iş mi? Evde karım var yahu! Bu çocuğun anasıdır... Niçin akıl etmedin bunu?...
- Püf! Başka işim kalmadı da, bunu düşünecektim!.. Senin oğlundan bir korkum mu var? Yoksa senden mi korkacağım?
Malva yeşil gözlerini hoşgörüyle kırpıştırarak konuşuyordu:
- Az önce oğlanın önünde amma da döneliyordun ha! Öyle bir gülesim geldi ki!
- Gülesin geldi demek!.. Peki ben ne yapacağım şimdi?
- Daha önce düşünseydin bunu!
- Oğlanın damdan düşer gibi böyle birdenbire denizden çıkıp geleceğini nereden bilecektim?
Kumlar Yakov'un ayakları altında hışırdayınca konuşma kesildi. Yakov küçük torbasını getirip bir köşeye fırlattı; yan gözle kötü kötü, kadını süzdü.
Malva karpuz çekirdeklerini tutkuyla çıtırdatıyordu. Vasili kütüğe oturdu, kollarını dizlerinin üzerinde kavuşturdu; gülümseyerek söze başladı:
- Demek çıkıp geldin... Nereden aklına esti?
- Oldu işte... Sana da yazmıştık ya...
- Ne zaman? Ben mektup filan almadım!
- Nasıl olur? Yazmıştık...
- Demek kayboldu.
Vasili kederlenmişti.
- İşe bak sen! Allah kahretsin!.. Tam da gerekli olduğu zaman kaybolur...
Yakov babasına güvensiz bir bakış fırlatarak:
- Öyleyse köyde olup bitenlerden haberin yoktur... dedi.
- Nereden olsun? Mektubu almadım ki!
Yakov o zaman anlatmaya koyuldu. Atları ölmüş, ekinlerini daha şubat başında yiyip bitirmişlerdi. Beş kuruşluk gelirleri kalmamıştı. Ot da yetmiyordu; inek açlıktan ölmek üzereydi. Nisana kadar şöyle böyle geçinmişler, sonra da çift sürme zamanının bitiminde Yakov'un para kazanmak için babasının yanına varıp üç ay orada çalışmasına karar vermişlerdi. Bunu ona yazmışlar; sonra üç koyun satıp un ve ot satın almışlar, Yakov da çıkıp gelmişti işte.
Vasili:
- Bak sen şu işe! diye bağırdı. Fakat... Demek ki... Para da gönderiyordum ama...
- Çok bir para değil ki.. Kulübeyi onardık... Marya'yı kocaya verdik... Ben bir pulluk satın aldım... Sonra beş yıl az zaman mı?
- Ya!... Demek yetmedi ha?.. İşe bak sen... Dur hele, çorba kaynamaya başlamıştır; gecikmeye gelmez!
Kalkıp dışarı çıktı.
Vasili, ateşin önüne çökerek düşünceye daldı. Tencere köpükler saçarak kaynıyordu. Oğlunun anlattıkları canını pek fazla sıkmamış; fakat hem ona, hem de karısına karşı bir hoşnutsuzluk duygusu uyanmıştı içinde. Onlara beş yıldır dünyanın parasını göndermişti, ama işleri yine de yürütememişlerdi demek. Eğer Malva olmasaydı, Yakov'a neler söyleyeceğini bilirdi. Babasına danışmadan köyden çıkıp gelmeye aklı yetiyor da şuncağız iş yürütemiyordu demek! O güne kadar kaygısız, rahat bir hayat yaşayan Vasili, köyü aklına bile getirmemişti. Ama şimdi köydeki toprağı, birdenbire gereksiz, yararsız bir şey; yıllardır boş yere para akıttığı dipsiz bir çukur gibi görünüyordu ona. Bir kaşıkla balık çorbasını karıştırırken içini çekti.
Ateşin küçük, sarımtrak alevi, güneşin parlaklığı karşısında zavallı ve solgun kalıyordu. Mavi, saydam duman kümeleri ateşten koparak denize doğru, dalga serpintilerine karşı akıp gidiyorlardı. Vasili gözleriyle onların arkasından bakarken, durumunun artık eskisi gibi iyi olmayacağını, eskisi gibi özgür yaşayamayacağını düşünüyordu. Yakov, Malva'nın kim olduğunu anlamıştı kuşkusuz...
Kadınsa barakada oturmuş, hiç yitmeyen bir gülümsemenin oynaştığı küstah ve kışkırtıcı gözleriyle, delikanlıyı renkten renge sokuyordu.
Ansızın Yakov'un yüzüne dik dik bakarak:
- Köyde bir yavuklu bıraktın da geldin, değil mi? diye sordu.
Beriki isteksiz isteksiz:
- Olabilir, diye karşılık verdi. Ne olacak?
Malva kayıtsızca:
- Nasıl, güzel bir şey mi bari? diye sordu.
Yakov ses çıkarmadı.
- Ne susuyorsun? Hangimiz güzeliz; o mu, ben mi?
Delikanlı istemeye istemeye kadının yüzüne baktı. Yanakları esmer ve tombuldu. Kışkırtıcı bir gülümsemeyle aralanmış kabarık dudakları titriyordu. Vücuduna iyice oturan pembe, basma bluzu yuvarlak omuzlarıyla dik ve oynak göğüslerini meydana çıkarıyordu. Fakat kadının kurnaz kurnaz kırpışan, yeşil, alaycı gözlerinde delikanlının hoşuna gitmeyen bir şey vardı. Ona sert bir karşılık vermek istediği halde, nedense içini çekerek titrek bir sesle:
- Niçin böyle konuşuyorsun? diye sordu.
Malva alaycı bir gülüşle:
- Nasıl konuşayım istiyorsun diye karşılık verdi.
- Hem de gülüyorsun... Niye?
- Sana gülüyorum...
Yakov incinerek:
- Gülecek ne var bende diye sordu ve kadının bakışlarından kaçınmak için yeniden gözlerini indirdi.
Malva karşılık vermedi.
Yakov onun, babasıyla ilişkisinin niteliğini anlıyor, bu yüzden serbestçe konuşamıyordu Malva'yla. Bu iş delikanlıyı şaşırtmış değildi. Gurbetçi köylülerin, uzakta olmanın zevkini adamakıllı çıkardıklarını işitiyor, babası gibi güçlü kuvvetli bir adamın o kadar uzun bir zamanı kadınsız geçirmesinin zor bir şey olduğunu anlıyordu. Fakat yine de hem kadının, hem de babasının karşısında sıkılganlık duymamak elinde değildi. Sonra anasını, durup dinlenmeden, yakına yakına çalışan köydeki o bitkin kadını anımsadı...
Vasili barakaya girerek:
- Çorba hazır! diye seslendi. Malva, sen de kaşıkları çıkar!
Yakov babasına baktı. Kaşıkların yerini bildiğine göre, kadın buraya sık sık geliyor olmalı!.. diye düşündü.
Kaşıkları çıkaran Malva, gidip onları yıkayacağını, gelirken de sandalın kıç altındaki votkayı getireceğini söyledi.
Başbaşa kalan baba oğul, sessizce Malva'nın arkasından baktılar.
Vasili:
- Nasıl rasladın ona? diye sordu.
- Yazıhaneden seni soruyordum, o da oradaymış... "Kumda yayan yürümektense sandalla gidelim, zaten ben de ona gidiyorum" dedi. İşte böylece geldik.
- Eveeet... Ben de acaba Yakov ne yapıyordur şimdi diye düşünüyordum.
Yakov babasına bakarak tatlı tatlı gülümsedi. Bu gülümseyişle yüreklenen Vasili:
- Şey... Kadını nasıl buldun?... diye sordu.
Yakov gözünü kırptı, belirsizce:
- Fena değil, diye karşılık verdi.
Vasili kollarını yana açarak:
- Ne yaparsın; başka yolu yok bu işin iki gözüm, diye sesini yükseltti. Önce sıkayım dişimi dedim, ama baktım ki olacak şey değil! Alışmışız bir kere... Evli bir adamım ben. Elbisem yamanmalı, falan filan... Sonra... Ne bileyim canım!.. (Sözlerini içtenlikle bitirdi.) Ölümden de, kadından da kurtulmanın yolu yok!..
Yakov:
- Bana ne bunlardan? dedi. Kendi bileceğin şey. Seni yargılamak bana düşmez...
Ama içinden de şöyle düşünüyordu: Pantolonunu biraz zor yamatırsın böylesine...
Vasili:
- Topu topu kırk beş yaşındayım.. diye sürdürdü sözlerini. Sonra fazla bir masrafı da yok benim için; karım değil, bir şey değil...
Yakov bir yandan:
- Haklısın, diyor; fakat içinden: Herhalde son meteliğine kadar tırtıklıyordur! diye düşünüyordu.
Malva elinde bir şişe votka, bir çıkın tatlı çörekle dönüp geldi. Yemeğe oturdular. Konuşmadan yiyor, kemikleri şapırtıyla emdikten sonra, kapıdan dışarı kumun üstüne tükürüp fırlatıyorlardı. Yakov hırsla, iştahla yiyordu. Bu Malva'nın hoşuna gitmiş olmalıydı ki, delikanlının güneşten esmerleşmiş yanaklarının dolup boşalmasını; nemli ve iri dudaklarının hızla hareket edişini seyrederek keyifli keyifli gülümsüyordu. Vasili, canı istemediği halde, iştahla yiyor görünerek bundan böyle onlara nasıl davranması gerektiğini düşünüyordu.
Martıların yabanıl çığırışları, denizden yükselen tatlı ezgiyi zedeliyordu. Sıcağın yakıcılığı azalmıştı biraz. Ara sıra deniz kokusuyla dolu serin bir esintinin barakaya girdiği oluyordu.
Lezzetli balık çorbasını yiyip votkayı da yuvarladıktan sonra Yakov'un gözleri kaymaya başladı. Aptal aptal gülümsüyor, geğiriyor, esniyor ve Malva'ya öyle bir bakıyordu ki, Vasili ona:
- Yakov, çay zamanına kadar sen şurada uzanıver... Biz seni uyandırırız, demek zorunda kaldı.
Yakov:
- Oluur... deyip çuval yığınının üzerine devrildi.
Sonra:
- Peki... Siz ne yapacaksınız bakalım? diye sordu. Ha! Ha! Ha!...
Oğlunun kahkahası karşısında utanıp bozulan Vasili çabucak barakadan dışarı çıktı. Fakat Malva, dudaklarını büzüp kaşlarını çatarak:
- Bizim ne yapacağımız seni ilgilendirmez! diye karşılık verdi. Sana ne? Ağzın süt kokuyor daha! Anladın mı, yavru!
Yakov, bu sözleri söyleyerek çıkıp giden Malva'nın arkasından:
- Ağzım süt kokuyor ha! Öyle olsun! diye bağırdı. Bekle bakalım. Ben sana gösteririm! Ben senin...
Bir süre daha böyle homurdandıktan sonra, kıpkırmızı olmuş yüzünde sarhoş, doygun bir gülümsemeyle uyuyakaldı.
Kuma sapladığı üç tane kancanın tepelerini birleştirip üzerlerini hasırla örterek bir gölgelik yapan Vasili, ellerini ensesinde kenetleyerek uzanmış, gökyüzünü seyrediyordu, Malva onun yanında kendini kuma bırakıverdiği zaman, Vasili yüzünü öfkeyle kadına doğru çevirdi.
Malva alaylı alaylı gülerek:
- Ne o? diye sordu. Oğlunun gelişine pek sevinmedin galiba?
Vasili, sıkıntıyla:
- Baksana... dedi. Eğleniyor benimle... Senin yüzünden!
Malva yalancıktan şaşırarak:
- Niye benim yüzümdenmiş, diye sordu.
- Tabii senin yüzünden! Başka neden olacak?
- Ah sen, Allahın zavallısı! Ne olacak şimdi? Sana gelmeyeyim mi istiyorsun yoksa? Ha? Peki gelmem bundan sonra!..
Vasili:
- Sen ne cadısın sen! diye yakındı. Ne olacak; insan değil misiniz! İkiniz de benimle eğleniyorsunuz... Sözüm ona, en yakınlarımsınız! Eğlenecek ne var? Hainler!
Sırtını kadına dönerek sustu.
Malva kollarını dizlerinin üzerinde kavuşturmuş, gövdesini usul usul sallıyor, yeşil gözleriyle parlak, cıvıl cıvıl denizi seyrediyor; güzelliklerinin farkında olan bütün kadınların o doygun, tepeden gülümseyişi dolaşıyordu dudaklarında.
Kanatları kül renginde iri ve hantal bir kuşu andıran bir yelkenli, denizin üzerinde kayıp gidiyordu. Kıyıdan uzaktaydı. Gittikçe daha da uzaklaşıyor, gökle denizin birleşip kaynaştığı o mavi sonsuzluğa doğru yol alıyordu.
Vasili:
- Ne susuyorsun? diye sordu.
Malva:
- Düşünüyorum, dedi.
- Ne düşünüyorsun?
Malva:
- Hiç, diyerek kaşlarını oynattı.
Bir süre sustuktan sonra:
- Oğlun yakışıklı delikanlıymış... diye sözlerini sürdürdü.
Vasili kıskançlıkla:
- Sana ne bundan? diye sesini yükseltti.
- Neyse ne... Boş ver...
Vasili, Malva'yı kuşku dolu sert bir bakışla süzerek:
- Bana bak! dedi. Sersemliği bırak! Kafamı kızdırma! Yumuşak huylu atın çiftesi pek olur, anladın mı?.. (Dişlerini gıcırdattı; yumruklarını sıktı.) Bugün gelir gelmez bir oyun çevirmeye başladın... Ne yapmak istediğini anlayamadım daha... Fakat bana bak; eğer işin içinde bir hainlik olduğunu anlarsam, elimden kurtulamazsın ha! Kırıtmalar... Bilmem neler... Senin gibi mallara nasıl davranılacağını bilirim ben...
Malva umursamaz bir tavırla, erkeğin yüzüne bile bakmadan:
- Beni korkutmaya çalışma, Vasili... dedi.
- Pekâlâ! Öyleyse sen de alay etmekten vazgeç...
- Benim gözümü yıldırmaya çalışma...
Vasili öfkeyle:
- Eğer şımarıklığa başlarsan, bilirim yapacağımı! diye gözdağı verdi.
Kadın, Vasili'nin öfkeden kararmış yüzüne merakla baktı:
- Dayak mı atacaksın?
- Ne o? Kendini kontes mi sanıyorsun yoksa? Dayak da atarım tabii...
Malva sakin, inandırıcı bir tavırla:
- Ben senin neyinim, karın mıyım? diye sordu.
Ve karşılık beklemeden sözlerini sürdürdü:
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Bozkırda - 2
  • Büleklär
  • Bozkırda - 1
    Süzlärneñ gomumi sanı 4204
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2072
    33.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    55.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Bozkırda - 2
    Süzlärneñ gomumi sanı 4208
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2056
    31.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    47.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    54.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Bozkırda - 3
    Süzlärneñ gomumi sanı 4204
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2017
    34.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    47.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    55.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Bozkırda - 4
    Süzlärneñ gomumi sanı 4117
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2176
    31.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    46.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    54.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Bozkırda - 5
    Süzlärneñ gomumi sanı 892
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 605
    43.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    56.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    62.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.