🕥 32 minut uku

Bozkırda - 3

Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
Süzlärneñ gomumi sanı 4204
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2017
34.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
47.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
55.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
  Malva bir şey söylemedi. Birbiri arkasına kıyıya koşan, kocaman sandalı kımıldatıp duran dalgaların oyununu izlemeye koyuldu. Direk, sağa sola sallanıyor; sandalın kıçı yükselip alçalarak şiddetli, kederli bir sesle suya çarpıyordu. Sandal kıyıdan kopup uzaklaşmak, engin ve özgür denize açılmak istiyor; onu kıyıya bağlayan halata öfkeleniyordu sanki.
  Sonra Yakov'a:
  - Niye hâlâ gitmiyorsun? diye sordu.
  Yakov:
  - Nereye gideyim? diye karşılık verdi.
  - Kente gidecektin ya...
  - Gitmeyeceğim!
  - Öyleyse babanın yanına git.
  - Ya sen?
  - Ne olmuş?
  - Sen gelmeyecek misin?
  - Hayır...
  - Öyleyse ben de gitmem.
  Malva soğukkanlılıkla:
  - Bütün gün benim yanımda mı sürtüp duracaksın? diye sordu.
  Yakov sert bir sesle:
  - Sana ihtiyacım yok... dedi, kalkıp uzaklaştı.
  Fakat yanılıyordu bunu söylerken. Kadından ayrılınca canı sıkılmaya başlamıştı. Malva'yla konuştuktan sonra tuhaf bir duygu belirmişti içinde. Babasını düşününce, bulanık bir öfke, belli belirsiz bir hoşnutsuzluk duyuyordu şimdi. Dün böyle bir şey yoktu. Bugün de Malva'yla karşılaşıncaya kadar böyle bir şey sezinlememişti... Babası orada, denizin uzaklarında, gözle ancak görülebilen o kumsal çizgisindeydi ama; yine de Yakov'a engel oluyordu sanki... Sonra Malva, babasından korkuyormuş gibi geldi ona. Korkmasa, Yakov'a başka türlü davranırdı belki.
  Dalyanın oralarda, insanlara bakarak başıboş dolaşıp duruyordu. Seryojka, bir barakanın gölgesinde, bir fıçının üstüne oturmuş; balalaykasını tıngırdatıp yüzünü gülünç hallere sokarak şarkı söylüyordu:
  Aman po-liis efendi!
  Yardım ediniz bana...
  Karakola gitmezsek,
  Düşeceğim çamura...
  Kendisi gibi yirmi, yirmi beş tane adem baba kuşatmıştı çevresini. Hepsinden de burada herkese, her şeye sinmiş olan salamura balık ve güherçile kokusu yükseliyordu. Çirkin, kir pas içinde dört kadın, kumların üzerine oturmuş; büyük, teneke bir çaydanlıktan çay içiyorlardı. Sabahın köründe kafayı tütsülemiş bir ırgat, ayağa dikilmeye çabaladıkça yuvarlanıyor; kumların üzerinde debelenip duruyordu. Bir yerlerden cırlak bir kadın ağlamasıyla akordu bozuk bir akordeon sesi geliyor, her yanda balık pulları parıldıyordu.
  Yakov öğle üzeri boş fıçılar yığını arasında kendine gölgelik bir yer bularak akşama kadar yatıp uyudu. Uyanıp yeniden dalyanda dolaşmaya başladığında, onu bir yerlere çeken belli belirsiz bir duygu vardı içinde.
  İki saat sonra, maden ocağının ötesindeki genç söğütlerin altında buldu Malva'yı. Kadın, elinde parça parça olmuş bir kitap tutarak uzanmış, gülümseyerek Yakov'a bakıyordu.
  Delikanlı, onun yanına otururken:
  - Bak hele, nerelere gelmişsin! dedi.
  Malva güvenle sordu:
  - Çok mu aradın beni?
  Yakov:
  - Ben seni mi arıyordum sanki! diye bağırdı ve ansızın, gerçekten de onu aradığını anlayıverdi. Bu işe akıl erdiremeyip şaşkın şaşkın başını salladı.
  Kadın:
  - Okumuşluğun var mı? diye sordu.
  - Okumuşluğum mu?... Eh, şöyle böyle... Herhalde unutmuşumdur...
  - Benimki de şöyle böyle... Okula gittin mi hiç?
  - Bucak okuluna gitmiştim.
  - Ben kendi kendime öğrendim.
  - Yok canım?
  - Vallahi... Astrahan'da bir avukatın ahçısıydım. Oğlu bana okumayı öğretti.
  Yakov:
  - Yani kendi kendine öğrenmedin... diye düşüncesini belirtti.
  Malva ona bakarak, yeniden:
  Kitap okumayı sever misin? diye sordu.
  - Ben mi? Yoo... Niye seveyim?
  - Ben severim. Bu kitabı kahyanın karısından ödünç aldım...
  - Ne kitabıymış?
  - Ermiş Aleksey'in hikayeleri...
  Sonra zengin ve soylu bir ailenin çocuğuyken, Aleksey'in baba ocağından ve mutluluktan nasıl kaçtığını, dilenci olduğunu, paçavralar içinde yeniden evine dönüp avluda köpeklerin arasında nasıl yaşadığını ve kim olduğunu bildirmeden nasıl ölüp gittiğini Yakov'a anlatıp:
  - Niçin böyle davrandı dersin? diye sordu:
  Yakov umursamazlıkla:
  - Kim bilir? diye karşılık verdi.
  Rüzgârın ve dalgaların yığdığı kum tepeleri arasındaydılar. Dalyanın boğuk, karanlık uğultusu işitiliyordu uzaktan. Güneş batmak üzereydi. Pembe ışınları, kumların üzerinde yansıyordu. Usul usul esen bir deniz meltemi, cılız söğüt ağaçlarıyla zavallı yapraklarını kıpırdatıyordu. Malva bir şeylere kulak kabartmışçasına, susuyordu.
  Yakov:
  - Bugün oraya niçin gitmedin... buruna? diye sordu.
  Malva:
  - Sana ne? dedi.
  Yakov alev alev yanan gözleriyle kadına kaçamak bakışlar fırlatıyor, dilinin ucuna geliveren şeyi nasıl edip de söyleyebileceğini düşünüyordu.
  Malva:
  - Yalnızken ve dört bir yanımı sessizlik kapladığında, hep ağlamak isterim... Ya da şarkı söylemek... Fakat iyi şarkılar bilmem; ağlamaya da utanırım... diye mırıldandı.
  Yakov onun yumuşak, okşayıcı sesini dinliyordu. Fakat kadının söylediklerinden bir şey anlamıyor, sadece arzusu daha çok kabarıyordu.
  Malva'ya sokuldu; yüzüne bakmadan, boğuk bir sesle:
  - Ne var biliyor musun... Dinle, ne diyeceğim bak... Ben... Genç bir adamım... diye söze başladı.
  Malva başını salladı, güvenle sözcüklerin üstüne basa basa:
  - Hem de aptalsın, ap-taal! dedi.
  Yakov üzüntüyle:
  - Peki, kabul! diye bağırdı. Ama bunun akılla ilgisi yok ki! Aptalsam aptalım! Kabul! Ama sana ne diyeceğim bak... İster misin, benimle...
  - İstemem!..
  - Neyi?
  - Hiçbir şeyi!
  Yakov elini korka korka Malva'nın omzuna koyarak:
  - Sersemlik etme, dedi. Düşün ki...
  Malva delikanlının elini itti; sert bir sesle:
  - Çek arabanı Yakov! dedi. Defol git başımdan!
  Oğlan kalktı; çevresine bakındı.
  - Pekâlâ, öyle olsun... Vız gelir bana... Senin gibileri burda çok... Kendini bir şey mi sanıyorsun?..
  Malva ayağa kalkıp üstünü başını silkelerken, sakin bir tavırla:
  - Sen daha çok toysun, dedi.
  Yan yana, dalyana doğru yürüdüler. Ayakları kuma gömülüyor, ağır ağır ilerleyebiliyorlardı.
  Yakov kadının gönlünü yapmak isteğiyle aklına ne gelirse söylüyor; Malva ise yüzünde alaycı bir gülümseme, iğneleyici karşılıklar veriyordu.
  Barakalara yaklaştıklarında delikanlı ansızın durdu; Malva'yı kucaklayarak:
  - Beni çıldırtmak mı istiyorsun yoksa? dedi. Niçin böyle davranıyorsun? Dinle beni, bu işin sonu kötüye varacak yoksa!..
  Malva:
  - Bırak beni diyorum! diye bağırdı; delikanlının elinden kurtulup uzaklaştı.
  O sırada bir barakanın köşesinden Serjojka çıkıverdi; darmadağınık kızıl saçlarla kaplı başını sallayarak; kötü kötü:
  - Geziyorsunuz demek! Çok güzel! dedi.
  Malva nefretle:
  - Hepinizin canı cehenneme! diye bağırdı.
  Yakov, Seryojka'nın karşısına dikilmiş, asık bir yüzle serseriyi süzüyordu. Aralarında on adımlık bir uzaklık vardı.
  Seryojka da gözlerini Yakov'un gözlerine dikmişti. Toslaşmaya hazırlanan iki koç gibi bir süre böylece birbirlerini süzdükten sonra sessizce ayrı ayrı yönlere çekip gittiler.
  Deniz, batan güneşin ışıkları altında durgun ve güzeldi. Dalyandan boğuk bir uğultu yükseliyor; sarhoş ve isterik bir kadın sesi birtakım saçmasapan sözlerle, bu gürültüyü delip geçiyordu:
   ... Ta-agarga, matagarga,
   Benimsin Mataniçka!
   Sarr-hoş, dayak yemiş,
   Üstü başı madara!
  Bu kırkayak gibi iğrenç sözler, havası güherçile ve çürümüş balık kokusuyla baygınlaşan dalyanı baştan aşağı dolaşıyor, dalgaların şarkısını zedeliyordu.
  Şafağın tatlı parıltısı içinde sedef gibi beyaz bulutları yansıtan engin deniz, sakin sakin uyukluyordu. Uyku sersemi balıkçılar burunun üzerinde bir sandalı donatmaya çabalıyorlardı.
  Kumların üzerinden sürüklenerek getirilen boz renkli bir ağ yığını, yumak halinde sandalın dibine yerleştirildi.
  Seryojka, her zamanki gibi başı açık, yarı çıplak, kıç tarafta dikilmiş, hırıltılı ve uykulu sesiyle balıkçıları gayrete getiriyordu. gömleğinin parçalarıyla kızıl saçlarının perçemleri rüzgârla oynaşıyordu.
  Birisi:
  - Vasili! Yeşil kürekler nerede? diye bağırdı.
  Vasili, yüzünden düşen bin parça, çevirme ağlarını sandala yerleştiriyordu. Mahmurluktan kurtulmak isteyen Seryojka dudaklarını yalıyor, Vasili'nin asık suratına bakıyordu. Sonunda:
  - Votkan var mı? diye sordu.
  Vasili boğuk bir sesle:
  - Var, dedi.
  - Öyleyse açılmayayım ben... Burada, çekme takımında kalayım.
  Burunun ucundan:
  - Tamam! diye bağırıldı.
  Seryojka sandaldan inerken:
  - Palamar çöz! Açıl! komutunu verdi. Siz gidin... Ben burada kalıyorum. Hey, geniş çevirin ha, dolaştırmayın sakın! Daha düzgün, daha düzgün! Düğümlenmesin!..
  Sandalı suya ittiler. Balıkçılar bordadan tırmanarak kürekleri kavradılar; suya daldırmak üzere uçlarını havaya kaldırdılar.
  - Bir!
  Küreklerin hep birlikte suya gömülmesiyle, sandalın ileriye, artık aydınlanan denizin engin bağrına doğru atılması bir oldu.
  Dümenci:
  - İki! komutunu verince, kürekler dev bir kaplumbağanın pençeleri gibi bordanın üzerinde yükseldiler...
  - Bir!.. Ki!..
  Kıyıda, çekme takımında beş kişi kalmıştı: Seryojka, Vasili, üç kişi daha. Adamlardan biri kumsala çökerken:
  - Ben biraz daha kestireyim.. dedi.
  Öteki iki kişi de onu izlediler. Paçavralar içindeki üç vücudun meydana getirdiği canlı bir topak, kumsalın üstünde kıvrılıp kaldı.
  Vasili, Seryojka'yla birlikte barakaya giderken:
  - Pazar günü niye gelmedin? diye sordu.
  - Gelemezdim...
  - Sarhoş muydun?
  Seryojka, istifini bozmadan:
  - Hayır, dedi. Senin oğlanla analığının peşindeydim.
  Vasili çarpık bir gülümsemeyle:
  - Amma da iş! dedi. Bebek mi onlar? Senin koruyuculuğuna ne ihtiyaçları var?
  - Daha da beter... Oğlan aptal, öteki de ermiş...
  Gözleri nefretle parlayan Vasili:
  - Malva ermiş ha? dedi. Ne zamandan beri?
  - Kardeş, vücuda uymayan bambaşka bir ruh var onda...
  - Onun aşağılık bir ruhu var.
  Seryojka, Vasili'ye yan yan bakıp horgörüyle homurdandı:
  - Aşağılık bir ruhu varmış! Sizi gidi toprak solcanları sizi! Bi boka aklınız ermez... Kadının kalçasıyla göbeği yerindeyse mesele yok, gerisi umurunuzda değildir... İnsan, karakter demektir oysa... Karaktersiz kadın tuzsuz ekmek gibidir. Telsiz balalaykadan zevk alabilir misin, köpek!.
  Vasili alaylı alaylı:
  - Anlaşılan dün çok çekmişsin! dedi.
  Yakov'la Malva'yı nerede, ne durumda gördüğünü Seryojka'ya sormak için meraktan çatlıyor, ama utancı engel oluyordu buna.
  Barakaya girdiklerinde, Vasili bir bardak votka doldurdu Seryojka'ya. Kafayı çekip sarhoş olunca hikayeyi kendiliğinden anlatacağını umuyordu. Oysa votkayı bir dikişte içip bitiren Seryojka gürültüyle yutkunup iyice ayıldı. Sonra kapının önüne yan gelip oturdu, esneyip gerinmeye başladı.
  - İçince ateş yutmuş gibi oluyor insan!..
  Seryojka'nın votkayı bir yudumda yuvarlayışına şaşıp kalan Vasili:
  - Sen de öyle bir içiyorsun ki birader! diye bağırdı.
  Serseri, kızıl saçlarıyla kaplı başını sallayıp ıslak bıyıklarını avuçlarıyla sıvazladı, tumturaklı bir sesle:
  - Öyleyimdir... dedi. Öyleyimdir kardeş! Hedefe her zaman kestirmeden giderim. Sağa sola sapmadan yuvarlanıp gideceksin, gerisine kulak asma! Düşeceğin yerin önemi yoktur! Dünyanın dışına çıkacak değilsin nasıl olsa...
  Vasili, asıl amacına sezdirmeden yaklaşmak için:
  - Kafkasya'ya gitmek istiyordun hani? diye sordu.
  - Canım ne zaman isterse, o zaman gideceğim. Aklıma esti mi, dosdoğru, burnumun doğrultusuna çekip giderim! Ya istediğime kavuşurum ya da kafam kırılır... Her şey bu kadar basit işte!
  - Öyle ya... Kafanla yaşamıyorsun ki zaten...
  Seryojka, Vasili'ye yan yan bakarak, alayla:
  - Sevsinler senin kafacığını! dedi. Bucakta kaç kamçı yedin bakayım?
  Vasili, sesini çıkarmadan Seryojka'ya baktı.
  - Hükümet sizi dövüp serseme çevirmekle çok iyi ediyor... Gülerim halinize! Ne işe yarar şu senin kafan? Ha? Hangi yaraya merhem olur? Sen ne düşünebilirsin ki? Hiçbir şey! (Serseri, böbürlene böbürlene konuşuyordu.) Ama ben, aklıma esti mi çekip giderim! Tamam mı hemşerim! Herhalde senden çok daha ötelere varırım.
  Vasili:
  - Ona ne şüphe! diye gülümsedi. Sibirya'ya kadar yolun var...
  Seryojka candan bir kahkaha attı.
  Vasili, umduğunun tersine, onun sarhoş olmadığını gördükçe çileden çıkıyordu. Bir bardak votka daha vermeye de kıyamıyordu. Seryojka ayıkken ağzından laf alınmazdı... Neyse ki serseri kendiliğinden imdada yetişti:
  - Bakıyorum Malva'yı sormuyorsun?
  Vasili aldırmaz görünerek:
  - Soracak ne var? dedi ve içi bir önseziyle titredi.
  - Pazar günü burada değildi... Bugünlerde neler yaptığını bir sorsana... Seni moruk seni!.. Kıskançlıktan çatlıyorsun değil mi?
  Vasili, umursamıyormuş gibi elini salladı:
  - Öylesi çok! dedi.
  Seryojka ağzını çarpıtarak:
  - Öylesi çok! diye Vasili'yi taklit etti. Eşek hoşaftan ne anlar... Sizi gidi kart ayılar sizi...
  Vasili alay ediyor görünerek:
  - Ne diye övüp duruyorsun onu? dedi. Bizi başgöz etmeye mi niyetlisin yoksa. Eğer öyleyse, biz çoktan başgöz olmuşuz!..
  Seryojka Vasili'yi süzerek sustu. Sonra elini onun omzuna koydu; düşünceli bir tavırla:
  - Seninle yatıp kalktığını biliyorum, dedi. Engel olmak istemedim buna, gereği yoktu... Fakat şimdi şu senin Yakov asılıp duruyor Malva'ya. Adamakıllı patakla o oğlanı! Anladın mı? Yoksa ben pataklayacağım... İyi bir köylüsün sen... Hayvanın tekisin... Sana engel olmadım, bunu unutma...
  Vasili boğuk bir sesle:
  - Bak hele! Yoksa sen de mi onun peşindesin? diye sordu.
  - Bana bak; eğer onun peşinde olsam, hepinizi yolumun üstünden silip süpürürdüm; tamam mı!.. Ama, onu alıp da ne yapacağım?
  Vasili kuşkuyla:
  - Öyleyse bu işe ne karışıyorsun? diye sordu.
  Seryojka, bu basit soru karşısında şaşırıp kalmıştı.
  Gözlerini iri iri açtı, Vasili'ye bakıp güldü:
  - Niye mi karışıyorum? Bilmem... Yiğit bir kadın... Dobra dobra... Hoşuma gidiyor işte... Belki de... Acıyorum ona... Ne bileyim...
  Vasili onu kuşkuyla dinliyor, fakat Seryojka'nın içtenlikle konuştuğunu da seziyordu.
  - El değmemiş kız olsa da acısan, neyse ne... Acıyacak ne var onda!
  Seryojka susuyor, denizin uzaklarında geniş bir ay çizerek burnunu kıyıya çeviren sandala bakıyordu. gözlerini iri iri açmış, yüzünü çocukça bir saflık bürümüştü.
  Vasili bunu görüp yumuşadı.
  - Çok iyi bir kadın olduğunda haklısın... Fakat daldan dala konar!.. Yakov ha? Ben ona haddini bildiririm! İt oğlu ite bak!
  Seryojka:
  - Hoşlanmıyorum o çocuktan... diye düşüncesini belirtti.
  Vasili sakalını sıvazlayarak dişlerinin arasından:
  - Malva'ya sırnaşıyor mu gerçekten? diye sordu.
  Seryojka kesinlikle:
  - Kara kedi gibi aranıza girecek; söylemedi deme! diye karşılık verdi.
  Doğan günün ışıkları denizin enginliklerinde pembe bir yelpaze gibi alevlendi. Dalgaların gürültüsüne karışan zayıf bir ses kopup geldi sandaldan:
  - Çekiiin!..
  Seryojka:
  - Hey! Davranın çocuklar! Halat başına! diye bağırdı.
  Az sonra hepsi de kendi yerlerini almışlardı. Denizden esnek bir halat uzanıyordu kıyıya. Balıkçılar bunu omuzlarındaki kayışlara dolayarak ıkına sıkına kıyıya doğru çekmeye başladılar.
  Ağın öteki ucunu da dalgaların üzerinde kayarak yaklaşan sandal kıyıya doğru sürüklüyordu.
  Görkemli, parlak bir güneş yükseliyordu denizin üstünde.
  Vasili, Seryojka'ya:
  - Yakov'u görürsen söyle, yarın buraya gelsin, dedi.
  Seryojka:
  - Olur, diye karşılık verdi.
  Sandal kıyıya yanaştı. Çevirmedekiler de kıyıya atlayarak ağın kendi taraflarına düşen ucuna asılmaya başladılar. İki grup yavaş yavaş birbirine yaklaşıyor; şamandıralar suyun üzerinde sıçrayarak düzgün bir yarım daire görünümü alıyorlardı.
  Aynı gün, akşamın ilerlemiş saatlerinde, dalyandaki ırgatlar akşam yemeklerini yerken, Malva yorgun ve düşünceli, ters çevrilmiş ıskarta bir kayığın üzerine oturmuş, karanlıklar içindeki denizi seyrediyordu. Orada, uzakta bir alev parıltısı vardı. Malva, Vasili'nin yaktığı ateş olduğunu biliyordu bunun. Ateş, denizin karanlık enginliklerinde yolunu şaşırmış yapayalnız bir yolcu gibi, bir alev alev tutuşuyor, bir gücünü yitirmişçesine sönükleşiyordu. Dalgaların dinmek bilmez uğultusu içinde, ölgün ölgün titreyen bu sonsuzluklara gömülü noktacığa bakmak Malva'yı hüzünlendiriyordu.
  Arkadan Seryojka'nın sesi geldi:
  - Ne yapıyorsun burada?
  Malva başını çevirmeden:
  - Sana ne? diye sordu.
  - Merak...
  Adam sustu. Kadına bakarak bir sigara sardı, ateşledi ve o da kayığın arka tarafına oturdu. Sonra dostça:
  - Tuhaf kadınsın, dedi. Kimi zaman herkesten kaçarsın, kimi zaman da önüne gelene tav olursun...
  Kadın kayıtsızca sordu:
  - Sana mı tav oldum?
  - Bana değil, Yakov'a.
  - Kıskanıyor musun yoksa?
  Seryojka elini Malva'nın omzuna vurarak:
  - Hım... dedi. Soracağım şeye dürüstçe karşılık verir misin?
  Kadın sırtını dönmüş oturuyordu. Seryojka yüzünü göremiyordu onun. Bu soru üzerine, kısaca:
  - Sor, dedi.
  - Vasili'yi bıraktın mı? Ha?
  Malva biraz sustuktan sonra:
  - Bilmiyorum, dedi. Hem, sana ne bundan?
  - İşte öyle...
  - Ona kızgınım.
  - Niye?
  - Beni dövdü.
  - Nee?.. O ha? Sen de buna göz yumdun demek? Vay canına!
  Seryojka şaşıp kalmıştı. Kadının yüzünü yandan gözlüyor, alaylı alaylı cık cık yapıp duruyordu.
  Malva içtenlikle:
  - İstesem, dövdürmezdim kendimi, dedi.
  - Niye dövdürdün öyleyse?
  - Dövsün istedim.
  Seryojka sigarasının dumanlarını kadının üstüne doğru alaylı alaylı üfledi.
  - Demek adamakıllı tutkunsun o hırboya? İşe bak! Senin bu gibi şeylere kapılacağını hiç sanmazdım...
  Malva, dumanları eliyle uzaklaştırırken, yine kayıtsızlıkla:
  - Hiçbirinizi sevmiyorum, dedi.
  - Yalan söylüyorsun!
  Malva öyle bir tavırla:
  - Niye yalan söyleyeyim? diye sordu ki; Seryojka gerçekten de onun yalan söylemesi için bir sebep bulunmadığını anladı.
  Ciddi bir tavırla:
  - Eğer sevmiyorsan, ne diye seni dövmesine izin veriyorsun? dedi.
  - Sanki ben biliyor muyum bunu. Hem, söyler misin, ne diye askıntı olup duruyorsun bana?
  Seryojka:
  - Allah Allah!.. diyerek başını salladı.
  İkisi de uzun süre sustular.
  Gece yaklaşıyordu. Bulutlar gökyüzünde ağır ağır kımıldıyor, gölgeleri denize düşüyordu. Dalgaların dinmek bilmez uğultusu sürüp gidiyordu.
  Burundaki ateş sönmüştü. Fakat Malva hâlâ oraya bakıyordu. Seryojka da Malva'ya dikmişti gözlerini.
  Bir ara:
  - Baksana! dedi. Ne istediğini biliyor musun sen?
  Malva içini çekerek:
  - Ah bir bilsem! diye mırıldandı.
  Seryojka, kararlı bir sesle:
  - Bilmiyorsun demek... dedi. İşte bu çok kötü! Ben her zaman ne istediğimi bilirim! (Sonra sesini yumuşatarak...) Ama çoğu kez canım hiç bir şey istemez... diye sözlerini sürdürdü.
  Malva düşünceler içinde:
  - Her zaman bir şeyler isterim ben... dedi. Ama ne istediğimi bilmem... Kimi zaman bir sandala atlayıp denize açılmak gelir içimden! Uzaklara, uzaklara gitmek... İnsanların yüzünü bir daha hiç görmemek... Kimi zaman da karşıma ilk çıkan adamı baştan çıkarmak, kul köle etmek isterim. Sonra da eğlenirim onunla. Kimi zaman herkese, en çok da kendime karşı bir acıma duygusu uyanır içimde. Kimi zaman da bütün dünyayı yok etmek, sonra da korkunç bir ölümle ölmek isterim... Hüzün ve sevinç duyguları yüreğimde çarpışıp durur... Ama insanlar kütük gibidirler hep.
  Seryojka:
  - İnsanlar iğrençtir, diyerek Malva'ya katıldı. Bakıyorum ne kedisin, ne balıksın, ne de kuş... Ama yine de öteki kadınlarda olmayan bir şey var sende...
  Malva:
  - İyi ki öyle! diye güldü.
  Soldaki kum tepelerinin ardından, kocaman, yumuşak bir ay çıkarak, denizi gümüş renkli ışınlarıyla aydınlattı. Sonra parlak gökkubbenin üzerinde usul usul kayarak yıldızların ışıltısını sönükleştirdi; kendi düşsel aydınlığıyla kucakladı onları.
  Malva gülerek:
  - Biliyor musun, ara sıra ne geliyor aklıma? dedi. Geceleyin şu barakalardan birini tutuştursak, amma da şenlik olur ha!
  Seryojka hayran hayran:
  - Bak hele! diye bağırdı. (Sonra elini kadının omzuna vurarak.) Ne diyeceğim bak... dedi. İyi bir oyun oynamak için, ister misin bir akıl vereyim sana?
  Malva ilgiyle:
  - Ne aklıymış? diye sordu.
  - Yakov nasıl? Kızıştı mı iyice?
  Kadın gülerek:
  - Yanıp tutuşuyor! diye karşılık verdi.
  - Babasıyla kapıştırsana onu! Hey anam! Ne matrak olur be!.. Ayılar gibi birbirlerine girerler... Biraz moruğu kışkırt, biraz da ötekini... Sonra onları başbaşa bırakır; kenara çekiliriz! Ne dersin, ha?
  Malva dönüp adama baktı. Seryojka'nın ayışığında daha az pütürlü görünen yüzü; saf, azıcık da hınzır bir gülümsemeyle aydınlanmıştı. Bu tunçlaşmış çehrede hiçbir kötülük duygusundan iz yoktu.
  Kadın yine de kuşkuyla sordu:
  - Niçin sevmiyorsun onları?
  - Ben mi?.. Vasili'yle hiçbir alıp vereceğim yok. İyi bir köylüdür o. Fakat Yakov haytanın biri. Biliyor musun, aslında köylü milletinden hiç hoşlanmam ben! Canları cehenneme! Bir dokunsan bin ah işitirsin! Yalan! Gerçekte karınları tok, sırtları pektir!.. Onlar için her şey yapan bir belediyeleri var, toprakları, hayvanları var... Bir zamanlar bir belediye doktorunun arabacısıydım, her Allahın günü köylülerle birlikteydim... Sonra yıllarca oradan oraya sürtüp durdum. Köyün birine gidip azıcık ekmek iste de göreyim; kıçına tekmeyi yapıştırıverirler. Üstelik soruların da ardı arkası gelmez: Kimsin? Nesin? Pasaportun nerde? vb. vb... Onlardan yediğim dayağın haddi hesabı yok... Gözünün yaşına bakmaz, at hırsızı diye yapışırlar yakana... Tıkarlar içeri... Hem toprakları var, hem de geçinemiyoruz diye sızlanırlar. Bir de beni düşün... Neyim var şu yeryüzünde?..
  Seryojka'yı ilgiyle dinleyen Malva:
  - Sen köylü değil misin yoksa? diye sözünü kesti onun.
  Seryojka bir çeşit gururla:
  - Kentliyim ben! dedi. Ugliç kentindenim.
  Malva düşünceli düşünceli:
  - Ben de Pavliça'danım, diye mırıldandı.
  - Beni hiç kimse korumaz! Ama köylüler öyle mi ya?.. Pekâlâ yaşayıp gidiyor şeytanlar! Belediyeleri var, her şeyleri var...
  Malva:
  - Bu belediye dediğin şey nedir? diye sordu.
  - Ne midir? Şeytan bilir onun ne olduğunu! Köylüleri yöneten bir kuruluş işte... Canı cehenneme!.. Biz kendi işimize gelelim şimdi. Şunları dalaştırsana! Ha, ne dersin? Nasıl olsa bir kötülük çıkmaz; dövüştükleriyle kalırlar!.. Vasili seni dövmüştü ya; bırak oğlu senin öcünü alsın ondan.
  Malva:
  - Öyle mi dersin? diye güldü. Fena fikir değil hani...
  - Bir düşün... Senin yüzünden insanlar kıran kırana birbirlerine girecekler! Bunu seyretmek hoş olmaz mı? Senin bir çift sözün üzerine!.. Dilini bir iki kez döndürüvereceksin, olup bitecek!..
  Seryojka kadının bu işteki rolünü ballandıra ballandıra, uzun uzun anlattı. Hem işin alayındaydı, hem de ciddiydi. Sonunda:
  - Ah, güzel bir kadın olmalıymışım ben!.. Dünyayı birbirine katardım vallahi!.. diye bağırarak sözlerini tamamladı; başını avuçları içine alıp sıktı, gözlerini kısıp sustu.
  Ayrıldıklarında ay tam tepedeydi. Onlar gidince gecenin güzelliği daha bir belirdi. Şimdi ayın gümüş renkli ışıklarıyla kaplı sonsuz ve görkemli deniz, bir de yıldızlarla dolu parlak gökyüzü kalmıştı. Denizle gökyüzünün dışında; kum tepeleri, bodur bir söğüt fundalığı ve kaba saba yontulmuş kocaman tabutlar gibi kumsalın üstünde yatan iki tane de uzun ve kirli baraka vardı. Fakat bütün bunlar, denizin eşsiz güzelliği karşısında zavallı, değersiz şeyler olarak kalıyor; yıldızlar onlara bakarak soğuk soğuk parlıyorlardı.
  Babayla oğul karşı karşıya oturmuş, votka içiyorlardı. Votkayı oğlan getirmişti. Hem babasıyla otururken sıkılmamak, hem de onu yumuşatmak için yapmıştı bunu. Seryojka, Yekov'u fitlemiş; babasının ondan ötürü Malva'ya içerlediğini, kadını öldüresiye dövmekle tehdit ettiğini, Malva'nın Yakov'a bu yüzden yaklaşamadığını söylemişti. Sonra alay etmiş:
  - Yaptığın numaraları baban çok fena ödetecek sana! demişti. Kulaklarını çekip bir arşın boyu uzatacak! İyisi mi hiç görünme gözüne!
  Bu hiç sevmediği kızıl saçlı adamın alayları Yakov'un içinde babasına karşı derin bir nefret uyandırmıştı. Malva da ona kimi zaman ayartıcı, kimi zaman hüzünlü gözlerle bakarak delikanlıyı çileden çıkarıyordu...
  İşte böylece Yakov, yolunu tıkayan bir kaya parçası gibi görmeye başlamıştı babasını. Öyle bir kaya parçası ki, ne üzerinden atlayabilirsin, ne de çevresinden dolanıp geçebilirsin.
  Fakat şimdi, babasından hiç de korkmadığını hissediyor; onun asık suratına ve kötü kötü bakan gözlerine, kendine güvenen bir tavırla, sanki "Haydi, elini sür de göreyim!" dercesine bakıyordu.
  İkinci bardakları da yuvarladıkları halde, balıkçılık üzerine birkaç önemsiz söz dışında, dişe dokunur bir şey konuşmamışlardı daha. İçlerinde birbirlerine karşı damla damla bir kin birikiyor, ikisi de az sonra bunun patlak vereceğini hissediyorlardı.
  Rüzgâr barakanın hasırlarını hışırdatıyor; ağaç kabukları birbirine çarpıp tıkırdıyor; sırığın ucundaki paçavra, bir şeyler fısıldıyordu sanki. Hepsi ürkek seslerdi bunların. Kararsız ve belli belirsiz bir şeyler isteyen uzak bir fısıltıyı andırıyorlardı.
  Vasili asık bir yüzle:
  - Seryojka içiyor mu hep? diye sordu.
  Oğul, bardakları yeniden doldururken:
  - İçiyor, diye karşılık verdi. Her akşam sarhoş.
  - Mahvolacak... İşte başıboş hayatın sonu!.. Senin olacağın da işte bu...
  Yakov kısaca:
  - Ben öyle olmayacağım! diye karşılık verdi.
  Vasili kaşlarını çatarak:
  - Olmayacaksın demek! dedi. Ben ne dediğimi bilirim... Kaç zamandır buradasın? Üç ayı geçti, neredeyse dönme zamanın geldi, değil mi? Kaç para biriktirebildin bakalım?
  Bardağındaki votkayı hırsla bir dikişte yuvarladı ve sakalını öyle sert bir hareketle sıvazladı ki, başı ileri geri sallandı.
  Yakov çok yerinde olarak:
  - Bu kadar kısa zamanda kaç para kazandım ki, biriktireyim? diye karşılık verdi.
  - Öyleyse ne diye sürtüp duruyorsun?.. Çekip gitsene köye!
  Yakov sessizce gülümsedi.
  Oğlunun susması karşısında çileden çıkan Vasili, gözdağı verircesine:
  - Ağzını eğip bükme! diye bağırdı. Karşında baban konuşuyor! Sırıtacak ne var? Bana bak! Sen çok erken azmaya başladın! Ben adamın ağzına gem takmayı bilirim ama...
  Yakov bardağını votkayla doldurup içti. Bu gereksiz sataşmalara içerliyor, fakat babasını büsbütün kızdırmamak için dilinin ucuna gelen sözleri tutmaya çalışıyordu. Onun öfkeyle parlayan bakışlarından biraz da ürkmüştü.
  Oğlunun yalnız kendi bardağını doldurup yuvarladığını gören Vasili büsbütün çileden çıktı.
  - Baban sana eve git diyor, sen buna sırıtarak karşılık veriyorsun ha? Bu cumartesi hesabını kesecek, dosdoğru köyün yolunu tutacaksın! Anladın mı?
  Yakov sertçe:
  - Gitmeyeceğim! dedi ve başını öfkeyle dikeltti.
  Vasili:
  - Bak hele sen! diye haykırdı, elleriyle fıçıya abanarak doğruldu. Ulan sen benim sözlerimi işitiyor musun, işitmiyor musun? Sen babana nasıl çemkirirsin, köpek!.. Çektiğim sopaları unuttun mu yoksa? Ha, unuttun mu?
  Dudakları titriyor, yüzü seğiriyordu. Şakaklarındaki damarlar kabarmıştı.
  Yakov babasına bakmadan, hafif bir sesle:
  - Ben hiçbir şeyi unutmadım, dedi. Sen her şeyi hatırlıyor musun acaba?
  - Sen bana akıl öğretemezsin! Senin beynini patlatırım!
  Yakov babasının havaya kalkan elinden sakındı, dişlerini sıkarak:
  - Dokunma bana... dedi. Burası köy değil...
  - Sus! Ben her yerde senin babanım!..
  Yakov ağır ağır yerinden kalkarken, gülümseyerek:
  - Bucaktaki gibi beni kamçılayamazsın burada, dedi. Burası bucak değil...
  Vasili'nin gözleri kan çanağına dönmüştü. Yumruklarını sıkmış, boynunu ileriye uzatmış, votka kokan nefesiyle kızgın kızgın soluyarak oğlunun karşısına dikilmişti. Yakov geriye sıçradı, kendisine vurmaya hazırlanan babasının her hareketini dikkatle izlemeye başladı. Sakin görünmesine rağmen, sucuk gibi terliyordu... Masa diye kullanılan fıçı vardı aralarında.
  Vasili, sıçramaya hazırlanan bir kedi gibi sırtını kamburlaştırarak:
  - Demek kamçılayamam ha? diye hırıldadı.
  - Burada herkes eşit... İkimiz de işçiyiz...
  - Nee?
  - Ne olmuş? Niye saldırıyorsun üzerime? Anlamadığımı mı sanıyorsun? Önce sen başladın...
  Vasili böğürdü ve kolunu birdenbire öyle bir savurdu ki Yakov kendini koruyamadı. Yumruğu başına yemişti. Sendeledi, bir yumruk daha savurmaya hazırlanan babasının öfkeden canavarlaşmış suratına bakarak dişlerini gıcırdattı. Yumruklarını sıkarak:
  - Dur, yoksa kötü olacak! diye bağırdı.
  - Göstereceğim sana!
  - Bırak beni diyorum!
  - Babana?.. Babana karşı geliyorsun ha?..
  Baraka dar geliyordu. Çuvallar, yere devrilen fıçının altındaki kütük ayaklarına dolaşıyordu.
  Yakov sapsarı, ter içinde, işlerini sıkmış, gözleri kurt gibi parlayarak, kendini yumruklarıyla savuna savuna babasının önünde ağır ağır geriliyordu. Gözünü kan bürüyen Vasili, körlemesine yumruk sallıyordu. Ansızın tuhaf bir öfke nöbetine tutulmuş, azgın bir domuza dönmüştü.
  Yakov sakin, fakat korkutucu bir tavırla:
  - Dur! Yeter artık! Dur! dedi.
  Vasili hırıldaya hırıldaya saldırıyor, fakat savurduğu yumruklar oğlunun yumruklarına çarpıyordu sadece.
  Kendisinin daha çevik olduğunu anlayan Yakov:
  - Hele hele... Vay anasını... diyerek babasını kışkırtıyordu.
  - Bekle... Dur...
  Yakov yana sıçradı, denize doğru koşmaya başladı.
  Vasili de başını öne eğip kollarını ileri doğru uzatarak onun peşi sıra atıldı. Fakat ayağı bir yere takıldı, yüzükoyun kuma yuvarlandı. Ellerini yere bastırdı, çabucak dizlerinin üstüne doğrulup oturdu. Adamakıllı bitkin düşmüştü. Güçsüzlüğünü kavramanın ve onur kırıklığının acısıyla kederli kederli uludu...
  Boynunu Yakov'a uzattı, titreyen dudaklarından köpükler saçarak:
  - Lanet olsun sana! diye hırıldadı.
  Yakov sandala dayanmış, acıyan başını eliyle ovuşturuyor; keskin gözlerle babasına bakıyordu. Gömleğinin yenlerinden biri yırtılmış, sarkıyordu. Yakası da paralanmıştı. Terli, beyaz göğsü, yağlanmış gibi, güneşin altında parıl parıl parlıyordu. Babasına karşı içinde bir hoşgörü duygusu uyanmıştı şimdi. Kendini ondan daha güçlü buluyordu. Adam perperişan, zavallı bir durumda kuma oturmuş, yumruklarını sallayarak oğlunu tehdit ediyordu. Bunu gören Yakov, güçlülerin güçsüzler karşısındaki o aşağılayıcı, küçümser tavrıyla gülümsedi.
  - Lanet olsun sana! Yüz bin kere lanet olsun!..
  Vasili'nin gırtlağından öylesine şiddetli bir lanet haykırışı kopmuştu ki, Yakov ister istemez ürktü; denizin uzaklarına, dalyana baktı. Bir an için, bu zavallı haykırış oralardan duyulurmuş gibi geldi ona.
  Fakat dalgalardan, güneşten başka bir şey yoktu görünürde. Yakov o zaman bir tükrük fırlatarak:
  - Bağır!.. dedi. Zararı kime? Kendine... Madem iş buraya vardı, bak ne diyeceğim sana...
  Vasili:
  - Sus!.. diye haykırdı. Defol karşımdan, defol!..
  Yakov, babasının davranışlarını gözden kaçırmaksızın sözlerini sürdürdü:
  - Köye gitmeyeceğim... Kışı burada geçireceğim... Burası benim için çok daha iyi. Aptal değilim, anlıyorum bunu. Burada hayat çok daha kolay... Köyde olsak, köle gibi kullanırdın beni; ama artık geçmiş ola!
  İşaret parmağını sallayarak babasına gözdağı verdi, güldü. Yeniden gözü dönen Vasili sıçrayıp doğruldu, eline bir kürek geçirerek Yakov'a doğru koştu. Hırıltılı bir sesle:
  - Babana! Babana ha? Öldüreceğim seni!.. diye bağırıyordu.
  Fakat o gözü öfkeden dünyayı görmez bir halde sandalın yanına vardığında, Yakov uzaklardaydı. Gömleğinin yırtık yeni havada sallana sallana koşuyordu.
  Vasili küreği Yakov'un arkasından fırlattı, tutturamadı. Yeniden bitkin düşerek yüzükoyun yuvarlandı; sandalın bordasını tırnaklarıyla kazıya kazıya oğluna baktı. Öteki, uzaktan bağırıyordu:
  - Utan, utan! Saçın sakalın ağardı, hâlâ bir kadın için kuduruyorsun... Allah seni ıslah etsin! Beni köye dönecek sanma... Sen git oraya... Burada yapacak işin kalmadı...
  Vasili, oğlunun bağırışını da bastıran bir sesle uludu:
  - Yakov! Sus Yakov! Öldüreceğim seni!.. Defol! Defol!
  Delikanlı döndü; ağır ağır uzaklaşıp gitti.
  
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.