Beyaz Kale - 9
Süzlärneñ gomumi sanı 3751
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2045
28.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
40.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
47.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Gün ışıyana kadar, ona, ülkemde bıraktıklarımı, evimi nasıl bulabileceğini,Empoli'de Floransa'da nasıl tanındığımızı, annemi, babamı, kardeşlerimi, huylarını anlattım. İnsanları birbirindenayıran bazı küçük, özel ayrıntılardansözettim . Bütün bunları, ta küçük kardeşimin sırtındaki iri bene kadar, ona daha önce de anlatmış olduğumu, anlattıkça hatırlıyordum. Ama Padişah'a anlatırken,ya da şimdi bu kitabı yazarken, kimi zaman, gerçeği değil, yalnızca hayallerimi yansıttığını sandığım bu hikâyelere, o sırada inanıyordum da: Kız kardeşimin hafif kekeme olduğu da doğruydu, elbiselerimizin çok düğmeli olduğu,ya da evimizin arka bahçesine bakan pencereden gördüklerim de. Sabaha doğru, bu hikâyelere, belki de kaldıkları yerden, geç de olsa, süreceklerine inandığım için kandığımı düşündüm. Hoca'nın da aynı şeyi düşündüğünü, kendi hikâyesine sevinçle inandığını biliyordum.
Elbiselerimizi, telâşa kapılmadan ve konuşmadan, değiştirdik. Ona yüzüğümü ve yıllarca ondan saklamayı başardığım madalyonumu verdim. İçinde anneannemin annesinin resmi ve nişanlımın kendi kendine beyazlaşan saçları vardı; sanırım sevdi onu, boynuna taktı. Sonra çadırdan çıkıp gitti. Sessiz sisin içinde ağırağır kayboluşunu seyrettim. Ortalık aydınlanıyordu, çok uykum vardı, onun yatağına girip huzurla uyudum.
Kitabımın sonuna geldim artık. Belki de akıllı okuyucularım aslında hikayemin çoktan bittiğine karar vererek onu ellerinden atmışlardır bile. Bir zamanlar ben de aynı şeyi düşünüyordum, yıllar önce yazdığım bu sayfaları bir daha okumamak üzere bir köşeye tıkmıştım. O sıralarda aklımı, Padişah için değil, kendim için keyifle uydurduğum öteki hikâyelere, kurt olup onlar arasına karışan bir tacirle, hiç görmediğim ülkelerde ıssız çöller ve buzlu ormanlarda geçen aşk hikâyelerine vermek niyetindeydim; bu kitabı, bu hikâyeyi unutmak istiyordum. Duyduğum onca söylentiden, yaşadığım onca şeyden sonra, pek de kolay olmayacağını bildiğim bu işi başaracaktım da belki, ama iki hafta önce beni görmeye gelen bir konuğumun sözlerine kanınca kitabımı yeniden ortaya çıkardım. Bugün, en sevdiğim kitabımın bu olduğunu biliyorum artık; onu gerektiği gibi, istediğim gibi, düşlediğim gibi bitireceğim.
Kitabımı bitirmek için başınageçtiğim eski masamızdan,Cennethisar'dan kalkıp İstanbul'a giden küçük bir yelkenliyi, uzaktaki zeytinlikler içindeki bir değirmeni, bahçenin aşağılarında, incir ağaçları arasından itişerek oynayan çocukları, İstanbul'dan Gebze'ye giren tozlu yolu görüyordum. Yoldan karda kışta pek geçen olmaz, baharlarda ve yazları, doğuya, Anadolu'ya, ta Bağdat'a, Şam'a giden kervanları görürüm; en çok, ağırağır ilerleyen o kırık dökük kağnılar geçer,bazan da uzaktan kıyafetini seçemediğim bir atlıyı görerek heyecanlanırım, ama yaklaşınca yolcunun bana gelmediğini anlarım: Sonzamanlarda kimse gelmiyor, gelmeyeceklerini de biliyorum artık.
Ama şikâyetçi değilim; yalnızlık diye bir derdim yok:Müneccimbaşılık yaptığım yıllarda çok para biriktirdim, evlendim, dört çocuğum var; belki de, mesleğimin bana kazandırdığı bir sezgiyle yaklaşmakta olan felâketleri öngörerek işimi zamanında bıraktım: Sultan’ın orduları Viyana'ya gitmeden, yenilgilerin öfkesiyle çevresindeki soytarıların, benden [ sonrakimüneccimbaşının boynu vurulmadan, hayvanlara düşkün Padişahımız tahttan indirilmeden çok önce, buraya Gebze'ye kaçtım; bu konağı yaptırıp, sevdiğim kitaplarım, çocuklarım ve bir iki adamımla yerleştim.Müneccimbaşıyken evlendiğim karım benden çok küçük, ev işlerinden çok iyi anlıyor, bütün evi, başka ufak tefek işlerimi o çekip çeviriyor, yetmişine merdiven dayayan beni de kitaplarımı yazayım, hayal kurayım diye bütün gün bu odada yalnız bırakıyor. Böylece hikâyeme ve hayatıma uygun bir son bulmak için doyadoya O'nu düşünüyorum.
Oysa ilk yıllarda bunu hiç yapmamaya çalışırdım. Bir iki kere Padişah, O'ndansözetmek istediğinde, benim bu konudan hiç hoşlanmayacağımı görmüştü. Sanırım o da memnundu bundan; yalnızca merak ediyordu; ama neyi, ne kadar merak ettiğini hiçbir zaman çıkaramadım. Bana O'ndan etkilendiğim, O'ndan öğrendiğim için utanmamam gerektiğini ilk başlarda söylemişti. Ona yıllarca sunduğum bütün o kitapları, takvimleri, kehânetleri O'nun yazdığını baştan beri biliyormuş; ben evde bataklığa saplanarak kalan silâhımızın tasarılarıyla uğraşırken de, O'na söylemiş bunu; O'nun da bana, tıpkı benim O'na her şeyi söylediğim gibi, bunu anlattığını da biliyormuş. Belki, o sırada, ikimiz de ipin ucunu daha tam kaçırmamıştık, ama Sultan'ın ayaklarının yere daha iyi bastığını seziyordum. Padişah'ın benden daha zeki olduğunu, bilinmesi gereken her şeyi bildiğini beni avucunun içine iyice almak için oyun oynadığını o sıralarda düşünürdüm. Belki de, bataklıkta biten o bozgundan ve uğursuzluk söylentisine kuduran askerlerinin öfkesinden beni kurtardığı için ona duyduğum minnetin etkisi de vardı bunda. Gâvurun kaçtığını öğrendiklerinde askerlerinden bazıları benim kellemi istemişlerdi çünkü. İlk yıllarda açıkça sorsaydı, sanırım Sultan'a her şeyi anlatırdım. O zamanlar daha benim ben olmadığım yolundaki söylentiler de çıkmamıştı, olup biteni birileriyle konuşmak istiyordum, O'nu özlüyordum.
Yıllarca birlikte oturduğumuz evde tek başıma yaşamak sinirlerimi daha da bozdu. Ceplerim para doluydu, esir pazarına ayağım o sırada alıştı; aradığımı bulana kadar aylarca oraya gittim geldim. Sonunda, bana da, O'na da, aslında pek de fazla benzemeyen bir zavallıyı satın alıp eve getirdim. Gece, ona, her şeyi bana öğretmesini, ülkesini, geçmişini anlatmasını, dahası kötülüklerini ortaya dökmesini söylediğimde, aynanın karşısına geçirdiğimde korktu benden. Berbat bir geceydi, acıdım zavallıya, sabah azat edecektim, pintiliğim tuttu, götürüp köle pazarına geri sattım. Sonra, evlenmeye karar vererek mahalleye haber saldım. En sonunda beni de kendilerine benzeteceklerini, sokağa huzur geleceğini düşündükleri için sevinçle geldiler. Ben de onlara benzemekten memnundum, iyimserdim, söylentilerin bittiğim, yıllarca Padişahıma hikâyeler uydurup huzurla yaşayacağımı düşünüyordum. Karımı dikkatle seçtim; geceleri bana ut da çalardı.
Söylentiler yeniden başladığında, önce, bunun Padişah'ın bir oyunu olduğunu sandım, çünkü endişemi gözlemekten, beni şaşırtan sorular sormaktan hoşlandığını sanıyordum. İlk başlarda, bana durupdurup , "kendimizi tanıyor muyuz, insan kim olduğunu iyi bilmeli," gibi sözler ettiğinde çok da fazlatelâşlanmamıştım; bu sinir bozucu soruları, çevresine yeniden toplamaya başladığı o soytarılar arasındaki Yunan felsefesine meraklı ukalâdan öğrenip inandığını düşünürdüm. Bu konuda bir şeyler yazmamı istediğinde, ona, kendileri üzerinde hiç durmadıkları ve kim olduklarını hiç bilmedikleri için mutlu olan ceylanlardan ve serçelerdensözeden en son kitabımı sundum. Kitabı ciddiye alarak keyifle okuduğunu öğrenince rahatladım biraz, ama söylentiler benim kulaklarıma da geliyordu. Sultan'ı aptal yerine koyuyormuşum, çünkü yerinegeçtiğim kimseye benzemiyormuşum bile, O daha zayıf ve inceymiş, bense şişmanlamışım; O'nun bildiği her şeyi bilemeyeceğimi söylediğim zaman yalan söylediğimi anlamışlar; bir gün, bir savaş sırasında ben de uğursuzluk saçtıktan sonra kaçacak, O'nun yaptığı gibi, savaş sırlarını da düşmana vererek yenilgiyi kolaylaştıracakmışım, vb. vb! Sultan'ın çıkardığını sandığım bu söylentilerden korunmak için elimi ayağımı eğlenceden çektim, ortalıkta pek görünmez oldum, zayıfladım ve o son gece Padişah'ın çadırında konuşulanları dikkatle soruşturarak öğrendim. Karım birbiri ardından çocuklar doğuruyordu, gelirim iyiydi, söylentileri, O'nu, geçmişi unutup huzurla işime devam etmek istiyordum.
Yedi yıla yakın da dayandım; belki sinirlerim daha sağlam olsaydı, dahası, Sultan’ın çevresinde yeni bir temizlik yapılacağını sezmeseydim, sonuna kadar da giderdim; çünkü Padişah'ın bana açtığı kapılardan geçegeçe unutmak istediğim eski kimliğime, onu unutarak bürünüvermiştim. İlk zamanlar da beni tedirgin eden kimlik sorularına da pişkinlikle cevap veriyordum artık: "İnsanın kim olduğunun ne önemi var," derdim, "önemli olan yaptıklarımız ve yapacaklarımızdır." Padişah aklımın dolabına sanırım bu kapıdan girdi! Benden, O'nun kaçtığı ülkeyi, İtalya'yı anlatmamı istediğinde, pek fazla bilgimolmadığını söyleyince öfkelendi: O, bana her şeyi anlattığını Sultan'a da söylemiş, hem niye korkuyormuşum, O'nun anlattıklarını hatırlamam yeterliymiş bunun için. Böylece O'nun çocukluğunu ve bir kısmını bu kitabıma aldığım güzel anılarını, Sultan'a birbir yeniden anlattım. İlk başlarda sinirlerim o kadar bozulmamıştı, Sultan beni gerektiği gibi, başkasından dinlediğini anlatan birini dinler gibi dinliyordu, ama sonraki yıllarda daha ileri gitti; anlattıklarımı O'nu dinler gibi dinliyordu artık: Ancak O'nun bilebileceği ayrıntıları sorduktan sonra benden korkmamamı, aklıma hemen geliveren cevabı söylememi isterdi:Kızkardeşinin kekemeliği hangi olaydan sonra başlamıştı,Padua Üniversitesine niye alınmamıştı, Venedik'te seyrettiği ilk fişek gösterisinde ağabeyi hangi renk elbise giyiyordu? Bu ayrıntıları, kendi başımdan geçmiş gibi Padişah'a anlatırken,ya bir sandal gezintisinde,ya kurbağalarla kaynaşan nilüferli bir havuzun başında,ya edepsiz maymunların gümüş kafesinin önünde,ya da bir zamanlar birlikte gezdikleri için ortak anılarıyla kaynaşan o bahçelerden birinde olurduk. O zaman, hikâyelerden ve belleklerimizin bahçesinde açan çiçeklerin oyunundan hoşlanan Padişah, bana daha da yakınlaşır, bize ihanet eden eski bir arkadaşı arar gibi O'ndansözederdi : O'nun kaçmasının iyi olduğunu, yoksa kendisini o kadar eğlendirmesine rağmen küstahlığına dayanamayıp onu öldürtmeyi çok düşündüğünü bu sıralarda söyledi. Sonra, hangimizdensözettiğini pek kestiremediğim için, beni korkutan bazı açıklamalar yaptı, ama hiddetle değil sevgiyle konuşuyordu: Kendini bilmezliğine dayanamayıp öfkeyle onu öldürteceğim diye korktuğu günler olmuş, son gece de az daha cellâtları çağırıyormuş! Sonra, benim küstah olmadığımı söyledi; kendimi dünyanın en akıllı, en becerikli insanı da sanmıyormuşum; vebanın dehşetini kendi çıkarım için yorumlamayakalkmazmışım; kazığa oturtulan çocuk kralların hikayeleriyle geceleri kimsenin uykusunu kaçırmazmışım; Sultan’ın rüyalarını dinledikten sonra eve koşup alay ederek onları anlatacağım kimsem de yokmuş, onu kandırmak için birlikte saçma ve eğlenceli hikâyeler yazacağım kimsem de! Bunları dinlerken, bir rüyadaki gibi kendimi ve ikimizi dışardan gördüğümü sanır, ipin ucunu kaçırdığımızı korkuyla sezerdim, ama son aylarda Sultan sanki beni delirtmek için daha da anlatırdı: Ben O'nun gibi değilmişim, O'nun gibi, aklımı, onlarla bizleriayıran safsatalara da kaptırmamışım! Ta yıllar önce, birlikte düzenlediğimiz ve Padişah’ın sekiz yaşında, bizleri tanımadan önce, karşı kıyıdan seyrettiği fişek gösterisinde, O'na karanlıkgöltteki şeytanı zafere ulaştıran benim şeytanım, şimdiO'nunla birlikteymiş,O'nunla birlikte huzur bulacağını sandığı ülkeye gitmiş! Sonra, birbirini tekrar eden o bahçe gezilerimizin ortasında Sultan dikkatle sorardı: İnsanların, dört iklim yedi bucakta, hep birbirlerine benzediğini anlamak için acaba Padişah mı olmak gerekiyormuş? Korkuyla susardım; sanki son direncimi de kırmak için bir daha sorardı; insanların her yerde birbirinin aynı olduğunun en iyi kanıtı onların birbirlerinin yerinegeçebilmesi değil miymiş? İşin çivisi çıkmıştı artık.
Bir gün, Sultan'ın, benimle birlikte O'nu unutmayı başaracağını umduğum, daha çok para biriktirmeyi düşündüğüm için belki bunlara da sabırla katlanacaktım; belirsizliğin korkusuna alışmıştım çünkü; ama Sultan bir tavşanın peşinden at sürerken yolumuzu kaybettiğimiz bir ormanda, gelişigüzel gezinir gibi, aklımın kapılarını acımasızca açıp kapıyordu; üstelik, herkesin önünde yapıyordu artık bunu; çevresine gene o soytarıları doldurmuştu, yeni bir temizlik yapılacağını, hepimizin malına mülküne el konulacağını düşündüğüm, yaklaşan felâketleri sezdiğim için korktum. Bana Venedik'teki köprüleri, O'nun çocukluğunda kahvaltı ettiği masanın örtüsündeki dantelleri, Müslüman olsun diye, az daha kafasının vurulacağı sırada hatırladığı, evinin arka bahçesine bakan pencereden gördüklerini anlattırdığı gün, bütün bunları, sanki kendi başımdan geçmiş kendi hikâyelerim gibi, bir kitapta yazmamı buyurduğunda, en kısa zamanda İstanbul'dan kaçmaya karar verdim.
O'nu unutmak için Gebze'de başka bir eve yerleştik. İlk zamanlarda Saray'dan adamların gelip beni götürmelerinden korkardım, ama arayan soran olmadı, gelirlerime de ilişmediler; beniya unutmuşlardı,ya da Padişah'ın gizli gözetimi altındaydım. Aldırmadım, işlerimi yoluna koydum, bu evi yaptırdım, arka bahçeyi içimden gelen dürtülere uyarak, istediğim gibi düzenledim; vaktimi kitaplarımı okumakla, kendi keyfim için eğlenceli hikâyeler yazmak ve eski birMüneccimbaşı olduğumu öğrenip danışmaya gelen konuklarımı, daha çok parası için değil, eğlencesi için, dinlemekle geçiriyordum. Çocukluğumdan beri içinde yaşadığım ülkemi, belki de en çok bu sırada tanıdım: Sakatlara, oğlunu, kardeşini kaybeden şaşkınlara, çaresiz hastalara, evde kalmış kızların babalarına, boyu bir türlü uzamayanlara, kıskanç kocalara, körlere, gemicilere, gözü dönmüş kara sevdalılara geleceklerini söylemeden önce, uzunuzun hayatlarını anlattırır, geceleri, tıpkı bu kitapta yaptığım gibi, sonraları hikâyelerime sokmak için dinlediklerimi defterlere yazardım.
Odama, kendisiyle birlikte derin bir hüzün getiren o ihtiyarı da o yıllarda tamdım. Benden on, on beş yaş büyük olmalıydı. Evliya'ymış adı, yüzündeki kederi görür görmez derdinin yalnızlık olduğuna karar verdim, ama öyle demedi: Bütün ömrünü gezilere ve bitirmek üzere olduğu on ciltlik bir seyahatnameye vermiş, ölmeden önce, Allah'a en yakın yer olan Mekke'ye ve Medine'ye gidecek, oraları da yazacakmış, ama kitabında onu huzursuz eden bir eksiklik varmış, çeşmelerinin ve köprülerinin güzelliğini çok duyduğu İtalya'yı da okuyucularına anlatmak istiyormuş, acaba İstanbul'da ününü duyduğu için görmeye geldiği ben, ona anlatabilir miymişim? İtalya'yı hiç görmediğimi söylediğimde, bunu herkes gibi kendisinin de bildiğini belirtti, ama bir zamanlar oradan gelmiş bir kölem varmış, o bana her şeyi anlatmış; ben de ona anlatırsam, Evliya da karşılığında bana eğlenceli şeyler anlatırmış: Hayatın en hoş yanı hoş hikâyeler uydurup hoş hikâyeler dinlemek değil miymiş? Çantasından çekineçekine bir harita çıkarmıştı, gördüğüm en berbat İtalya haritasıydı, anlatmaya karar verdim.
Bir çocuğunkini andıran tombul eliyle haritasındaki bir şehri işaret ediyor, adını heceleyerek okuduktan sonra, anlattığım düşlerimi dikkatle kâğıda geçiriyordu. Her şehir için, bir de, tuhaf hikâye istiyordu. Böylece, kuzeyden güneye on üç gece, on üç şehirde hayatımda ilk defa gördüğüm bütün bu ülkeyi geçtik. Bütün bir sabahı alan bu işten sonra, Sicilya'dan gemiyle İstanbul'a döndü. Anlattıklarımdan çok memnun olduğu için o da beni sevindirmeye karar vererek,Akka göklerinde kaybolan cambazları, Konya'daki fil doğuran kadınla oğlunu,Nil kıyısındaki mavi kanatlı boğaları, pembe kedileri, Viyana'daki saat kulesini, orada yaptırıp bana gülümseyerek gösterdiği ön dişlerini, Azak kıyısındaki konuşan mağarayı, Amerika'daki kırmızı karıncaları anlattı. Nedense, bende tuhaf bir hüzün uyandırıyordu bu hikâyeler, içimden ağlamak da geliyordu: Bütün güneşin kızıllığı odama vurmuştu; Evliya, bende de böyle şaşırtıcı hikâyeler olup olmadığını sorduğunda, onu gerçekten şaşırtmak isteyerek, adamlarıyla gece yatısına kalmasını söyledim: Birbirinin yerine geçen iki insan üzerine sevebileceği bir hikâyem vardı.
Gece, herkes odasına çekildikten, eve ikimizin de beklediği o sessizlik çöktükten sonra, yeniden odaya döndük. Bitirmekte olduğunuz bu hikâyeyi ilk o zaman düşledim! Anlattığım, sanki uydurulmuş değil de, yaşanmış bir hikâyeymiş gibi, sanki bütün bu kelimeleri bana başka birisi usulca fısıldıyormuş gibi, cümleler birbiri ardından ağırağır diziliyordu: "Venedik'ten Napoli'ye gidiyorduk, Türk gemileri yolumuzu kesti..."
Geceyarısındançok sonra, hikâyem bittiğinde, uzun bir sessizlik oldu. seziyordum, konuğum da, ben de, O'nu düşünüyorduk, ama benimkinden bambaşka bir O vardı Evliya'nın kafasında. Kendi hayatını düşündüğünden hiç kuşkum yok! Ben de kendi hayatımı, O'nu, hikâyemi sevdiğimi düşünüyordum; yaşadığım ve düşlediğim her şeyden gurur da duyuyordum: İçinde oturduğumuz oda, ikimizin de bir zamanlar olmak istediğimiz ve olduğumuz şeylerin hüzünlü anılarıyla dopdoluydu; O'nu bir daha unutamayacağımı, bunun da beni hayatımın sonuna kadar mutsuz edeceğini de o zaman açık seçik anladım; hiçbir zaman tek başıma yaşayamayacağımı biliyordum artık: Hikâyemle birlikte, sanki,geceyarısı odanın içine, ikimizi de meraklandırarak tedirgin eden çekici bir hayaletin gölgesi vurmuştu. Sabaha doğru, konuğum hikâyemi çok sevdiğini söyleyerek beni mutlu ettikten sonra, bazı şeylere karşı çıkacağını da ekledi. Belki de, ikimizin sinir bozucu anısından kurtulmak, bir an önce yeni hayatıma dönmek için ilgiyle dinledim onu.
Hikâyemdeki gibi tuhaf ve şaşırtıcı olanı aramalıymışız; evet, dünyanın bu bıkkınlık verici sıkıcılığına karşı yapabileceğimiz belki de tek şey buymuş; bunu, hep aynı şeylerin tekrarlandığı o çocukluk ve okul yıllarından beri bildiği için, hayatta dört duvar arasına kapanmayı aklına bile getirmemiş; bu yüzden bütün ömrünü gezilerde, bitip tükenmeyenyollarda hikâyeler arayarak geçirmiş. Ama, tuhafveşaşırtıcı olanı, dünyada aramalıymışız, kendi içimizde değil! Kendi içimizdekini aramak, kendi üzerimizde o kadar uzun boylu düşünmek mutsuz edermiş bizleri. Benim hikâyemde insanların başına gelen de buymuş işte: Bu yüzden kahramanlar kendileri olmaya bir türlü katlanamıyor, bu yüzden hep bir başkası olmak istiyorlarmış. Sonra, sordu bana: "Bu hikâyede olup bitenin gerçek olduğunu düşünelim," dedi. "Birbirlerinin yerine geçen o insanların yeni hayatlarında mutlu olabileceklerine, ben, inanıyor muymuşum? Sustum. Sonra, nedense bana hikâyemdeki bir ayrıntıyı hatırlattı: Kolu kopuk bir İspanyol kölesinin umutlarına kendimizi kaptırmamalıymışız! O zaman, o tür hikâyeleri yazayaza , tuhaflığı kendi içimizde arayaaraya , bizler de başka biri olurmuşuz, Allah korusun, okuyucularımız da. İnsanların hep kendilerinden, kendi tuhaflıklarındansözettiği , kitapların ve hikâyelerin de hep bunu anlattığı o korkunç dünyayı düşünmek bile istemiyormuş.
Ben istiyordum! Bu yüzden, bir günde seviverdiğim bu ufak tefek ihtiyar, Mekke'ye gitmek için, gün doğarken adamlarını toplayıp, tüy gibi, yola çıkınca, hemen oturup kitabımı yazdım. Belki de, geleceğin o korkunç dünyasının insanlarını daha iyi düşleyebilmek için, kitabıma kendimi ve kendimdenayıramadığım O'nu elimden geldiği kadar çok koydum. Ama elimden çok da gelmediğini, on altı yıl önce bir kenara atı verdiğim bu kitabı, bu günlerde yeniden okurken düşündüm. Bunun için, insanın kendisinden —hele duygu taşkınlıklarına kapılarak— söz etmesinden hoşlanmayan okuyucularımdan özür dileyerek bu sayfayı kitabıma ekliyorum:
Seviyordum O'nu, O'nu rüyamda gördüğüm kendi çaresiz, açması görüntümü sevdiğim gibi, bu görüntünün utancı, öfkesi, suçu ve hüznüyle boğulur gibi, kederle ölen yabani bir hayvan karşısında utanca kapılır gibi, kendi oğlumun arsızlığına öfkelenir gibi, kendimi aptalca bir tiksinti ve aptalca bir sevinçle tanır gibi seviyordum; belki de, en çok böyle: Elimin kolumun bir böcek gibiboşuboşuna kıpırdanışına alıştığım, aklımın duvarlarında her gün yankılanarak sönen düşüncelerimi bildiğim, açması gövdemden çıkan nemin benzersiz kokusunu, bitkin saçlarımı, çirkin ağzımı, kalemimi tutan pembe elimi tanıdığım gibi: Bunun için aldatamadılar beni. Kitabımı yazıp O'nu unutmak için bir kenara attıktan sonra, çıkan bütün o söylentilere, ünümüzü duyup, bundan yararlanmak isteyenlerin oyunlarına kanmadım hiç! Kahire'de bir Paşa'nın koruyucu kanatları altında yeni bir silâhın tasarılarını yapıyormuş! Viyana bozgununda şehrin içindeymiş, bir an önce yenilmemiz için düşmana akıl veriyormuş! Edirne'de dilenci kılığı içinde görmüşler O'nu, kendi kışkırttığı bir esnaf kavgasında bir yorgancıyı bıçaklayıp kayıplara karışmış! Uzak bir Anadolu kasabasında mahalle camiinde imamlık yapıyormuş, birmuvakkithane kurmuş, bunu anlatan yeminler ediyordu; bir de saat kulesi için para toplamaya başlamış! Vebanın peşinden gittiği İspanya'da kitaplar yazarak zengin olmuş! Zavallı Padişahımızı tahttan indiren siyasî dolapları O'nun çevirdiğini bile söylediler! Slav köylerinde, en sonunda ulaşabildiği gerçek itirafları dinleyedinleye , saralı efsane bir papaz gibi el üstünde tutularak bunalımlı kitaplar yazıyormuş! Anadolu'da geziyormuş, budala padişahları alaşağı edeceğini söyleyerek, kehanetleri ve şiirleriyle büyülediği bir güruhu peşinden sürüklüyor, yanma beni de çağırıyormuş! O'nu unutmak, gelecekteki o korkunç insanların, o korkunç dünyalarıyla oyalanabilmek, hayallerimin tadını çıkarmak için hikâyeler yazdığım o on altı yılda bu söylentilerin daha başkalarını da duydum, ama hiçbirine inanmadım. Bilmiyorum, başkalarına da oluyor mu.Bazan , Haliç sırtlarındaki o dört duvarı birbirimize zindan ederken,bazan , bir konaktan,ya da saraydan bir türlü gelmeyen bir çağrıyı beklerken,bazan birbirimizden keyifle nefret ederken,bazan da karşılıklı gülüşerek Padişahımız için bir risale daha yazarken, günlük hayat içinde, bir an, ikimiz de, bir küçük ayrıntıya takılıverirdik: Sabah birlikte gördüğümüz ıslak bir köpek, iki ağaç arasına asılmış çamaşır dizisinin renk ve biçimlerindeki gizli geometri, hayatın simetrisini ortaya çıkarıveren bir dil sürçmesi! Şimdi en çok bunları özlüyorum işte! Ölümünden yıllar, belki de yüzyıllar sonra bir meraklının bizden çok kendi hayatını düşleyerek okuyacağını sandığım, aslında, kimse okumasa da pek fazla aldırmayacağım ve bunun için de O'nun adını çok da derine olmasa da gizleyerek gömdüğüm gölgemin kitabına bunun için döndüm: Veba gecelerini, Edirne'deki çocukluğumu, Padişah'ın bahçelerinde geçirdiğim güzel saatleri, O'nu o sakalsız haliyle Paşa'nın kapısında ilk gördüğüm zaman sırtımda duyduğumu sandığım ürpertiyi yeniden düşlemek için. Kaybettiğimiz hayatı ve düşleri yeniden ele geçirmek için, onları yeniden düşlemek gerektiğini herkes bilir: Ben hikâyeme inandım!
Kitabımı, onu bitirmeye karar verdiğim günü anlatarak bitireceğim: İki hafta önce, gene masamızda oturup, başka bir hikâye düşlemeye çalışırken İstanbul tarafından gelen bir atlıyı gördüm. Son zamanlarda O'ndan haber getirmek için kimse gelmiyordu bana, belki de onlara ketum davrandığım için, bundan sonra geleceklerini de pek sanmıyordum, ama o tuhaf pelerinli, eli şemsiyeli yolcuyu görür görmez bana geldiğini anladım. Odama girmeden önce duymuştum. O'nun kadar olmasa bile, O'nun yanlışlarıyla Türkçe konuşuyordu, ama odama girer girmez İtalyanca'ya çevirdi. Yüzümü ekşittiğimi, hiç cevap vermediğimi görünce, bozukTürkçesiyle , benim, biraz olsun İtalyanca bildiğimi sandığını söyledi. Sonra anlattı: Adımı, kim olduğumu O'ndan öğrenmiş. Ülkesine döndükten sonra O, Türkler arasında geçirdiği inanılmaz serüvenleri üzerine, Türklerin hayvanları seven en son padişahı ve rüyaları üzerine, Türkler ve veba üzerine, saray ve savaş kurallarımız üzerine bir yığın kitap yazmış. Aristokratlar ve özellikle kibar hanımefendiler arasında yeniyeni yaygınlaşan o büyülü Doğu merakı yüzünden, yazdıkları ilgiyle karşılanmış, kitapları çok okunmuş, akademilerde dersler vermiş, zengin olmuş. Dahası, yazdıklarının romantizmine kapılan eski nişanlısı, yaşına bakmadan kocasından ayrılmış; evlenmişler, dağılıp satılan eski aile evini yeniden alıp yerleşmişler, evi, bahçeyi, eski hâline sokmuşlar. Bütün bunları biliyormuş konuğum, çünkü kitaplarına hayran olduğu için O'nu evinde ziyaret etmiş. Çok nazikmiş O, konuğuma bütün bir gününü vererek, sorularını cevaplamış, kitaplarında yazdığı serüvenleri bir daha anlatmış. Benden de uzunuzun , işte o sıradasözetmiş : "Yakından Tanıdığım Bir Türk" başlığıyla, benim üzerime bir kitap yazıyormuş; Edirne'deki çocukluğumdan, ayrılış gününe kadar, benim bütün hayatım, O'nun Türklerin özellikleri üzerine zekice yazdığı kişisel yorumlarıyla desteklenerek meraklı İtalyan okuyucusuna sunulmak üzereymiş. "Kendinizi ne kadar da çok anlatmışsınız O'na!" dedi konuğum. Sonra, beni şaşırtmak için, bazı sayfalarını okuduğu kitaptan ayrıntılar hatırladı: Çocukluğumda, mahalle arkadaşlarımdan birini acımasızca dövdükten sonra, yaptığımdan utanarak üzüntüyle ağlamışım, akıllıymışım, O'nun bana öğrettiği bütün astronomiyi altı ayda kavramışım, kız kardeşimi çok severmişim, dinime düşkünmüşüm, hep namaz kılarmışım, vişne reçeline bayılırmışım, üvey babamın mesleği olan yorgancılığa özel merakım varmış, bütün Türkler gibi insanları çok severmişim vb. vb. Bana gösterdiği bunca ilgiden sonra, bu budalaya soğuk davranamayacağım veböylelerinin meraklı olduklarını bildiğim için ona, odaoda evimizi gösterdim. Sonra bahçede arkadaşlarıyla oynayan küçük oğullarımın oyunlarıyla ilgilendi; yalnızca çelik çomağın değil, onlara anlattırdığı körebe, birdirbir ve pek de sevemediği uzun eşeğin kurallarını bir deftere yazdı. Bir Türk dostu olduğunu o sırada söyledi. Başka yapacak bir şey olmadığı için, öğleden sonra ona bahçemizi, sonra Gebze'yi veO'nunla yıllar önce kaldığımız evi gösterirken de aynı şeyi söyledi. Pek merak ettiği kilerimizde reçel ve turşu kavanozları, zeytinyağı ve sirke güğümleri arasında dikkatle yürürken, Venedikli bir ressama yaptırdığım yağlıboya portremi görünce, biraz daha ileri giderek, aslında, O'nun gerçek bir Türk dostu olmadığını, Türkler için çirkin şeyler yazdığını sır verir gibi söyledi: Bizim artık yokuşu inmeye başladığımızı yazıyormuş, kafalarımızın içinden eskipüsküyle dolu pis bir dolaptansözeder gibisözediyormuş , iflah olmazmışız, kurtulmamız için bir an önce onlara boyun eğmekten başka çaremiz yokmuş, bundan sonra, yüzyıllarca, boyun eğdiklerimizi taklit etmekten başka bir şey yapamayacağımızı söylüyormuş. Daha fazla uzatmasın diye, "Ama O bizleri kurtarmak istiyordu," deyiverdim, hemen söyledi: Evet, bunun için bir de silâh yapmış, ama anlamamışız biz O'nu; araç sisli bir sabah, tıpkı fırtınada kayalara oturan korkunç bir korsan gemisinin leşi gibi, saplandığı iğrenç bir bataklıkta kalıvermiş. Sonra ekledi: Evet, bizleri kurtarmayı çok, ama çok istemiş. Bu onda şeytanî bir kötülük olmadığı anlamına gelmezmiş. Bütün dâhiler böyleymiş işte! Portremi eline almış yakından dikkatle bakıyor, bir yandan da deha üzerine bir şeyler mırıldanıyordu: Bizlere esir düşmeyip de ömrünü ülkesinde geçirseymiş on yedinci yüzyılın Leonardo'su bile olurmuş O. Sonra, gene o pek sevdiği kötülük konusuna döndü. O'nun için söylenen ve aklımda kalmayanbiriki çirkin parasal dedikoduyu anlattı. "Tuhaf olan," dedi sonra, "sizin O'ndan hiç etkilenmemeniz!" Beni tanımış, sevmiş; hayretini belirtti: Onca yıl birlikte yaşayan iki kişi nasıl olur da birbirine bu kadar benzemezmiş, anlayamıyormuş. Korktuğum gibi, resmimi istemedi; aldığı yere bıraktıktan sonra, bana sordu: Yorganları da görebilir miymiş? "Hangi yorganları?" dedim boşboş . Şaşkınlıkla sordu: Boş vakitlerimi yorgan dikerek geçirmiyor muymuşum? On altı yıldır elime almadığım kitabı ona göstermeye o sırada karar verdim.
Çok heyecanlandı, Türkçe okuyabildiğini,O'nunla ilgili bir kitabı, tabii ki, çok merak ettiğini belirtti. Yukarıya, arka bahçeye bakan çalışma odama çıktık. Masamıza oturdu, on altı yıl sonra, kitabımı onu dün bırakmışım gibi tıktığım yerde buldum; önüne açıp koydum.Türkçeyi , ağır da olsa okuyabiliyordu. Bütün gezginlerde gördüğüm ve beni öfkelendiren, kendi sağlam ve güvenli dünyasından ayrılmadan şaşırtılmak isteğiyle, kitabıma gömüldü. Onu yalnız bıraktım, bahçeye çıktım, açık pencereden onu görebileceğim bir yere, hasır sedire oturdum. Önce neşeliydi, pencereden bana seslendi: "İtalya'ya adımınızı atmadığınız nasıl da belli oluyor!" Sonra ama, unuttu beni; arada bir gözümün ucuyla onu süzerek, orada, üç saat bahçenin içinde oturup kitabı bitirmesini bekledim. Bitirirken anlamıştı; yüzü allakbullakti ; bir iki kere, silâhımızı yutan bataklığın arkasındaki beyaz kalenin adını söyledi bağırarak; benimle boş yere İtalyanca konuşmaya bile kalktı. Sonra, okuduklarını, şaşkınlığını hazmetmek, dinlenmek için dönüp pencereden dışarı dalgındalgın baktı. Keyifle görüyordum, ilk başta, böyle durumlarda insanların hep yaptıkları gibi, boşlukta sonsuz bir noktaya, olmayan bir odağa bakıyordu, ama sonrasonra , beklediğim gibi, gördü de: Pencerenin çerçevesi içinden gördüklerine bakıyordu bu sefer. Hayır, akıllı okuyucularım anlamışlardır, sandığım kadar aptal değilmiş. Beklediğim gibi, hırsla kitabımın sayfalarını çevirmeye başladı, arıyordu, ben de keyifle bulmasını bekliyordum, sonunda aradığım bulup okudu. Sonra yeniden, evimin arka bahçesine bakan o pencereden görebileceklerine baktı. Ne gördüğünü, tabii ki çok iyi biliyordum:
Bir masanın üstündeki sedef kakmalı tepsinin içinde şeftaliler ve kirazlar duruyordu, masanın arkasında hasırdan örülmüş bir sedir vardı, üzerinde pencerenin yeşil çerçevesiyle aynı renkte kuştüyü yastıklar konmuştu; yetmişine merdiven dayamış ben orada oturuyordum; daha arkada kenarına bir serçenin konduğu kuyuyla zeytin ve kiraz ağaçlarını görüyordu. Onların arkasındaki ceviz ağacının yüksekçe bir dalına uzun iplerle bağlanmış bir salıncak, belli belirsiz bir rüzgârda, hafifhafif kıpırdanıyordu.
1984 85
SON
BEYAZ KALE
ÜZERİNE
ORHAN PAMUK
Elbiselerimizi, telâşa kapılmadan ve konuşmadan, değiştirdik. Ona yüzüğümü ve yıllarca ondan saklamayı başardığım madalyonumu verdim. İçinde anneannemin annesinin resmi ve nişanlımın kendi kendine beyazlaşan saçları vardı; sanırım sevdi onu, boynuna taktı. Sonra çadırdan çıkıp gitti. Sessiz sisin içinde ağırağır kayboluşunu seyrettim. Ortalık aydınlanıyordu, çok uykum vardı, onun yatağına girip huzurla uyudum.
Kitabımın sonuna geldim artık. Belki de akıllı okuyucularım aslında hikayemin çoktan bittiğine karar vererek onu ellerinden atmışlardır bile. Bir zamanlar ben de aynı şeyi düşünüyordum, yıllar önce yazdığım bu sayfaları bir daha okumamak üzere bir köşeye tıkmıştım. O sıralarda aklımı, Padişah için değil, kendim için keyifle uydurduğum öteki hikâyelere, kurt olup onlar arasına karışan bir tacirle, hiç görmediğim ülkelerde ıssız çöller ve buzlu ormanlarda geçen aşk hikâyelerine vermek niyetindeydim; bu kitabı, bu hikâyeyi unutmak istiyordum. Duyduğum onca söylentiden, yaşadığım onca şeyden sonra, pek de kolay olmayacağını bildiğim bu işi başaracaktım da belki, ama iki hafta önce beni görmeye gelen bir konuğumun sözlerine kanınca kitabımı yeniden ortaya çıkardım. Bugün, en sevdiğim kitabımın bu olduğunu biliyorum artık; onu gerektiği gibi, istediğim gibi, düşlediğim gibi bitireceğim.
Kitabımı bitirmek için başınageçtiğim eski masamızdan,Cennethisar'dan kalkıp İstanbul'a giden küçük bir yelkenliyi, uzaktaki zeytinlikler içindeki bir değirmeni, bahçenin aşağılarında, incir ağaçları arasından itişerek oynayan çocukları, İstanbul'dan Gebze'ye giren tozlu yolu görüyordum. Yoldan karda kışta pek geçen olmaz, baharlarda ve yazları, doğuya, Anadolu'ya, ta Bağdat'a, Şam'a giden kervanları görürüm; en çok, ağırağır ilerleyen o kırık dökük kağnılar geçer,bazan da uzaktan kıyafetini seçemediğim bir atlıyı görerek heyecanlanırım, ama yaklaşınca yolcunun bana gelmediğini anlarım: Sonzamanlarda kimse gelmiyor, gelmeyeceklerini de biliyorum artık.
Ama şikâyetçi değilim; yalnızlık diye bir derdim yok:Müneccimbaşılık yaptığım yıllarda çok para biriktirdim, evlendim, dört çocuğum var; belki de, mesleğimin bana kazandırdığı bir sezgiyle yaklaşmakta olan felâketleri öngörerek işimi zamanında bıraktım: Sultan’ın orduları Viyana'ya gitmeden, yenilgilerin öfkesiyle çevresindeki soytarıların, benden [ sonrakimüneccimbaşının boynu vurulmadan, hayvanlara düşkün Padişahımız tahttan indirilmeden çok önce, buraya Gebze'ye kaçtım; bu konağı yaptırıp, sevdiğim kitaplarım, çocuklarım ve bir iki adamımla yerleştim.Müneccimbaşıyken evlendiğim karım benden çok küçük, ev işlerinden çok iyi anlıyor, bütün evi, başka ufak tefek işlerimi o çekip çeviriyor, yetmişine merdiven dayayan beni de kitaplarımı yazayım, hayal kurayım diye bütün gün bu odada yalnız bırakıyor. Böylece hikâyeme ve hayatıma uygun bir son bulmak için doyadoya O'nu düşünüyorum.
Oysa ilk yıllarda bunu hiç yapmamaya çalışırdım. Bir iki kere Padişah, O'ndansözetmek istediğinde, benim bu konudan hiç hoşlanmayacağımı görmüştü. Sanırım o da memnundu bundan; yalnızca merak ediyordu; ama neyi, ne kadar merak ettiğini hiçbir zaman çıkaramadım. Bana O'ndan etkilendiğim, O'ndan öğrendiğim için utanmamam gerektiğini ilk başlarda söylemişti. Ona yıllarca sunduğum bütün o kitapları, takvimleri, kehânetleri O'nun yazdığını baştan beri biliyormuş; ben evde bataklığa saplanarak kalan silâhımızın tasarılarıyla uğraşırken de, O'na söylemiş bunu; O'nun da bana, tıpkı benim O'na her şeyi söylediğim gibi, bunu anlattığını da biliyormuş. Belki, o sırada, ikimiz de ipin ucunu daha tam kaçırmamıştık, ama Sultan'ın ayaklarının yere daha iyi bastığını seziyordum. Padişah'ın benden daha zeki olduğunu, bilinmesi gereken her şeyi bildiğini beni avucunun içine iyice almak için oyun oynadığını o sıralarda düşünürdüm. Belki de, bataklıkta biten o bozgundan ve uğursuzluk söylentisine kuduran askerlerinin öfkesinden beni kurtardığı için ona duyduğum minnetin etkisi de vardı bunda. Gâvurun kaçtığını öğrendiklerinde askerlerinden bazıları benim kellemi istemişlerdi çünkü. İlk yıllarda açıkça sorsaydı, sanırım Sultan'a her şeyi anlatırdım. O zamanlar daha benim ben olmadığım yolundaki söylentiler de çıkmamıştı, olup biteni birileriyle konuşmak istiyordum, O'nu özlüyordum.
Yıllarca birlikte oturduğumuz evde tek başıma yaşamak sinirlerimi daha da bozdu. Ceplerim para doluydu, esir pazarına ayağım o sırada alıştı; aradığımı bulana kadar aylarca oraya gittim geldim. Sonunda, bana da, O'na da, aslında pek de fazla benzemeyen bir zavallıyı satın alıp eve getirdim. Gece, ona, her şeyi bana öğretmesini, ülkesini, geçmişini anlatmasını, dahası kötülüklerini ortaya dökmesini söylediğimde, aynanın karşısına geçirdiğimde korktu benden. Berbat bir geceydi, acıdım zavallıya, sabah azat edecektim, pintiliğim tuttu, götürüp köle pazarına geri sattım. Sonra, evlenmeye karar vererek mahalleye haber saldım. En sonunda beni de kendilerine benzeteceklerini, sokağa huzur geleceğini düşündükleri için sevinçle geldiler. Ben de onlara benzemekten memnundum, iyimserdim, söylentilerin bittiğim, yıllarca Padişahıma hikâyeler uydurup huzurla yaşayacağımı düşünüyordum. Karımı dikkatle seçtim; geceleri bana ut da çalardı.
Söylentiler yeniden başladığında, önce, bunun Padişah'ın bir oyunu olduğunu sandım, çünkü endişemi gözlemekten, beni şaşırtan sorular sormaktan hoşlandığını sanıyordum. İlk başlarda, bana durupdurup , "kendimizi tanıyor muyuz, insan kim olduğunu iyi bilmeli," gibi sözler ettiğinde çok da fazlatelâşlanmamıştım; bu sinir bozucu soruları, çevresine yeniden toplamaya başladığı o soytarılar arasındaki Yunan felsefesine meraklı ukalâdan öğrenip inandığını düşünürdüm. Bu konuda bir şeyler yazmamı istediğinde, ona, kendileri üzerinde hiç durmadıkları ve kim olduklarını hiç bilmedikleri için mutlu olan ceylanlardan ve serçelerdensözeden en son kitabımı sundum. Kitabı ciddiye alarak keyifle okuduğunu öğrenince rahatladım biraz, ama söylentiler benim kulaklarıma da geliyordu. Sultan'ı aptal yerine koyuyormuşum, çünkü yerinegeçtiğim kimseye benzemiyormuşum bile, O daha zayıf ve inceymiş, bense şişmanlamışım; O'nun bildiği her şeyi bilemeyeceğimi söylediğim zaman yalan söylediğimi anlamışlar; bir gün, bir savaş sırasında ben de uğursuzluk saçtıktan sonra kaçacak, O'nun yaptığı gibi, savaş sırlarını da düşmana vererek yenilgiyi kolaylaştıracakmışım, vb. vb! Sultan'ın çıkardığını sandığım bu söylentilerden korunmak için elimi ayağımı eğlenceden çektim, ortalıkta pek görünmez oldum, zayıfladım ve o son gece Padişah'ın çadırında konuşulanları dikkatle soruşturarak öğrendim. Karım birbiri ardından çocuklar doğuruyordu, gelirim iyiydi, söylentileri, O'nu, geçmişi unutup huzurla işime devam etmek istiyordum.
Yedi yıla yakın da dayandım; belki sinirlerim daha sağlam olsaydı, dahası, Sultan’ın çevresinde yeni bir temizlik yapılacağını sezmeseydim, sonuna kadar da giderdim; çünkü Padişah'ın bana açtığı kapılardan geçegeçe unutmak istediğim eski kimliğime, onu unutarak bürünüvermiştim. İlk zamanlar da beni tedirgin eden kimlik sorularına da pişkinlikle cevap veriyordum artık: "İnsanın kim olduğunun ne önemi var," derdim, "önemli olan yaptıklarımız ve yapacaklarımızdır." Padişah aklımın dolabına sanırım bu kapıdan girdi! Benden, O'nun kaçtığı ülkeyi, İtalya'yı anlatmamı istediğinde, pek fazla bilgimolmadığını söyleyince öfkelendi: O, bana her şeyi anlattığını Sultan'a da söylemiş, hem niye korkuyormuşum, O'nun anlattıklarını hatırlamam yeterliymiş bunun için. Böylece O'nun çocukluğunu ve bir kısmını bu kitabıma aldığım güzel anılarını, Sultan'a birbir yeniden anlattım. İlk başlarda sinirlerim o kadar bozulmamıştı, Sultan beni gerektiği gibi, başkasından dinlediğini anlatan birini dinler gibi dinliyordu, ama sonraki yıllarda daha ileri gitti; anlattıklarımı O'nu dinler gibi dinliyordu artık: Ancak O'nun bilebileceği ayrıntıları sorduktan sonra benden korkmamamı, aklıma hemen geliveren cevabı söylememi isterdi:Kızkardeşinin kekemeliği hangi olaydan sonra başlamıştı,Padua Üniversitesine niye alınmamıştı, Venedik'te seyrettiği ilk fişek gösterisinde ağabeyi hangi renk elbise giyiyordu? Bu ayrıntıları, kendi başımdan geçmiş gibi Padişah'a anlatırken,ya bir sandal gezintisinde,ya kurbağalarla kaynaşan nilüferli bir havuzun başında,ya edepsiz maymunların gümüş kafesinin önünde,ya da bir zamanlar birlikte gezdikleri için ortak anılarıyla kaynaşan o bahçelerden birinde olurduk. O zaman, hikâyelerden ve belleklerimizin bahçesinde açan çiçeklerin oyunundan hoşlanan Padişah, bana daha da yakınlaşır, bize ihanet eden eski bir arkadaşı arar gibi O'ndansözederdi : O'nun kaçmasının iyi olduğunu, yoksa kendisini o kadar eğlendirmesine rağmen küstahlığına dayanamayıp onu öldürtmeyi çok düşündüğünü bu sıralarda söyledi. Sonra, hangimizdensözettiğini pek kestiremediğim için, beni korkutan bazı açıklamalar yaptı, ama hiddetle değil sevgiyle konuşuyordu: Kendini bilmezliğine dayanamayıp öfkeyle onu öldürteceğim diye korktuğu günler olmuş, son gece de az daha cellâtları çağırıyormuş! Sonra, benim küstah olmadığımı söyledi; kendimi dünyanın en akıllı, en becerikli insanı da sanmıyormuşum; vebanın dehşetini kendi çıkarım için yorumlamayakalkmazmışım; kazığa oturtulan çocuk kralların hikayeleriyle geceleri kimsenin uykusunu kaçırmazmışım; Sultan’ın rüyalarını dinledikten sonra eve koşup alay ederek onları anlatacağım kimsem de yokmuş, onu kandırmak için birlikte saçma ve eğlenceli hikâyeler yazacağım kimsem de! Bunları dinlerken, bir rüyadaki gibi kendimi ve ikimizi dışardan gördüğümü sanır, ipin ucunu kaçırdığımızı korkuyla sezerdim, ama son aylarda Sultan sanki beni delirtmek için daha da anlatırdı: Ben O'nun gibi değilmişim, O'nun gibi, aklımı, onlarla bizleriayıran safsatalara da kaptırmamışım! Ta yıllar önce, birlikte düzenlediğimiz ve Padişah’ın sekiz yaşında, bizleri tanımadan önce, karşı kıyıdan seyrettiği fişek gösterisinde, O'na karanlıkgöltteki şeytanı zafere ulaştıran benim şeytanım, şimdiO'nunla birlikteymiş,O'nunla birlikte huzur bulacağını sandığı ülkeye gitmiş! Sonra, birbirini tekrar eden o bahçe gezilerimizin ortasında Sultan dikkatle sorardı: İnsanların, dört iklim yedi bucakta, hep birbirlerine benzediğini anlamak için acaba Padişah mı olmak gerekiyormuş? Korkuyla susardım; sanki son direncimi de kırmak için bir daha sorardı; insanların her yerde birbirinin aynı olduğunun en iyi kanıtı onların birbirlerinin yerinegeçebilmesi değil miymiş? İşin çivisi çıkmıştı artık.
Bir gün, Sultan'ın, benimle birlikte O'nu unutmayı başaracağını umduğum, daha çok para biriktirmeyi düşündüğüm için belki bunlara da sabırla katlanacaktım; belirsizliğin korkusuna alışmıştım çünkü; ama Sultan bir tavşanın peşinden at sürerken yolumuzu kaybettiğimiz bir ormanda, gelişigüzel gezinir gibi, aklımın kapılarını acımasızca açıp kapıyordu; üstelik, herkesin önünde yapıyordu artık bunu; çevresine gene o soytarıları doldurmuştu, yeni bir temizlik yapılacağını, hepimizin malına mülküne el konulacağını düşündüğüm, yaklaşan felâketleri sezdiğim için korktum. Bana Venedik'teki köprüleri, O'nun çocukluğunda kahvaltı ettiği masanın örtüsündeki dantelleri, Müslüman olsun diye, az daha kafasının vurulacağı sırada hatırladığı, evinin arka bahçesine bakan pencereden gördüklerini anlattırdığı gün, bütün bunları, sanki kendi başımdan geçmiş kendi hikâyelerim gibi, bir kitapta yazmamı buyurduğunda, en kısa zamanda İstanbul'dan kaçmaya karar verdim.
O'nu unutmak için Gebze'de başka bir eve yerleştik. İlk zamanlarda Saray'dan adamların gelip beni götürmelerinden korkardım, ama arayan soran olmadı, gelirlerime de ilişmediler; beniya unutmuşlardı,ya da Padişah'ın gizli gözetimi altındaydım. Aldırmadım, işlerimi yoluna koydum, bu evi yaptırdım, arka bahçeyi içimden gelen dürtülere uyarak, istediğim gibi düzenledim; vaktimi kitaplarımı okumakla, kendi keyfim için eğlenceli hikâyeler yazmak ve eski birMüneccimbaşı olduğumu öğrenip danışmaya gelen konuklarımı, daha çok parası için değil, eğlencesi için, dinlemekle geçiriyordum. Çocukluğumdan beri içinde yaşadığım ülkemi, belki de en çok bu sırada tanıdım: Sakatlara, oğlunu, kardeşini kaybeden şaşkınlara, çaresiz hastalara, evde kalmış kızların babalarına, boyu bir türlü uzamayanlara, kıskanç kocalara, körlere, gemicilere, gözü dönmüş kara sevdalılara geleceklerini söylemeden önce, uzunuzun hayatlarını anlattırır, geceleri, tıpkı bu kitapta yaptığım gibi, sonraları hikâyelerime sokmak için dinlediklerimi defterlere yazardım.
Odama, kendisiyle birlikte derin bir hüzün getiren o ihtiyarı da o yıllarda tamdım. Benden on, on beş yaş büyük olmalıydı. Evliya'ymış adı, yüzündeki kederi görür görmez derdinin yalnızlık olduğuna karar verdim, ama öyle demedi: Bütün ömrünü gezilere ve bitirmek üzere olduğu on ciltlik bir seyahatnameye vermiş, ölmeden önce, Allah'a en yakın yer olan Mekke'ye ve Medine'ye gidecek, oraları da yazacakmış, ama kitabında onu huzursuz eden bir eksiklik varmış, çeşmelerinin ve köprülerinin güzelliğini çok duyduğu İtalya'yı da okuyucularına anlatmak istiyormuş, acaba İstanbul'da ününü duyduğu için görmeye geldiği ben, ona anlatabilir miymişim? İtalya'yı hiç görmediğimi söylediğimde, bunu herkes gibi kendisinin de bildiğini belirtti, ama bir zamanlar oradan gelmiş bir kölem varmış, o bana her şeyi anlatmış; ben de ona anlatırsam, Evliya da karşılığında bana eğlenceli şeyler anlatırmış: Hayatın en hoş yanı hoş hikâyeler uydurup hoş hikâyeler dinlemek değil miymiş? Çantasından çekineçekine bir harita çıkarmıştı, gördüğüm en berbat İtalya haritasıydı, anlatmaya karar verdim.
Bir çocuğunkini andıran tombul eliyle haritasındaki bir şehri işaret ediyor, adını heceleyerek okuduktan sonra, anlattığım düşlerimi dikkatle kâğıda geçiriyordu. Her şehir için, bir de, tuhaf hikâye istiyordu. Böylece, kuzeyden güneye on üç gece, on üç şehirde hayatımda ilk defa gördüğüm bütün bu ülkeyi geçtik. Bütün bir sabahı alan bu işten sonra, Sicilya'dan gemiyle İstanbul'a döndü. Anlattıklarımdan çok memnun olduğu için o da beni sevindirmeye karar vererek,Akka göklerinde kaybolan cambazları, Konya'daki fil doğuran kadınla oğlunu,Nil kıyısındaki mavi kanatlı boğaları, pembe kedileri, Viyana'daki saat kulesini, orada yaptırıp bana gülümseyerek gösterdiği ön dişlerini, Azak kıyısındaki konuşan mağarayı, Amerika'daki kırmızı karıncaları anlattı. Nedense, bende tuhaf bir hüzün uyandırıyordu bu hikâyeler, içimden ağlamak da geliyordu: Bütün güneşin kızıllığı odama vurmuştu; Evliya, bende de böyle şaşırtıcı hikâyeler olup olmadığını sorduğunda, onu gerçekten şaşırtmak isteyerek, adamlarıyla gece yatısına kalmasını söyledim: Birbirinin yerine geçen iki insan üzerine sevebileceği bir hikâyem vardı.
Gece, herkes odasına çekildikten, eve ikimizin de beklediği o sessizlik çöktükten sonra, yeniden odaya döndük. Bitirmekte olduğunuz bu hikâyeyi ilk o zaman düşledim! Anlattığım, sanki uydurulmuş değil de, yaşanmış bir hikâyeymiş gibi, sanki bütün bu kelimeleri bana başka birisi usulca fısıldıyormuş gibi, cümleler birbiri ardından ağırağır diziliyordu: "Venedik'ten Napoli'ye gidiyorduk, Türk gemileri yolumuzu kesti..."
Geceyarısındançok sonra, hikâyem bittiğinde, uzun bir sessizlik oldu. seziyordum, konuğum da, ben de, O'nu düşünüyorduk, ama benimkinden bambaşka bir O vardı Evliya'nın kafasında. Kendi hayatını düşündüğünden hiç kuşkum yok! Ben de kendi hayatımı, O'nu, hikâyemi sevdiğimi düşünüyordum; yaşadığım ve düşlediğim her şeyden gurur da duyuyordum: İçinde oturduğumuz oda, ikimizin de bir zamanlar olmak istediğimiz ve olduğumuz şeylerin hüzünlü anılarıyla dopdoluydu; O'nu bir daha unutamayacağımı, bunun da beni hayatımın sonuna kadar mutsuz edeceğini de o zaman açık seçik anladım; hiçbir zaman tek başıma yaşayamayacağımı biliyordum artık: Hikâyemle birlikte, sanki,geceyarısı odanın içine, ikimizi de meraklandırarak tedirgin eden çekici bir hayaletin gölgesi vurmuştu. Sabaha doğru, konuğum hikâyemi çok sevdiğini söyleyerek beni mutlu ettikten sonra, bazı şeylere karşı çıkacağını da ekledi. Belki de, ikimizin sinir bozucu anısından kurtulmak, bir an önce yeni hayatıma dönmek için ilgiyle dinledim onu.
Hikâyemdeki gibi tuhaf ve şaşırtıcı olanı aramalıymışız; evet, dünyanın bu bıkkınlık verici sıkıcılığına karşı yapabileceğimiz belki de tek şey buymuş; bunu, hep aynı şeylerin tekrarlandığı o çocukluk ve okul yıllarından beri bildiği için, hayatta dört duvar arasına kapanmayı aklına bile getirmemiş; bu yüzden bütün ömrünü gezilerde, bitip tükenmeyenyollarda hikâyeler arayarak geçirmiş. Ama, tuhafveşaşırtıcı olanı, dünyada aramalıymışız, kendi içimizde değil! Kendi içimizdekini aramak, kendi üzerimizde o kadar uzun boylu düşünmek mutsuz edermiş bizleri. Benim hikâyemde insanların başına gelen de buymuş işte: Bu yüzden kahramanlar kendileri olmaya bir türlü katlanamıyor, bu yüzden hep bir başkası olmak istiyorlarmış. Sonra, sordu bana: "Bu hikâyede olup bitenin gerçek olduğunu düşünelim," dedi. "Birbirlerinin yerine geçen o insanların yeni hayatlarında mutlu olabileceklerine, ben, inanıyor muymuşum? Sustum. Sonra, nedense bana hikâyemdeki bir ayrıntıyı hatırlattı: Kolu kopuk bir İspanyol kölesinin umutlarına kendimizi kaptırmamalıymışız! O zaman, o tür hikâyeleri yazayaza , tuhaflığı kendi içimizde arayaaraya , bizler de başka biri olurmuşuz, Allah korusun, okuyucularımız da. İnsanların hep kendilerinden, kendi tuhaflıklarındansözettiği , kitapların ve hikâyelerin de hep bunu anlattığı o korkunç dünyayı düşünmek bile istemiyormuş.
Ben istiyordum! Bu yüzden, bir günde seviverdiğim bu ufak tefek ihtiyar, Mekke'ye gitmek için, gün doğarken adamlarını toplayıp, tüy gibi, yola çıkınca, hemen oturup kitabımı yazdım. Belki de, geleceğin o korkunç dünyasının insanlarını daha iyi düşleyebilmek için, kitabıma kendimi ve kendimdenayıramadığım O'nu elimden geldiği kadar çok koydum. Ama elimden çok da gelmediğini, on altı yıl önce bir kenara atı verdiğim bu kitabı, bu günlerde yeniden okurken düşündüm. Bunun için, insanın kendisinden —hele duygu taşkınlıklarına kapılarak— söz etmesinden hoşlanmayan okuyucularımdan özür dileyerek bu sayfayı kitabıma ekliyorum:
Seviyordum O'nu, O'nu rüyamda gördüğüm kendi çaresiz, açması görüntümü sevdiğim gibi, bu görüntünün utancı, öfkesi, suçu ve hüznüyle boğulur gibi, kederle ölen yabani bir hayvan karşısında utanca kapılır gibi, kendi oğlumun arsızlığına öfkelenir gibi, kendimi aptalca bir tiksinti ve aptalca bir sevinçle tanır gibi seviyordum; belki de, en çok böyle: Elimin kolumun bir böcek gibiboşuboşuna kıpırdanışına alıştığım, aklımın duvarlarında her gün yankılanarak sönen düşüncelerimi bildiğim, açması gövdemden çıkan nemin benzersiz kokusunu, bitkin saçlarımı, çirkin ağzımı, kalemimi tutan pembe elimi tanıdığım gibi: Bunun için aldatamadılar beni. Kitabımı yazıp O'nu unutmak için bir kenara attıktan sonra, çıkan bütün o söylentilere, ünümüzü duyup, bundan yararlanmak isteyenlerin oyunlarına kanmadım hiç! Kahire'de bir Paşa'nın koruyucu kanatları altında yeni bir silâhın tasarılarını yapıyormuş! Viyana bozgununda şehrin içindeymiş, bir an önce yenilmemiz için düşmana akıl veriyormuş! Edirne'de dilenci kılığı içinde görmüşler O'nu, kendi kışkırttığı bir esnaf kavgasında bir yorgancıyı bıçaklayıp kayıplara karışmış! Uzak bir Anadolu kasabasında mahalle camiinde imamlık yapıyormuş, birmuvakkithane kurmuş, bunu anlatan yeminler ediyordu; bir de saat kulesi için para toplamaya başlamış! Vebanın peşinden gittiği İspanya'da kitaplar yazarak zengin olmuş! Zavallı Padişahımızı tahttan indiren siyasî dolapları O'nun çevirdiğini bile söylediler! Slav köylerinde, en sonunda ulaşabildiği gerçek itirafları dinleyedinleye , saralı efsane bir papaz gibi el üstünde tutularak bunalımlı kitaplar yazıyormuş! Anadolu'da geziyormuş, budala padişahları alaşağı edeceğini söyleyerek, kehanetleri ve şiirleriyle büyülediği bir güruhu peşinden sürüklüyor, yanma beni de çağırıyormuş! O'nu unutmak, gelecekteki o korkunç insanların, o korkunç dünyalarıyla oyalanabilmek, hayallerimin tadını çıkarmak için hikâyeler yazdığım o on altı yılda bu söylentilerin daha başkalarını da duydum, ama hiçbirine inanmadım. Bilmiyorum, başkalarına da oluyor mu.Bazan , Haliç sırtlarındaki o dört duvarı birbirimize zindan ederken,bazan , bir konaktan,ya da saraydan bir türlü gelmeyen bir çağrıyı beklerken,bazan birbirimizden keyifle nefret ederken,bazan da karşılıklı gülüşerek Padişahımız için bir risale daha yazarken, günlük hayat içinde, bir an, ikimiz de, bir küçük ayrıntıya takılıverirdik: Sabah birlikte gördüğümüz ıslak bir köpek, iki ağaç arasına asılmış çamaşır dizisinin renk ve biçimlerindeki gizli geometri, hayatın simetrisini ortaya çıkarıveren bir dil sürçmesi! Şimdi en çok bunları özlüyorum işte! Ölümünden yıllar, belki de yüzyıllar sonra bir meraklının bizden çok kendi hayatını düşleyerek okuyacağını sandığım, aslında, kimse okumasa da pek fazla aldırmayacağım ve bunun için de O'nun adını çok da derine olmasa da gizleyerek gömdüğüm gölgemin kitabına bunun için döndüm: Veba gecelerini, Edirne'deki çocukluğumu, Padişah'ın bahçelerinde geçirdiğim güzel saatleri, O'nu o sakalsız haliyle Paşa'nın kapısında ilk gördüğüm zaman sırtımda duyduğumu sandığım ürpertiyi yeniden düşlemek için. Kaybettiğimiz hayatı ve düşleri yeniden ele geçirmek için, onları yeniden düşlemek gerektiğini herkes bilir: Ben hikâyeme inandım!
Kitabımı, onu bitirmeye karar verdiğim günü anlatarak bitireceğim: İki hafta önce, gene masamızda oturup, başka bir hikâye düşlemeye çalışırken İstanbul tarafından gelen bir atlıyı gördüm. Son zamanlarda O'ndan haber getirmek için kimse gelmiyordu bana, belki de onlara ketum davrandığım için, bundan sonra geleceklerini de pek sanmıyordum, ama o tuhaf pelerinli, eli şemsiyeli yolcuyu görür görmez bana geldiğini anladım. Odama girmeden önce duymuştum. O'nun kadar olmasa bile, O'nun yanlışlarıyla Türkçe konuşuyordu, ama odama girer girmez İtalyanca'ya çevirdi. Yüzümü ekşittiğimi, hiç cevap vermediğimi görünce, bozukTürkçesiyle , benim, biraz olsun İtalyanca bildiğimi sandığını söyledi. Sonra anlattı: Adımı, kim olduğumu O'ndan öğrenmiş. Ülkesine döndükten sonra O, Türkler arasında geçirdiği inanılmaz serüvenleri üzerine, Türklerin hayvanları seven en son padişahı ve rüyaları üzerine, Türkler ve veba üzerine, saray ve savaş kurallarımız üzerine bir yığın kitap yazmış. Aristokratlar ve özellikle kibar hanımefendiler arasında yeniyeni yaygınlaşan o büyülü Doğu merakı yüzünden, yazdıkları ilgiyle karşılanmış, kitapları çok okunmuş, akademilerde dersler vermiş, zengin olmuş. Dahası, yazdıklarının romantizmine kapılan eski nişanlısı, yaşına bakmadan kocasından ayrılmış; evlenmişler, dağılıp satılan eski aile evini yeniden alıp yerleşmişler, evi, bahçeyi, eski hâline sokmuşlar. Bütün bunları biliyormuş konuğum, çünkü kitaplarına hayran olduğu için O'nu evinde ziyaret etmiş. Çok nazikmiş O, konuğuma bütün bir gününü vererek, sorularını cevaplamış, kitaplarında yazdığı serüvenleri bir daha anlatmış. Benden de uzunuzun , işte o sıradasözetmiş : "Yakından Tanıdığım Bir Türk" başlığıyla, benim üzerime bir kitap yazıyormuş; Edirne'deki çocukluğumdan, ayrılış gününe kadar, benim bütün hayatım, O'nun Türklerin özellikleri üzerine zekice yazdığı kişisel yorumlarıyla desteklenerek meraklı İtalyan okuyucusuna sunulmak üzereymiş. "Kendinizi ne kadar da çok anlatmışsınız O'na!" dedi konuğum. Sonra, beni şaşırtmak için, bazı sayfalarını okuduğu kitaptan ayrıntılar hatırladı: Çocukluğumda, mahalle arkadaşlarımdan birini acımasızca dövdükten sonra, yaptığımdan utanarak üzüntüyle ağlamışım, akıllıymışım, O'nun bana öğrettiği bütün astronomiyi altı ayda kavramışım, kız kardeşimi çok severmişim, dinime düşkünmüşüm, hep namaz kılarmışım, vişne reçeline bayılırmışım, üvey babamın mesleği olan yorgancılığa özel merakım varmış, bütün Türkler gibi insanları çok severmişim vb. vb. Bana gösterdiği bunca ilgiden sonra, bu budalaya soğuk davranamayacağım veböylelerinin meraklı olduklarını bildiğim için ona, odaoda evimizi gösterdim. Sonra bahçede arkadaşlarıyla oynayan küçük oğullarımın oyunlarıyla ilgilendi; yalnızca çelik çomağın değil, onlara anlattırdığı körebe, birdirbir ve pek de sevemediği uzun eşeğin kurallarını bir deftere yazdı. Bir Türk dostu olduğunu o sırada söyledi. Başka yapacak bir şey olmadığı için, öğleden sonra ona bahçemizi, sonra Gebze'yi veO'nunla yıllar önce kaldığımız evi gösterirken de aynı şeyi söyledi. Pek merak ettiği kilerimizde reçel ve turşu kavanozları, zeytinyağı ve sirke güğümleri arasında dikkatle yürürken, Venedikli bir ressama yaptırdığım yağlıboya portremi görünce, biraz daha ileri giderek, aslında, O'nun gerçek bir Türk dostu olmadığını, Türkler için çirkin şeyler yazdığını sır verir gibi söyledi: Bizim artık yokuşu inmeye başladığımızı yazıyormuş, kafalarımızın içinden eskipüsküyle dolu pis bir dolaptansözeder gibisözediyormuş , iflah olmazmışız, kurtulmamız için bir an önce onlara boyun eğmekten başka çaremiz yokmuş, bundan sonra, yüzyıllarca, boyun eğdiklerimizi taklit etmekten başka bir şey yapamayacağımızı söylüyormuş. Daha fazla uzatmasın diye, "Ama O bizleri kurtarmak istiyordu," deyiverdim, hemen söyledi: Evet, bunun için bir de silâh yapmış, ama anlamamışız biz O'nu; araç sisli bir sabah, tıpkı fırtınada kayalara oturan korkunç bir korsan gemisinin leşi gibi, saplandığı iğrenç bir bataklıkta kalıvermiş. Sonra ekledi: Evet, bizleri kurtarmayı çok, ama çok istemiş. Bu onda şeytanî bir kötülük olmadığı anlamına gelmezmiş. Bütün dâhiler böyleymiş işte! Portremi eline almış yakından dikkatle bakıyor, bir yandan da deha üzerine bir şeyler mırıldanıyordu: Bizlere esir düşmeyip de ömrünü ülkesinde geçirseymiş on yedinci yüzyılın Leonardo'su bile olurmuş O. Sonra, gene o pek sevdiği kötülük konusuna döndü. O'nun için söylenen ve aklımda kalmayanbiriki çirkin parasal dedikoduyu anlattı. "Tuhaf olan," dedi sonra, "sizin O'ndan hiç etkilenmemeniz!" Beni tanımış, sevmiş; hayretini belirtti: Onca yıl birlikte yaşayan iki kişi nasıl olur da birbirine bu kadar benzemezmiş, anlayamıyormuş. Korktuğum gibi, resmimi istemedi; aldığı yere bıraktıktan sonra, bana sordu: Yorganları da görebilir miymiş? "Hangi yorganları?" dedim boşboş . Şaşkınlıkla sordu: Boş vakitlerimi yorgan dikerek geçirmiyor muymuşum? On altı yıldır elime almadığım kitabı ona göstermeye o sırada karar verdim.
Çok heyecanlandı, Türkçe okuyabildiğini,O'nunla ilgili bir kitabı, tabii ki, çok merak ettiğini belirtti. Yukarıya, arka bahçeye bakan çalışma odama çıktık. Masamıza oturdu, on altı yıl sonra, kitabımı onu dün bırakmışım gibi tıktığım yerde buldum; önüne açıp koydum.Türkçeyi , ağır da olsa okuyabiliyordu. Bütün gezginlerde gördüğüm ve beni öfkelendiren, kendi sağlam ve güvenli dünyasından ayrılmadan şaşırtılmak isteğiyle, kitabıma gömüldü. Onu yalnız bıraktım, bahçeye çıktım, açık pencereden onu görebileceğim bir yere, hasır sedire oturdum. Önce neşeliydi, pencereden bana seslendi: "İtalya'ya adımınızı atmadığınız nasıl da belli oluyor!" Sonra ama, unuttu beni; arada bir gözümün ucuyla onu süzerek, orada, üç saat bahçenin içinde oturup kitabı bitirmesini bekledim. Bitirirken anlamıştı; yüzü allakbullakti ; bir iki kere, silâhımızı yutan bataklığın arkasındaki beyaz kalenin adını söyledi bağırarak; benimle boş yere İtalyanca konuşmaya bile kalktı. Sonra, okuduklarını, şaşkınlığını hazmetmek, dinlenmek için dönüp pencereden dışarı dalgındalgın baktı. Keyifle görüyordum, ilk başta, böyle durumlarda insanların hep yaptıkları gibi, boşlukta sonsuz bir noktaya, olmayan bir odağa bakıyordu, ama sonrasonra , beklediğim gibi, gördü de: Pencerenin çerçevesi içinden gördüklerine bakıyordu bu sefer. Hayır, akıllı okuyucularım anlamışlardır, sandığım kadar aptal değilmiş. Beklediğim gibi, hırsla kitabımın sayfalarını çevirmeye başladı, arıyordu, ben de keyifle bulmasını bekliyordum, sonunda aradığım bulup okudu. Sonra yeniden, evimin arka bahçesine bakan o pencereden görebileceklerine baktı. Ne gördüğünü, tabii ki çok iyi biliyordum:
Bir masanın üstündeki sedef kakmalı tepsinin içinde şeftaliler ve kirazlar duruyordu, masanın arkasında hasırdan örülmüş bir sedir vardı, üzerinde pencerenin yeşil çerçevesiyle aynı renkte kuştüyü yastıklar konmuştu; yetmişine merdiven dayamış ben orada oturuyordum; daha arkada kenarına bir serçenin konduğu kuyuyla zeytin ve kiraz ağaçlarını görüyordu. Onların arkasındaki ceviz ağacının yüksekçe bir dalına uzun iplerle bağlanmış bir salıncak, belli belirsiz bir rüzgârda, hafifhafif kıpırdanıyordu.
1984 85
SON
BEYAZ KALE
ÜZERİNE
ORHAN PAMUK
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Beyaz Kale - 10
- Büleklär
- Beyaz Kale - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3697Unikal süzlärneñ gomumi sanı 215827.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Beyaz Kale - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3762Unikal süzlärneñ gomumi sanı 206829.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Beyaz Kale - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3701Unikal süzlärneñ gomumi sanı 204729.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Beyaz Kale - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3807Unikal süzlärneñ gomumi sanı 198529.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Beyaz Kale - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3807Unikal süzlärneñ gomumi sanı 210128.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Beyaz Kale - 6Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3715Unikal süzlärneñ gomumi sanı 211526.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Beyaz Kale - 7Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3645Unikal süzlärneñ gomumi sanı 205326.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Beyaz Kale - 8Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3749Unikal süzlärneñ gomumi sanı 206427.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Beyaz Kale - 9Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3751Unikal süzlärneñ gomumi sanı 204528.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Beyaz Kale - 10Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 1914Unikal süzlärneñ gomumi sanı 131526.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.