Beyaz Kale - 8

Süzlärneñ gomumi sanı 3749
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2064
27.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
39.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
48.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
Savaş söylentilerinin yoğunlaştığı yaz ortasında, bir gün, Hoca, güçlü kuvvetli birine ihtiyacı olduğunu söyleyerek, beni yanına aldı. Edirne'nin içinde hızlıhızlı yürüdük, Çingene ve Yahudi mahallelerinden, daha önceden decansıkıntısıyla gezindiğim külrengi bazı sokaklardan, çoğu birbirine benzeyen yoksul Müslüman evleri arasından geçtik. Solumda gördüğüm sarmaşıklı evlerin sağımageçtiğinifarkedince aynı sokaklarda dolandığımızı anladım, sordum;Fildamı mahallesindeymişiz. Hoca birdenbire bir evin kapısını çaldı. Yeşil gözlü, sekiz yaşlarında bir çocuk açtı kapıyı. "Aslanlar," dedi Hoca ona, "Padişah'ın sarayından aslanlar kaçmış, arıyoruz." Çocuğu iterek evin içine girince ben de arkasından gittim. Toz, ahşap ve sabun kokuyordu içerisi,yankaranlıkta , gıcırdayan merdivenden aceleyle, yukarıya, bir sofaya çıktık; Hoca önüne gelen kapıları açmaya başladı. Birinci odada, bitkin bir ihtiyar dişsiz ağzı açık, uyukluyordu, ona bir şey sormak için sakalına uzanan iki neşeli çocuk kapının açıldığını görünce korktular. Hoca kapıyı kapadı, bir başkasını açtı; içeride bir yığın yorgan ve yorganlık kumaş vardı. Üçüncü odanın kapısını, sokak kapısını açan çocuk Hoca'dan önce tuttu: "Burdaaslan yok, annemle yengem var," Hoca gene de açtı kapıyı, sırtlan bize dönük iki kadın soluk bir ışığın içinde namaz kılıyorlardı. Dördüncü odada yorgan diken bir adam vardı, sakalsız olduğu için daha çok bana benziyordu, Hoca'yı görünce kalktı. "Niye geldin, deli herif?" dedi. "Bizden ne istiyorsun?" "Semra nerede?" dedi Hoca. "On yıl önce İstanbul'a gitti," dedi adam. "Vebadan ölmüş. Sen niye geberemedin?" Hoca, hiçbir şey söylemeden merdivenden inip evden çıktı. Peşinden giderken, arkamdan çocuğun bağırdığını ve bir kadının ona cevap verdiğini duydum: "Aslanlar gelmiş anne!" "Hayır, amcanla kardeşi!"
Belki olup biteni bir türlü unutamadığım için, belki yeni hayatıma ve hâlâ sabırla okuduğunuz bu kitaba hazırlık olsun diye iki hafta sonra, bir sabaherkenden gene aynı yere gittim. Işık beni aldattığından olacak sokağı ve evi bulmakta zorlandım önce; bulunca da daha önceden yönünü kestirdiğim Beyazıt CamiiDarüşşifası'na gidecek en kestirme yolu çıkarmaya çalıştım. Belki de, en kestirme yolu seçeceklerini düşünerek yanıldığım için köprüye ulaşan ve kavak ağaçlarının gölgelediği kısa yolu bulamadım bir türlü; bulduğum kavaklı yolun kıyısında ise, insanın kenarına oturup seyrederek helva yiyeceği bir nehir yoktu.Hastahanedeyse düşlediklerimizin hiçbiri yoktu, çamurlu değildi, tertemizdi belki, ama ne su sesi vardı, ne de renkli şişeler. Zincirlere vurulmuş bir hasta görünce dayanamayıp bir hekime sordum: Âşık olmuş, delirmiş, çoğu deliler gibi kendisini bir başkası sanıyormuş; daha anlatacaktı, dinlemeden döndüm.
Artık çıkmayacağını sandığımız sefer kararı yaz sonunda, hiç de beklemediğimiz bir gün alındı: Geçen yılki yenilgiye ve ondan çok vergiye dayanamayan Lehliler, "vergiyi gelin de kılıçlarınızla alın," diye haber yollamışlar. Ondan sonraki günlerde Hoca öfkeden boğulacak gibiydi; ordu yürüyüş düzenine hazırlanırken kimse silâh için bir yer düşünmüyordu; kimse savaşırken bu kara demir yığınını yanında görmek istemiyordu; kimse bu dev kazandan bir marifet de beklemiyordu; dahası, uğursuz da buluyorlarmış onu! Hoca, seferden bir gün önce savaşın geleceği için ahkâm keserken düşmanlarımız sözü buraya getirmişler, silâhın, zafer kadar lanet de getirebileceğini açıkça söylemişler. Bu lanetin arkasında, Hoca'dan çok, benim olduğumu da düşündüklerini, Hoca bana anlatırken korkuya kapıldım. Padişah Hoca'ya ve silâha güvendiğini belirtmiş, tartışma çıkmasın diye de, silâhın savaş sırasında doğrudan kendine, kendi kuvvetlerine bağlı olacağını söylemiş. Eylül başında, sıcak bir gün Edirne'den ayrıldık.
Herkes sefere çıkmak için geç bir mevsim olduğunu düşünüyordu, ama pek konuşulmuyordu bu konu. Sefer sırasında askerin düşman kadar, kimi zaman düşmandan da çok, uğursuzluktan korktuğunu, uğursuzluk korkusuyla savaştığını yeni öğreniyordum. Bakımlı, zengin köylerden, silâhımızın zeminini inlettiği köprülerdengeçerek kuzeye gittiğimiz ilk günün gecesi, Sultan'ın çadırından çağrılınca şaşırdık. Askerleri gibi çocuklaşmıştı Padişah, üzerinde yeni bir oyuna başlayan çocuğun merakı ve heyecanı vardı, tıpkı askerleri gibi Hoca'ya gün boyunca olup bitenleri nelere yorduğunu sordu: Batan güneşin önündeki kızıl bir bulut, alçaktan uçan şahinler, bir köy evinin kırık bacası, güneye inen leylekler, ne anlama geliyordu bunlar? Tabii ki Hoca hepsini iyiye yordu.
Ama işimiz bitmemişti; Padişah'ın sefer gecelerinde korkulu, meraklı hikâyeler dinlemeye pek düşkün olduğunu ikimiz de yeni öğreniyorduk. Hoca yıllar önce Sultan'a verdiğimiz, o en sevdiğim kitabımızdaki coşkulu şiirden yola çıkarak karanlık bir resim çizdi, ölüler, kanlı yenilgiler, başarısızlıklar, ihanetler ve sefaletle kaynaşan kıpırkıpır çirkin bir resim, ama zaferin alevi Padişah'ın korkulu bakışlarının görebileceği bir köşede parlıyordu da: Onu körüklemek için aklımızı, kullanmalıydık, "onların ve bizlerin", sonra, kafalarımızın içlerinin, Hoca’nın yıllardır bana anlattığı ve artık unutmak istediğim bütün öteki şeylerin, bir an önce farkına varmalı, silkinmeliydik! Belki de, Padişah'ın da artık kanıksadığını düşündüğü için, bana bıkkınlık veren bu tatsız hikâyenin karanlığını, çirkinliğini, dehşetini Hoca her gece biraz daha arttırıyordu. Gene de kafalarımızın içindensözedilirken Padişah’ın keyifle ürperdiğini hissederdim.
Av seferleri, yürüyüşümüzün haftasında başladı. Sırf bu iş için orduyla gelen bir takım önden gidiyor, bölgede keşif yaptıktan, elverişli araziyi seçtikten, köylüleri harekete geçirdikten sonra, Padişah, biz ve avcıları, yürüyüş kolundan ayrılarak, ceylânlarıyla ünlü bir koruya, yaban domuzlarının koşturduğu bir dağın yamaçlarına,ya da tilkilerle tavşanların kaynaştığı bir ormana gidiyorduk. Saatler süren, bu küçük ve eğlenceli av seferlerinden sonra yürüyüş koluna, zaferle bitirdiğimiz bir savaştan döner gibi tantanayla döner, ordu Padişah'ı selâmlarken bizler de onu hemen arkasından izlerdik. Hoca'nm öfke ve nefretle karşıladığı bu törenleri ben seviyordum; akşamları yürüyüşten, ordunungeçtiği köylerin ve kasabaların halinden,ya da düşmandan gelen son haberlerden çok, Padişahla birlikte avdansözetmekten hoşlanırdım. Sonra, Hoca'nın ahmakça ve budalaca bulduğu bu gevezeliğin öfkesiyle şiddetini her gece biraz daha arttıran hikâyeler ve kehânetleri başlardı. Padişah'ın, korkutucu olmaya çalışan bu hikâyelere, kafalarımızın içiyle ilgili bu masallara inanması çevresindekiler gibi, artık beni de üzüyordu.
Ama daha da kötüsüne tanık olacakmışım! Gene avlanıyorduk; ona yakın köy boşaltılmış, ahalisi ellerindeki tenekelere vurarak çıkarttıkları yaygarayla domuzlan ve geyikleri, bizlerin atlarımız ve silâhlarımızla beklediğimiz köşeye sürsün diye, ormana yayılmıştı, ama öğlene kadar hiçbir hayvana rastlayamamıştık. Biraz da öğle sıcağının etkisiyle, üzerimize çöken sıkıntıyı hafifletmek için, Padişah, Hoca'dan geceleri kendisini ürperten o hikâyeleri anlatmasını istemişti. Çok uzaklardan gelen, belli belirsiz duyulan teneke uğultusunu dinleyerek ağırağır ilerliyorduk ki, bir Hıristiyan köyüne gelince durduk. Hoca'yla Padişah’ın boş köy evlerinden birini işaret ettiklerini, kapı aralığından başı uzanan cılız bir ihtiyarın koltuklanarak onlarayaklaştınldığını o sırada gördüm. Az önce, gene, onlardan", kafaların.içlerindensözetmişlerdi , suratlarındaki merakı, ve Hoca'nın ihtiyara çevirmen aracılığıyla bir şeyler sorduğunu görünce, aklıma gelen şeyden korkarak onlara yaklaştım.
Hoca, hiç düşünmeden, hemen cevap vermesini isteyerek ihtiyara soruyordu: Hayatındaki en büyük günah, işlediği en büyük kötülük neydi? Çevirmenin bize ağırağır aktardığı bozuk bir Slav diliyle mırıldanıyordu köylü: suçsuz, günahsız zavallı bir ihtiyarmış; ama Hoca, tuhaf bir hiddetle üsteliyor, ihtiyardan kendindensözetmesini istiyordu. İhtiyar ancak, Sultan'ın da Hoca kadar meraklı olduğunu gördükten sonra suçunu kabul etti: Evet, suçluydu, o da bütün köyle birlikte evinden çıkmalı, o da hayvanları kovalayan hemşerileriyle birlikte ava katılmalıydı, ama hastaydı,özürü vardı, bütün bir gün boyunca ormanda koşturabilecek kadar sağlıklı değildi, eliyle yüreğini gösteriyor, af diliyordu ki, Hoca öfkelendi; bağırdı: Onu değil, gerçek günahlarını soruyordu asıl; ama köylü, çevirmenimizin tekrarlayıp durduğu soruyu anlayacak gibi değildi, elini yüreğinin üzerine acıyla bastırıp, tutulup kalmıştı. İhtiyarı götürdüler. Getirdikleri bir başkası da aynı şeyleri söyleyince Hoca kıpkırmızı kesildi. Bu ikincisine kolaylık olacak kötülük ve günah örnekleri diye benim çocukluğumun suçlarını, kendimi kardeşlerimden daha çok sevdirmek için attığım yalanlar; üniversitede okurken işlediğim cinsel günahları, Hoca, köylüye, adsız bir günahkârın kötülüklerini anlatır gibi anlatırken, ben, bu kitabı yazarken özlemle andığım o veba günlerimizi tiksinti ve utançla hatırlıyordum. En son getirilen bir topal köylü, derede yıkanan kadınları gizlice seyrettiğini fısıldayarak itiraf edince Hoca yatıştı biraz. Evet, işte "onlar" kötülükleri karşısında böyleydiler, onu yüzleyebiliyorlardı; ama kafaların içinde olup biteni artık bilmesi gereken bizler, vb. vb. Padişah’ın pek de fazla etkilenmediğine inanmak istiyordum.
Amameraklanmışti ; iki gün sonra, geyiklerin peşinden koştuğumuz başka bir av sırasında, belki Hoca’nın ısrarına dayanamadığı için, belki de sorgulamadan sandığımdan daha çok hoşlandığı için, aynı hikâyenin gene başlamasına göz yumdu.Tuna'yı geçmiştik bu sefer; gene bir Hıristiyan köyündeydik, ama Lâtin kökenli bir dille konuşuyorlardı. Hoca'nın sorduğu sorulardaysa pek fazla bir değişiklik yoktu. Veba gecelerinin, ona kötülüklerini yazdırmayı başardığım o şiddetini bana hatırlatan bu sorulardan ve onları soran, kim olduğu belirsiz yargıçla, onu sessizce destekleyen Sultan'dan korkan köylülerin cevaplarını önce dinlemek bile istemedim. Tuhaf bir tiksintiye kapılmıştım; Hoca'dan çok, ona kanan,ya da çirkin oyunun çekiciliğine karşı koyamayan Padişah'a içerliyordum. Ama bu çirkin meraka benim de kapılmam çok da sürmedi; dinlemekle bir şey kaybetmez insan, diye düşündüm, onlara yaklaştım. Kulağıma daha zarif ve hoş gelen bir dille anlatılan günahların ve suçların çoğu birbirine benziyordu: Basit yalanlar, küçük aldatmacalar; bir iki kalleşlik, bir iki vefasızlık; en fazlası da, birkaç küçük hırsızlık!
Akşam Hoca, köylülerin her şeyi anlatmadıklarını, gerçeği sakladıklarını söyledi; zamanında, ben çok daha ileri gitmiştim: Onları, bizlerdenayıran çok daha derin, çok daha gerçek günahları olmalıydı. Padişah'ı kandıracak, bu gerçekleri elde etmek, "onların", sonra da "bizlerin" nasıl olduğunu gösterebilmek için gerekirse şiddet de kullanacaktı.
Ondan sonraki günler, gittikçe daha artan, gittikçe daha saçmalaşan bu çirkin şiddetle geçti. İlk başlarda her şey daha basitti; o günlerde, oyunlarının orta yerine, hoş görülebilecek bir iki kaba şaka sıkıştırıveren çocuklar gibiydik; sorgulama saatleri uzun ve eğlenceli av seferlerimizin ortasında düzenlenmiş küçük birer ortaoyunu gibiydiler; ama sonrasonra, bütün istemimizi, dayanıklılığımızı, sinir gücümüzü tüketen ve nedense bir türlü vazgeçemediğimiz törenlere dönüştü. Hoca’nın sorularının ve nedeni anlaşılmayan öfkesinin dehşetiyle şaşkınlaşmış köylüleri görüyordum; kendilerinden istenilenin ne olduğunu tam bilseler, belki de anlatacaklardı; köy alanında toplattırılmış dişsiz ve yorgun ihtiyarları görüyordum; günahlarınıya da sahte günahlarını kekeleyerek anlatmadan önce, umutsuz gözlerle çevrelerinden, bizlerden yardım dilenirlerdi; itirafları ve kötülükleri yeterli bulunmayarak hırpalanan, itilip kakılan gençleri görüyordum: Masa başında yazdıklarını okuduktan sonra, "seniseni ," diyerek sırtıma bir yumruk indirdiğini, nasıl öyle biri olduğumu anlayamadığı için öfkeyle söylenerek kendi kendini yediğini hatırladım. Ama, pek de kesin olmasa bile, artık neyi aradığını, hangi sonuca ulaşmak istediğini daha iyi biliyordu. Başka yöntemler de denedi: İkide bir itirafçının .sözünü kesip yalan söylediğini ileri sürerdi; o zaman adamlarımız suçluyu hırpalarlardı.Bazan da itirafçının sözünü başka bir arkadaşının onu yakaladığını belirterek keserdi. Bir ara, onları ikişerikişer huzura çağırmayı denedi. O zaman gerçeklerin pek de derine inmediğini, adamlarımızın kararlılıkla uyguladığı şiddete rağmen, köylülerin birbirlerinden utandıklarını görünce öfkelenirdi.
Bir türlü dinmeyen yağmurlar başladığında olup bitene artık ben de alışmış gibiydim. Çamurlu bir köy alanında, pek bir şey söyleyemeyen, pek bir şey söylemeye de niyeti olmayan köylülerin saatlerce boş yere dövülerek sırılsıklam bekletildiklerini hatırlıyorum. Av seferleri de gittikçe sönükleşerek kısalıyordu. Arada bir, Padişah'ı hüzünlendiren, güzel gözlü bir ceylanı,ya da iri bir yaban domuzunu vuruyorduk gerçi, ama hepimizin aklında artık avın ayrıntıları değil, tıpkı av gibi, hazırlıklarına çok daha önceden başlanılan bu soruşturmalar vardı. Geceleri, gün boyunca yaptıklarından suçluluk duyar gibi, Hoca bana iç döküyordu. Olup bitenden, şiddetten, kendi de huzursuzdu, ama bir bilgiyi kanıtlamak istiyordu, hepimize yarayacak bir bilgi: Sultan'a da göstermek istiyordu; sonra, o köylüler gerçeği niye saklıyorlardı sanki? Sonra, bir Müslüman köyünde de aynı deneyi yaşamamız gerektiğini söyledi; ama başarılı olamadı bunda: Pek de sıkıştırmadan soruşturmasına rağmen, onlar da, Hıristiyan komşuları gibi, üç aşağı, beş yukarı aynı itirafları etmişler, aynı hikâyeleri anlatmışlardı. Yağmurun bir türlü dinmediği o berbat günlerden biriydi, Hoca onların gerçek Müslümanlar olmadığı yolunda bir şeyler mırıldandı, ama görüyordum, akşam olup biteni yorumlarken, bu gerçeğin Sultan'ın da gözünden kaçmadığınıfarketmişti .
Bu da öfkesini daha da arttırmaktan, artık Sultan'ın da tanık olmaktan pek hoşlanmadığı, ama, belki de benim gibi, sırf merakla peşinden sürüklendiği şiddeti son bir umutla daha çok kullanmasından başka bir işe yaramadı. Kuzeye ilerleyeilerleye , yeniden, köylülerin bir Slav diliyle konuştuğu ormanlık bir yöreye gelmiştik; küçük şirin bir köyde, bir çocukluk yalanından başka bir şey hatırlamayan yakışıklı bir delikanlıyı kendi elleriyle dövdüğünü gördük. Bir daha bunu hiç yapmayacağını söyledi; akşam benim gereğinden de fazla bulduğum tuhaf bir suçluluk duygusuna kapıldı. Bir başka seferinde sarımsı bir yağmurun içinde köylü kadınların, erkeklerinin başına gelenlere uzaktan ağladıklarını görmüş gibiyim. İşlerinde ustalaşan adamlarımız da bıkmışlardı olup bitenden;bazan bizden önce gözlerine kestirdikleri itirafçıyı onlar seçip getirirler, hiddetinden yorgun gözüken Hoca'dan önce ilk sorulan çevirmenimizin kendisi sorardı. Hikâyesinin köyden köye efsaneleşerek dolaştığını duyduğumuz şiddetimizin,ya da sırrını çözemedikleri, yüce bir adaletin korkusu veşaşkmlığıyla yıllardır, bu sorgu gününü içten içe bekliyormuş gibi, "itiraflarını uzunuzun anlatan ilginç kurbanlarla da hiç karşılaşmadık değil; ama birbirlerini aldatan karıkocaların, zengin komşusunu kıskanan fakir köylülerin hikâyeleri ilgilendirmiyordu artık Hoca'yı Daha derin bir gerçek olduğunu sürekli tekrarlıyordu, ama kendisi de, sanırım, bizler gibi, buna ulaşacağımızdan zamanzaman şüpheye düşüyordu. En azından, bizim kuşkumuzu sezerek öfkeye kapılırdı, ama bırakmaya niyeti olmadığını, biz de, Padişah da seziyorduk. Belki de bu yüzden, ipleri bütünüyle eline almasına seyirci kaldık. Bir keresinde, annesine kötü davranan üvey babasından ve üvey kardeşlerinden nefret eden bir delikanlıyı, bir çatı altına çekilerek korunduğumuz bir sağanağın altında, sırılsıklam ıslanarak saatlerce sorguya çektiğini görünce umutlandık; ama sonra, akşam, onun da unutulmaya değer sıradan bir delikanlı olduğunu söyleyerek konuyu kapadı.
Kuzeye, daha kuzeye çıkmıştık; yürüyüş kolu yüksek dağların arasında kıvrılarak derin ve karanlık ormanlar içindeki çamurlu yollarda çok yavaş ilerliyordu. Çam ve kayın ağaçlarıyla kaplı ormanlardan gelen o serin ve karanlık havayı, şüphe uyandıran sisli sessizlikleri, belirsizliği severdim. Kimse bu adı kullanmıyordu ama sanırım, çocukluğumda babamın elinde gördüğüm kötü bir ressamın yaptığı Avrupa haritasında, geyikler ve gotik şato resimleriyle süslenmişKarpatlar'ın eteklerindeydik. Yağmurlarda üşüten Hoca hastaydı, ama gene de, sanki hedefine daha geç varmak için kıvrılan yoldan, her sabah ayrılıp, ormanların içine giriyorduk. Av seferleri unutulmuş gibiydi artık; bir su kıyısında, bir uçurumunkenannda geyik vurmak için değil, sanki, bizler için hazırlanan köylüleri bekletmek için oyalanıyorduk! Sonra, vaktin geldiğine karar vererek, köylerden birine girer, yapacağımızı yaptıktan sonra da, her seferinde, aradığı cevheri bulamayan, ama hırpalayıp dövdüklerini ve umutsuzluğunu unutmak için, hemen, başka bir köye koşmamızı isteyen Hoca'nın peşinden sürüklenirdik. Bir keresinde, bir deney yapmak istedi; sabrı ve merakı beni şaşırtan Padişah, onun için yirmi yeniçeri getirtti; aynı soruları bir onlara, bir de evlerinin önünde şaşkın bekleyen sarışın köylülere sordu. Bir başka seferinde, köylüleri yürüyüş koluna götürdü, onlara çamurlu yollarda Sultan'ın askerlerine yetişmek için tuhaf gıcırtılarla zorlanan aracımızı gösterdi, ne düşündüklerini sordu, cevaplarını kâtiplere yazdırttı, ama belki de, dediği gibi, biz gerçekten anlamadığımız için, belki boş şiddetinden kendi de yıldığı için, belki geceleri kapıldığı suçluluk duygusundan, belki ordunun ve paşaların silâh ve ormanda olup bitenler konusundaki homurdanmalarından usandığı için, belki yalnızca hastalıktan, bilmiyorum; gücü tükenmişti artık: Öksürüklü sesi eskisi gibi gür çıkmıyordu; cevaplarını ezberlediği soruları eski heyecanıyla soramıyordu; geceleri zaferden, gelecekten, silkinip kurtulmamız gerektiğindensözederken , söylediklerine, sanki gittikçe kısılan kendi sesi de inanmıyordu. En son, onu, yeniden başlayan, soluk bir kükürt dumanı rengindeki yağmurun içinde, şaşkın birkaç Slav köylüsünü inançsızca sorguya çekerken gördüğümüzü hatırlıyorum. Biz, artık dinlemek istemediğimiz için uzaktaydık; onlar, yağmurun silikleştirdiği hayâletsi bir ışığın içinde, Hoca'nın elden ele dolaştırdığı yaldız çerçeveli koskoca bir aynanın ıslak yüzüne boşu boşuna bakıyorlardı.
Bir daha bu "av" seferlerine çıkmadık; ırmağıgeçip Leh topraklarına girmiştik. Gittikçe artan berbat yağmurun çamurlaştırdığı yollarda ilerleyemeyen silâhımız, artık süratle hareket etmesi gereken yürüyüş kolunun hızını kesiyordu. Paşaların zaten sevmediği aracımızın uğursuzluğuna, lanet getireceğine ilişkin söylentiler bu sırada daha da arttı; Hoca'nın yaptığı deneylere katılan yeniçerilerin dedikoduları da tuz biber ekiyordu buna. Her zamanki gibi, Hoca'yı değil, daha çok ben gâvuru suçluyorlardı. Hoca, artık Padişah'ı bile bıktıran o şiirsel gevezeliğe başlayıp, silâhın gerekliliğinden, düşmanın gücünden, silkinip hareketegeçmemiz gerektiğindensözettiği zaman, Padişah'ın çadırında onu dinleyen Paşalar, bizim sahtekârlığımıza ve silâhın uğursuzluğuna daha çok inanırlardı. Hoca'ya yoldan çıkmış, ama büsbütün de umut kesilmeyecek bir hasta gözüyle bakıyorlardı; asıl tehlikeli olan, asıl suçlu, Hoca'yla Padişah'ı kandırarak bu uğursuzlukları tezgâhlayan bendim. Geceleri çadırımıza çekildiğimiz zaman, Hoca hastalıklı sesiyle onlardan, eski yıllarda aptallarındansözettiği gibi, tiksinti ve öfkeylesözederdi , ama, o yıllarda ayakta tutabildiğimize inandığım neşe ve umut kalmamıştı artık.
Gene de, görüyordum, ipin ucunu öyle pek kolay bırakacak gibi değildi. İki gün sonra, silâhımız yağmurdan balçıklaşmış bir çamura saplanarak yürüyüş kolunun orta yerinde kalıverince, ben bütün umutlarımı kaybetmiştim; Hoca, hasta haliyle savaştı. Kimse adam vermiyordu bize. at bile vermiyorlardı; Sultan'a çıkıp kırka yakın at buldu, topların zincirlerini söktürttü, adam topladı; bütün gün uğraştıktan sonra, akşama doğru, çamura batıp kalması için dua edenlerin bakışları altında, atları öfkeyle kırbaçlayarak dev böceğimizi kıpırdattı. Akşam da, silâhın yalnız uğursuzluk değil, askerî güçlükler de getirdiğini söyleyerek bizlerden kurtulmak isteyen Paşalarla savaştı, ama artık zafere inanmadığını da hissediyordum.
Gece çadırımızdaydık, elimde sefere giderken yanıma alıverdiğim ut vardı, onunla bir şeyler çıkarmaya çalışıyordum, elimden alıp bir kenara attı. Benim kellemi istediklerini söyledi, sordu, biliyor muymuşum bunu? Biliyordum. Benim yerime onun kellesini isteselermiş mutlu olurmuş. Bunu da seziyordum, ama bir şey demedim.Utumu yeniden elime alacaktım ki, beni tuttu, orayı, ülkemi anlatmamı istedi. Padişah'a yaptığım gibi bir iki küçük uydurulmuş hikâye anlatınca, öfkelendi. Gerçeği istiyormuş, gerçek ayrıntıları: Annemi, nişanlımı, kardeşlerimi sordu. Ben "gerçek" ayrıntıları anlatırken araya girdi, benden öğrendiğiİtalyancasıyla , anlamını pek de çıkaramadığım boğuk kelimeler, kısa ve kesik cümleler mırıldandı.
Ertesi günlerde, öncü kuvvetlerin ele geçirdiği yakıp yıkılmış düşman palankalarını görünce, son bir umutla, bazı tuhaf ve çirkin düşüncelere kapıldığını hissettim. Sabah, ateşe verilmiş bir köyün içinden ağırağırgeçiyorduk , bir duvarın dibinde can çekişen yaralıları görünce atından inip yanlarına koştu. Önce onlara yardım etmek istediğini sandım, yanında çevirmen olsaydı, sanki, onlara dertlerini soracaktı, uzaktan onu seyrediyordum; sonra, bir coşkuya kapıldığını anladım, nedenini sezer gibiydim bu coşkunun, onlara başka bir şeyler soracaktı. Ertesi gün, Padişahla birlikte, yolun sağında, solunda temizlenmiş palankaları, küçük hisarları görmeye gittiğimizde de aynı heyecan içindeydi: Yerle bir edilmiş yapıların, top ateşiyle delik deşik edilmiş ahşap duvarların arasında, kafası hâlâ kopartılmamış bir yaralı gördüğü zaman yanına koşuyordu. Onu benim kandırdığımı düşüneceklerini bilebile , çirkin bir şey yapmasın diye, belki de düpedüz bayağı bir meraktan, peşinden gidiyordum. Gövdeleri mermilerle, gülle delikleriyle parçalanmış yaralılar, ölümün maskesini yüzlerine geçirmeden önce, ona bir şey söyleyeceklerdi sanki; Hoca söylesinler diye onlara sormaya hazırlanıyordu; her şeyi bir anda değiştirecek o derin gerçeği onlardan öğrenecekti, ama ölümlehaşır neşir olmuş o yüzlerdeki umutsuzluğu hemen kendi umutsuzluğuyla özdeşleştiriverdiğini görürdüm, onlara yaklaştıkça tutulup kalıyordu.
O gün akşamüstü bir türlü ele geçirilemeyenDoppio kalesinin Padişah'ı öfkelendirdiğini öğrenince gene aynı coşkuya kapılarak Sultan'a çıktı. Döndüğünde kuşkuluydu, ama kuşkulanacak şeyin ne olduğunu bilmiyor gibiydi de. Sultan'a silâhını savaşa sürmek istediğini, aracı yıllardır bugün için hazırladığını söylemiş. Sultan, benim sandığımın tersine, bunun vaktinin geldiğini, ama daha önce aynı iş için görevlendirdiği Sarı Hüseyin Paşa'yı beklemesi gerektiğini buyurmuş. Niye söylemiş bunu? Yıllardır bana mı, kendisine mi sorduğunu anlayamadığım sorulardan biriydi; nedense ona artık yakınlık duymadığımı, huzursuzluktan usandığımı düşünüyordum; kendi cevap verdi: Çünkü zaferden pay almasından korkuyorlarmış.
Bu cevaba, Sarı Hüseyin Paşa'nın kaleyi hâlâ alamadığını öğrendiğimiz ertesi öğleye kadar kendini inandırmak için bütün gücünü harcadı. Uğursuz ve casus olduğum söylentileri çok yayıldığı için, Padişah'ın çadırına ben gitmiyordum artık. Gece, günün olaylarını yorumlamaya gittiğinde, Hoca, Padişah'ın inanır gözüktüğü zafer ve mutluluk hikâyeleri anlatmayı başarmış. Çadırımıza döndüğünde, en sonunda şeytanın bacağını kıracağına inanan birinin iyimserliğini takınmıştı. İyimserliğini değil, onu ayakta tutmak için gösterdiği çabayı izleyerek onu dinledim.
O eski hikâyeden, bizlerden ve onlardansözetti gene, gelecekteki zaferden, ama sesinde bu hikâyelere eşlik ettiğine hiç tanık olmadığım bir hüzün vardı; ortaklaşa yaşadığımız için ikimizin de pek iyi bildiği bir çocukluk anımızdansözediyordu sanki.Utumu elime alınca da ses çıkarmadı, onu acemice tıngırdatınca da: Gelecekte, ırmağın akışını istediğimiz yöne çevirince yaşayacağımız güzel günlerdensözediyordu , ama ikimiz de biliyorduk geçmiştensözettiğini : Gözümün önünde sakin bir arka bahçenin huzurlu ağaçları, ışılışıl aydınlatılmış sıcak odalar, akraba kalabalığıyla kaynaşan bir yemek masası vardı. Yıllardır, ilk defa bana huzur veriyordu; buradakileri sevdiğini, ayrılığın zor geleceğini söylediğinde ona hak verdim. Bu insanlar üzerine biraz düşündükten sonra, aptallarını hatırlayarak öfkelenince de hak verdim ona. Sanki iyimserliği takınılmış bir şey değildi; belki çok yakındaki yeni hayatı ikimiz de sezdiğimiz için, belki onun yerinde olsam aynı şeyleri yapacağımı düşündüğüm için, bilmiyorum.
Ertesi sabah, silâhımızı denemek için yolumuzun yakınındaki küçük düşman palankalardan birinin üzerine yolladığımızda, ikimiz de aracın pek bir şey beceremeyeceğini tuhaf bir önseziyle biliyorduk. Padişah’ın bizi desteklesinler diye verdiği yüze yakın adam, silâhın ilk saldırısında dağılıp gitti. Bazılarını silâhın kendisi ezerek parçaladı, bazıları birkaç isabetsiz atıştan sonra çamura budalaca saplanan aracın koruması dışında kalınca vuruldular. Uğursuzluk korkusuyla kaçıp çekilen çoğunluğunu ise toparlayıp yeni bir saldırıya hazırlayamadık. İkimiz de aynı şeyi düşünüyor olmalıydık.
Sonra, Şişman Hasan Paşa'nın adamları, palankayı pek de kayıp vermeden, bir saatte alıverince, Hoca o derin bilgiyi, yeniden, bu sefer, benim de pek iyi anladığımı sandığım bir umutla kanıtlamak istedi, ama palankanın bütün nüfusu kılıçtan geçirilmişti; yakıp yıkılan duvarlar arasında can çekişen bile yoktu. Padişah'a götürülmek için bir kenarda toplanan kafaları görünce de, ne düşündüğünü hemen anladım; dahası, merakına hak da verdim, ama bu kadarına tanık olmak istemiyordum artık: Ona sırtımı döndüm. Az sonra, meraka yenilerek yeniden baktığımda, kafaların yanından uzaklaşıyordu; ne kadar ileri gittiğini öğrenemedim hiç.
Öğle vakti yürüyüş koluna döndüğümüzde,Doppio'nun hâlâ alınamadığını söylediler. Sultan öfke içindeymiş, Sarı Hüseyin Paşa'yı cezalandırmaktansözediyormuş : Bütün ordu oraya gidiyormuşuz! Hoca'ya, akşama kadar kale düşmezse, sabahki saldırıya aracımızın da katılacağını söylemiş Padişah. O arada küçük bir palankayı, bütün bir günde alamayan beceriksiz bir komutanın başını vurdurtmuş. Yürüyüş koluna yetişen aracımızın palanka önündeki başarısızlığı,ya da uğursuzluk dedikodularıyla da ilgilenmemiş bile. Hoca, artık, zaferden alınacak paydansözetmiyordu ; söylemiyordu, ama biliyordum ne düşündüğünü: Bundan öncekimüneccimbaşıların sonunu;ya da çocukluğumu ve çiftliğimizdeki hayvanları düşlerken onun da kafasından aynı şeyleri geçirdiğini biliyordum; onun da, kaleden gelecek zafer haberinin son talihimiz olacağını düşündüğünü, ama bu talihe aslında inanmadığını, onu istemediğini, bir türlü ele geçirilemeyen kalenin öfkesiyle yakıp yıkılmış bir köyün alevler içindeki küçük bir kilisenin ve yanan çan kulesinin, sonra, cesur papazın mırıldandığı duanın yeni bir hayatı çağrıştırdığını; kuzeye çıkarken solumuzdaki ormanlık tepelerin arkasından batan güneşin benim kadar onda da sessizce ve dikkatle tamamlanmakta olan bir şeyin kusursuzluk duygusunu uyandırdığını biliyordum.
Güneş battıktan ve yalnız Sarı Hüseyin Paşa'nın başarısızlığını değil,Doppio'ya , Lehlilerden başka, Avusturyalıların, Macar ve Kazakların da yardım yetiştirdiğini öğrendikten sonra, kalenin kendisini gördük. Yüksekçe bir tepenin üzerindeydi, bayraklı kulelerine batan güneşin belli belirsiz kızıllığı vurmuştu, ama beyazdı; bembeyaz ve güzel. Nedense, insanın böyle güzel ve erişilmez bir şeyi ancak rüyasında görebileceğini düşündüm. O rüyada, karanlık bir ormanın içinde kıvrılan bir yolda, tepedeki aydınlık, beyaz yapıya yetişmek için telâşla koşarsınız; sankiorada, sizin de katılmak istediğiniz bir eğlence, kaçırmak istemediğiniz bir mutluluk vardır, ama her an bitivereceğini sandığınız yol bir türlü bitmez. Karanlık ormanla, yamacın etekleri arasındaki düzlükte, sıksık taşan ırmağın yaptığı pis bir bataklık olduğunu, onu aşabilen piyadelerin, topçu ateşinin desteğine rağmen, yamacı bir türlügeçemediklerini öğrendiğimde, bizi buraya getiren yolu düşünüyordum ben. Sanki her şey, üzerinde kuşların uçuştuğu beyaz kalenin, gittikçe kararan kayalık yamacın ve durgun ve karanlık ormanın görüntüsü gibi kusursuzdu: Yıllardır rastlantı olarak yaşadığım birçok şeyin, şimdi zorunluluk olduğunu, askerlerimizin, kalenin beyaz kulelerine hiçbir zaman erişemeyeceklerini, Hoca'nın da benim gibi düşündüğünü biliyordum. Sabah saldırıyageçtiğimizde , aracımızın, içindeki ve yanındaki adamları ölümeterkederek , bataklığa yatıvereceğini, sonra, uğursuzluk söylentisini, korkuyu, ve askeri yatıştırmak için onların önüne benim kellemi atmak isteyeceklerini de, Hoca'nın da benim kadar gördüğünü çok iyi biliyordum. Yıllar önce, bir kere, onu kendisini anlatmaya kışkırtmak için, aynı anda aynı şeyleri düşünme alışkanlığını geliştirdiğimiz bir çocukluk arkadaşımdansözettiğimi hatırladım. Onun da aynı şeyleri düşündüğünden hiç kuşkum yoktu.
Gece geç vakit gittiği Sultan'ın çadırından bir türlü dönmedi. Çadırdaki paşalara, günü ve geleceği yorumlamasını isteyen Padişah'a ne söyleyeceğini çok iyi tahmin ettiğim için, bir ara, hemen oracıkta öldürüldüğünü ve cellatların, az sonra da bana geleceğini aklımdan geçirdim. Sonra, çadırdan çıkıp, bana haber vermeden, doğru, karanlıkta beyaz duvarları parıldayan kaleye gittiğini, nöbetçileri, bataklığı ve ormanı aşarak oraya çoktan ulaştığını düşledim. Pek de fazla bir heyecan duyamadan, yeni hayatımı düşünerek sabahı bekliyordum ki, geldi. Çadırdakilere, tahmin ettiğim şeyleri söylediğini, çok sonra; yıllar sonra, onlarla dikkatle ve uzunuzun konuştuktan sonra öğrenebildim. Bana bir şey anlatmadı, yolculuğa çıkmadan önce telâşlanan biri gibi acele ediyordu. Dışarıda yoğun bir sis olduğunu söyledi, anladım.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Beyaz Kale - 9
  • Büleklär
  • Beyaz Kale - 1
    Süzlärneñ gomumi sanı 3697
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2158
    27.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    40.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 2
    Süzlärneñ gomumi sanı 3762
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2068
    29.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    41.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 3
    Süzlärneñ gomumi sanı 3701
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2047
    29.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    42.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    50.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 4
    Süzlärneñ gomumi sanı 3807
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1985
    29.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    41.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 5
    Süzlärneñ gomumi sanı 3807
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2101
    28.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    41.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 6
    Süzlärneñ gomumi sanı 3715
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2115
    26.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    38.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    45.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 7
    Süzlärneñ gomumi sanı 3645
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2053
    26.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    38.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    45.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 8
    Süzlärneñ gomumi sanı 3749
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2064
    27.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    39.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 9
    Süzlärneñ gomumi sanı 3751
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2045
    28.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    40.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    47.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 10
    Süzlärneñ gomumi sanı 1914
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1315
    26.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    38.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    45.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.