Beyaz Kale - 5
Süzlärneñ gomumi sanı 3807
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2101
28.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
41.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
48.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Tıpkı, bitip tükenmeyen kış gecelerini geçirmek için fal bakan iki bekâr erkek gibi, masanın iki ucuna karşılıklı oturmuş, önümüzdeki boş kâğıtlara birşeyler çiziktiriyorduk. Gülünç buluyordum kendimizi! Sabah, rüya diye Hoca'nın yazdıklarını okuyunca onu kendimden de gülünç buldum. Benim rüyalarıma özenerek bir rüya da o yazmıştı, ama görülmediği her şeyinden anlaşılan uydurma bir rüyaydı bu: Biz kardeşmişiz! Kendine, bana ağabeylik etmeyi yakıştırmıştı; ben de usluuslu onun bilimsel sözlerini dinliyormuşum. Ertesi sabah, kahvaltı ederken, mahallelinin, bizim ikiz kardeşler olduğumuz yolundaki dedikodusu için ne düşündüğümü sordu. Hoşuma gitti bu soru, ama pek fazla da gururumuokşamadi ; bir şey söylemedim. İki gün sonra, yazdığı o rüyayı, bu sefer gerçekten gördüğünü söyleyerekgeceyarısı beni uyandırdı. Belki de doğruydu, ama nedense aldırmadım. Ertesi gece vebadan ölmekten korktuğunu söyledi.
Eve kapanmaktan sıkıldığım için, akşamüstü sokaklara çıkmıştım: Bir bahçede çocuklar, ağaçlara çıkmışlar, renkli ayakkabılarını da aşağıda bırakmışlardı; çeşme başlarında kuyruk olan geveze kadınlar, ben geçerken artık susmuyorlardı; çarşı pazar alışveriş edenlerle doluydu; itişip dövüşenlerle onlarıayıranları keyifle seyredenler vardı. Salgının gücünü yitirdiğine kendimi inandırmaya çalışıyordum, ama Beyazıt Camii avlusundan arka arkaya çıkan tabutları görünce sinirlerim bozuldu, aceleacele eve döndüm. Odama girerken, Hoca seslendi: "Gelip bir baksana şuna." Mintanının düğmelerini çözmüş göbeğinin altındaki küçük bir şişliği, kırmızı bir lekeyi işaret ediyordu. "Her yeri böcek sardı." Yaklaşıp dikkatle baktım, küçük, kırmızı bir lekeydi, hafif birşişik , büyükçe bir böcek ısırığı gibi, ama niye gösteriyordu bana? Yüzümü daha fazla yaklaştırmaktan korktum. "Böcek ısırığı," dedi Hoca. "Öyle değil mi?" Parmağının ucuyla şişliğe dokundu. "Yoksa pire mi?" Sustum, hiç öyle pire ısırığı görmediğimi söylemedim.
Bir bahane bulup güneş batana kadar bahçede kaldım. Artık evde durmamam gerektiğini seziyordum, ama aklımda gidilecek bir yer yoktu. Hem, gerçekten de böcek ısırığına benziyordu o leke, veba hıyarcığı kadar büyük ve geniş değildi; ama, biraz sonra başka bir şey aklıma geldi: belki de bahçede hızla yeşeren otlar arasında gezindiğim için, kızarıklığın iki gün içinde şişerek bir çiçek gibi açıp patlayacağını, Hoca'nın acılar içinde öleceğini düşünüyordum. Belki de bir hazımsızlık çıbanıdır, diyordum, ama öyle değildi, böcek ısırığına benziyordu, ne böceği olduğu aklıma hemen gelecekti, düşünüyordum, geceleri gezen, iri bir sıcak ülke böceği olmalıydı, ama hayâletimsi hayvanın adı dilimin ucuna bile gelmiyordu.
Akşam yemeğine oturduğumuzda Hoca neşeli gözükmeye çalıştı, şakalar yaptı, bana takıldı, ama çok sürmedi bu. Sessizce yediğimiz yemekten kalktıktan ve rüzgârsız ve sakin bir karanlık çöktükten çok sonra Hoca: "Canım sıkılıyor," dedi. "Efkâr bastı. Masaya oturalım, bir şeyler yazalım." Ancak böyle oyalanabiliyormuş.
Ama yazamadı. Ben gönül rahatlığıyla yazarken, o boşboş oturuyor gözünün ucuyla bana bakıyordu. "Ne yazıyorsun?" Mühendislik okulunun ilk yılı bitip de tatil başında tek atlı bir arabayla evime dönerken nasıl sabırsızlandığımı yazmıştım, okudum. Ama okulu ve arkadaşlarımı da çok seviyordum; tatilde yanıma aldığım kitapları bir su başında tek başıma okurken, onları nasıl düşünüp özlediğimi okudum. Kısa bir sessizlikten sonra, Hoca, birden bir sır verir gibifısıldıyarak sordu: "Hep öyle mutlu mu yaşıyorlar orada?" Sorar sormaz pişman olacağını sandım, ama hâlâ çocuksu bir merakla bana bakıyordu. Ben de fısıldadım: "Ben mutluydum!" Yüzünde hafif bir kıskançlık belirdi, ama korkutucu değildi. Çekineçekine anlattı:
Edirne'deyken, on iki yaşındayken, bir ara, annesi ve kız kardeşiyle Beyazıt CamiiDarüşşifa'sına giderlermiş; annesinin babası midesinden hasta olduğu için. Sabah, annesi, daha yürüyemeyen öteki kardeşi komşulara bırakır, Hoca'ylakızkardeşini ve erkenden hazırladığı muhallebi kabını alır, birlikte yola çıkarlarmış; kavak ağaçlarının gölgelediği kısa, ama eğlenceli bir yoldan giderlermiş. Dedesi onlara hikâyeler anlatırmış. Hoca severmiş o hikâyeleri, amahastahaneyi daha çok sevdiği için yanlarından kaçıp etrafı seyredermiş. Bir keresinde akıl hastaları için çalınan müziği dinlemiş, fenerinden ışık alan büyük bir kubbenin altında; su sesi de olurmuş, akar suyun sesi; sonra, içinde tuhaf ve renkli şişelerle kapların pırılpırıl parladığı başka odaları da gezermiş; bir keresinde yolunu kaybetmiş, ağlamaya başlamış, Abdullah efendinin odasını buluncaya kadar bütünhastahaneyi odaoda gezdirmişler ona; annesibazan ağlarmış,bazan kızıyla birlikte dedenin hikâyesini dinlermiş. Sonra, dedenin verdiği boş kabı alıp dönerlermiş, ama eve gelmeden önce, annesi onlara helva alırmış, kimse görmeden yiyelim, dermiş. Su kıyısındaki kavakların arasında bir yerleri varmış, üçü ayaklarını suya doğru uzatarak oturur, kimse görmeden yerlermiş.
Hoca susunca, bizi tuhaf bir kardeşlik duygusuyla huzursuz ederek birbirimize yaklaştıran bir sessizlik oldu. Hoca uzun bir süre bu tedirginliğe dayandı. Sonra, yakındaki bir evin kaba kapısı düşüncesizce ve gürültüyle kapandıktan sonra söyledi: Bilime ilgiyi ilk defa o zaman duymuş, hastalar ve onlara şifa veren o renkli şişeler, kaplar, teraziler yüzünden. Ama dedesi ölünce oraya bir daha gidememişler. Hoca da hep, büyüyüp tek başına gideceğini düşlüyormuş, ama bir yıl, Tunca taşıvermiş, hastalar yataklarından çıkarılmış,hastahanenin odalarını dolduran kirli vebulanık su, uzun bir süre çekilmemiş, çekildikten sonra da, güzelimhastahane yıllarca temizlenemeyen pis kokulu lanet bir çamurun içinde kalmış.
Hoca gene sustuğunda birbirimize yakın değildik artık. Masadan kalkmıştı, gözümün ucuyla odanın içinde gezinen gölgesini görüyordum, sonra, masanın ortasında duran lâmbayı aldı, arkama geçti, ne gölgeyi görebiliyordum ne Hoca'yı; dönüp bakmak istiyordum da bakamıyor, bir kötülük bekleyerek endişeleniyordum sanki. Az sonra, çıkarılan bir elbisenin hışırtısını duyarak korkuyla döndüm. Belden yukarısı çıplaktı, aynanın karşısına geçmiş, üzerine lâmbanın ışığı vuran göğsünü ve karnını dikkatle inceliyordu. "Allahım," dedi, "ne çıbanı bu?" sustum. "Gelip baksana şuna." Yerimden kıpırdamıyordum, bağırdı: "Gelsene diyorum!" Cezalandıracağı bir öğrencisi gibi korkuyla yaklaştım.
Çıplak gövdesine bu kadar yaklaşmamıştım hiç; hoşlanmıyordum bu yakınlıktan. Önce, ona bu yüzden yaklaşamadığıma inanmak istedim, ama çıbandan korktuğumu biliyordum. O da anladı. Oysa, anlamasın diye, başımı yaklaştırmış, bir hekim tavrıyla gözlerimi o şişkinliğe, kızarıklığa dikmiş, bir şeyler mırıldanıyordum. "Korkuyorsun, değil mi?" dedi sonunda Hoca. Korkmadığımı kanıtlamak için başımı daha da yaklaştırmıştım. "Veba hıyarcığı diye korkuyorsun." O kelimeyi duymazlıktan geldim, bir böceğin ısırdığını söyleyecektim, daha önceden beni de bir kere bir yerde ısıran tuhaf bir böcek olmalıydı, ama adı aklıma hâlâ gelmiyordu yaratığın. "Dokunsana!" dedi Hoca. "Dokunmadan nasıl anlarsın, bana dokunsana!"
Dokunmadığımı görünce neşelendi. Şişkinliğin üzerinde gezdirdiği parmaklarını yüzüme yaklaştırdı. Tiksintiyle irkildiğimi görünce bir kahkaha attı, basit bir böcek ısırığından korktuğum için alay etti benimle, ama çok sürmedi bu neşe. "Ölümden korkuyorum," deyiverdi. Sanki başka şeylerdensözediyordu ; üzerinde utançtan çok öfke vardı; haksızlığa uğramış birinin öfkesi. "Sende yok mu bu çıbandan, emin misin, çıkarsana üstünü!" Üsteleyince, yıkanmaktan nefret eden çocuk gibi gömleğimi çıkardım. Oda sıcaktı, pencere kapalıydı, ama bir yerden serin bir esinti geldi; bilmiyorum, belki de beni ürperten aynanın soğukluğuydu. Görüntümden utandığım için bir adım attım, çerçevenin dışına çıktım. Bu sefer, aynada benim gövdeme başını yaklaştıran Hoca'nın yüzünü yandan görüyordum; benimkine benzediğini herkesin söylediği o kocaman kafa gövdeme doğru eğilmişti. Ruhumu zehirlemek için, diye düşündüm birden; oysa tam tersini yapıyorum, ben ona öğretiyorum diye, yıllardır gururlanıyordum ben. Aklıma gelmesi bile gülünçtü, ama lâmbanın ışığında arsızlaşan o sakallı kafanın kanımı emmek üzere olduğunu düşündüm bir an! Demek ki, çocukluğumda dinlediğim o korkulu hikâyeleri severmişim. Böyle düşünürken,parmaklannı karnımda hissettim; kaçmak istiyordum, kafasına bir şey vurmak istiyordum. "Yok sende," dedi. Arkamageçip , koltuk altlarımı, boynumu, kulaklarımın arkasını da incelemişti. "Burada da yok, böcek seni ısırmamış."
Eliniomuzuma koyarak yanıma geçti. Dertleştiği bir çocukluk arkadaşıydım sanki. Parmaklarıyla ensemi iki yanından sıkıştırdı, beni çekti. "Gel birlikte aynaya bakalım." Baktım ve lâmbanın çiğ ışığı altında, bir daha gördüm ne kadar çok benzeştiğimizi. Sadık Paşa'nın kapısında beklerken onu ilk gördüğümde de bu duyguya kapılmıştım, hatırladım. O zaman, olmam gereken birini görmüştüm; şimdiyse, onun da benim gibi biri olması gerektiğini düşünüyordum. İkimiz birmişiz! Şimdi, bu bana çok açık bir gerçekmiş gibi geliyordu. Elim kolum bağlanmış, tutulup kalmıştım sanki. Kurtulmak için bir hareket yaptım, sanki benim, ben olduğumu anlamak için:
Aceleyle elimi saçlarımın içinde gezdirdim. Ama, o da yapıyordu aynı şeyi, üstelik ustalıkla, aynanın içindeki simetriyi hiç bozmadan. Bakışımı da taklit ediyordu, kafamın duruşunu, aynada görmeye katlanamadığını, ama korkunun merakıyla gözümü alamadığım dehşetimi de tekrarlıyordu: Arkadaşının sözlerini ve hareketlerini taklit ederek onu sinirlendiren bir çocuk gibi neşelendi sonra. Bağırdı! Birlikte ölecekmişiz! Ne saçma, diye düşündüm. Ama korktum da. Onunla geçirdiğim gecelerin en korkuncuydu.
Sonra, vebadan baştan beri korktuğunu ileri sürdü, her şeyi beni denemek için yapıyormuş, Sadık Paşa'nın cellâtları beni öldürmek için götürdüklerinde de öyleymiş, başkaları bizi birbirimize benzetirken de: Ruhumu ele geçirdiğini söyledi sonra; tıpkı, az önce hareketlerimi taklit ederken yaptığı gibi, artık ne düşünüyorsam o biliyormuş, ne biliyorsam o düşünüyormuş! Sonra, o an ne düşündüğümü sordu bana, aklımda ondan başka bir şey yoktu, hiçbir şey düşünmediğimi söyledim, ama beni dinlemiyordu, öğrenmek için değil, yalnızca korkutmak için konuşuyordu çünkü, kendi korkusuyla oynamak için, o korkudan ben de payımı alayım diye. Yalnızlığını hissettikçe kötülük yapmak istediğini seziyordum; elini yüzlerimizin üzerinde gezdirirken, o tuhaf benzerliğin büyüsüyle beni dehşete düşürmek isterken ve benden çok kendisi heyecanlanıp coşarken, kötülük etmek istediğini düşünüyordum: Kötülüğü bir anda yapmaya gönlü bir türlü razı olmadığı için de, ensemi sıkıştırarak aynanın karşısında beni tutuyor, diyordum, ama büsbütün saçma ve çaresiz bulmuyordum onu: Haklıydı, söylediklerini ve yaptıklarını ben de söylemek ve yapmak istiyordum, benden önce davranıp vebanın ve aynanın içindeki korkuyla oynayabildiği için onu kıskanıyordum.
Ama o kadar korkmama, kendime ilişkin dahaönceden düşünmediğim şeyleri sezdiğimi düşünmeme rağmen, bu oyun duygusundan da kurtulamadım bir türlü. Ensemi sıkan parmakları gevşemişti, ama aynanın karşısından çekilmiyordum. "Senin gibi oldum ben," dedi sonra Hoca. "Nasıl korktuğunu biliyorum artık. Ben sen oldum!" Anladım dediğini, ama bugün yarısının doğruluğundan kuşkum olmayan bu kehâneti saçma ve çocuksu bulmaya çalıştım. Dünyayı benim gibi görebildiğini ileri sürdü; "onlar" diyordu gene, "onlar" nasıl düşünüyor, duyuyor en sonunda anlıyormuş şimdi. Bakışını aynanın dışına taşırarak lâmbanın aydınlattığı yarı karanlık masaya, bardaklar, sandalyelere, nesnelere bakıp konuştu biraz. Sonra, daha önce göremediği için söyleyemediği şeyleri, şimdi söyleyebildiğini ileri sürdü, ama yanıldığını düşünüyordum ben: Kelimeler de aynıydı, nesneler de. Yeni olan tek şey korkusuydu. O da değil; korkuyu yaşama biçimi; ama nasıl bir şey olduğunu şimdi de açıkça yazamayacağım bu biçimin de, aynanın karşısında takındığı bir şey, yeni bir oyun olduğunu düşünüyordum. Sanki, kendi isteği dışında, bu oyunu da bir yana bırakarak, dönüpdönüp o kırmızı çıbana aklı takılıyordu ve böcek mi, veba mı olduğunu soruyordu.
Bir ara, her şeye benim kaldığım yerden devam etmek istediğini söyledi. Hâlâ yarı çıplaktık ve aynanın karşısından çekilmemiştik. O benim yerimegeçecekmiş , ben de onun, kıyafetlerimizi değiştirmemiz ve o sakalını keserken benimkoyvermem yeterliymiş bunun için. Bu düşünce, aynadaki benzerliğimizi daha da korkunç yaptı, sinirlerim iyice gerildi, dinledim: O zaman, ben onu azat edecekmişim: Benim yerime geçen onun, ülkeme dönünce yapacaklarını keyifle anlattı. Çocukluğum ve gençliğim konusunda ona anlattıklarımın hepsini, en küçük ayrıntısına kadar aklında tuttuğunu, o ayrıntılardan, kendine göre, tuhaf ve gerçekdışı bir düşsel ülke kurduğunu görerek şaştım. Hayatım kendi denetimimden çıkmış da, onun elinde başka yerlere sürükleniyor, benim de, başıma gelenleri rüya görür gibi uzaktan seyretmekten başka, elimden bir iş gelmiyordu sanki. Ama, ben olarak ülkeme yapacağı yolculuğun ve orada yaşayacağı hayatın gülünç bir tuhaflığı ve saflığı vardı ki, beni ona büsbütün inanmaktan alıkoyuyordu. Bir yandan da düşsel ayrıntılardaki tutarlılığa da şaşıyordum: Bunlar da olabilirmiş demek geliyordu içimden, böyle de yaşayabilirmişim demek. O zaman, Hoca'nın hayatına ilişkin daha derin bir şeyi ilk defa sezdiğimi anladım, ama bunun ne olduğunu söyleyebilecek gibi değildim. Yalnızca, yıllardır özlemle düşündüğüm eski dünyamda yaptıklarımı şaşkınlıkla dinleyerek, vebanın korkusunu unuttum. Ama bu çok sürmedi. Hoca, bu sefer, onun yerine geçince benim ne yapacağımı söylememi istedi. Benzeşmediğimize ve çıbanın böcek ısırığı olduğuna inanmaya çalışarak o tuhaf durumda dikilmek sinirlerimi o kadar bozmuştu ki, hiçbir şey gelmedi aklıma. Üsteleyince, bir zamanlar, ülkeme dönünce anılarımı yazmayı kurduğumu hatırladım, söyledim: O zaman, belki bir gün, başından geçenleri iyi bir hikâye yapıp yazanın dediğimde, tiksintiyle küçümsedi beni. Onun beni tanıdığı kadar, ben onu tanımıyormuşum ki hiç! Beni itip aynanın karşısına tek başına geçti: Yerime geçince benim başıma gelecekleri o söyleyecekmiş! Önce çıbanın veba hıyarcığı olduğunu söyledi; ölecekmişim. Sonra, ölümden önce nasıl acılar içinde kıvranacağımı anlattı; şimdiye kadar farkına varmadığım için hazırlıksız olduğum korku, ölümden de betermiş. Hastalığın acılarıyla nasıl boğuşacağımı söylerken Hoca aynanın karşısından çekilmişti; az sonra, baktığımda, yere serili dağınık yatağına uzanmış, çekeceğim acıları ve ağrıları anlatıyordu. Eli karnının üzerindeydi, sanki anlattığı o ağrının da üzerinde, diye düşündüm. Tam o sırada, seslendi, korkuyla yanına gittim ve pişman oldum hemen; elini gene bana sürmeye kalkışmıştı. Nedense, artık onun yalnızca bir böcek ısırığı olduğunu düşünüyordum, ama, gene de korkuyordum.
Bütün gece böyle sürdü. Hastalığı ve korkusunu bana bulaştırmaya çalışırken benim o, onun da ben olduğumu tekrarlayıp durdu. Kendi dışına çıkıp kendisini seyretmenin zevkini alıyor da ondan, diye düşünüyordum, rüyadan uyanmak isteyen biri gibi kendi kendime tekrarlıyordum: Oyun oynuyor; çünkü kendi de söylüyordu bu "oyun" sözcüğünü, ama öte yandan da ağırağır terliyordu; sıcak bir odada boğucu sözlerinin korkusuyla bunalan biri gibi değil, gövdesinde sakatlık olan hasta biri gibi.
Güneş doğarken yıldızlardan ve ölümdensözediyordu , uydurma kehânetlerinden, Padişah'ın aptallığından, dahası nankörlüğünden, kendi sevgili aptallarından, "bizlerden" ve "onlardan", bir başkası olmak istediğinden! Artık dinlemiyordum, bahçeye çıktım. Nedense aklıma, ölümsüzlük üzerine eski bir kitapta okuduğum düşünceler takılmıştı. Ihlamur ağaçlarının içinde öterek hızla yer değiştiren serçelerden başka dışarıda hiçbir hareket yoktu. Şaşırtıcı bir durgunluk! İstanbul'daki öteki odaları ve vebalıları düşündüm. Hoca'nınki vebaysa, ölene kadar böyle sürecekti, değilse, o kırmızışişik kaybolana kadar, diye düşündüm. Bu evde daha fazla kalamayacağımı seziyordum artık. Eve girerken nereye kaçabileceğim, nerede gizleneceğim aklımda hiç yoktu. Hoca'dan, vebadan uzak bir yer düşlüyordum. Birkaç parça elbisemi bir torbaya sıkıştırırken, bu yerin, yakalanmadan kaçabileceğim kadar yakın olması gerektiğini biliyordum, o kadar.
Zamanında, Hoca'dan ufak tefek çalarak biraz para biriktirmiştim, oradan buradan kazandıklarım da vardı. Evden çıkmadan önce onları sakladığım yerden, artık hiç okumadığı kitapların durduğu sandıktaki çorabımdan aldım. Meraka kapıldığım için Hoca'nın odasına gittim sonra, lâmba yanıyordu, ter içinde uyuyakalmıştı. Hiçbir zaman bütünüyle inanamadığım o sihirli benzerlikle beni bütün gece korkutan aynanın küçüklüğüne şaştım. Hiçbir şeye dokunmadan aceleacele evden çıktım, mahallenin boş sokaklarında yürürken hafif bir rüzgâr esti, içimden ellerimi yıkamak geliyordu, nereye gideceğimi biliyordum, memnundum. Sabah sessizliğinde sokaklarda yürümek, denize doğru yokuşlardan inmek, çeşmelerde ellerimi yıkamak, Haliç'i seyretmek hoşuma gitti.
Heybeliada'yı ilk, oradan İstanbul'a inmiş genç bir rahipten duymuştum;Galata'da karşılaştığımızda bana coşkuyla adaların güzelliğini anlatmıştı. Aklımda yer etmiş olmalı ki, mahalleden çıkarken biliyordum oraya gideceğimi. Konuştuğum sandalcılar ve balıkçılar beni adaya götürmek için korkunç paralar istediler, canım sıkıldı, kaçak olduğumu anladılar, diye düşünüyordum, Hoca’nın peşimden yollayacağı adamlara da yerimi söyleyeceklerdir! Sonradan bunun, vebadan korktukları için küçümsedikleri Hıristiyanlara verdikleri bir gözdağı olduğuna karar verdim. Fazla dikkati çekmemek için, konuştuğum ikinci kayıkçıyla anlaştım. Güçlü kuvvetli bir adam değildi, küreklere asılacağına konuşuyor, vebanın hangi suçların cezası olduğunu anlatıyordu. Vebadan kaçmak için adaya sığınmanın para etmeyeceğini de ekledi. Konuşurken onun da benim kadar korktuğunu anladım. Yol altı saat sürdü.
Adada mutlu günler geçirdiğimi sonraları düşündüm. Az bir paraya, kimsesiz bir Rum balıkçının evinde kalıyordum, ortalıkta görünmemeye çalışırdım, huzursuzdum. Kimi zaman, Hoca'nın öldüğünü düşünürdüm, kimi zaman da peşime takacağı adamları. Benim gibi vebadan kaçan çok Hıristiyan vardı adalarda, ama onlara görünmek istemezdim.
Sabahları balıkçıyla birlikte denize açılıyor, akşamüstü dönüyordum. Bir ara zıpkınla ıstakoz ve pavurya avına merak sardım. Hava balığa çıkılmayacak kadar kötüyse adanın çevresinde yürürdüm, manastırın bağına girip asmaların altında tatlıtatlı uyuduğum olurdu. Bir de incir ağacına yaslanmış çardak vardı, havanın açık olduğu günlerde,taaAyasofya gözükürdü oradan, altına oturur, İstanbul'a bakarak saatlerce hayâl görürdüm. Bir seferinde, rüyamda adaya gelirken sandala eşlik eden yunuslarla birlikte Hoca'yı görmüştüm, onlarla dosttu, beni soruyordu, peşime düşmüştü demek; başka seferindeyse annemle birlikteydiler, beni ayıplıyorlardı, neden geç kaldığımı soruyorlardı. Yüzüme vuran güneşin teriyle uyandıktan sonra, bu rüyalara yeniden dönmek ister, dönemeyince kendimi zorlayarak düşünürdüm: Hoca'nın öldüğünü düşünürdümbazan ,terkettiğim boş evin içindeki ölüyü, cesedi kaldırmaya gelenleri, kimsesiz cenazenin sessizliğini: sonra kehânetlerini düşünürdüm, neşeyle uydurduğu o eğlenceli şeyleri ve nefret ve öfkeyle uydurduklarını da; Padişah'ı da, Padişah'ın hayvanlarını da; zıpkınımı sırtlarından sokup karınlarından çıkardığımİstakozlarla pavuryalar, bu gündüz düşlerine kıskaçlarını ağırağır oynatarak eşlik ederlerdi.
Yavaşyavaş ülkeme kaçabileceğime kendimi İnandırmaya çalışıyordum. Bunun için, adanın kapısı bacası açık evlerinden para çalmam yeterliydi; ama daha önce Hoca'yı unutmam şarttı. Durupdurup başıma gelenlerin büyüsüne, anıların çekiciliğine kapılıyordum çünkü: Bana o kadar benzeyen bir insana ölümeterkettim diye neredeyse kendimi suçlayacaktım. Şimdiki gibi onu tutkuyla özlüyordum; bana gerçekten anılarımdaki kadar benziyor muydu, yoksa kendimi aldatıyor muydum; sonra, bu on bir yılda bir kere olsun yüzüne doyadoya bakmadığıma karar veriyordum; oysa çok yapmıştım bu işi. İçimden İstanbul'a yetişip cesedine son bir kere daha bakmak bile geldi. Özgürleşebilmek için aramızdaki benzerliğin yanlış hatırlanan bir anı, unutulması gereken tatsız bir yanılsama olduğuna kendimi inandırmam, buna alışmam gerektiğine karar verdim.
İyi ki alışamamışım. Bir gün Hoca'yı karşımda görüverdim çünkü! Balıkçının arka bahçesinde uzanmış, kapalı gözlerimi güneşe çevirmiş, hayâl kuruyordum, gölgesini, hissettim, karşımdaydı gülümsüyordu, oyunu kazanmış biri gibi değil sanki beni sevdiği için! Olağanüstü bir güven vardı üzerimde, beni korkutacak kadar. Belki de gizliden gizliye bunu bekliyormuşum: Çünkü hemen tembel kölenin, boyun eğen uşağın suçluluk duygusuna bürünüverdim. Çıkınımı hazırlarken Hoca'dan nefret edeceğime kendimi hor görüyordum. Balıkçıya olan borcumu da o ödedi. Yanına iki adam almış, çift kürekle gelmişler, çabuk döndük. Hava kararmadan evdeydik, ev kokusunu özlemişim. Ayna da duvardan indirilmişti.
Ertesi sabah, Hoca beni karşısına alıp söyledi: Suçum çok ağırmış, yalnız kaçtığım için değil, bir böcek ısırığını veba hıyarcığı sanıp onu ölüm yatağında bıraktığım için de beni cezalandırmaya can atıyormuş, ama şimdi vakti değilmiş. Anlattı: Padişah, bir hafta önce, en sonunda, Hoca'yı çağırmış, buvebanın ne zaman biteceğini, daha kaç can alacağını, kendi hayatının tehlikede olup olmadığını sormuş. Çok heyecanlanan Hoca, hazırlıksız olduğu için yuvarlak cevaplar vermiş, yıldızlarla çalışması gerektiğini söyleyerek vakit istemiş. Etekleri zil çalarak eve dönmüş, Padişah'ın merakını nasıl yönlendirmesi gerektiğini kestiremiyormuş. Böylece beni getirmeye karar vermiş.
Adada olduğumu çoktan beri biliyormuş; ben kaçtıktan sonra bir soğuk algınlığı geçirmiş, üç gün sonra peşime düşmüş, balıkçıların orada izime rastlamış, kesenin ağzını biraz açınca geveze kayıkçı beniHeybeli'ye götürdüğünü söylemiş. Hoca, adalardan başka bir yere kaçamayacağımı bildiği için arkamdan gelmemiş. Padişahla kurduğu bu son ilişkinin hayatının en önemli fırsatı olduğunu söyleyince ona hak verdim. Benim bilgime ihtiyacı olduğunu da açıkça söyledi.
Hemen çalışmaya başladık. Hoca'da ne istediğini bilen insanların kararlığı vardı, onda daha önce pek görmediğim bu kesinlik duygusu hoşuma gidiyordu. Ertesi gün gene çağırılacağını bildiğimiz için vakit kazanmaya karar verdik. Üzerinde hemen anlaştığımız ilke, çok fazla bilgi vermemek, ama verdiğimizi hemen doğrulatmaktı. Sevdiğim o akıl keskinliği Hoca'yı, "kehânet bir şeytanlıktır, ama aptallıkları etkilemekte güzelgüzel kullanılabilir" görüşüne getirmişti hemen. Anlattıklarımı dinlerken Hoca, vebanın ancak sağlık önlemleriyle geriletilebilecek bir felâket olduğunu doğrular gözüküyordu. O da benim gibi, Allah'ın felâketle olan ilişkisini inkâr etmiyordu, ama dolaylıydı bu ilişki; bu yüzden, biz ölümlüler de, paçaları sıvayıp felâkete karşı bir şeyler yapabilirdik ve bu, Allah'ın gururunu hiç incitmezdi. Hazreti Ömer de,EbuÜbeyde'yi , ordusunu vebadan korumak için, Suriye'den Medine'ye çağırmamış mıydı? Hoca, Padişah'ı korumak için, başkalarıyla ilişkisini en aza indirmesini isteyecekti. Bu önlemleri almaya zorlamak için Padişah'ın yüreğine ölüm korkusu salmak aklımızdangeçmedi değil, ama tehlikeliydi bu; Sultan şiirsel bir ölüm tasviriyle korkutulabilecek kadar yalnız kalmıyordu; Hoca'nın gevezeliklerinden etkilense bile, çevresinde korkusunu açıp yenebileceği bir aptal kalabalığı vardı; sonra, bu yüzsüz aptallar, her an, Hoca'yı dinsizlikle suçlayabilirlerdi. Bu yüzden benim edebî bilgime dayanarak bir hikâye uydurduk.
Hocanın gözünü en çok korkutan şeyse, vebanın ne zaman biteceğini kestirmekti. Günlük ölümrakkamları üzerinde çalışmamız gerektiğini seziyordum; bunu Hoca'ya söylediğimde çok etkilenmedi, bu konuda sayılar elde edebilmek için Padişah'tan yardım isteyecekti, ama bu da başka bir hikâyeyle maskelenecekti. Matematiğe o kadar çok inanmam, ama elimiz kolumuz da bağlıydı.
Ertesi sabah o saraya gitti, ben de şehrin ve vebanın içine. Eskisi gibi gene korkuyordum vebadan, ama hareketin ve hayatın şiddeti, dünyayı biraz olsun ele geçirmek isteği başımı döndürmüştü. Rüzgârlı serin bir yaz günüydü; ölenlerin ve ölülerin arasında gezinirken yıllardır hayatı bu kadar sevemediğimi düşündüm. Cami avlularına giriyor, bir kâğıda tabut sayısını yazıyor, sonra, mahallede gezinerek gördüklerimle ölü sayısı arasında bir ilişki kurmaya çalışıyordum: Bütün evleri, insanları, kalabalığı, neşeyi ve kederi ve sevinci anlamlandırmak kolay değildi. Üstelik tuhaf bir açlıkla gözüm yalnızca ayrıntılara takılıyordu, başkalarının hayatlarına, bir ev içinde kendi yakınlıklarını ve kardeşliklerini yaşayan insanların mutluluklarına, çaresizliklerine, kayıtsızlıklarına.
Öğleye doğru, kalabalığın ve ölülerin sarhoşluğuyla karşı kıyıya,Galata'ya geçtim, tersane çevresindeki işçi kahvelerinde gezindim, çekineçekine tütün içtim, sırf anlama tutkusuyla bir aşevinde yemek yedim, pazarlara, dükkânlara girdim. Her şeyi tekerteker kafama kazımak istiyordum ki, bir sonuç çıkarabileyim. Akşam karanlığından sonra, yorgun argın eve döndüm, saraydan gelen Hoca'yı dinledim.
İşler yolunda gitmiş. Uydurduğumuz hikâye Padişah'ın içine işlemiş. Vebanın, tıpkı şeytan gibi, insan kılığına bürünüp onu kandırmak isteyeceğine Padişah'ın aklı yatmış; her yabancının sarayasokulmamasıııa karar vermiş; giriş çıkışlar sıkı bir denetim altına alınmış Vebanın ne zaman ve nasıl biteceği sorulduğunda Hoca öyle bir dil dökmüş ki, Padişah şehrin içinde sarhoş gibi gezinen Azrail'i gözlerinin önünde canlandırabildiğini korkuyla söylemiş gözüne kestirdiğini elinden tutup çekiyormuş. Hemen telâşla düzeltmiş Hoca, Azrail değil, insanı ölüme ayartan Şeytanmış o. Hem de sarhoş değil, çok kurnazmış. Hoca, tasarladığımız gibi, Şeytanla savaşmak gerektiğini de belirtmiş. Vebanın ne zaman şehri rahat bırakacağını anlamak için nerelerde gezindiğini görmek gerekiyormuş. Çevresindekilerden, vebayla uğraşmanın Allah'a karşı gelmek olduğunu söyleyenler çıkmışsa da, aldırmamış Padişah; sonra, bir de hayvanlarını sormuş; şahinlerine, doğanlarına, aslanlarına, maymunlarına veba şeytanı ilişir miymiş? Hoca hemen, şeytanın insanlara insan kılığında, hayvanlara da fare kılığında geldiğini söylemiş. Sultan vebanın uğramadığı uzak bir şehirden beş yüz kedi getirilmesini, Hoca'ya da, istediği kadar adam verilmesini buyurmuş.
Emrimize verilen on iki kişiyi hemen İstanbul'un dört bir yanına dağıttık, mahallemahalle dolaşıyor, gördüklerini ve ölü sayısını bize bildiriyorlardı. Masamızın üzerine, benim başka kitaplardan düzelterek çizdiğim kaba bir İstanbul haritası yaymıştık. Geceleri, vebanın nerelerde gezindiğini haritanın üzerine korku ve keyifle işaretler, Sultan'a söylememiz gerekenleri tasarlardık.
Başta iyimser değildik pek. Veba şehirde kurnaz bir şeytan gibi değil, amaçsız bir serseri gibi geziniyordu. Bir gün Aksaray'dan kırk can alıyor, sonra orayı rahat bırakıp öteki gün Fatih'e uğruyor, derken, karşı kıyıda, Tophane'de, Cihangir'de gezindiği anlaşılıyor, ertesi gün de bir bakıyorduk, oralara da pek az uğramış, Zeyrek'e gitmiş, Haliç'e bakan bizim mahallemizin içine girip yirmi kişiyi öldürüvermiş. Ölü sayılarından da bir şey çıkaramıyorduk; bir gün beş yüz kişi gidiyordu, ertesi gün yüz. Veba'nın kurbanını nerede öldürdüğüne değil, ilk nerede yakalayıp içine girdiğine bakmamız gerektiğini anladığımızda, çok vakit geçmişti, Padişah, gene Hoca'yı çağırıyordu. Düşündük taşındık, Hoca, Padişah'a, vebanın kalabalık çarşı yerlerinde, insanların birbirlerini kazıkladığı pazarlarda, kucak kucağa oturup dedikodu yaptıkları kahvelerde gezindiğini söylesin, dedik. Gitti, akşam geldi.
Söylemiş. Padişah da, "ne yapalım?" demiş. Hoca, çarşı pazarın, şehir içindeki gidiş gelişin sopa zoruyla kısıtlanmasını söylemiş: Sultan'ın çevresindeki o ukalâlar hemen karşı çıkmışlar tabii: Şehir nasıl beslenecekmiş, ticaret durursa hayat da dururmuş, vebanın insan kılığında gezindiği, işitenlerin ödünü patlatırmış, kıyametin geldiğine inanıp gemi azıya alanlar çıkarmış; sonra, kimse içinde veba şeytanının gezindiği bir mahallede sıkışıp hapis kalmak da istemezmiş, isyan çıkarmış. "Haklıydılar," dedi Hoca. Bu sırada, bir aptal da halkı bu kadar sıkacak adamı nereden bulacağını sorduğunda, Padişah öfkelenmiş; gücünden şüpheye düşenleri cezalandıracağını söyleyerek korkutmuş herkesi. Bu öfkeyle de, Hoca’nın dediklerinin yapılmasını buyurmuş, ama çevresine danışmayı da unutmamış.Müneccimbaşı Sıtkı Efendi, Hoca'ya diş bilediği için, vebanın İstanbul'u ne zamanterkedeceğini halâ söyleyemediğini hatırlatmış. Sultan'ın ona hak vermesinden korkan Hoca, gelecek gelişinde takvimi getireceğini söylemiş.
Masanın üzerindeki haritayı işaretler verakkamlarla doldurmuştuk ama, vebanın hangi akla uyarak şehirde gezindiğini çıkaramıyorduk bir türlü. Bu arada, Padişah yasağı da uygulandı ve üç günden de fazla sürdü. Çarşı girişlerini, ana caddeleri, sandal iskelelerini kesen yeniçeriler gelip geçeni sıkıştırıp: "Kimsin? Nereye gidiyorsun? Neden gidiyorsun?" diye sorguya başlamışlar. Ürkek, şaşkın yolcuları, boşboş gezinenleri gerisin geriye evlerine yollamışlar ki, veba onları kandırmasın.Kapalıçarşıda , Unkapanı'nda hayatın yavaşladığını öğrendiğimizde son bir aydır topladığımız ölüm rakamlarını kâğıtlara yazmış, duvara asmış, düşünüyorduk. Hoca'ya göre, vebanın bir mantığa göre hareket etmesini boşuna bekliyorduk, kelleyi kurtarmak için bir şeyler uydurup Padişah'ı oyalamalıydık.
İzin kâğıdı usulü de bu sırada çıktı. Yeniçeri Ağası ticaret durmasın ve şehir beslensin diye gerekli gördüklerine izin kâğıtları dağıtıyormuş. Bundan çok para kazandığını ve haraca bağlanmak istemeyen küçük esnafın da isyan hazırlığına giriştiğini öğrendiğimizde, ben, ilk defa ölüm rakamlarında bir mantık sezmeye başlamıştım.BaşvezirKöprülü'nün esnafla birlik olup kuracağı düzenleri anlatan Hoca'ya söyledim bunu, vebanın yavaşyavaş kenar mahallelerden, yoksul semtlerinden çekildiğine onu inandırmaya çalıştım.
Eve kapanmaktan sıkıldığım için, akşamüstü sokaklara çıkmıştım: Bir bahçede çocuklar, ağaçlara çıkmışlar, renkli ayakkabılarını da aşağıda bırakmışlardı; çeşme başlarında kuyruk olan geveze kadınlar, ben geçerken artık susmuyorlardı; çarşı pazar alışveriş edenlerle doluydu; itişip dövüşenlerle onlarıayıranları keyifle seyredenler vardı. Salgının gücünü yitirdiğine kendimi inandırmaya çalışıyordum, ama Beyazıt Camii avlusundan arka arkaya çıkan tabutları görünce sinirlerim bozuldu, aceleacele eve döndüm. Odama girerken, Hoca seslendi: "Gelip bir baksana şuna." Mintanının düğmelerini çözmüş göbeğinin altındaki küçük bir şişliği, kırmızı bir lekeyi işaret ediyordu. "Her yeri böcek sardı." Yaklaşıp dikkatle baktım, küçük, kırmızı bir lekeydi, hafif birşişik , büyükçe bir böcek ısırığı gibi, ama niye gösteriyordu bana? Yüzümü daha fazla yaklaştırmaktan korktum. "Böcek ısırığı," dedi Hoca. "Öyle değil mi?" Parmağının ucuyla şişliğe dokundu. "Yoksa pire mi?" Sustum, hiç öyle pire ısırığı görmediğimi söylemedim.
Bir bahane bulup güneş batana kadar bahçede kaldım. Artık evde durmamam gerektiğini seziyordum, ama aklımda gidilecek bir yer yoktu. Hem, gerçekten de böcek ısırığına benziyordu o leke, veba hıyarcığı kadar büyük ve geniş değildi; ama, biraz sonra başka bir şey aklıma geldi: belki de bahçede hızla yeşeren otlar arasında gezindiğim için, kızarıklığın iki gün içinde şişerek bir çiçek gibi açıp patlayacağını, Hoca'nın acılar içinde öleceğini düşünüyordum. Belki de bir hazımsızlık çıbanıdır, diyordum, ama öyle değildi, böcek ısırığına benziyordu, ne böceği olduğu aklıma hemen gelecekti, düşünüyordum, geceleri gezen, iri bir sıcak ülke böceği olmalıydı, ama hayâletimsi hayvanın adı dilimin ucuna bile gelmiyordu.
Akşam yemeğine oturduğumuzda Hoca neşeli gözükmeye çalıştı, şakalar yaptı, bana takıldı, ama çok sürmedi bu. Sessizce yediğimiz yemekten kalktıktan ve rüzgârsız ve sakin bir karanlık çöktükten çok sonra Hoca: "Canım sıkılıyor," dedi. "Efkâr bastı. Masaya oturalım, bir şeyler yazalım." Ancak böyle oyalanabiliyormuş.
Ama yazamadı. Ben gönül rahatlığıyla yazarken, o boşboş oturuyor gözünün ucuyla bana bakıyordu. "Ne yazıyorsun?" Mühendislik okulunun ilk yılı bitip de tatil başında tek atlı bir arabayla evime dönerken nasıl sabırsızlandığımı yazmıştım, okudum. Ama okulu ve arkadaşlarımı da çok seviyordum; tatilde yanıma aldığım kitapları bir su başında tek başıma okurken, onları nasıl düşünüp özlediğimi okudum. Kısa bir sessizlikten sonra, Hoca, birden bir sır verir gibifısıldıyarak sordu: "Hep öyle mutlu mu yaşıyorlar orada?" Sorar sormaz pişman olacağını sandım, ama hâlâ çocuksu bir merakla bana bakıyordu. Ben de fısıldadım: "Ben mutluydum!" Yüzünde hafif bir kıskançlık belirdi, ama korkutucu değildi. Çekineçekine anlattı:
Edirne'deyken, on iki yaşındayken, bir ara, annesi ve kız kardeşiyle Beyazıt CamiiDarüşşifa'sına giderlermiş; annesinin babası midesinden hasta olduğu için. Sabah, annesi, daha yürüyemeyen öteki kardeşi komşulara bırakır, Hoca'ylakızkardeşini ve erkenden hazırladığı muhallebi kabını alır, birlikte yola çıkarlarmış; kavak ağaçlarının gölgelediği kısa, ama eğlenceli bir yoldan giderlermiş. Dedesi onlara hikâyeler anlatırmış. Hoca severmiş o hikâyeleri, amahastahaneyi daha çok sevdiği için yanlarından kaçıp etrafı seyredermiş. Bir keresinde akıl hastaları için çalınan müziği dinlemiş, fenerinden ışık alan büyük bir kubbenin altında; su sesi de olurmuş, akar suyun sesi; sonra, içinde tuhaf ve renkli şişelerle kapların pırılpırıl parladığı başka odaları da gezermiş; bir keresinde yolunu kaybetmiş, ağlamaya başlamış, Abdullah efendinin odasını buluncaya kadar bütünhastahaneyi odaoda gezdirmişler ona; annesibazan ağlarmış,bazan kızıyla birlikte dedenin hikâyesini dinlermiş. Sonra, dedenin verdiği boş kabı alıp dönerlermiş, ama eve gelmeden önce, annesi onlara helva alırmış, kimse görmeden yiyelim, dermiş. Su kıyısındaki kavakların arasında bir yerleri varmış, üçü ayaklarını suya doğru uzatarak oturur, kimse görmeden yerlermiş.
Hoca susunca, bizi tuhaf bir kardeşlik duygusuyla huzursuz ederek birbirimize yaklaştıran bir sessizlik oldu. Hoca uzun bir süre bu tedirginliğe dayandı. Sonra, yakındaki bir evin kaba kapısı düşüncesizce ve gürültüyle kapandıktan sonra söyledi: Bilime ilgiyi ilk defa o zaman duymuş, hastalar ve onlara şifa veren o renkli şişeler, kaplar, teraziler yüzünden. Ama dedesi ölünce oraya bir daha gidememişler. Hoca da hep, büyüyüp tek başına gideceğini düşlüyormuş, ama bir yıl, Tunca taşıvermiş, hastalar yataklarından çıkarılmış,hastahanenin odalarını dolduran kirli vebulanık su, uzun bir süre çekilmemiş, çekildikten sonra da, güzelimhastahane yıllarca temizlenemeyen pis kokulu lanet bir çamurun içinde kalmış.
Hoca gene sustuğunda birbirimize yakın değildik artık. Masadan kalkmıştı, gözümün ucuyla odanın içinde gezinen gölgesini görüyordum, sonra, masanın ortasında duran lâmbayı aldı, arkama geçti, ne gölgeyi görebiliyordum ne Hoca'yı; dönüp bakmak istiyordum da bakamıyor, bir kötülük bekleyerek endişeleniyordum sanki. Az sonra, çıkarılan bir elbisenin hışırtısını duyarak korkuyla döndüm. Belden yukarısı çıplaktı, aynanın karşısına geçmiş, üzerine lâmbanın ışığı vuran göğsünü ve karnını dikkatle inceliyordu. "Allahım," dedi, "ne çıbanı bu?" sustum. "Gelip baksana şuna." Yerimden kıpırdamıyordum, bağırdı: "Gelsene diyorum!" Cezalandıracağı bir öğrencisi gibi korkuyla yaklaştım.
Çıplak gövdesine bu kadar yaklaşmamıştım hiç; hoşlanmıyordum bu yakınlıktan. Önce, ona bu yüzden yaklaşamadığıma inanmak istedim, ama çıbandan korktuğumu biliyordum. O da anladı. Oysa, anlamasın diye, başımı yaklaştırmış, bir hekim tavrıyla gözlerimi o şişkinliğe, kızarıklığa dikmiş, bir şeyler mırıldanıyordum. "Korkuyorsun, değil mi?" dedi sonunda Hoca. Korkmadığımı kanıtlamak için başımı daha da yaklaştırmıştım. "Veba hıyarcığı diye korkuyorsun." O kelimeyi duymazlıktan geldim, bir böceğin ısırdığını söyleyecektim, daha önceden beni de bir kere bir yerde ısıran tuhaf bir böcek olmalıydı, ama adı aklıma hâlâ gelmiyordu yaratığın. "Dokunsana!" dedi Hoca. "Dokunmadan nasıl anlarsın, bana dokunsana!"
Dokunmadığımı görünce neşelendi. Şişkinliğin üzerinde gezdirdiği parmaklarını yüzüme yaklaştırdı. Tiksintiyle irkildiğimi görünce bir kahkaha attı, basit bir böcek ısırığından korktuğum için alay etti benimle, ama çok sürmedi bu neşe. "Ölümden korkuyorum," deyiverdi. Sanki başka şeylerdensözediyordu ; üzerinde utançtan çok öfke vardı; haksızlığa uğramış birinin öfkesi. "Sende yok mu bu çıbandan, emin misin, çıkarsana üstünü!" Üsteleyince, yıkanmaktan nefret eden çocuk gibi gömleğimi çıkardım. Oda sıcaktı, pencere kapalıydı, ama bir yerden serin bir esinti geldi; bilmiyorum, belki de beni ürperten aynanın soğukluğuydu. Görüntümden utandığım için bir adım attım, çerçevenin dışına çıktım. Bu sefer, aynada benim gövdeme başını yaklaştıran Hoca'nın yüzünü yandan görüyordum; benimkine benzediğini herkesin söylediği o kocaman kafa gövdeme doğru eğilmişti. Ruhumu zehirlemek için, diye düşündüm birden; oysa tam tersini yapıyorum, ben ona öğretiyorum diye, yıllardır gururlanıyordum ben. Aklıma gelmesi bile gülünçtü, ama lâmbanın ışığında arsızlaşan o sakallı kafanın kanımı emmek üzere olduğunu düşündüm bir an! Demek ki, çocukluğumda dinlediğim o korkulu hikâyeleri severmişim. Böyle düşünürken,parmaklannı karnımda hissettim; kaçmak istiyordum, kafasına bir şey vurmak istiyordum. "Yok sende," dedi. Arkamageçip , koltuk altlarımı, boynumu, kulaklarımın arkasını da incelemişti. "Burada da yok, böcek seni ısırmamış."
Eliniomuzuma koyarak yanıma geçti. Dertleştiği bir çocukluk arkadaşıydım sanki. Parmaklarıyla ensemi iki yanından sıkıştırdı, beni çekti. "Gel birlikte aynaya bakalım." Baktım ve lâmbanın çiğ ışığı altında, bir daha gördüm ne kadar çok benzeştiğimizi. Sadık Paşa'nın kapısında beklerken onu ilk gördüğümde de bu duyguya kapılmıştım, hatırladım. O zaman, olmam gereken birini görmüştüm; şimdiyse, onun da benim gibi biri olması gerektiğini düşünüyordum. İkimiz birmişiz! Şimdi, bu bana çok açık bir gerçekmiş gibi geliyordu. Elim kolum bağlanmış, tutulup kalmıştım sanki. Kurtulmak için bir hareket yaptım, sanki benim, ben olduğumu anlamak için:
Aceleyle elimi saçlarımın içinde gezdirdim. Ama, o da yapıyordu aynı şeyi, üstelik ustalıkla, aynanın içindeki simetriyi hiç bozmadan. Bakışımı da taklit ediyordu, kafamın duruşunu, aynada görmeye katlanamadığını, ama korkunun merakıyla gözümü alamadığım dehşetimi de tekrarlıyordu: Arkadaşının sözlerini ve hareketlerini taklit ederek onu sinirlendiren bir çocuk gibi neşelendi sonra. Bağırdı! Birlikte ölecekmişiz! Ne saçma, diye düşündüm. Ama korktum da. Onunla geçirdiğim gecelerin en korkuncuydu.
Sonra, vebadan baştan beri korktuğunu ileri sürdü, her şeyi beni denemek için yapıyormuş, Sadık Paşa'nın cellâtları beni öldürmek için götürdüklerinde de öyleymiş, başkaları bizi birbirimize benzetirken de: Ruhumu ele geçirdiğini söyledi sonra; tıpkı, az önce hareketlerimi taklit ederken yaptığı gibi, artık ne düşünüyorsam o biliyormuş, ne biliyorsam o düşünüyormuş! Sonra, o an ne düşündüğümü sordu bana, aklımda ondan başka bir şey yoktu, hiçbir şey düşünmediğimi söyledim, ama beni dinlemiyordu, öğrenmek için değil, yalnızca korkutmak için konuşuyordu çünkü, kendi korkusuyla oynamak için, o korkudan ben de payımı alayım diye. Yalnızlığını hissettikçe kötülük yapmak istediğini seziyordum; elini yüzlerimizin üzerinde gezdirirken, o tuhaf benzerliğin büyüsüyle beni dehşete düşürmek isterken ve benden çok kendisi heyecanlanıp coşarken, kötülük etmek istediğini düşünüyordum: Kötülüğü bir anda yapmaya gönlü bir türlü razı olmadığı için de, ensemi sıkıştırarak aynanın karşısında beni tutuyor, diyordum, ama büsbütün saçma ve çaresiz bulmuyordum onu: Haklıydı, söylediklerini ve yaptıklarını ben de söylemek ve yapmak istiyordum, benden önce davranıp vebanın ve aynanın içindeki korkuyla oynayabildiği için onu kıskanıyordum.
Ama o kadar korkmama, kendime ilişkin dahaönceden düşünmediğim şeyleri sezdiğimi düşünmeme rağmen, bu oyun duygusundan da kurtulamadım bir türlü. Ensemi sıkan parmakları gevşemişti, ama aynanın karşısından çekilmiyordum. "Senin gibi oldum ben," dedi sonra Hoca. "Nasıl korktuğunu biliyorum artık. Ben sen oldum!" Anladım dediğini, ama bugün yarısının doğruluğundan kuşkum olmayan bu kehâneti saçma ve çocuksu bulmaya çalıştım. Dünyayı benim gibi görebildiğini ileri sürdü; "onlar" diyordu gene, "onlar" nasıl düşünüyor, duyuyor en sonunda anlıyormuş şimdi. Bakışını aynanın dışına taşırarak lâmbanın aydınlattığı yarı karanlık masaya, bardaklar, sandalyelere, nesnelere bakıp konuştu biraz. Sonra, daha önce göremediği için söyleyemediği şeyleri, şimdi söyleyebildiğini ileri sürdü, ama yanıldığını düşünüyordum ben: Kelimeler de aynıydı, nesneler de. Yeni olan tek şey korkusuydu. O da değil; korkuyu yaşama biçimi; ama nasıl bir şey olduğunu şimdi de açıkça yazamayacağım bu biçimin de, aynanın karşısında takındığı bir şey, yeni bir oyun olduğunu düşünüyordum. Sanki, kendi isteği dışında, bu oyunu da bir yana bırakarak, dönüpdönüp o kırmızı çıbana aklı takılıyordu ve böcek mi, veba mı olduğunu soruyordu.
Bir ara, her şeye benim kaldığım yerden devam etmek istediğini söyledi. Hâlâ yarı çıplaktık ve aynanın karşısından çekilmemiştik. O benim yerimegeçecekmiş , ben de onun, kıyafetlerimizi değiştirmemiz ve o sakalını keserken benimkoyvermem yeterliymiş bunun için. Bu düşünce, aynadaki benzerliğimizi daha da korkunç yaptı, sinirlerim iyice gerildi, dinledim: O zaman, ben onu azat edecekmişim: Benim yerime geçen onun, ülkeme dönünce yapacaklarını keyifle anlattı. Çocukluğum ve gençliğim konusunda ona anlattıklarımın hepsini, en küçük ayrıntısına kadar aklında tuttuğunu, o ayrıntılardan, kendine göre, tuhaf ve gerçekdışı bir düşsel ülke kurduğunu görerek şaştım. Hayatım kendi denetimimden çıkmış da, onun elinde başka yerlere sürükleniyor, benim de, başıma gelenleri rüya görür gibi uzaktan seyretmekten başka, elimden bir iş gelmiyordu sanki. Ama, ben olarak ülkeme yapacağı yolculuğun ve orada yaşayacağı hayatın gülünç bir tuhaflığı ve saflığı vardı ki, beni ona büsbütün inanmaktan alıkoyuyordu. Bir yandan da düşsel ayrıntılardaki tutarlılığa da şaşıyordum: Bunlar da olabilirmiş demek geliyordu içimden, böyle de yaşayabilirmişim demek. O zaman, Hoca'nın hayatına ilişkin daha derin bir şeyi ilk defa sezdiğimi anladım, ama bunun ne olduğunu söyleyebilecek gibi değildim. Yalnızca, yıllardır özlemle düşündüğüm eski dünyamda yaptıklarımı şaşkınlıkla dinleyerek, vebanın korkusunu unuttum. Ama bu çok sürmedi. Hoca, bu sefer, onun yerine geçince benim ne yapacağımı söylememi istedi. Benzeşmediğimize ve çıbanın böcek ısırığı olduğuna inanmaya çalışarak o tuhaf durumda dikilmek sinirlerimi o kadar bozmuştu ki, hiçbir şey gelmedi aklıma. Üsteleyince, bir zamanlar, ülkeme dönünce anılarımı yazmayı kurduğumu hatırladım, söyledim: O zaman, belki bir gün, başından geçenleri iyi bir hikâye yapıp yazanın dediğimde, tiksintiyle küçümsedi beni. Onun beni tanıdığı kadar, ben onu tanımıyormuşum ki hiç! Beni itip aynanın karşısına tek başına geçti: Yerime geçince benim başıma gelecekleri o söyleyecekmiş! Önce çıbanın veba hıyarcığı olduğunu söyledi; ölecekmişim. Sonra, ölümden önce nasıl acılar içinde kıvranacağımı anlattı; şimdiye kadar farkına varmadığım için hazırlıksız olduğum korku, ölümden de betermiş. Hastalığın acılarıyla nasıl boğuşacağımı söylerken Hoca aynanın karşısından çekilmişti; az sonra, baktığımda, yere serili dağınık yatağına uzanmış, çekeceğim acıları ve ağrıları anlatıyordu. Eli karnının üzerindeydi, sanki anlattığı o ağrının da üzerinde, diye düşündüm. Tam o sırada, seslendi, korkuyla yanına gittim ve pişman oldum hemen; elini gene bana sürmeye kalkışmıştı. Nedense, artık onun yalnızca bir böcek ısırığı olduğunu düşünüyordum, ama, gene de korkuyordum.
Bütün gece böyle sürdü. Hastalığı ve korkusunu bana bulaştırmaya çalışırken benim o, onun da ben olduğumu tekrarlayıp durdu. Kendi dışına çıkıp kendisini seyretmenin zevkini alıyor da ondan, diye düşünüyordum, rüyadan uyanmak isteyen biri gibi kendi kendime tekrarlıyordum: Oyun oynuyor; çünkü kendi de söylüyordu bu "oyun" sözcüğünü, ama öte yandan da ağırağır terliyordu; sıcak bir odada boğucu sözlerinin korkusuyla bunalan biri gibi değil, gövdesinde sakatlık olan hasta biri gibi.
Güneş doğarken yıldızlardan ve ölümdensözediyordu , uydurma kehânetlerinden, Padişah'ın aptallığından, dahası nankörlüğünden, kendi sevgili aptallarından, "bizlerden" ve "onlardan", bir başkası olmak istediğinden! Artık dinlemiyordum, bahçeye çıktım. Nedense aklıma, ölümsüzlük üzerine eski bir kitapta okuduğum düşünceler takılmıştı. Ihlamur ağaçlarının içinde öterek hızla yer değiştiren serçelerden başka dışarıda hiçbir hareket yoktu. Şaşırtıcı bir durgunluk! İstanbul'daki öteki odaları ve vebalıları düşündüm. Hoca'nınki vebaysa, ölene kadar böyle sürecekti, değilse, o kırmızışişik kaybolana kadar, diye düşündüm. Bu evde daha fazla kalamayacağımı seziyordum artık. Eve girerken nereye kaçabileceğim, nerede gizleneceğim aklımda hiç yoktu. Hoca'dan, vebadan uzak bir yer düşlüyordum. Birkaç parça elbisemi bir torbaya sıkıştırırken, bu yerin, yakalanmadan kaçabileceğim kadar yakın olması gerektiğini biliyordum, o kadar.
Zamanında, Hoca'dan ufak tefek çalarak biraz para biriktirmiştim, oradan buradan kazandıklarım da vardı. Evden çıkmadan önce onları sakladığım yerden, artık hiç okumadığı kitapların durduğu sandıktaki çorabımdan aldım. Meraka kapıldığım için Hoca'nın odasına gittim sonra, lâmba yanıyordu, ter içinde uyuyakalmıştı. Hiçbir zaman bütünüyle inanamadığım o sihirli benzerlikle beni bütün gece korkutan aynanın küçüklüğüne şaştım. Hiçbir şeye dokunmadan aceleacele evden çıktım, mahallenin boş sokaklarında yürürken hafif bir rüzgâr esti, içimden ellerimi yıkamak geliyordu, nereye gideceğimi biliyordum, memnundum. Sabah sessizliğinde sokaklarda yürümek, denize doğru yokuşlardan inmek, çeşmelerde ellerimi yıkamak, Haliç'i seyretmek hoşuma gitti.
Heybeliada'yı ilk, oradan İstanbul'a inmiş genç bir rahipten duymuştum;Galata'da karşılaştığımızda bana coşkuyla adaların güzelliğini anlatmıştı. Aklımda yer etmiş olmalı ki, mahalleden çıkarken biliyordum oraya gideceğimi. Konuştuğum sandalcılar ve balıkçılar beni adaya götürmek için korkunç paralar istediler, canım sıkıldı, kaçak olduğumu anladılar, diye düşünüyordum, Hoca’nın peşimden yollayacağı adamlara da yerimi söyleyeceklerdir! Sonradan bunun, vebadan korktukları için küçümsedikleri Hıristiyanlara verdikleri bir gözdağı olduğuna karar verdim. Fazla dikkati çekmemek için, konuştuğum ikinci kayıkçıyla anlaştım. Güçlü kuvvetli bir adam değildi, küreklere asılacağına konuşuyor, vebanın hangi suçların cezası olduğunu anlatıyordu. Vebadan kaçmak için adaya sığınmanın para etmeyeceğini de ekledi. Konuşurken onun da benim kadar korktuğunu anladım. Yol altı saat sürdü.
Adada mutlu günler geçirdiğimi sonraları düşündüm. Az bir paraya, kimsesiz bir Rum balıkçının evinde kalıyordum, ortalıkta görünmemeye çalışırdım, huzursuzdum. Kimi zaman, Hoca'nın öldüğünü düşünürdüm, kimi zaman da peşime takacağı adamları. Benim gibi vebadan kaçan çok Hıristiyan vardı adalarda, ama onlara görünmek istemezdim.
Sabahları balıkçıyla birlikte denize açılıyor, akşamüstü dönüyordum. Bir ara zıpkınla ıstakoz ve pavurya avına merak sardım. Hava balığa çıkılmayacak kadar kötüyse adanın çevresinde yürürdüm, manastırın bağına girip asmaların altında tatlıtatlı uyuduğum olurdu. Bir de incir ağacına yaslanmış çardak vardı, havanın açık olduğu günlerde,taaAyasofya gözükürdü oradan, altına oturur, İstanbul'a bakarak saatlerce hayâl görürdüm. Bir seferinde, rüyamda adaya gelirken sandala eşlik eden yunuslarla birlikte Hoca'yı görmüştüm, onlarla dosttu, beni soruyordu, peşime düşmüştü demek; başka seferindeyse annemle birlikteydiler, beni ayıplıyorlardı, neden geç kaldığımı soruyorlardı. Yüzüme vuran güneşin teriyle uyandıktan sonra, bu rüyalara yeniden dönmek ister, dönemeyince kendimi zorlayarak düşünürdüm: Hoca'nın öldüğünü düşünürdümbazan ,terkettiğim boş evin içindeki ölüyü, cesedi kaldırmaya gelenleri, kimsesiz cenazenin sessizliğini: sonra kehânetlerini düşünürdüm, neşeyle uydurduğu o eğlenceli şeyleri ve nefret ve öfkeyle uydurduklarını da; Padişah'ı da, Padişah'ın hayvanlarını da; zıpkınımı sırtlarından sokup karınlarından çıkardığımİstakozlarla pavuryalar, bu gündüz düşlerine kıskaçlarını ağırağır oynatarak eşlik ederlerdi.
Yavaşyavaş ülkeme kaçabileceğime kendimi İnandırmaya çalışıyordum. Bunun için, adanın kapısı bacası açık evlerinden para çalmam yeterliydi; ama daha önce Hoca'yı unutmam şarttı. Durupdurup başıma gelenlerin büyüsüne, anıların çekiciliğine kapılıyordum çünkü: Bana o kadar benzeyen bir insana ölümeterkettim diye neredeyse kendimi suçlayacaktım. Şimdiki gibi onu tutkuyla özlüyordum; bana gerçekten anılarımdaki kadar benziyor muydu, yoksa kendimi aldatıyor muydum; sonra, bu on bir yılda bir kere olsun yüzüne doyadoya bakmadığıma karar veriyordum; oysa çok yapmıştım bu işi. İçimden İstanbul'a yetişip cesedine son bir kere daha bakmak bile geldi. Özgürleşebilmek için aramızdaki benzerliğin yanlış hatırlanan bir anı, unutulması gereken tatsız bir yanılsama olduğuna kendimi inandırmam, buna alışmam gerektiğine karar verdim.
İyi ki alışamamışım. Bir gün Hoca'yı karşımda görüverdim çünkü! Balıkçının arka bahçesinde uzanmış, kapalı gözlerimi güneşe çevirmiş, hayâl kuruyordum, gölgesini, hissettim, karşımdaydı gülümsüyordu, oyunu kazanmış biri gibi değil sanki beni sevdiği için! Olağanüstü bir güven vardı üzerimde, beni korkutacak kadar. Belki de gizliden gizliye bunu bekliyormuşum: Çünkü hemen tembel kölenin, boyun eğen uşağın suçluluk duygusuna bürünüverdim. Çıkınımı hazırlarken Hoca'dan nefret edeceğime kendimi hor görüyordum. Balıkçıya olan borcumu da o ödedi. Yanına iki adam almış, çift kürekle gelmişler, çabuk döndük. Hava kararmadan evdeydik, ev kokusunu özlemişim. Ayna da duvardan indirilmişti.
Ertesi sabah, Hoca beni karşısına alıp söyledi: Suçum çok ağırmış, yalnız kaçtığım için değil, bir böcek ısırığını veba hıyarcığı sanıp onu ölüm yatağında bıraktığım için de beni cezalandırmaya can atıyormuş, ama şimdi vakti değilmiş. Anlattı: Padişah, bir hafta önce, en sonunda, Hoca'yı çağırmış, buvebanın ne zaman biteceğini, daha kaç can alacağını, kendi hayatının tehlikede olup olmadığını sormuş. Çok heyecanlanan Hoca, hazırlıksız olduğu için yuvarlak cevaplar vermiş, yıldızlarla çalışması gerektiğini söyleyerek vakit istemiş. Etekleri zil çalarak eve dönmüş, Padişah'ın merakını nasıl yönlendirmesi gerektiğini kestiremiyormuş. Böylece beni getirmeye karar vermiş.
Adada olduğumu çoktan beri biliyormuş; ben kaçtıktan sonra bir soğuk algınlığı geçirmiş, üç gün sonra peşime düşmüş, balıkçıların orada izime rastlamış, kesenin ağzını biraz açınca geveze kayıkçı beniHeybeli'ye götürdüğünü söylemiş. Hoca, adalardan başka bir yere kaçamayacağımı bildiği için arkamdan gelmemiş. Padişahla kurduğu bu son ilişkinin hayatının en önemli fırsatı olduğunu söyleyince ona hak verdim. Benim bilgime ihtiyacı olduğunu da açıkça söyledi.
Hemen çalışmaya başladık. Hoca'da ne istediğini bilen insanların kararlığı vardı, onda daha önce pek görmediğim bu kesinlik duygusu hoşuma gidiyordu. Ertesi gün gene çağırılacağını bildiğimiz için vakit kazanmaya karar verdik. Üzerinde hemen anlaştığımız ilke, çok fazla bilgi vermemek, ama verdiğimizi hemen doğrulatmaktı. Sevdiğim o akıl keskinliği Hoca'yı, "kehânet bir şeytanlıktır, ama aptallıkları etkilemekte güzelgüzel kullanılabilir" görüşüne getirmişti hemen. Anlattıklarımı dinlerken Hoca, vebanın ancak sağlık önlemleriyle geriletilebilecek bir felâket olduğunu doğrular gözüküyordu. O da benim gibi, Allah'ın felâketle olan ilişkisini inkâr etmiyordu, ama dolaylıydı bu ilişki; bu yüzden, biz ölümlüler de, paçaları sıvayıp felâkete karşı bir şeyler yapabilirdik ve bu, Allah'ın gururunu hiç incitmezdi. Hazreti Ömer de,EbuÜbeyde'yi , ordusunu vebadan korumak için, Suriye'den Medine'ye çağırmamış mıydı? Hoca, Padişah'ı korumak için, başkalarıyla ilişkisini en aza indirmesini isteyecekti. Bu önlemleri almaya zorlamak için Padişah'ın yüreğine ölüm korkusu salmak aklımızdangeçmedi değil, ama tehlikeliydi bu; Sultan şiirsel bir ölüm tasviriyle korkutulabilecek kadar yalnız kalmıyordu; Hoca'nın gevezeliklerinden etkilense bile, çevresinde korkusunu açıp yenebileceği bir aptal kalabalığı vardı; sonra, bu yüzsüz aptallar, her an, Hoca'yı dinsizlikle suçlayabilirlerdi. Bu yüzden benim edebî bilgime dayanarak bir hikâye uydurduk.
Hocanın gözünü en çok korkutan şeyse, vebanın ne zaman biteceğini kestirmekti. Günlük ölümrakkamları üzerinde çalışmamız gerektiğini seziyordum; bunu Hoca'ya söylediğimde çok etkilenmedi, bu konuda sayılar elde edebilmek için Padişah'tan yardım isteyecekti, ama bu da başka bir hikâyeyle maskelenecekti. Matematiğe o kadar çok inanmam, ama elimiz kolumuz da bağlıydı.
Ertesi sabah o saraya gitti, ben de şehrin ve vebanın içine. Eskisi gibi gene korkuyordum vebadan, ama hareketin ve hayatın şiddeti, dünyayı biraz olsun ele geçirmek isteği başımı döndürmüştü. Rüzgârlı serin bir yaz günüydü; ölenlerin ve ölülerin arasında gezinirken yıllardır hayatı bu kadar sevemediğimi düşündüm. Cami avlularına giriyor, bir kâğıda tabut sayısını yazıyor, sonra, mahallede gezinerek gördüklerimle ölü sayısı arasında bir ilişki kurmaya çalışıyordum: Bütün evleri, insanları, kalabalığı, neşeyi ve kederi ve sevinci anlamlandırmak kolay değildi. Üstelik tuhaf bir açlıkla gözüm yalnızca ayrıntılara takılıyordu, başkalarının hayatlarına, bir ev içinde kendi yakınlıklarını ve kardeşliklerini yaşayan insanların mutluluklarına, çaresizliklerine, kayıtsızlıklarına.
Öğleye doğru, kalabalığın ve ölülerin sarhoşluğuyla karşı kıyıya,Galata'ya geçtim, tersane çevresindeki işçi kahvelerinde gezindim, çekineçekine tütün içtim, sırf anlama tutkusuyla bir aşevinde yemek yedim, pazarlara, dükkânlara girdim. Her şeyi tekerteker kafama kazımak istiyordum ki, bir sonuç çıkarabileyim. Akşam karanlığından sonra, yorgun argın eve döndüm, saraydan gelen Hoca'yı dinledim.
İşler yolunda gitmiş. Uydurduğumuz hikâye Padişah'ın içine işlemiş. Vebanın, tıpkı şeytan gibi, insan kılığına bürünüp onu kandırmak isteyeceğine Padişah'ın aklı yatmış; her yabancının sarayasokulmamasıııa karar vermiş; giriş çıkışlar sıkı bir denetim altına alınmış Vebanın ne zaman ve nasıl biteceği sorulduğunda Hoca öyle bir dil dökmüş ki, Padişah şehrin içinde sarhoş gibi gezinen Azrail'i gözlerinin önünde canlandırabildiğini korkuyla söylemiş gözüne kestirdiğini elinden tutup çekiyormuş. Hemen telâşla düzeltmiş Hoca, Azrail değil, insanı ölüme ayartan Şeytanmış o. Hem de sarhoş değil, çok kurnazmış. Hoca, tasarladığımız gibi, Şeytanla savaşmak gerektiğini de belirtmiş. Vebanın ne zaman şehri rahat bırakacağını anlamak için nerelerde gezindiğini görmek gerekiyormuş. Çevresindekilerden, vebayla uğraşmanın Allah'a karşı gelmek olduğunu söyleyenler çıkmışsa da, aldırmamış Padişah; sonra, bir de hayvanlarını sormuş; şahinlerine, doğanlarına, aslanlarına, maymunlarına veba şeytanı ilişir miymiş? Hoca hemen, şeytanın insanlara insan kılığında, hayvanlara da fare kılığında geldiğini söylemiş. Sultan vebanın uğramadığı uzak bir şehirden beş yüz kedi getirilmesini, Hoca'ya da, istediği kadar adam verilmesini buyurmuş.
Emrimize verilen on iki kişiyi hemen İstanbul'un dört bir yanına dağıttık, mahallemahalle dolaşıyor, gördüklerini ve ölü sayısını bize bildiriyorlardı. Masamızın üzerine, benim başka kitaplardan düzelterek çizdiğim kaba bir İstanbul haritası yaymıştık. Geceleri, vebanın nerelerde gezindiğini haritanın üzerine korku ve keyifle işaretler, Sultan'a söylememiz gerekenleri tasarlardık.
Başta iyimser değildik pek. Veba şehirde kurnaz bir şeytan gibi değil, amaçsız bir serseri gibi geziniyordu. Bir gün Aksaray'dan kırk can alıyor, sonra orayı rahat bırakıp öteki gün Fatih'e uğruyor, derken, karşı kıyıda, Tophane'de, Cihangir'de gezindiği anlaşılıyor, ertesi gün de bir bakıyorduk, oralara da pek az uğramış, Zeyrek'e gitmiş, Haliç'e bakan bizim mahallemizin içine girip yirmi kişiyi öldürüvermiş. Ölü sayılarından da bir şey çıkaramıyorduk; bir gün beş yüz kişi gidiyordu, ertesi gün yüz. Veba'nın kurbanını nerede öldürdüğüne değil, ilk nerede yakalayıp içine girdiğine bakmamız gerektiğini anladığımızda, çok vakit geçmişti, Padişah, gene Hoca'yı çağırıyordu. Düşündük taşındık, Hoca, Padişah'a, vebanın kalabalık çarşı yerlerinde, insanların birbirlerini kazıkladığı pazarlarda, kucak kucağa oturup dedikodu yaptıkları kahvelerde gezindiğini söylesin, dedik. Gitti, akşam geldi.
Söylemiş. Padişah da, "ne yapalım?" demiş. Hoca, çarşı pazarın, şehir içindeki gidiş gelişin sopa zoruyla kısıtlanmasını söylemiş: Sultan'ın çevresindeki o ukalâlar hemen karşı çıkmışlar tabii: Şehir nasıl beslenecekmiş, ticaret durursa hayat da dururmuş, vebanın insan kılığında gezindiği, işitenlerin ödünü patlatırmış, kıyametin geldiğine inanıp gemi azıya alanlar çıkarmış; sonra, kimse içinde veba şeytanının gezindiği bir mahallede sıkışıp hapis kalmak da istemezmiş, isyan çıkarmış. "Haklıydılar," dedi Hoca. Bu sırada, bir aptal da halkı bu kadar sıkacak adamı nereden bulacağını sorduğunda, Padişah öfkelenmiş; gücünden şüpheye düşenleri cezalandıracağını söyleyerek korkutmuş herkesi. Bu öfkeyle de, Hoca’nın dediklerinin yapılmasını buyurmuş, ama çevresine danışmayı da unutmamış.Müneccimbaşı Sıtkı Efendi, Hoca'ya diş bilediği için, vebanın İstanbul'u ne zamanterkedeceğini halâ söyleyemediğini hatırlatmış. Sultan'ın ona hak vermesinden korkan Hoca, gelecek gelişinde takvimi getireceğini söylemiş.
Masanın üzerindeki haritayı işaretler verakkamlarla doldurmuştuk ama, vebanın hangi akla uyarak şehirde gezindiğini çıkaramıyorduk bir türlü. Bu arada, Padişah yasağı da uygulandı ve üç günden de fazla sürdü. Çarşı girişlerini, ana caddeleri, sandal iskelelerini kesen yeniçeriler gelip geçeni sıkıştırıp: "Kimsin? Nereye gidiyorsun? Neden gidiyorsun?" diye sorguya başlamışlar. Ürkek, şaşkın yolcuları, boşboş gezinenleri gerisin geriye evlerine yollamışlar ki, veba onları kandırmasın.Kapalıçarşıda , Unkapanı'nda hayatın yavaşladığını öğrendiğimizde son bir aydır topladığımız ölüm rakamlarını kâğıtlara yazmış, duvara asmış, düşünüyorduk. Hoca'ya göre, vebanın bir mantığa göre hareket etmesini boşuna bekliyorduk, kelleyi kurtarmak için bir şeyler uydurup Padişah'ı oyalamalıydık.
İzin kâğıdı usulü de bu sırada çıktı. Yeniçeri Ağası ticaret durmasın ve şehir beslensin diye gerekli gördüklerine izin kâğıtları dağıtıyormuş. Bundan çok para kazandığını ve haraca bağlanmak istemeyen küçük esnafın da isyan hazırlığına giriştiğini öğrendiğimizde, ben, ilk defa ölüm rakamlarında bir mantık sezmeye başlamıştım.BaşvezirKöprülü'nün esnafla birlik olup kuracağı düzenleri anlatan Hoca'ya söyledim bunu, vebanın yavaşyavaş kenar mahallelerden, yoksul semtlerinden çekildiğine onu inandırmaya çalıştım.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Beyaz Kale - 6
- Büleklär
- Beyaz Kale - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3697Unikal süzlärneñ gomumi sanı 215827.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Beyaz Kale - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3762Unikal süzlärneñ gomumi sanı 206829.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Beyaz Kale - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3701Unikal süzlärneñ gomumi sanı 204729.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Beyaz Kale - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3807Unikal süzlärneñ gomumi sanı 198529.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Beyaz Kale - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3807Unikal süzlärneñ gomumi sanı 210128.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Beyaz Kale - 6Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3715Unikal süzlärneñ gomumi sanı 211526.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Beyaz Kale - 7Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3645Unikal süzlärneñ gomumi sanı 205326.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Beyaz Kale - 8Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3749Unikal süzlärneñ gomumi sanı 206427.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Beyaz Kale - 9Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3751Unikal süzlärneñ gomumi sanı 204528.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Beyaz Kale - 10Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 1914Unikal süzlärneñ gomumi sanı 131526.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.