Beyaz Kale - 4

Süzlärneñ gomumi sanı 3807
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1985
29.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
41.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
48.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
Önce, kardeşlerim, annem ve anneannemle birlikte,Empoli'deki çiftliğimizde geçirdiğimiz o güzel günleri anlatan birkaç sayfa yazdım. Benim niye ben olduğumu anlamak için, bunları anlatmayı neden seçtiğimi açıkça bilmiyordum; belki de yitirdiğim o güzel günlere duymam gereken özlemdendi; üstelik, öfkeyle söylediğim o gereksiz sözlerden sonra, Hoca beni öyle bir zorlamıştı ki, tıpkı şimdi yaptığım gibi, ayrıntıları sevdirmeye çalışarak, okuyucuyu inandıracağım bir şeyleri hayâl edip yazmak zorundaydım. Ama, önce beğenmedi Hoca o yazdıklarımı; herkesin düşünüp yazabileceği şeylermiş bunlar, aynaya bakılarak düşünürken yapılanların bu olduğunu sanmıyormuş, benim Hoca'da eksikliğini gördüğüm cesaret de bu olamazmış çünkü. Babam ve kardeşlerimle çıktığımız bir av sırasında karşıma çıkan bir Alp ayısıylagözgöze gelip nasıl uzunuzun bakıştığımızı ve kendi atları tarafından gözümüz önünde çiğnendikten sonra yatağında ölen sevgili arabacımız için hissettiklerimi okuyunca da aynı karşılığı verdi: Herkes yazabilirmiş bunları.
Bunun üzerine, orada herkesin yaptığının da bundan ileri olmadığım söyledim, ilk sözüm öfkeyle söylenmiş bir abartmaydı, bundan fazlasını Hoca benden beklememeliydi. Ama beni dinlemiyordu; odaya kilitlenmekten korktuğum için hayâllerimi yazmaya devam ettim. Böylece, iki ay içinde, bu türden, küçük, ama hatırlanması hoş bir yığın anıyı keyif ve acıyla yeniden kurdum ve gözden geçirdim; esir düşene kadar yaşamış olmam gereken iyi kötü ne varsa düşledim ve yaşadım: Sonunda da bu işten zevkaldığımıfarkettim . Artık yazmak için, Hoca’nın beni zorlaması da gerekmiyordu; istediğinin bunlar olmadığını her söyleyişinde, daha önceden yazmayı kararlaştırdığım bir başka anıya, bir başka hikâyeyegeçiyordum .
Uzun bir süre sonra, Hoca’nın da yazdıklarımı okumaktan keyif aldığını görünce onu bu işe çekmek için uygun bir zamanı kollamaya başladım. Onu hazırlamak için, çocukluğumdaki bazı deneyimlerimdensözettim : Hiç sonu gelmeyen uykusuz bir gecenin korkusunu, aynı anda aynı şeyleri düşünme alışkanlığını geliştirdiğimiz bir gençlik arkadaşıma duyduğum yakınlığı, sonra, onun ölümünü ve benim öldü sanılıp onunla birlikte diridiri gömülme korkumu anlattım: Bunlardan hoşlanacağını biliyordum! Kısa bir süre sonra, bir rüyamı anlatmaya cesaret ettim: Gövdem benden ayrılarak, karanlıkta, yüzü gözükmeyen bir benzerimle anlaşıyor ve ikisi bana karşı işbirliğine gidiyorlardı. Hoca da, o günlerde, o gülünç nakaratı yeniden ve daha yoğun olarak işittiğini söylüyordu. Rüyadan istediğim gibi etkilendiğini görünce, bu tür yazının onun da denemesi gereken iş olduğunu ısrarla söyledim. Hem bu bitip tükenmeyen bekleyişten kurtulur, hem de aptallarıyla kendisiniayıran gerçek sınır çizgisini bulurdu. Saraydan çağırıyorlardı arada bir, ama umut verici bir gelişme yoktu hiç. Önce, biraz nazlandı, ama ben üsteleyince merakla ve utana sıkıla deneyeceğini söyledi. Gülünç bulunmaktan korktuğu için, bir şaka bile yaptı: Birlikte yazdığımız gibi birlikte aynaya da bakacak mıydık?
Birlikte yazmak, derken, benimle aynı masaya oturmak isteyeceği aklımda yoktu hiç. O yazmaya başlayınca, tembel kölenin aylak özgürlüğüne yeniden döneceğimi sanıyordum ben; yanılmışım. Masanın iki ucuna oturup karşılıklı yazmamız gerektiğini söyledi: Bu tehlikeli konular karşısında tembelleşmek isteyen akıllarımız ancak öyle yola girermiş, çalışma ve düzen duygusunu birbirimize ancak böyle verebilirmişiz. Ama bahaneydi bunlar, biliyordum: Yalnız kalmaktan, düşünürken tek başına olduğunu hissetmekten korkuyordu. Boş kâğıtlayüzyüze gelince bana duyuracak şekilde mırıldanmaya başlamasından da anladım bunu; yazmak istediklerini peşinen onaylamamı bekliyordu. Birkaç cümleçiziştirdikten sonra çocuksu bir alçakgönüllülüğü hatırlatan bir gurur eksikliği ve merakla yazdıklarını bana göstermeye başladı: Yazmaya değer miydi acaba bunlar? Tabii ki onu onaylıyordum.
Böylece, iki ay içinde, hayatı hakkında on bir yılda öğrenemediğim kadar şey öğrendim. Sonradan Padişahla birlikte gittiğimiz Edirne'de yaşıyorlardı. Babası çok erken ölmüştü, suratınıya hatırlıyor,ya hatırlamıyordu. Annesi çalışkan bir kadındı. Sonra, bir daha evlenmişti. İlk kocasından biri kız biri erkek iki çocuğu vardı. Öteki kocasından ise dört tane erkek çocuğu olmuştu. Yorgancıymış bu adam. Okumaya en meraklı kardeş, tabii ki, kendisiymiş. Kardeşleri arasında en akıllı, en becerikli, en çalışkan ve en güçlü olanın da kendisi olduğunu öğrendim; en dürüstleri de oymuş. Kız kardeşleri dışındaki kardeşlerini nefretle anıyordu, ama bütün bunların yazmaya deyip deymeyeceğinden emin değildi pek. Belki de, sonraları, bu üslubu ve hayat hikâyesini kendimin kılacağımı o zamandan sezdiğim için onu cesaretlendirdim. Dilinde ve tutumunda sevdiğim ve öğrenmek istediğim bir şey vardı. İnsan, seçtiği hayatı sonradan benimseyecek kadar sevmeli; seviyorum da. Tabii, erkek kardeşlerin hepsinin aptal olduğunu düşünüyordu; yalnızca para istemek için arıyorlardı onu; ama o kendini okumaya vermişti. Selimiye Medresesi'ne kabul edilmişti, bitirecekken bir iftiraya uğramış. Bu soruna bir daha dönmedi, kadınlardan da hiçsözetmedi . İlk başta, bir kere evlenmek üzere olduğunu yazdı, sonra, öfkeyle yazdıklarının hepsini yırttı.Dışarda pis bir yağmur vardı o gece. Sonraları bir çoğunu yaşadığım o korkunç gecelerden ilkiydi. Bana hakaretler etti, yazdıklarının yalan olduğunu söyledikten sonra, hepsini yeniden yazmaya kalkıştı; benim de karşısında oturup yazmamı istediği için, iki günü uykusuz geçirdim. Benim yazdıklarıma artık bir göz bile atmıyordu; masanın öbür ucunda oturuyordüşgücümü bile zorlamadan aynı şeyleri yeniden yazıp gözümün ucuyla onu izliyordum.
Birkaç gün sonra Doğu'dan getirtilen o pahalı ve temiz kâğıtların üstüne, her sabah, "niye benim ben" diye yazmaya başladı, ama bu başlığın altına ötekilerin neden o kadar aşağılık ve ahmak olduğundan başka bir şey yazamıyordu. Gene de, annesinin ölümünden sonra ona haksızlık edildiğini, eline geçen parayla İstanbul'a geldiğini, bir ara bir tekkeye dadandığını, ama oradakilerin hepsinin alçak ve sahtekâr olduğunu gördükten sonra ayrıldığını öğrendim. Bu tekke macerasını biraz daha anlattırmak istedim; onlardan kurtulmasının, Hoca'nın gerçek bir başarısı olduğunu düşünmüştüm: Kendiniayırabilmişti . Bunu ona söylediğimde öfkelendi, çirkin ayrıntıları bir gün ona karşı kullanmak için merak ettiğimi söyledi; zaten şimdiye kadar öğrendiklerim fazlaymış, bir de üstüne o tür —kaba denilen cinsel kelimelerden birini kullandı burada— ayrıntıları öğrenmek istemem onu şüphelendiriyormuş. Sonra, uzunuzun kız kardeşi Semra'yı anlattı, onun iyiliğini ve kocasının kötülüğünü; onu yıllardır göremediği için duyduğu üzüntüdensözetti , ama ben bu konuyu merak edince şüphelendi, bir başkasına geçti: Elinde kalan son parayı kitaplara verdikten sonra uzun bir süre nasıl okumaktan başka bir şey yapmadığını, sonra, sağda solda küçük kâtiplik işleri bulduğunu, ama insanların ne kadar namussuz olduklarını anlatıyordu ki, kısa bir süre önce Erzincan'dan ölüm haberini aldığımız Sadık Paşa'yı hatırladı. O sırada tanımış onu, bilim merakıyla hemen gözüne girmiş, sübyan okulunda hocalığı da o bulmuş ona, ama, aslında aptalın tekiymiş. Bir ay süren bu yazı işinin sonunda, bir gece pişmanlığa kapılıp bütün yazdıklarını yırttı. Bu yüzden o yazdıklarını ve kendi geçmişimi, şimdi, hayâl gücüme dayanarak yeniden kurarken sevdiğim ayrıntılara kapılmaktan korkmuyorum hiç. Son bir heyecanla, "Yakından Tanıdığım Aptallar" diye bir başlıkla sınıflandırdıkları üzerine bir şeyler yazdı, ama öfkelendi: Bütün bu yazılar hiçbir yere ulaştırmamıştı onu; yeni bir şey öğrenmemişti, niye ben olduğunu şimdi de bilmiyordu. Ben onu aldatmış, hatırlamak istemediklerini boş yere yeniden düşündürtmüştüm. Beni cezalandıracakmış.
Onunla geçirdiğimiz ilk günleri hatırlatan bu ceza sözü, o günlerde aklına neden takıldı bilmiyorum.Bazan , söz dinleyen uslu bir korkak olduğum için onu cesaretlendirdiğimi düşünürdüm. Gene de, cezadan ilksözedişinde direnmeye karar verdim. Hoca hatırlamaktan iyice bıkınca, bir süre evin içinde aşağı yukarı gezindi. Sonra, yeniden bana geldi ve asıl düşünceyi yazmamız gerektiğini söyledi: Aynaya bakarken nasıl görünüşünü seyrediyorsa insan, kendi düşüncesinin içine bakarak da özünü seyredebilirdi.
Benzetmenin işaret ettiği parlak şey beni de heyecanlandırdı. Hemen masanın iki ucuna oturduk. Bu sefer, ben de, yan alaycılıkla da olsa sayfanın başına "niye benim ben" diye yazdım. Hemen, o sırada aklıma kişilik özelliğim diye o geldiği için, çekingenliğimi anlatan bir çocukluk anısını yazmaya başladım. Gene, başkalarının kötülüğünden yakınan Hoca'nın yazdıklarını okuyunca, aklıma, o an önemli olduğuna inandığım bir düşünce geldi ve söyledim: Hoca da kendi kötülüklerini yazmalıydı. O sırada, benim yazdıklarımı okuduğu için, bana korkak olmadığını söyledi. Karşı koydum; evet, korkak değildi, ama her insan gibi elbette onda da olumsuz bir şeyler vardı, onların üzerine giderse asıl kendini bulacaktı. Ben öyle yapmıştım, o da benim gibi olmak istiyordu; bunu sezdiğimi söyleyince öfkelendiğini gördüm, ama kendini tuttu, ölçülü olmaya çalışarak söyledi: Başkalarıydı kötü olan, herkes değil elbet, ama, ötekilerin çoğu eksik ve olumsuz olduğu için böyle yanlıştı her şey. Bunun üzerine, kötü, çok kötü yanları olduğunu, bunu kendisinin de bilmesi gerektiğini söyleyerek ona karşı çıktım. Küstahça ekledim: Hoca benden de kötüydü.
Böylece, o gülünç ve korkunç kötülük günleri başladı! Beni sandalyeye bağlayıp masama oturttuktan sonra, karşımageçiyor , bana istediği şeyi yazmamı emrediyordu, ama bunun ne olduğunu kendisi de bilmiyordu artık. Aklında o benzetmeden başka bir şey yoktu: Tıpkı aynada dışını seyrettiği gibi, insan düşünerek beyninin içini de gözlemleyebilmeliymiş. Ben biliyormuşum bunu yapmayı, ama sırrını ondan saklıyormuşum. Hoca karşıma oturup bu sırrı yazmamı beklerken, ben önümdeki kâğıtları kendi kötülüğümün abartılmış hikayeleriyle dolduruyordum: Çocukluğumun küçük hırsızlıklarını, kıskançlık yalanlarını, kendimi kardeşlerimden daha çok sevdirmek için kurnazca çevirdiğim dolapları, gençliğimin cinsel suçlarını abartaabarta ve keyifle yazıyordum. Hoca onları, merakla ve beni şaşırtan tuhaf bir haz ve korkuyla okuduktan sonra bana daha da öfkeleniyor, artık ölçüsünü kaçırdığı eziyeti arttırıyordu. Belki de sahipleneceğini sezdiği bu geçmişin kötülüğüne katlanamadığı için isyan ediyordu. Düpedüz vurmaya başlamıştı. Bir günahımı okuduktan sonra "seni namussuz," derken şakayla karışan bir öfkeyle sırtıma yumruk indiriyordu; kendini tutamayıp tokat attığı da oldu. Saraydan daha da az arandığı, benden ve kendisinden başka ilgilenecek bir şey bulamayacağına artık kendisini inandırdığı için, düpedüzcansıkıntısından yapıyordu belki de bunları. Ama, kötülüklerimi okudukça ve küçük çocuksu cezalarını arttırdıkça tuhaf bir güvene kapılıyordum ben: İlk defa onu avucumun içine aldığımı düşünmeye başlamıştım.
Bir keresinde, iyice canımı yaktıktan sonra, bana acıdığını gördüm. İnsanın kendisiyle hiç mi hiç eşit görmediği birine duyduğu tiksintiyle karışık kötü bir duyguydu bu; öyle olduğunu artık bana nefret etmeden bakabilmesinden de anlıyordum. "Artık bir şey yazmayalım," dedi. "Yazmanı istemiyorum," diye düzeltti sonra, çünkü, haftalardır ben kötülüklerimi yazarken, o yalnızca seyrediyordu. Gittikçe daha derin bir kasvete gömülen evden çıkıp bir geziye, belki de Gebze'ye gitmemiz gerektiğini söyledi. Astronomi çalışmalarına yeniden dönecekti, karıncaların hayatı üzerine daha ciddi bir risale yazmayı düşünüyordu. Bana olan saygısını bütünüyle kaybetmek üzere olduğunu görerek korktum ve ilgisini ayakta tutmak için kendimi en ağır şekilde aşağılayan bir hikâye daha uydurdum. Yazdığımı tutku ve keyifle okuduktan sonra Hoca öfkelenmedi bile; yalnızca, bu kadar kötü bir insan olmaya nasıl katlanabildiğimi merak ettiğini seziyordum. Belki de, o sırada, sonuna kadar kendi olarak kalmaya razıydı. Elbette, bunda bir oyun payı olduğunu çok iyi biliyordu. O gün, onunla adam yerine konmadığını bilen bir saray soytarısı gibi konuştum; gittikçe artan merakını dürtüklemeye çalıştım: Benim nasıl öyle biri olabildiğimi anlamak için Gebze'ye gitmeden, son bir kere, kendi de kendi kötülüklerine ilişkin bir şeyler yazarsa ne kaybederdi ki! Üstelik yazdıklarının doğru olmasına,ya da onlara kimsenin inanmasına gerek de yoktu. Bunu yaparsa benim ve benzerlerimin nasıl birileri olduğunu anlayacaktı; bir gün işine yarayabilirdi bu bilgi! Sonunda, merakına ve benim gevezeliğime direnemeyip, ertesi gün deneyeceğini söyledi. Tabii, bunu benim aptal oyunlarıma kandığı için değil, kendisi öyle istediği için yaptığını eklemeyi unutmadı.
Ertesi gün, köleliğimin en keyifli günü oldu. Artık beni sandalyeye de bağlamıyordu, ama bütün günü yavaşyavaş başka bir insan oluşunu keyifle gözlemek için, karşısında oturarak geçirdim. Yaptığı şeye önce o kadar inanıyordu ki, o gülünç "ben niye benim" sözünü sayfanın üzerine yazmaya bile üşendi. Sonra, eğlenceli bir yalan arayan küçük şakacı çocuğun güvenini takındı; hâlâ kendi sağlam dünyasında olduğunu gözümün ucuyla görüyordum. Ama, bu boş güven çok sürmedi; bana yönelik bir gösterişle takındığı o yapmacıklı suçluluk duygusu da çok sürmedi. Kısa bir süre içinde, takınılmış alaycılık endişeye, oyun gerçeğe donuverdi; yalancıktan da olsa kendini suçlar gibi yapmak Hoca'yı şaşılacak kadar korkutuyordu. Yazdığı şeyi, bana göstermeden karaladı hemen! Ama merak da içine girmişti bir kere, benden de utanıyordu sanırım, devam etti. Oysa, aklına ilk gelen şeyi yapıp masadan hemen kalksaydı, belki de huzurunu bozmadan kurtulurdu.
Sonraki saatlerde ağırağır çözülüşünü seyrettim. Kendini suçlayan bir şeyler yazıyor, sonra, yazdıklarım bana göstermeden yırtıyor, her seferinde kendine olan güven ve saygısını daha da kaybetmiş olarak, ama kaybettiklerini bulma umuduyla yeniden başlıyordu.Sözümona , bana gösterecekti o kötülük itiraflarını; karanlık çöktüğü zaman okumak için can attığım o yazıların tek kelimesini görememiştim, hepsi yırtılıp atılmış, Hoca'nın da gücü tükenmişti. Bunun çirkin bir gavur oyunu olduğunu, bana hakaretle bağırıp söylerken, kendine olan güveni o kadar zayıftı ki, ona küstahça cevap bile verdim: O kadar üzülmemesini, kötü olmaya alışacağını söyledim. Belki de benim bakışlarıma katlanamadığı için evden çıktı gitti, gece çok geç döndü, üzerine sinen kokudan anladım, tahmin ettiğim gibi, o eve, o bayağı kadınlarla yatmaya gitmiş.
Ertesi öğleden sonra onu işe devam etmeye kışkırtmak için, Hoca'ya, böyle küçük oyunlarla yaralanmayacak kadar güçlü olduğunu söyledim. Hem, bu işi vakit geçirmek için değil, bir şey öğrenmek için yapıyorduk, işin ucunda, aptal dediklerinin neden öyle olduğunu anlamak vardı. Birbirimizi sonuna kadar tanımak yeterince çekici bir iş değil miydi? İnsanın, en küçük ayrıntısına kadar tanıdığı birisinin büyüsüne, korkulu bir rüyayı sever gibi kapılacağını ileri sürdüm.
Bir saray cücesinin soytarılıkları kadar ciddiye aldığı bu sözlerim yüzünden değil,gümşığının verdiği güvenle yeniden masaya oturdu. Akşam masadan kalktığında, kendine önceki günden de az güveniyordu. Gece gene kadınlara gittiğini görünce acıdım ona.
Böylece, her sabah, kendini o gün yazacağı kötülüklerin üzerine çıkarabileceğini sanarak, bir gün önce kaybettiklerini kazanma umuduyla masaya oturuyor ve akşam, elinde kalanların birazını daha masaya bırakarak kalkıyordu. Kendini hor gördüğü için beni hor göremiyordu artık; onunla geçen ilk günlerimde bir yanılsamayla varsaydığım eşitlik duygusunu sonunda bulduğumu düşünüyordum; çok memnundum. Benden tedirgin olduğu için masanın ucuna oturmam gerekmediğini de söylemişti; bu da iyi bir işaretti, ama yıllardır biriken öfkem, heyecanla gemi azıya almıştı. İntikamımı almak, saldırıyageçmek istiyordum; onun gibi, ben de kantarın topuzunu kaçırmıştım: Hoca'yı kendinden biraz daha şüpheye düşürebilsem, benden dikkatle sakladığı o itiraflarından birazını okuyup onu dikkatle aşağılasam, bana öyle geliyordu ki, artık köle ben değil deo, evin kötü insanı ben değil de o olacaktı. Bunun belirtileri de vardı zaten: Arada bir kendisiyle alay edip etmediğimden emin olmak istediğini seziyordum; kendine güvenemeyen bütün o zayıf insanlar gibi benden onay beklemeye başlamıştı; küçük gündelik konularda benim düşüncemi daha çok soruyordu artık: Kıyafeti yerinde miydi, birisine verdiği cevap iyi miydi,elyazısını güzel buluyor muydum, ne düşünüyordum? Umutsuzluğa kapılıp oyunu bırakmasın diye kendimibazan aşağılıyordum ki, rahatlasın. "Seniseni ," diyen o bakışla bakıyordu, ama yumruk vuramıyordu artık; kendisinin de bir yumruğuhakettiğini düşündüğünden emindim.
Kendisini bu kadar hor görmesine yol açan o itirafların neler olduğunu çok merak ediyordum. O günlerde, kendi kendime de olsa, onu aşağılamayı alışkanlık edindiğim için itirafların bir takım basit, sudan kötülüklerden oluştuğunu düşünürdüm. Şimdi, geçmişimi inanılır kılmak için, tek bir satırını okuyamadığım bu itiraflardan bir-ikisini ayrıntılarıyla kurayım, dediğimde, hikâyemin ve düşlediğim hayatımın dengesini" bozmayacak kadar Hoca'ya yakışacak kötülüğü bulamıyorum bir türlü. Ama, benim durumumdaki birinin kendisine yeniden güven duyacağını tahmin edebiliyorum: Hoca'ya farkına vardırmadan bir keşif yaptırdığımı, kendisinin ve benzerlerinin pek kesin ve açık olmasa da zayıf noktalarını ortaya çıkardığımı söylemiş olmalıyım! Yalnız onun değil, ötekilerin de canına okuyacağım günlerin uzak olmadığını düşünmüştüm herhalde; kötü olduklarını kanıtlayarak onları yıkacaktım: Sanırım, hikâyemi okuyanlar Hoca'nın benden öğrendiği kadar benim de ondan öğrenmiş olmam gerektiğini anlıyorlardır artık! Belki de, insan yaşlılığında, simetriyi, hikâyelerde bile daha çok aradığı için böyle düşünüyorum şimdi. Yıllarca birikmiş kinimin heyecanıyla coşmuş olmalıyım. Hoca'ya" kendini iyice aşağılattıktan sonra, kendi üstünlüğümü hiç olmazsa, özgürlüğümü kabul ettirecek, sonra da, azat kâğıdımı küstahça isteyecektim. Mırın kırın bile edemeden beni serbest bırakacağını düşlüyor, ülkeme dönünce serüvenlerim ve Türkler üzerine yazacağım kitapların ayrıntılarını düşünüyordum. Ölçüyü ne kadar kolay kaçırabiliyormuşum! Bir sabah bana getirdiği bir haber her şeyi değiştiriverdi.
Şehirde veba çıkmış! Bunu İstanbul'dan değil de, başka, uzak bir şehirdensözeder gibi söylediği için inanamadım önce; haberi nasıl duyduğunu sordum, ayrıntıları öğrenmek istedim. Bakmışlar ki, durup dururken ölüverenler çoğalıyor, bir hastalık olduğunu anlamışlar! Belki de veba değildir diye düşündüm, hastalık belirtilerini sordum. Hoca bana güldü: Merak etmemeliymişim, yakalanırsam hiç şüphelenmeden anlarmışım yakalandığımı, bunu anlamak için hastalığın ateşiyle geçirdiği üç günü oluyormuş insanın. Kiminin kulaklarının altında, koltuk altlarında, karnındaşişikler oluyor, hıyarcıklar çıkıyormuş, sonra, bir ateş bastırıyormuş; kimi zaman yaralar da patlıyormuş, kimi zaman ciğerlerden kan geliyormuş, veremli gibi öksürerek ölenler de varmış. Her mahalleden üçer beşer gittiğini ekledi. Heyecanla bizim mahalleyi sordum: Duymamış mıyım, çocukları bahçesindeki elmaları yiyor, tavukları da duvarından içeri giriyor diye bütün mahalleliyle kavgalı olan duvar ustası, bir hafta önce ateşler içinde bağırabağıra ölmüş. Herkes onun vebadan öldüğünü yeni anlamış.
Gene de inanmak istemiyordum; dışarıda her şey o kadar olağan, pencerenin önünden geçen insanlar o kadar sakindi ki, vebanın varlığına inanmam için telâşımı benimle paylaşacak birini bulmam gerekiyordu sanki. Ertesi sabah, Hoca okuluna gidince, sokaklara fırladım. On bir yıl boyunca burada tanıyabildiğim İtalyan dönmelerini aradım. Biri, yeni adıyla Mustafa Reis, tersaneye gitmiş; öteki Osman Efendi kapısını yumruklar gibi çalmama rağmen önce içeri almadı beni, uşağına evde olmadığını söylettirdi ama dayanamayıp arkamdan seslendi. Nasıl oluyor da, hâlâ, hastalık gerçek mi diye sürüyormuşum; taşınan o tabutları hiç görmüyor muymuşum? Sonra, korktuğumu söyledi bana, suratımdan anlamış, halâ Hıristiyanlıkta direndiğim için korkuyormuşum! Beni azarladı; burada mutlu olmak istiyorsa Müslüman olmalıymış insan, ama kendi evinin nemli karanlığına kapanmadan önce, ne elimi sıktı, ne de dokundu bana. Namaz vaktiydi, camiavlulanndaki kalabalıkları görünce korkuya kapılarak hızlıhızlı eve döndüm. Felâket anlarında insanın üzerine sinen o aptallık ve şaşkınlık vardı üzerimde. Geçmişimi de unutmuştum sanki, belleğim rengini kaybetmişti, tutuklaşmıştım. Mahallede tabutunu yüklenmiş bir topluluk görünce sinirlerim iyice bozuldu.
Hoca okuldan dönmüş, halimi görünce sevindiğini sezdim. Beni korkak bulduğu için kendine olan güveninin arttığını görüyor, sinirleniyordum. Korkusuzluğun boş gururundan kurtulsun istedim: Heyecanımı denetlemeye çalışarak bütün tıbbi ve edebi bilgimi ortaya döktüm;Hipokrat'dan ,Thukidides'den ,Boccacio'dan aklımda kalan veba sahnelerini anlattım, hastalığın bulaşıcı olduğuna inanıldığını söyledim, ama sözlerim beni daha da hor görmesinden başka bir şeye yaramadı: Vebadankorkmuyörmüş , çünkü hastalık Allah'ın takdiriymiş, insanın öleceği varsa olurmuş; bu yüzden de benim korkakça saçmaladığım gibi, eve kapanıp dışarıyla ilişkiyi kesmek,ya da İstanbul'dan kaçmaya çalışmak faydasız-mış. Yazılmışsa orada da gelir ölüm bizi bulurmuş. Niye korkuyormuşum? Günlerdir kâğıtlara yazdığım o kötülüklerim yüzünden mi? Bunu söylerken gülümsedi; gözleri umutla parlıyordu.
Bu söylediklerine inanıp inanmadığını birbirimizi kaybedene kadar anlayamadım. Pervasızlığından bir an korkmuştum, ama sonra, masa başında konuştuklarımız, o korkulu oyunlar aklıma gelince kuşkulanmıştım da. Dönüpdönüp sözü karşılıklı yazdığımız kötülüklere getiriyor ve beni öfkeden çileden çıkaran bir kendini beğenmişlikle hep aynı aklı yürütüyordu: Ölümden bunca korktuğuma göre, ben, cesaretle yazar göründüğüm kötülüklerimin üstüne çıkmış değildim hiç. Suçlarımı ortaya dökerken gösterdiğim cesaret basit bir arsızlıktan ileri geliyordu! Oysa, Hoca'nın bu günlerde geçirdiği o kararsızlık en küçük kötülüğün üzerinde kılı kırk yararak dikkatle durmasındandı. Şimdi rahatlamıştı artık, veba karşısında duyduğu derin korkusuzluk, suçsuz olduğuna onu gönül rahatlığıyla inandırmıştı.
Aptalca inandığım, bu açıklamadan tiksinerek onunla mücadele etmeye karar verdim. Korkusuzluğunun, gönül rahatlığından değil, ölümün yakınlığını bilmemesinden ileri geldiğini safsaf söyledim. Ölümden sakınabileceğimizi anlattım, vebaya yakalananlara dokunulmaması, ölülerin kireçli kuyulara gömülmesi, insanların birbirleriyle ilişkiyi en azına indirmesi, Hoca'nın da o kalabalık okula gitmemesi gerektiğini söyledim.
Bu son dediğim, aklına vebadan da korkunç şeyler getirmiş! Ertesi öğle üstü çocukların hepsine tektek dokunduğunu söyleyerek ellerini bana doğru uzattı; korktuğumu, dokunmak istemediğimi görünce keyifle yaklaşıp sarıldı bana; bağırmak geliyordu içimden, ama bir rüyadaki gibi bağıramıyordum. Hocaysa, çok sonraları keşfettiğim bir alaycılıkla bana korkusuzluğu öğreteceğini söylüyordu.
Veba hızla yayılıyordu ama, Hoca'nın korkusuzluk dediği şeyi öğrenemiyordum bir türlü. Gerçi ilk günlerdeki kadar da sakınmıyordum kendimi. Yatalak bir kadın gibi bir odaya tıkılıp günlerce pencereden dışarıya bakmak sabrımı taşırmıştı. Arada bir evden fırlayıp sarhoş gibi sokaklara çıkıyor, çarşı pazar alışveriş eden kadınlara, dükkânlarında iş gören esnafa, yakınlarım gömdükten sonra kahvelerde toplananlara bakıp vebaya alışmaya çalışıyordum. Birazcık alışacaktım da belki, ama Hoca üzerimeüzerime geliyordu.
Bütün gün boyunca insanlara değdirdiğini söylediği ellerini, geceleri bana doğru uzatıyordu. Hiç kıpırdamadan beklerdim. Uykudan uyanır da akrebin üzerinizde gezindiğini görüp taş kesilirsinizya , öyle işte! Parmakları benimkilere benzemezdi; onları soğuksoğuk üzerimde gezdirirken Hoca sorardı: "Korkuyor musun?" Kıpırdamazdım. "Korkuyorsun. Neden korkuyorsun?"Bazan elini itip dövüşmek gelirdi içimden, ama bunun, öfkesini daha da arttıracağını bilirdim. "Ben söyleyeyim neden korktuğunu. Suçlu olduğun için korkuyorsun. Burana kadar günaha battığın için korkuyorsun. Benim sana inandığımdan çok, sen bana inandığın için korkuyorsun."
Masanın iki ucuna oturup bir şeyler yazmamız gerektiğini de o söyledi. Niye ben olduğumuzu, asıl şimdi yazmalıymışız. Ama sonunda, gene ötekilerin neden öyle olduğundan başka bir şey yazmadı. Yazdıklarını bana ilk defa gururla gösteriyordu. Nedense, okuduklarımdan utanmamı beklediğini düşününce tiksintimi saklayamadım ve Hoca'ya, kendini aptallarıyla aynı kefeye koyduğunu ve benden önce kendisinin öleceğini söyledim.
En etkili silâhımın bu söz olduğuna, o sıralarda, karar verdim. Bunun üzerine, ona on yıllık çalışmasını hatırlattım, kozmoğrafya kuramı için harcadığı yıllardan, gözlerini bozma pahasına saatlerce gökyüzünü izleyişinden, burnunu kitaplardan çıkarmadığı günlerdensözettim ; bu sefer, ben onun üzerine gittim; vebadan sakınıp yaşamak varken, boşu boşuna ölüvermenin ne kadar saçma olacağını söyledim. Sözlerim, şüpheleriyle birlikte cezalarımı daarttınyordu . O sırada yazdıklarımı okuyunca, bana olan yitirilmiş saygısını yeniden istemeyeistemeye bulur gibi olduğunu sezdim.
Bahtsızlığımı unutmak için, o günlerde, yalnız geceleri değil, öğle uykularımda da sıksık gördüğüm mutluluk rüyalarıyla sayfalar doldurmuştum. Anlamla hareketin bir olduğu o düşleri, uyandıktan sonra, her şeyi unutmak için, şiirli bir dille özene bezene kaleme alıyorum: Evimizin bitişiğindeki ormanın ağaçları arasında yıllardır öğrenmek istediğimiz sırları bilen insanlar vardı, ormanın karanlığına girmeye cesaret ettiğiniz zaman onlarla dost oluyordunuz; gölgelerimiz güneş batınca yok olmuyor, biz, temiz ve serin yataklarımızda huzurla uyurken, öğrenilmesi ve yanılması gereken binlerce küçük şeyi birbir elden geçiriyor ve hiç de yorulmadan, tekerteker bunların farkına varıyorduk; rüyalarda yaptığını resimlerdeki insanlar, üç boyutlu güzel insanlar olmakla kalmıyor, çevrelerinden çıkıp aramıza da karışıyorlardı; annem, babam ve ben, arka bahçemizde işleri bizim yerimize gören çelik araçlar kuruyorduk...
Hoca, bu rüyaların kendisini ölümsüz bilginin karanlığına çekecek şeytanî tuzaklar olduğunu sezmiyor değildi, ama gene de, her soruşunda kendisineolan güveninin birazını yitirdiğini bilebile , bana soruyordu: Ne anlama geliyordu bu saçma rüyalar, ben onları gerçekten görüyor muydum? Böylece, yıllar sonra birlikte Padişah'a yapacağımız şeyi, ilk önce ben ona yaptım; rüyalarımızdan ikimizin geleceği için sonuçlar çıkardım: Hastalık bir kere bulaştı mı, tıpkı vebada olduğu gibi, insanın bilimden de kaçamayacağı açık bir şeydi; hastalığın Hoca'ya bulaştığını da söylemek zor değildi, ama gene de Hoca'nın rüyalarını merak ediyordu insan! Açıkça alay ederek dinliyordu beni, ama soruyu soracak kadar gururunu kırdığı için de pek üzerime varamıyordu; hem, anlatırken görüyordum, söylediklerim onu meraklandırıyordu. Hoca'nın vebayla birlikte takındığı huzurun sarsıldığını gördükçe, kendi ölüm korkum azalmıyordu ama, hiç olmazsa, korkunun yalnızlığından kurtulduğumu sanıyordum. Tabii, bunu gece eziyetleriyle ödüyordum, ama boşuna mücadele etmediğimi anlamıştım bir kere: Ellerini bana yaklaştırdıkça, Hoca'ya, benden önce kendisinin öleceğini, korkmayanların bilgisizliğini, yarıda bıraktığı yazılarını, o gün okuduğu benim mutluluk rüyalarını hatırlatıyordum.
Ama bu söylediklerini değil, bardağı başka bir şey taşırdı. Bir gün, okuldaki öğrencilerinden birinin babası, eve geldi. Kendi halinde bir adamcağıza benziyordu, bizim mahallede oturuyormuş. Ben, evin uyuşuk kedisi gibi bir kenara çekilip dinliyordum, şundan bundan uzunuzun konuştular. Sonra misafirimiz baklayı ağzından çıkardı: Halasının kızı, kocası geçen yaz sonunda aktardığı damdan düşünce dul kalmış. Bir çok isteyeni varmış şimdi, ama konuğumuzun aklına Hoca gelmiş, çünkü mahalleliden biliyormuş kendisini evlendirmek isteyenleri kabul ettiğini. Hoca, beklemediğim kadar kaba bir tepki gösterdi: Evlenmek istemediğini, ama istese bile dul kadın almayacağını söyledi. Bunun üzerine, misafirimiz Muhammed'in, Hatice'yi dulluğuna bakmadan, hem de ilk karı olarak aldığını hatırlattı. Hoca, o dul kadını işittiğini, onun Hazreti Hatice'nin tırnağı bile olamayacağını söyledi. Bunun üzerine, tuhaf burunlu komşumuz, Hoca'ya kendisinin de pek bir matah olmadığını sezdirmek istedi: O inanmıyormuş, ama mahalleli, Hoca’nın düpedüz keçileri kaçırdığını söylüyormuş; yıldızlara bakmasını, merceklerle oynayıp tuhaf saatler yapmasını kimse iyiye yormuyormuş. Konuğumuz, alacağı malı kötüleyen tüccarın hırsıyla ekledi: Hoca’nın, yemeğini çömelip bağdaş kurarak değil, gavurlar gibi masaya oturarak yediğini; kitaplara keselerle para verdikten sonra onları yere atıp içinde peygamberin adı olan sayfaların üstüne bastığını; gökyüzünü saatlerce seyretmekle içindeki şeytanı yatıştıramadığı için, günışığında yatağına yatıp evinin kirli tavanını seyrettiğini, kadınlardan değil, yalnızca oğlanlardan hoşlandığını, benim onun ikiz kardeşi olduğumu, ramazanda oruç yediğini ve vebanın da onun yüzünden yollandığını söylüyormuş mahalleli.
Misafiri savdıktan sonra, Hoca bir öfke buhranı geçirdi. Ötekilerle aynı duyguları paylaşmaktan,ya da öyle görünmekten duyduğu huzurun sonuna geldiğine karar verdim. Ona son bir darbe vurmak için, vebadan korkmayanların bu herif gibi aptal olduklarını söyledim. Tedirgin oldu, ama kendisinin de vebadan korkmadığını belirtti. Nedense, bunu içtenlikle söylediğine karar verdim. Çok sinirliydi, elini kolunu koyacak yer bulamıyor, son zamanlarda unuttuğu "aptallar" nakaratını tekrarlayıp duruyordu. Karanlık çöktükten sonra, lâmbayı yakıp ortasına yerleştirdiği masaya oturmamızı istedi. Bir şeyler yazmalıymışız.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Beyaz Kale - 5
  • Büleklär
  • Beyaz Kale - 1
    Süzlärneñ gomumi sanı 3697
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2158
    27.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    40.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 2
    Süzlärneñ gomumi sanı 3762
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2068
    29.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    41.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 3
    Süzlärneñ gomumi sanı 3701
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2047
    29.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    42.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    50.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 4
    Süzlärneñ gomumi sanı 3807
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1985
    29.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    41.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 5
    Süzlärneñ gomumi sanı 3807
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2101
    28.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    41.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 6
    Süzlärneñ gomumi sanı 3715
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2115
    26.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    38.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    45.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 7
    Süzlärneñ gomumi sanı 3645
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2053
    26.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    38.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    45.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 8
    Süzlärneñ gomumi sanı 3749
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2064
    27.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    39.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 9
    Süzlärneñ gomumi sanı 3751
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2045
    28.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    40.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    47.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 10
    Süzlärneñ gomumi sanı 1914
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1315
    26.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    38.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    45.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.