Beyaz Kale - 3

Süzlärneñ gomumi sanı 3701
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2047
29.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
42.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
50.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
Sonra, o kelimeyi bütün kilitlere uyan sihirli bir anahtar gibi kullanmaya başladı: Aptal oldukları için başlarının üstünde gezinen yıldızlara bakıp düşünmüyorlardı, aptal oldukları için öğrenecekleri şeyin önce neye yarayacağını soruyorlardı, aptal oldukları için ayrıntılara değil özetlere meraklıydılar, aptal oldukları için birbirlerine benziyorlardı vb. Birkaç yıl önce, ülkemde, bu tür açıklamaları yapmaktan ben de çok hoşlanmama rağmen, Hoca'ya bir şey söylemezdim. O sıralarda benimle değil aptallarıyla ilgiliydi zaten. Benim aptallığım başka türlüymüş. Gördüğüm bir rüyayı o günlerdeki boşboğazlığımla ona anlatmıştım: Benim yerimegeçip ülkeme gidiyor, nişanlımla evleniyor, düğünde kimse onun ben olmadığınıfarketmiyordu , bense bir Türk kıyafetiyle bir köşeden seyrettiğim eğlencenin ortasında annem ve mutlu nişanlımla karşılaşıyor, beni uykudan uyandırangözyaşlarıma rağmen ikisi de kim olduğumu anlamadan bana sırtını dönüp uzaklaşıyorlardı.
O sıralarda iki kere Paşa'nın konağına gitti. Paşa, galiba, Hoca'nın, kendi denetimi dışında Padişah'la yakınlık kurmasından hoşlanmıyordu; sorguya çekmiş onu: Beni sorduğunu, hakkımda araştırma yaptırdığını çok sonra, Paşa İstanbul'dan sürüldükten sonra bana söyledi; yoksa günlerimi zehirlenme korkusuyla geçirecektim. Gene de, Paşa'nın, Hoca'dan çok bana ilgi duyduğunu seziyordum; Hoca'yla aramızdaki benzerlikten, benden daha çok Paşa'nın tedirgin olması gururumu okşardı. O sıralarda, sankibu benzerlik, Hoca'nın hiçbir zaman öğrenmek istemeyeceği ve varlığı bana tuhaf bir cesaret veren bir sırdı: Kimi zamanlar, sırf bu benzerlik yüzünden Hoca yaşarken tehlikeden uzak olduğumu düşünürdüm. Belki de bu yüzden Paşa'nın da o aptallardan biri olduğunu söylediğinde Hoca'ya karşı çıkardım; o zaman sinirlenirdi. Benden hem vazgeçemediğini, hem de utandığını sezmek, alışmadığım bir arsızlığa iterdi beni: Durupdurup Paşa'yı, Paşa'nın ikimiz için dediklerini sorar, Hoca'yı, nedeni galiba kendisine de açık olmayan bir öfkeye boğardım. O zaman, inatla tekrarlayarak söylerdi: Paşa'nın da ayağını kaydıracaklarmış, yakında Yeniçeriler bir şey yapacaklarmış, sarayın içinde de bir şeyler tezgâhlandığını seziyormuş. Bu yüzden, Paşa'nın dediği gibi, silâh için çalışacaksa, bunu gelip geçici bir vezir için değil, Padişah'a sunmak için yapmalıymış.
Bir ara, yalnızca bu belirsiz silâh tasarısıyla uğraştığını düşündüm; uğraşıyor ama ilerletemiyor, diyordum. İlerletseydi çünkü, bana açılacağından, beni küçümsemeye çalışarak da olsa, ne düşündüğümü öğrenmek için kurduklarını bana anlatacağından emindim. Bir akşam, iki-üç haftada bir yaptığımız gibi, Aksaray'daki o eve gitmiş, müzik dinledikten sonra kadınlarla yatmış, eve dönüyorduk. Hoca, bana, sabaha kadar çalışacağını söyledi, sonra, kadınları sordu, hiç yapmadığımız bir şeydi kadınlardansözetmek , "düşünüyorum," dedi sonra birden, ama neyi düşündüğünü söylemeden eve gelir gelmez odasına kapandı. Ben de, artık sayfalarını bile çevirmeye üşendiğim kitapların arasında kaldım ve onu düşündüm: ilerletemediğine inandığım herhangi bir tasarıyı,ya da düşüncesini, kapandığı odada hâlâ bütünüyle alışamadığı masaya oturup önündeki boş kâğıtlara baktığını, masanın başında saatlerce utanç ve öfkeyle bomboş oturduğunu...
Geceyarısındançok sonra odasından çıktı, küçükbir soruna takıldığı için yardım isteyen öğrencinin alçakgönüllü utangaçlığıyla beni içeri çağırdı, masasının başına. Hiç çekinmeden, "Yardım et," dedi bana. "Beraber onları düşünelim, tek başımailerliyemiyorum ." Bir an, bunun kadınlarla ilgili bir şey olduğunu düşünerek sustum. Boşboş baktığımı görünce, "aptallar üzerine düşünüyorum," dedi ciddiyetle. "Niye o kadar aptallar?" Sonra, benim cevabımı biliyormuş gibi ekledi: "Peki, aptal değiller, ama kafalarında bir şey eksik." "Onların," kim olduğunu sormadım. "O bilgiyi kafalarının içinde tutabilecekleri bir yer yok mu?" dedi, sanki bir kelime arıyordu, çevresine bakındı. "Kafalarının içinde bir kutu, kutular, şu dolabın gözleri gibi, karışık şeyleri içine yerleştirebilecekleri bir köşe olması gerekir, ama sanki yok öyle bir şey. Anlıyor musun?"Birşeyler anladığıma kendimi inandırmak istiyordum, ama pek başaramıyordum bunu. Uzun bir süre karşılıklı sustuk. "İnsanın niye öyle,ya da böyle olduğunu kim bilebilir ki zaten?" dedi sonunda. "Ah, keşke gerçek bir hekim olsaydın da bana öğretseydin," dedi sonra, "gövdelerimizi, gövdelerimiz ve kafalarımızın içini." Sanki biraz utandı. Beni korkutmak istemediği için takındığım sandığım sağlıklı bir tavırla açıkladı: Teslim olacak değilmiş, sonuna kadar gidecekmiş, hem sonunda ne olacak diye merak ettiği için, hem de yapılacak başka bir şey olmadığı için. Anlamıyordum, ama bütün bunları benden öğrendiğini düşünmek hoşuma gidiyordu.
Sonraları, ne anlama geldiğini ikimiz de biliyormuşuz gibi, bu sözünü sıksık tekrarladı. Ama takındığı bu kararlılıkta daha çok soru soran hülyalı bir öğrencinin edası vardı; sonuna kadar gideceğini her söyleyişinde, ben, başına gelenlerin nedenlerini soran çaresiz birâşıkın hüzünlü ve öfkeli ilenmelerine tanık olduğumu sanırdım. O sıralarda çok da sık söylüyordu bu sözü; yeniçerilerin bir isyan hazırlığıiçinde olduğunu öğrendiği zaman söylüyordu, sübyan okulundaki öğrencilerin yıldızlardan çok melekleri merak ettiğini bana anlattıktan sonra söylüyordu, çok paralar vererek aldığı bir elyazmasını daha yarısına gelmeden öfkeyle bir kenara attıktan sonra ve artık sırf alışkanlık yüzündenmuvakkithanede buluşup söyleştikleri dostlarından ayrıldıktan sonra söylüyordu ve iyi ısıtılmamış hamamda üşüttükten sonra ve çevresine ve çiçekli yorganının üstüne serdiği sevgili kitaplarıyla yatağına uzandıktan sonra ve cami avlusundaabdest alanların budalaca konuşmalarını dinledikten sonra söylüyordu ve donanmanın Venediklilere yenildiğini öğrendikten ve yaşınıngeçmekte olduğunu söyleyerek onu evlendirmek için ziyarete gelen mahallelileri sabırla dinledikten sonra, gene tekrarlıyordu: Sonuna kadar gidecekmiş.
Şimdi düşünüyorum: Bu yazdıklarımı sonuna kadar okuyan kim, olup biteni,ya da, hayâl edip anlatabildiğim her şeyi sabırla izleyen hangi okuyucu, Hoca'nın bu sözünü tutmadığını söyleyebilir?
Yaz sonuna doğru bir gün,Müneccimbaşı Hüseyin Efendi'nin cesedinin İstinye kıyısında bulunduğunu duyduk. Paşa katli için fetvayı en sonunda almış, o da saklandığı yerde rahat durmayıp, Sadık Paşa yakında ölecek, belirtisi var, diye sağa sola kâğıtlar yolladığından yerini belli etmiş. Anadolu'yageçmek isterken cellâtlar sandalına yetişip boğmuşlar. Malına mülküne el konulduğunu öğrenince HocaMüneccimbaşının kâğıtlarını, kitaplarını, defterlerini ele geçirmek için harekete geçti; bunun için, birikmiş ne kadar parası varsa rüşvete harcadı. Bir akşam eve koca bir sandık içinde getirdiği binlerce sayfayı bir hafta içinde yuttuktan sonra, öfkeyle bundan çok daha iyisini yapabileceğini söyledi.
Dediğini yaparken ben de ona yardım ettim. Padişah'a sunmaya karar verdiği Hayat-ül-Hayvan veAcaib -ül-Mahlûkat adlı iki risale için onaEmpoli'deki evimizin geniş bahçelerinde, çayırlarında gördüğüm güzel atları, alelade eşekleri, tavşanları, kertenkeleleri anlattım. Hoca’nın,hayalgücümün ne kadar sınırlı olduğunu söylemesi üzerine, nilüferli havuzumuzdaki bıyıklıfrenk kurbağalarını, Sicilya lehçesiyle konuşan mavi papağanları ve çiftleşmeden önce karşılıklı oturup birbirlerinin tüylerini temizleyen sincapları hatırlayarak anlattım. Sultan'ın çok ilgilendiği, ama Saray'ın birinci avlusunun aşırı temizliği yüzünden yeterince bilgi sahibi olamadığı bir konu olan, karıncaların hayatı, üzerinde uzunuzun dikkatle çalıştığımız bir bölüm oldu.
Hoca, karıncaların düzenli, mantıklı hayatını kaleme alırken çocuk padişahı eğiteceğimizi de düşlüyordu. Bu amaç için, bildiğimiz kara karıncaları yetersiz bulunca, Amerika'daki kırmızı karıncaların düzenini anlattı. Bu da ona, Amerika denilen yılanlı ülkede yaşayan ve yaşadıkları hayatı hiç değiştirmeyen hımbıl yerlilerin başlarına gelenler üzerine, hem acıklı, hem de hisseli bir kitap yazma düşüncesini verdi: Bana ayrıntılarını anlatırken, hayvanlara ve ava düşkün bir çocuk kralın bilimle ilgilenmediği için, sonunda nasıl İspanyol gâvurları tarafından kazığa oturtulduğunu da yazacağını söylediği bu kitabı, sanırım bitirmeye cesaret edemedi hiç. Kanatlı mandaları, altı bacaklı öküzleri, iki başlı yılanları daha anlaşılır kılmak için çağırdığımız minyatür ustasının çizdikleri ikimizi de memnun etmedi. "Gerçek eskiden böyleydi," dedi Hoca. "Şimdiyse her şey üç boyutlu, gerçek gölgeli, baksana; en sıradan karınca bile gölgesini, arkasında ikizini taşır gibi sabırla katlanarak taşıyor."
Sultan hiç sordurtmadığı için, risaleleri Padişah'a, Paşa'nın aracılığıyla sunmaya karar vermişti, ama sonra çok pişman oldu bundan. Paşa, yıldız ilminin safsata olduğunu,Müneccimbaşı Hüseyin Efendi'nin boyundan büyük işlere karıştığını, siyasi dolaplar çevirdiğini, Hoca'nın da, şimdi onun boş kalan yerinde gözü olmasından kuşkulandığını, bilim denen şeye inandığını, ama bunun yıldızlarla değil silâhlarla ilgisi olduğunu,Müneccimbaşılığın uğursuz bir iş olduğunu, bunun o göreve gelenlerin hepsinin sonunda öldürülmelerinden,ya da, daha da kötüsü, günün birinde sırra kadem basıp yok olmalarından anlaşıldığını, çok sevdiği ve bilimine güvendiği Hoca'nın da bu yüzden, bu görevi almasını hiç istemediğini, zaten yeniMüneccimbaşının bu işi gereğince yapabilecek kadar aptal ve saf olan Sıtkı Efendi olacağını, Hoca'nın eskiMüneccimbaşının kitaplarını elde ettiğini duyduğunu, bu işle ilgilenmemesini istediğini söylemiş. Hoca da ona, bilimden başka bir şeyle ilgilenmediğini söyleyerek, Padişah'a ulaştırmasını istediği risaleleri vermiş. Akşam, evde bilimden başka bir şeyle ilgilenmeyeceğini, ama bu bilimi yapabilmek için gerekli her şeyi de yapacağını söyledi; ilk iş olarak da Paşa'ya lanet okudu.
Sonraki ay, hayâl gücümüzün renkli hayvanlarına çocuğun nasıl bir tepki göstereceğini merak ederken, Hoca, hâlâ saraydan neden çağırılmadığını düşünüyordu. Ava çağırdılar sonunda; o Padişah'ın yanına, ben, uzaktan seyretmeye, Kâğıthane deresi kıyısındakiMirahor köşküne gittik; kalabalıktı.Bostancıbaşı her şeyi hazırlamış: Tavşanları ve tilkileri koyuverip arkasından tazıları saldılar, seyrettik: Tavşanın teki arkadaşlarından ayrılıp kendini suya atınca herkes onu izledi; yüzeyüze karşı kıyıya geçince bostancılar oraya da köpek salmak istediler, ama biz uzaktakiler de duyuyorduk. Padişah "tavşan azat olsun," diye izin vermedi. Ama yabancı bir köpek öte yakadaymış, tavşan gene kendini suya attı, ama köpek yetişip yakaladı onu, bostancılar hemen üşüşüp köpeğin ağzından tavşanı aldılar. Padişah'ın huzuruna getirdiler. Çocuk hemen hayvanı inceletti, üzerinde ciddî bir yara olmadığını görünce sevindi; dağ başına götürülüp tavşanın salıverilmesini buyurmuş. Sonra, aralarında Hoca'yı ve kırmızı saçlı cüceyi de gördüğüm kalabalık, Padişah'ın çevresinde toplandı.
Akşam Hoca anlattı: Padişah bu olay neye yorulmalı diye sormuş. Herkesten sonra, sıra kendisine geldiğinde, Hoca, Sultan'ın hiç beklenmedik yerden düşmanları çıkacağını, ama tehlikeyi kazasız belâsız atlatacağını söylemiş. Düşmanları, ölüm tehlikesindensözeden , hattâ Padişah'la tavşanı bir tutan bu yorumu kötülemeye kalkmışlarsa da, aralarında yeniMüneccimbaşı Sıtkı Efendi de olan kalabalığı Sultan susturmuş, Hoca’nın sözlerinin kulağına küpe olacağını söylemiş. Sonra doğanların başına üşüştükleri karakuşun, can havliyle kendini savunmasını ve arsız tazıların küçük parçalaraayırdıkları bir tilkinin acıklı sonunu seyrederlerken, Sultan, aslanının biri dişi biri erkek, birbirine denk iki yavru doğurduğunu, hayvanlar kitaplarını çok sevdiğini söylemiş,Nil çevresindeki çayırlarda rastlanan mavi kanatlı boğaları ve pembe kedileri sormuş. Hoca tuhaf bir zafer sarhoşluğu ve korku içindeydi.
Saray'da bir şeyler olduğunun haberini bundan çok sonra aldık: Kösem Sultan, yeniçeri ağalarıyla anlaşmış, Sultan'ı ve annesini öldürtüp yerine Şehzade Süleyman'ı geçirmek için bir düzen kurmuş, ama sökmemiş. Kösem Sultan'ı ağzından burnundan kan gelene kadar boğup öldürmüşler. Hoca, olup biteni,muvakkithaneye gelen aptal dostlarının dedikodularından öğreniyor, bir de, okula gidiyor, başka hiçbir yere çıkmıyordu.
Sonbaharda, bir ara kozmoğrafya kuramını yeniden ele almayı düşündü, ama umutsuzluğa kapıldı: Rasathane gerekiyordu; üstelik aptalların yıldızlara metelik vermemesi gibi, yıldızlar da aptallara metelik vermiyordu. Kış geldi, kapalı günler başladı, bir gün Paşa'nın azledildiğini öğrendik. Onu da boğduracaklarmış, amaValde Sultan razı olmamış, malını mülkünü alıp Erzincan'a sürmüşler. Bir daha da ölümünden başka haberini almadık. Hoca, artık kimseden korkmadığını söyledi, kimseye de on paralık minnet borcu yokmuş, bunu söylerken benden bir şey öğrenip öğrenmediğine ne kadar karar vermişti, bilmiyorum. Çocuktan da, anasından da çekinmiyormuş artık. "Yadevlet başa,ya kuzgun leşe," diyecek gibiydi, ama evimizde, kitaplar arasında kuzukuzu oturuyor, Amerika'daki kırmızı karıncalardansözederek yeni birkarıncanamenin düşlerini kuruyorduk.
Ondan öncekiler ve ondan sonraki birçokları gibi o kışı evde geçirdik; hiçbir şey olmadı. Soğuk gecelerde, poyrazın kapısından bacasından girdiği evin alt katında sabaha kadar oturur konuşurduk. Beniküçümsemiyordu artık,ya da küçümser gibi yapmaya üşeniyordu. Bu yakınlığı, ne saraydan, ne de saraya yakın bir çevreden kimsenin onu aramamasına bağlıyordum.Bazan da, aramızdaki benzerliği benim kadar gördüğünü düşünürdüm, bana bakarken kendini görüyor artık, diye meraklanırdım: Neydi düşündüğü? Hayvanlar üzerine uzun bir risale daha bitirmiştik, ama Paşa sürgün edildiği, Hoca, saraya girip çıkan uzak tanıdıkların hiçbirinin ağız kokusunu çekmeye hazır olmadığını söylediği için masanın üzerinde duruyordu. Arada bir, boş geçirdiğim günlerin sıkıntısıyla, sayfalarını açar, çizdiğim mor çekirgelere, uçan balıklara bakar, Padişah'ın bu satırları okuyunca ne düşüneceğini merak ederdim.
Hoca'yı ancak bahar başında çağırdılar. Çocuk onu görünce çok sevinmiş; Hoca’nın dediğine göre, her hareketinden, her sözünden kendisini uzun zamandır düşündüğü, ama çevresindeki aptalların baskısıyla aramadığı anlaşılıyormuş. Padişah, hemen sözü babaannesinin kumpasına getirmiş, Hoca’nın bu tehlikeyi öngördüğünü söylemiş, ama Sultan'ın bu tehlikedensağsalim kurtulacağını da öngörmüşmüş Hoca. O gece, sarayda, canına kastedenlerin çığlıklarını işitirken hiç korkmamış çocuk, aklına tavşana dişleri işlemeyen hain köpek gelmiş çünkü. Padişah, övgü sözlerinden sonra, Hoca'ya uygun bir yerde bir dirlik verilmesini buyurmuş. İş kehanete kalmadan, Hoca çıkmak zorunda kalmış, dirlik beratı için yaz sonunu beklemesini söylemişler.
Beklerken, Hoca dirliğin gelirine güvenerek bahçeye küçük çapta bir rasathane kurmayı tasarladı; kazılacak kuyunun boyutlarını, yerleştireceği araçların maliyetini hesapladı, ama bu sefer çabuk bıktı: O sırada bir sahaftaTakiyüddin'in yaptığı rasatların sonuçlarını toplayan kitabın, kötü bir el yazısıyla çıkarılmış bir nüshasını bulmuştu. İki ayını, rasatların doğruluğunu denetlemeye harcadı, ama sonunda,hangi yanlışın kendi ucuz araçlarından, hangisininTakiyüddin'den , hangisinin deelyazısı kötü kâtibin dikkatsizliğinden kaynaklandığını, çıkaramadığı için, işi öfkeyle bıraktı. Sinirini daha da bozan şey, altmışlık usullehesabedilmiş trigonometrik çizgi cetvellerinin arasına, kitabın önceki sahiplerinden birinin sıkıştırdığı vezinli kafiyeli mısralardı. Kitap sahibi,ebced hesabı ve başka yöntemler kullanarak dünyanın geleceği konusunda alçakgönüllü gözlemlerde bulunmuştu: En sonunda, dört kızdan sonra, bir erkek çocuğu olacak, günahsızı günahkârdanayıran bir veba çıkacak, komşusuBahattin Efendi ölecekmiş. Hoca, bu kehânetleri okurken önce eğlendiyse de, sonra umutsuzluğa kapıldı. Kafalarımızın içinden, tuhaf ve korkutucu bir kararlılıklasözediyordu artık: Kapağını açıp içine bakabileceğimiz sandıklardan, odanın içindeki dolaplardansözeder gibi konuşuyordu.
Padişah'ın sözünü verdiği dirlik, ne yaz sonunda bağlanabildi, ne de kışa doğru. Ertesi bahar ise, Hoca'ya, yeni bir tahrir yapıldığını söylemişler; beklemeliymiş. Bu arada, az da olsa saraya çağırılıyor, çatlayan bir aynanın,Yassıada açıklarına düşen yeşil bir yıldırımın, durup dururken tuzla buz olan vişne suyuyla dolu kan rengindeki bir sürahinin neye yorulması gerektiği ve en son yazdığımız risaledeki hayvanlar üzerine, Padişah'ın sorduğu soruları cevaplıyordu. Eve döndüğünde, çocuğun buluğ çağına girdiğini söylerdi; insanın en kolay etkileneceği çağmış bu, Padişah'ı avucunun içine alacakmış.
Bu amaçla yepyeni bir kitaba başladı. BendenAztek'lerin sonunu,Cortez'in anılarını dinlemişti, aklında, bilime aldırmadığı için kazığa oturtulan zavallı bir çocuk kralın hikâyesi önceden de vardı. İyi insanlar uyaklarken toplarıyla, araçlarıyla ve masalları ve silâhlarıyla onları yenip kendi düzenlerine boyun eğdiren namussuzlardansözediyordu o sıralar; ama kapanıp yazdığı şeyleri uzun bir süre sakladı benden. Hissediyordum, önce benim ilgilenmemi bekliyordu, ama o günlerde birden beni olağanüstü bir mutsuzluğa iten yurt özlemim, ona duyduğum kini arttırmıştı; merakımı bastırdım, ucuza bulduğu için okuduğu ciltleri yırtık kötü kitaplardan ve benim anlattıklarımdan yola çıkarak yaratıcı zekâsının vardığı sonuçları merak etmez görünmeyi başardım. Böylece, önce kendine, sonra da o sırada yazmaya çalıştığı şeye olan güvenini yavaşyavaş yitirdiğini, gün be gün keyifle seyrettim.
Kendi çalışma odası haline getirdiği, yukarıdaki küçük odaya çıkıyordu, yaptırdığını masamıza oturuyordu, hatta düşünüyordu da, ama yazamıyordu, seziyor, dahası biliyordum yazamadığını; düşündüklerini, benim nasıl bulduğumu öğrenmeden yazabilecek cesareti olmadığını biliyordum. Onu kendine inanmaktan alıkoyan, küçümser gözüktüğü benim basit düşüncelerimin eksikliği de tam değildi: Benim gibilerin, "onların", bana bütün o bilgileri öğreten, kafamın içine o kutuları, o bilgi gözlerini yerleştiren ötekilerin düşüncelerini öğrenmek istiyordu asıl. Onlar bu durumda ne düşünür acaba? Bana sormak için can attığı, ama soramadığı buydu işte! Gururunu ayaklar altına alıp, bu soruyu bana cesaretle sormasını ne kadar çok bekledim! Ama sormadı. Bitirip bitirmediğini bilemediğim bu kitabı, bir süre sonra bırakıp, yeniden o "aptallar" nakaratına döndü. Yapılması gereken asıl bilim, onların neden öyle aptal olduklarını anlamaktangeçiyormuş ; kafalarının içinin neden öyle olduğunu bilip ona göre düşünmekten! Aynı şeyleri umutsuzluktan tekrarlıyor diye düşünürdüm, saraydan beklediği ikbalin işaretlerini alamadığı için. Zaman boşu boşuna akıyor, Padişah'ın buluğ çağı, pek de bir işe yaramıyordu.
Ama Köprülü Mehmet Paşa'nınbaşvezir olmasından önceki yaz, sonunda Hoca dirliğe kavuştu; hem de kendi istediği yeri seçerek: Gebze yakınlarındaki iki değirmenle, kasabaya bir saatlik yoldaki iki köyün gelirini birleştirmişler. Hasat zamanı Gebze'ye gittik, bir rastlantı sonucu, boş olan eski evi tuttuk, ama Hoca burada geçirdiğimiz ayları, marangozdan getirdiğim masaya nefretle baktığı günleri unutmuştu. Sanki evle birlikte anıları da eskimiş, çirkinleşmişti; üzerinde geçmişte kalan hiçbir şeyle ilgilenmeyecek bir sabırsızlık vardı zaten. Köylere birkaç kere gidip denetledi; bundan önceki yılların gelirini öğrendi, dedikodusunumuvakkithanedeki dostlarından duyduğu Tarhuncu Ahmet Paşa'nın etkisiyle de, dirliğin hesaplarını çok daha basit ve anlaşılabilir bir biçimde gösteren bir defter tutma usulü bulduğunu ilân etti.
Ama özgünlüğüne ve yararlılığına kendisinin de inanamadığı bu buluşuyla yetinemedi: Eski evin arka bahçesinde göğe bakıp oturarak bomboş geçirdiği geceler içindeki astronomi tutkusunu yeniden alevlendirmişti çünkü. Düşüncelerini bir adım daha ileri götüreceğini sanarak, bir ara ben de cesaretlendirdim onu; ama niyeti, gözlem yapmak,ya da akıl yürütmek değilmiş: Köyde ve Gebze'de tanıdığı en akıllı gençleri, çocukları, en yüksek ilmi öğreteceğini duyurarak eve çağırdı, beni yollayıp İstanbul'dan getirttiği modeli, zillerini tamir edip, yağlayıp, arka bahçeye onlar için kurdu ve bir akşam, nereden aldığını anlayamadığım bir umut ve güçle, yıllar önce Paşa'ya, daha sonra Padişah'a anlattığı o gök kuramını hiçbir şekilde kabalaştırmadan heyecanla tekrarladı.Geceyarısı , tek bir soru bile sormadan evlerine dönen kalabalıktan ve astronomiden umudunu son defa kesebilmesi için, ertesi sabah kapımızın önünde, içinden halâ ılık bir kan sızan okunmuş bir koyun yüreği bulmamız yetti.
Ama bu yenilgisini de fazla büyütmedi: Elbette, dünyanın ve yıldızların nasıl döndüğünü anlayacakolan onlar değildi; şimdilik onların anlamaları da gerekmiyordu; anlaması gereken artık buluğ çağını bitirmek üzereydi; belki de yokluğumuzda bizi aramıştı da o, burada, hasattan sonra elimizegeçecek üç-beş kuruş için boş yere fırsatı kaçırıyorduk biz. İşlerimizi yoluna koyup, o akıllı gençlerin en akıllı gözükenini de kâhya tuttuktan hemen sonra, İstanbul'a döndük.
Ondan sonraki üç yıl en kötü yıllarımız oldu. Her gün, bir öncekinin, her ay, geçirdiğimiz ayın, her mevsim yaşadığımız başka bir mevsimin bıktırıcı, sinir bozucu bir tekrarıydı: Aynı şeyleri acı ve umutsuzlukla yeniden görüyor ve adlandıramadığımız bir yenilgiyi boş yere bekliyorduk sanki. Gene, arada bir saraydan çağırıyorlar, suya sabuna dokunmayan yorumlar yapmasını bekliyorlardı, gene, her perşembe öğleden sonramuvakkithanede bilim dostlarıyla buluşup konuşuyor, eskisi kadar düzenli olmasa da, gene sabahları öğrencileri görüyor ve dövüyor, gene arada bir kendisini evlendirmeye gelenlere, bu sefer azıcık kararsızlık geçirirse de, direniyor, gene kadınlarla yatmak için, artık sevmediğini söylediği o müziği dinlemek zorunda kalıyor, gene aptallarına duyduğu nefrettenbazan boğulacak gibi oluyor, gene odasına kapanıyor, serdiği yatağına uzanıp çevresindeki elyazmalarını, bayağı kitapları orasından burasından öfkeyle karıştırdıktan sonra, saatlerce tavana bakarak bekliyordu.
Mutsuzluğunu daha da arttıran şey,muvakkithaneye devam eden dostlarından ayrıntılarını öğrendiği Köprülü Mehmet Paşa'nın zaferleriydi. Donanmanın Venediklileri yendiğini, Bozcaada veLimni 'nin geri alındığını,ya da isyancı Abaza Hasan Paşa'nın ezildiğini bana söylerken, bunların en son ve geçici başarılar olduğunu ekliyordu; yakında ahmaklığın ve beceriksizliğin çamuruna gömülecek olan sakatın son kıpırdanışlarıydı bunlar: Birbirini tekrarlayarak bizi daha da çok yoran günleri değiştirecek bir kötülük bekliyordu sanki. Üstelik, bilim diye tutturduğu şeyin de uzun boylu üzerinde duracak sabrı ve umudu kalmadığı için oyalanamıyordu da: Yeni bir düşüncenin heyecanına bir haftadan fazla dayanamıyor, kısa bir süre içinde aptallarını hatırlayarak her şeyi unutuyordu. Zaten şimdiye kadar düşündükleri yetmez miydi onlar için? Üzerlerinde bu kadar kafa yormaya değer miydi? Bu kadar öfkelenmeye? Belki de, o zamanlar kendini onlardanayırmayı daha yeniyeni öğrendiği için, bu ilmin ayrıntılarına inecek gücü ve isteği toplayamıyordu. Ama kendisinin onlardan başka olduğuna da inanmaya başlamıştı.
Aydınlatıcı olan ilk heyecan, düpedüziçsıkıntısından doğdu. Artık, kafasını hiçbir konuya uzun uzadıya veremediği için, o günlerde vaktini, tıpkı kendi kendilerine oyalanamayan bencil ve aptal çocuklar gibi, evin içinde bir odadan ötekine girip çıkarak, bir kattan öbürüne çıkıp inerek, pencerelerden boşboş bakarak geçiriyordu. Ahşap evi tıkırtıkır tıkırdatan bu sonu gelmeyen sinir bozucu gezintilerin arasında bana uğradığı zaman, benden oyalanacak bir eğlence, bir düşünce ve umut sözü beklediğini bilirdim. Ama, yılgınlığıma rağmen ona duyduğum öfke ve nefret gücünden hiçbir şey kaybetmediği için beklediği sözü söylemezdim. Benden bir cevap alabilmek için gururunu kırıp, alttan alarak birkaç cümle söylediği zamanlar da söylemezdim istediği sözü; saraydan aldığı iyiye yorulabilecek bir haberi,ya da direnip arkasından giderse dişe dokunur bir sonuca ulaştırabileceği yeni bir düşüncesini işittiğimde,ya duymazlıktan gelirdim,ya da söylediği şeyin en bayağı yanını hemen ortaya çıkararak heyecanını söndürürdüm. Boşlukta, umutsuzluk içinde kıvranışını seyretmek hoşuma gidiyordu.
Ama, sonraları, kendini oyalayacak yeni düşünceyi de bu boşluğun içinde buldu; kendi kendine kalabildiği için belki, belki de hiçbir şeyin üzerinde ayrıntılarıyla duramayan aklı kendi sabırsızlığının dışına taşamadığı için. O zaman, ona cevap da verdim, cesaretlendirmek istiyordum çünkü; aklına gelen şey benim de ilgimi çekmişti; belki, bu arada, beni defarkeder diye düşünüyordum. Bir akşamüstü evi tıkırdatarak gezinen ayak sesleri odama girip, Hoca, günlük ve olağan bir şeydensözeder gibi bana, "Niye benim ben?" dediği zaman, onu cesaretlendirmek isteyerek cevap verdim.
Niye kendisi olduğunu bilmediğimi söyledikten sonra, bu sorunun, orada, onlar arasında, çok sorulduğunu, her gün daha çok sorulduğunu ekleyiverdim. Bunu söylerken aklımda bu sözümü dayandıracağım hiçbir örnek, hiçbir düşünce yoktu, hiçbir şey yoktu, yalnızca, soruyu istediği gibi cevaplamak istemiştim, belki, basit bir içgüdüyle, oyundan hoşlanacağını sezdiğim için. Şaşırdı. Bana merakla bakıyordu, devam etmemi istiyordu; ben susunca sabredemedi, tekrarlamamı istedi: Demek onlar bu soruyu soruyorlardı? Gülümseyerek kendisini onayladığımı görünce hemen öfkelendi: Onlar soruyor diye sormuyormuş bunu, onların bunu sorduğunu bilmeden kendi kendine sormuş o, onların ne yaptığı da kendisine vız gelirmiş. "Sanki kulaklarımın içinde bir ses, sürekli bana şarkı söylüyor," dedi sonra tuhaf bir edayla. Kulağın dibindeki bu şarkıcı ona rahmetli babasını hatırlatmış, ölümünden önce onun da öyle bir şarkıcısı varmış, ama onun türküleri başkaymış. "Benimki hep aynı nakaratı söylüyor," dedi, biraz utanır gibi oldu, söyleyiverdi: "Ben benim, ben benim, ah!"
Az daha bir kahkaha atacaktım, kendimi tuttum. Hoş bir şakaysa bu, onun da gülmesi gerekirdi; gülmüyordu; ama gülünçlüğün eşiğinde olduğunun da farkındaydı. Bana düşen, hem bu gülünçlüğün,hemde nakaratın anlattığı şeyin farkında olduğumu göstermekti; çünkü devam etsin istiyordum bu sefer. Nakaratın ciddiye alınması gerektiğini söyledim; tabii, kulağının dibinde o türküyü söyleyen kendisinden başka biri değildi. Bu sözümde bir alaycılık bulmuş olacak ki, öfkelendi: O da biliyormuş bunu; merak ettiği o sesin bu sözü neden söyleyip durduğuymuş!
Cansıkıntısından, demedim tabii, ama, açıkçası, öyle düşünüyordum: Bencil çocuklarda görülen can sıkıntısının böyle verimli,ya da saçma sonuçları olduğunu yalnız kendimden değil, kardeşlerimden de biliyordum. Bu nakaratın nedenini değil, anlamını düşünmesi gerektiğini söyledim. O zaman, aklıma, belki de, bu boşlukta delireceği geldi; ben de umutsuzluk ve korkaklığıncansıkmtısmdan onu izleyerek kurtulurdum. Belki, bu sefer, gerçekten hayran da olurdum ona; bunu yaparsa, ikimizin de hayatında, bu sefer, gerçek bir şey olurdu. "Ne yapayım yani?" dedi sonunda çaresizlikle. Niye ben olduğunu düşünmesini söyledim, ama öğüt verir gibi demedim bunu; ben ona bu konuda yardım edemeyeceğim için iş ona kalıyordu da ondan. "Yani ne yapayım, aynaya mı bakayım?" dedi alaycılıkla. Ama rahatlamış gözükmüyordu. Düşünmesi için sustum. Tekrarladı: "Aynaya mı bakayım?" Birden öfkelendim, Hoca'nın kendi kendine hiçbir yere varamayacağını düşündüm. Bunufarketmesini istedim, bensiz hiçbir şey düşünemeyeceğini yüzüne söylemek geldi içimden, ama cesaretim yoktu; uyuşuk bir tavırla aynaya bakmasını söyledim. Hayır, cesaretim değil, halim yokmuş. Öfkelendi, kapıyı vurup çıkarken bağırdı: Ben aptalmışım.
Üç gün sonra, konuyu yeniden açtığımda, sözü gene "onlara" getirmek istediğini görünce oyunu sürdürmek istedim; çünkü, nasıl olursa olsun, işin üzerinde durması bile, o sırada umut vericiydi. Onların aynaya baktıklarını, hem de, buradakilerin yaptıklarından çok daha fazla aynaya baktıklarını söyledim. Yalnız kralların, prenseslerin, soyluların sarayları değil, sıradan insanların evleri de, özenle çerçevelenip, duvarlara dikkatle asılmış aynalarla doluydu; ama bir tek bundan değil, durupdurup kendilerini düşündükleri için de bu işte ilerlemişlerdi. "Hangi işte?" diye sordu beni şaşırtan bir merak ve saflıkla. Söylediklerime kelimesi kelimesine inandığını düşündüm, ama sonra gülümsedi: "Demek, sabahtan akşama kadar aynalara bakıyorlar!" Ülkemde bıraktıklarımla ilk defa alay ediyordu. Öfkeyle canını yakacak bir söz aradım, düşünmeden, inanmadan hemen söyledim: Ne olduğunu insan ancak kendisi düşünebilirdi, ama Hoca'da bu işi yapacak cesaret yoktu. Suratının istediğim gibi acıyla çarpıldığını görünce keyiflendim.
Ama bu keyif bana pahalıya patladı. Beni zehirleyip öldürmekle tehdit ettiği için değil; onun gösteremediğim söylediğim cesareti, birkaç gün sonra, göstermemi benden istediği için. Önce, işi şakaya vurmak istedim, aynalara bakmak gibi, insanın ne olduğunun kendisinin düşünebilmesi de bir şakaydı; o sözleri onu kızdırmak için öfkeyle söylemiştim; ama bu dediklerime inanmaz gözüküyordu: Cesaretimi kanıtlamazsam yiyeceğimi azaltmakla, dahası, odaya kilitlemekle tehdit etti beni: Düşünüp, ne olduğumu bir kâğıda yazmalıymışım; bu işin nasıl yapıldığını, ne kadar cesur olduğumu görecekmiş.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Beyaz Kale - 4
  • Büleklär
  • Beyaz Kale - 1
    Süzlärneñ gomumi sanı 3697
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2158
    27.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    40.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 2
    Süzlärneñ gomumi sanı 3762
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2068
    29.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    41.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 3
    Süzlärneñ gomumi sanı 3701
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2047
    29.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    42.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    50.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 4
    Süzlärneñ gomumi sanı 3807
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1985
    29.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    41.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 5
    Süzlärneñ gomumi sanı 3807
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2101
    28.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    41.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 6
    Süzlärneñ gomumi sanı 3715
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2115
    26.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    38.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    45.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 7
    Süzlärneñ gomumi sanı 3645
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2053
    26.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    38.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    45.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 8
    Süzlärneñ gomumi sanı 3749
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2064
    27.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    39.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 9
    Süzlärneñ gomumi sanı 3751
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2045
    28.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    40.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    47.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Beyaz Kale - 10
    Süzlärneñ gomumi sanı 1914
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1315
    26.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    38.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    45.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.