Atatürkçü Düşünce Işığında Eğitim Politikamız - 6
Süzlärneñ gomumi sanı 3325
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1737
22.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
34.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
40.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
programlı lise, 107 Anadolu imam-hatip lisesi) 192.786 öğrenci öğrenim görmekte,
18.145 öğretmen görev yapmaktadır (51).
Buna göre 1996-1997 öğretim yılında bir öğretmene ortalama 27 öğrenci düşerken,
1998-1999 öğretim yılında bir öğretmene on öğrenci düşmektedir. Öteki liselerin
hangileri bu denli ayrıcalıklıdır?
Şeriat düzenine özlem duyan ya da kimi köktendinci partilerin arka bahçesi olarak
yetiştirilen imam-hatip okulu öğrencilerinin çok önemli bir bölümü, devletçe de
öncelikle desteklenmektedir. 1996-1997 öğretim yılında toplam mesleki-teknik
öğretim kesimindeki tüm öğrenciler içinde, en yüksek oranda burs verilen kesim
(yüzde 39.33), Din Öğretimi Genel Müdürlüğü'dür. Aynı yıl mesleki-teknik öğretim
kesimindeki pansiyon kapasitesinin yüzde 51.34'ü Din Öğretimi Genel Müdürlüğü'ne
aittir. Bunlar, tarikatçı vakıfların kurmuş oldukları öğrenci yurtları, Kur'an
kursları ve her düzeydeki okulları içermemektedir.
BÖLÜM III
YÜKSEKÖĞRETİM
Yükseköğretim
1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununa göre, "yükseköğretim; ortaöğretime dayalı
en az iki yıllık yüksek öğrenim veren eğitim kurumlarının tümünü kapsar" (Madde
34).
Üniversite
06.06.1933 tarih ve 2252 sayılı İstanbul Darülfünunu'nun İlgasına ve Maarif
Vekaletince Yeni Bir Üniversite Kurulmasına Dair Kanun'da üniversitenin amaç ve
görevleri şöyle belirlenmiştir: "Bilimsel araştırmalar yapmak, ulusal kültürü ve
bilimi genişletmeye ve yaymaya çalışmak, devlet ve ülke hizmet ve işleri için ergin
ve olgun unsurlar yetişmesine yardım etmek" (Madde 1).
18.06.1946 tarih ve 4936 sayılı Üniversiteler Kanununda üniversite şöyle
tanımlanmıştır: "Üniversiteler, fakültelerden, enstitü, okul ve bilimsel
kurumlardan oluşmuş özerkliği ve tüzel kişiliği olan yüksek bilim, araştırma ve
öğretim birlikleridir".
"Her üniversitenin genel özerkliği ve tüzel kişiliği içinde, o üniversiteyi
oluşturan fakülteler de, bu kanun hükümlerine göre bilim ve yönetim özerkliğine ve
tüzel kişiliğine sahiptir" (Madde 1).
1961 Anayasasının 120. maddesi şöyledir:
Üniversiteler, bilimsel ve idarî özerkliğe sahip kamu tüzel kişileridir.
Üniversiteler, kendileri tarafından seçilen yetkili öğretim üyelerinden kurulu
organları eliyle yönetilir ve denetlenir.
Üniversite organları, öğretim üyeleri ve yardımcıları, üniversite dışındaki
makamlarca, her ne suretle olursa olsun, görevlerinden uzaklaştırılamazlar.
Siyasi partilere üye olma yasağı üniversite öğretim üyeleri ve yardımcıları
hakkında uygulanmaz. Ancak bunlar partilerin genel merkezleri dışında yönetim
görevi alamazlar.
07.07.1973 tarih ve 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu'na göre "Üniversiteler;
fakülte, bölüm, kürsü, yüksekokul, okul, enstitü ve benzeri kuruluşlarla hizmet
birimlerinden oluşan özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip yüksek bilim,
araştırma, öğretim ve yayım birlikleridir".
06.11.1981 tarih ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'na göre "Üniversite: Bilimsel
özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip yüksek düzeyde eğitim-öğretim, bilimsel
araştırma, yayın ve danışmanlık yapan; fakülte, enstitü, yüksekokul ve benzeri
kuruluş ve birimlerden oluşan bir yükseköğretim kurumudur" (Madde 3/d).
Bu tanımlara göre; son altmış beş yıllık dönemde kavramlar anlamını yitirmiştir.
İlk üç üniversite yasasında, üniversitenin birinci görevi; bilim, bilimsel ürün ve
araştırma, bilim ve teknoloji üretmek iken, 12 Eylül askerî yönetimince kabul
edilen ve halen yürürlükteki 2547 sayılı yasa ile, öteki eğitim konularında olduğu
gibi yükseköğretim konusunda da geriye dönüş yaşanmıştır. Bu da bir karşı
devrimdir.
Cumhuriyet ve Üniversite
1923 Aydınlanma Devrimi ile birlikte Türkiye köklü değişiklikler ve yenilikler
yaşamıştır. Öğretim Birliği Yasası (1924), Harf Devrimi, Ulus Okulları (Millet
Mektepleri), karma eğitim, köye öğretmen yetiştirme vb. eğitim devriminin kilometre
taşlarıdır.
Bu dönemde tek yükseköğretim kurumu olan İstanbul Darülfünununun çağdaş bir eğitim
kurumu olması için Cumhuriyet hükümetleri hiçbir fedakarlıktan kaçınmamışlardır.
21.4.1924 tarihinde kabul edilen bir kanunla, İstanbul Darülfünununa bilimsel
özerkliğin yanısıra tüzel kişilik ve yönetsel özerklik verilmiştir. Buna karşın
Cumhuriyetin bu en yüksek bilim kurumu, Atatürk devrimlerine destek olmamış, hatta
bir çeşit "pasif bir direniş" göstermiştir. Bu durumu en güzel, Darülfünunun
kaldırıldığı yılın Milli Eğitim Bakanı Dr.Reşit Galip belirlemiştir (52):
Milli eğitim işlerini faaliyet programının en başına koymuş olan Cumhuriyet, bir
taraftan Tevhidi Tedrisat Kanunu (Öğretimde Birlik Kanunu) ile medreseleri kaparken
öbür yandan da Darülfünuna elini uzattı. Bu kurumun kendi kendine olgunlaşması,
ilerlemesi ve gelişmesi için, başta tüzel kişilik ve bilimsel özerklik imtiyazları
olmak üzere, maddi manevî her türlü olanaklar sağladı. 1923'ten 1932'ye kadar geçen
dokuz yıl zarfında Türkiye'nin bütün aydınları gözlerini Darülfünuna diktiler; her
alanda devrimler geçiren yeni Türkiye'de Darülfünundan ülke yaşamının genel
gidişine uygun bir gelişme göstermesini beklediler. Ülkenin hiçbir sorunu
Darülfünun işi kadar genel ilgi uyandırmadı, hiçbir kurum onun kadar eleştiriye
uğramadı. lakin bütün bu ilgilere, bütün bu eleştirilere karşın İstanbul
Darülfünunu Türk aydınlarının kendisinden özlem ve ihtirasla beklediği düzelme,
gelişme ve ilerlemeye ulaşmadı.
Memlekette büyük politik ve toplumsal dalgalanmalar olmaktaydı. Darülfünun bunun
karşısında tarafsız bir seyirci rolünü sürdürdü. İktisat alanında önemli değişimler
olmaktaydı. Darülfünun, bunlara tamamen ilgisiz görünüyordu. Hukukta köktenci
değişiklikler yapıldı. Darülfünun yalnızca yeni kanunları ders programına almakla
yetindi. Yazı reformu yapılmış, dilin özleştirilmesi hareketi başlamıştı.
Darülfünun bununla hiçbir surette ilgilenmiyordu. Yeni bir tarih değerlendirilmesi
ulusal bir hareket anlamında bütün ülkeyi sarmıştı. Darülfünunun buna karşı
ilgisini uyandırmak için 3 yıl beklemek ve çabalar sarfetmek gerekti. İstanbul
Darülfünunu en sonunda sustu, kendi kabuğuna çekildi ve bir Ortaçağ izolasyonuyla,
dış dünyadan tamamen koptu.
Türk toplumunun yaşam akışı içinde bu kadar soyutlanmış halde kalabilen İstanbul
Darülfünunu, dünyanın başka yerlerindeki bilim hareketlerine karşı da, doğal
olarak, yakınlık ve ilgi gösteremezdi ve bunlardan da uzak kaldı. İstanbul
Darülfünunu bilimsel araştırma ve incelemeler için bir faaliyet alanı olamadı;
kişisel çalışma için fırsat ve imkanlar veren bir çalışma çevresi haline giremedi.
Öğretimin şekil ve yöntemini çağdaş Batı kurumlarındaki şekil ve yöntemlere uygun
bir hale getiremedi. Türkiye gibi köktenci bir devrim ülkesinde vatanın gelecekteki
yöneticilerinin eğitimi, hayattan bu kadar uzak kalan, devrimin gidişinden bu kadar
uzak duran bir kuruma artık daha uzun müddet bırakılamazdı. Esasen o yıldan beri
İstanbul Darülfünunu kendi kendisini iyileştirme için kendisine verilmiş olan ve
her yıl tekrarlanan bol ve geniş fırsatlardan yararlanamadı. Geçen zaman ile
geçirilen deneyim de yeterli idi. Büyük Millet Meclisi Darülfünunun 1932 bütçesini
ancak bir yabancı uzman getirilerek bu kurumun esaslı bir surette iyileştirilmesi
ve düzeltilmesi koşuluyla kabul etmiştir...
Hatiboğlu; günümüzdeki Türk üniversitelerini de, Milli Eğitim Bakanı Dr.Reşit
Galip'in yukarıda betimlediği 1930'lu yıllardaki İstanbul Darülfünununa
benzetmektedir (53):
1997'de MGK'nun baskısıyla gündeme gelen sekiz yıllık eğitime gerici güçler karşı
çıkarken bile üniversitelerden destek gelmemiştir. Kısacası, üniversite, Cumhuriyet
devrimlerine ilgisiz kalan 1933 öncesi Darülfünununa benzemiştir.
Cumhuriyetin Kuruluşunun 75. yılında Türk yükseköğretiminin ulaştığı düzey, hiç de
azımsanmayacak bir boyuttadır, ama kesinkes yeterli değildir. 75 yılda üniversite
sayısı 72, öğrenci sayısı 454, öğretim elemanı sayısı 181 ve mezun sayısı 516 ile
katlanmıştır (Çizelge 18). Bu sürede Osmanlı Medresesinden çağdaş bir üniversiteye
ulaşılmıştır. Bu gelişme hiç yeterli değildir. Çünkü 1933-1981 döneminde üniversite
denilince öne çıkan bilim, bilimsel araştırma iken, 1981 yılından beri öğretim öne
geçmiştir. Bunu yadırgayan değerli bilim adamı Karayalçın şöyle belirtmiştir:
"Üniversite kavramı için esas olan kıstas öğreti (doktrin) değil, öğretimdir"....
"Kanunu yapan kimselerin amacı gerçekten bu ise üniversite kavramının, mesleki
bilgi veren meslek okullarına doğru erozyona uğratıldığı, bilimsel inceleme ve
çalışmanın" mesleki bilgi yanında sadece "teorik" mahiyette kaldığı ve sonuç olarak
pratik hayat için önemsiz ve tali bir rol oynadığı görüşü, büyük Atatürk'ün
herkesçe bilinen vecizesini yenmiş demektir". (54)
ÇİZELGE 18
TÜRK YÜKSEKÖĞRETİMİNDE GERÇEKLEŞTİRİLEN SAYISAL
GELİŞMELER (1923-1924/1997-1998)
YÖK, Türk Yükseköğretiminin Bugünkü Durumu (Ankara, Mart 1998), s. 6.
Genelde ulusal eğitim dizgesinin herhangi bir tür ya da düzeyinde karşılaşılan
sorunlara, bilimsel araştırma ve uygulamalarıyla üniversitelerden çözüm önerileri
beklenir. Ancak 12 Eylül askerî yönetimince benimsenen 1982 Anayasası ve 2547
sayılı Yükseköğretim Yasası ile Türk yükseköğretimi yeniden yapılandırılmıştır.
Buna göre Türk üniversiteleri, aynı silahlı kuvvetlerde olduğu gibi, "emir-komuta"
düzenine göre örgütlenmiştir. Üniversitenin yönetsel ve bilimsel özerkliği alınarak
YÖK'e verilmiştir. Bu yapılanma sonucunda, üniversitede profesör olmayan
profesörler-kolay profesörlük-, bunun sonucu olarak doçent olmayan doçentler, öz
olarak öğretim üyesi olmayan öğretim üyeleri türemiştir. 1981 yılına değin ilgili
bakanlıkça yönetilen meslek okulları, üniversite şemsiyesi altına alınınca, bu
kurumlar üniversiter düzeye yükseltilememiş, üniversiteler "meslek okulu" düzeyine
düşürülmüştür.
Türk toplumuna "Üniversite Reformu" olarak sunulan YÖK düzeni; ülkemizin
sorunlarını çözmek bir yana, bizzat kendisi "sorun" olmuştur. YÖK neden sorun oldu?
Bu soruya, bir YÖK üyesinin yanıtı şöyledir (55):
"Sonuç: YÖK Sorun Oldu. Çünkü YÖK:
a. Tarihin akışına ve dünyanın genel gidişine;
b. Demokrasiye ve insan hakları bildirgelerine;
c. Zamanımızın ruhuna ve değerlerine;
ters düşen, anakronik (çağdışı) bir "kurtarma" denemesiydi. Çağdışı olan YÖK
yöneticilerinin her fırsatta kınadığı, topluma jurnal ettiği öğretim üyeleri değil,
YÖK modelinin kendisiydi".
"YÖK Sorun Oldu Çünkü:
d. 12 Eylül yöneticileri, modelin kerametine kendilerini öylesine inandırmışlardı
ki, en masum öneri, dilek ve dilekçeleri bile devlete isyan olarak gördüler,
susturmaya kalkıştılar".
e. "Temel ve tarihi yanılgılarını görüp düzelteceklerine, yanlış hesapların
Bağdat'tan dönmesini beklediler. Bazılarını belki düzeltmeye çalıştılar ama çoğu
kez geç kaldılar".
f. "YÖK Başkanı'nı üzmektense, binlerce öğretim üyesinin dilek ve uyarılarını,
yüzbinlerce öğrencinin şikayetlerini duymazlıktan geldiler, yok saydılar".
g. "Anayasa'nın tanıdığı toplu dilekçe hakkını kullananları bile mahkemeye
verdiler. YÖK'ü eleştirenleri neredeyse 'vatan haini' ilan edip ötekileri
sindirmeye çalıştılar".
h. "Hukukun en doğal savunma hakkını tanımadan kişileri en ağır cezalara
çarptırdılar. Kolayca ve alelacele çıkardıkları kanunların hukuk olduğunu sandılar.
Yanıldılar".
"YÖK Sorun Oldu. Çünkü:
i. YÖK yöneticileri, kurucu Atatürk'ün en büyük eserim dediği Cumhuriyet'e,
Cumhuriyet'in vatandaşlarına, gençlerine, yaşlılarına, toplumun sayduyusuna,
kurumlarına ve en temel ilkelerine ve değerlerine, insanlara saygılı davranmadılar.
j. Kimi öğretim üyeleri de, pasif bir direnme olarak, YÖK sistemini inançla ve
gönülden desteklemediler. Sistemlerin insanları çalıştıramayacağını bir kez daha
kanıtladılar".
YÖK döneminde yaşanan üniversitelerdeki nitelik bunalımını değerli bilim insanı
Prof.Dr.Ayhan Çavdar şöyle belirlemiştir (56):
... Üniversitelerin temel görevleri, araştırma yapmak ve bilim üretmek iken, Türk
üniversitelerinde giderek, özellikle son 10 yılda öğretim ağırlıklı bir çalışma
düzeni egemen olmuştur. Kaldı ki yapılan öğretim ve eğitimin kalitesi de ayrıca bir
tartışma konusudur. İyi yetişmemiş öğretim elemanları yanında sıklıkla değişen ders
saatleri ve programlarıyla eğitimin niteliği de giderek bozulmuştur. Sonunda
üniversiteler üst düzey araştırma yapan ve birinci sınıf eğitimi-öğretimi
gerçekleştiren kurumlar olmaktan çıkmış, sıradan yüksek okullar düzeyine
indirgenmiştir.
Sonuç ve Öneriler; Yükseköğretim Kanunu değişikliğe uğrayacaksa kanımızca
üniversiteye iki türlü kadro ayrılmalıdır. Son 10 yılda öğretim üyesi unvanı
alanlar yeniden değerlendirilmeli, araştırıcı öğretim elemanlarıyla, öğretim-eğitim
ağırlıklı çalışanlara göre kadrolar ayrılmalıdır.
Hatiboğlu da aynı konudaki görüşlerini şöyle ifade etmiştir (57):
... Üniversite gelenekçi ve gerici olamaz. Böyle olması gereken üniversite, çok
acıdır, 1980'den sonra karanlığın yaratıcısı, dogmanın yeri, gelenekçiliğin,
tutuculuğun ve gericiliğin kaynağı olmuştur. Özellikle YÖK'le birlikte kurulan
taşra üniversiteleri, bulundukları yöreye bilimi, aydınlığı, yeniyi, laikliği ve
çağdaşlığı götürecekken, tersi değerleri götürmüşlerdir...
12 Eylül askerî yönetimi; Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersini ilk ve ortaöğretim
kurumlarında zorunlu yapmasının, imam-hatip okulları mezunlarının tüm yükseköğretim
kurumlarına girmesini sağlamasının yanısıra üçüncü şeriatçı kadrolaşmaya da YÖK'ü
kurarak yeşil ışık yakmıştır. Çünkü 76 yıllık Cumhuriyet döneminin hiçbir
evresinde, YÖK döneminde (1981-1999) olduğu denli üniversitelerde "Türk-islam
sentezci", hatta şeriatçı kadrolaşma yaşanmamıştır. YÖK döneminde atanan kimi dekan
ve rektörler, bulundukları illerdeki müftülere onur doktorası vermeye, tarikatlarla
işbirliği içinde çalışmaya başlamışlardır. Örneğin 11.7.1992 tarihinde kurulan 22
üniversitenin rektörleri üçlü kararname ile daha açık bir deyişle Milli Eğitim
Bakanı (Köksal Toptan), Başbakan (Süleyman Demirel), Cumhurbaşkanı (Turgut Özal)
imzalarıyla atanmışlardır. Anılan atamalarda, DYP-SHP koalisyonunun küçük ortağı
etkili olamamıştır. Kanpolat bu durumu şöyle belirlemiştir (58):
Bilim adamı yetiştirme boyutundaki en önemli yara, bu dönemdeki atamalarda
alınmıştır. Harran, Sütçü İmam, Dumlupınar, Kırıkkale, Mustafa Kemal Üniversitesi
gibi birçok üniversitede tarikatçı kadrolaşma bu rektör atamalarıyla oluşmuş, daha
sonraki dekan ve rektör seçimlerinin önemli bir kısmında varolan sorunlar, iki
yıllık dönemdeki atamalarla sağlanmış kadrolar tarafından oluşturulmuştur.
Bu bağlamda 18 Aralık 1998 tarihli bir gazete haberinin başlığı şöyle idi:
Tarikatçı rektör YÖK'ün seçimi"
"Tarikatçı olduğu gerekçesi ile Harran Üniversitesi rektörlüğünden alınan
Prof.Dr.Mahmut Sert'in Harran Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dekanı olduğu dönemde
de YÖK'ün benzer raporuyla suçlandığı ortaya çıktı.
Yüksek Disiplin Kurulu'nun "Fakülteyi tarikatçıların merkezi haline getirmek,
şeriatçı uygulama ve kadrolaşmaya katkıda bulunmak ve yardım etmek" gerekçeleriyle
suçladığı Sert'in, 1996 üniversite seçimlerinde 88 oydan 7'sini alarak 3. olmasına
karşın YÖK tarafından rektörlüğe atanması kuşku yaratmıştı. YÖK, 1996 yılında
dikkate almadığı raporu 1998 yılında işleme koyarak Sert'i görevden alırken;
rektörlüğe Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı Prof.Dr.Haluk Soran'ı
getirmeye karar verdi. Soran'ın Şanlıurfalı ve eski YÖK Yürütme Kurulu üyesi,
Sayıştay Başkanı Prof.Dr.Kamil Mutluer'in bacanağı olduğu öğrenildi. Taşra
üniversitelerindeki kadrolaşmalar, YÖK'ün üniversite seçim sonuçlarını 3'e
indirerek, Cumhurbaşkanlığı'na sunduğu listeyi belirlemede seçeneklerinin doğru
ölçütlere dayanmadığını ortaya koydu. YÖK'ün, Sert'in Harran Üniversitesi Ziraat
Fakültesi Dekanı olduğu dönemde Yüksek Disiplin Kurulu'nun 15 Kasım 1996 tarihinde
hazırladığı raporu dikkate almadığı da belirlendi. Yüksek Disiplin Kurulu'nun 15
Kasım 1996 tarihinde hazırladığı rapor şöyle:
Sert'in 63 DT 988 plakalı hizmet aracını özel işlerinde kullandığı, dekanlık
görevine başlayınca "bazılarının canını yakacağım" yolunda sözler söylediği,
Atatürkçü, laik öğretim üyelerinin çalışmalarına engel olduğu ve laboratuvar
çalışmalarına izin vermediği Ziraat Fakültesi'nin girişindeki Atatürk büstünü
kaldırdığı ve uzun süre yerine koydurtmadığı, Nurcu kadroya destek olduğu ve
toplantılar yaptığı kanaatine varıldığından, Yükseköğretim Kurumları Yönetici,
Öğretim Elemanı ve Memurları Disiplin Yönetmeliği'nin 11. maddesi uyarınca
üniversite öğretim üyeliğinden çıkarılması 7. madde uyarınca yönetim görevinden
alınması için gereğine karar verilmiştir (59).
Bu örnekler çoğaltılabilir. Söz gelişi tarikatçı kadrolaşma nedeniyle görevden
alınan Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.Abdurrahman Güzel'i, rektörlüğe
YÖK atamadı mı? Daha önce Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu üyeliği
yapan Prof.Dr.Güzel'in, bu yöndeki görüşleri rektör atanmadan önce bilinmiyor
muydu? Yine tarikatçı kadrolaşma nedeniyle istifiya zorlanan Kocatepe Üniversitesi
rektörü Prof.Dr.Yiğitbaşı'yı bu göreve atayan YÖK değil mi? Görevden alınan ya da
istifa ettirilen Pamukkale Üniversitesi rektörünü, daha önce göreve kim atadı? Öte
yandan şeriatçı kadrolaşmanın yoğun olarak yaşandığı üniversitelerin rektörleri
görevden alınınca, bu üniversitelerin anılan şeriatçı kadrolardan temizlendiği mi
kabul ediliyor? Örneğin şeriatçı kadrolaşma nedeniyle rektörü görevden alınan
Kırıklale Üniversitesi sütten çıkmış ak kaşık mı oldu?
Malatya'nın altı bin kadar nüfuslu Darende ilçesine Kaymakam, Belediye Başkanı ya
da halk istediği için değil, tarikat şeyhinin isteği üzerine İlahiyat Fakültesi
açıldığı bilinmektedir. Bu fakültede görevli altı öğretim elemanı, İnönü
Üniversitesi Rektörünü YÖK'e şu gerekçe ile şikayet ediyorlar:
Rektör, Seyid Osman Hulusi Efendi önderliğindeki tarikatla irtibat kurmamızı
emretmiştir. Kendisi bu tarikatın dergahına uğramadan fakülteye gelmemiştir.
Okulumuzu, bu dergahın uzantısı olarak lanse etmiştir.
Üniversitemiz mevcut rektörü tarafından sistemli bir şekilde tarikat ve dini
cemaatlere yönelik bir kadrolaşma hareketi başlatmıştır ve kurumumuz çağdaş bir
fakülte görünümünden hızla uzaklaştırılmıştır.
Cumhuriyet'in haberi şöyle devam ediyor:
"Öğretim elemanları fakültenin 5 Kasım 1993 tarihindeki açılışının da RP'li
bürokrat ve siyasetçilerin kitlesel katılımıyla RP'nin gövde gösterisine
dönüştürüldüğünü duyumsattılar" (60).
Bu davranıştaki rektörlerden; üniversitenin akademik ve yönetici kadrolarına
demokrat, laik insanları seçmeleri beklenebilir mi? İşte bu nedenle çoğu
üniversitelerimizden yurtdışına devlet bursu ile lisansüstü öğrenime gönderilen
araştırma görevlisi kadrosundaki öğrenciler; ABD'de Atatürk'e küfür etmekte,
şeriatçı propaganda yapmakta, cuma günlerini tatil yaparak geçirmekte, Türkiye'ye
şeriat düzenini getirmek için Arap ve İranlı öğrencilerle gönül birliği yapmakta,
buna karşılık devlet bunları beslemeyi sürdürmektedir. Boşuna dememişler "Besle
kargayı, oysun gözünü", dünyada hiçbir devletin, bu devleti yıkıp yerine totaliter
bir devlet kurmayı hedef alan militanlar yetiştirdiği görülmemiştir. Ne yazık ki
Türk devleti yetiştiriyor!
Yurt dışına gönderilenler, şeriat düzenine özlem duyan kadrolar da, yurt
içindekiler farklı mı? Ne yazık ki değil. Şöyle ki:
YÖK; yeterli öğretim üyesi bulunmayan yeni üniversitelere araştırma görevlisi
kadrolarına atanmış olan öğretim elemanlarını, lisansüstü öğrenimlerini tamamlamak
üzere, kadrolarıyla birlikte gelişmiş üniversitelerde görevlendirmektedir. Ancak
sözü edilen üniversitelerdeki şeriatçı kadrolaşma sonucu, bu araştırma
görevlilerinden kimileri, aynen yurtdışındaki öğrenciler gibi lisansüstü öğrenim
görmekte oldukları üniversitelerin akademik kadrolarıyla uyumlu çalışmamakta, kadın
eli sıkmamakta vb. davranışlar sergilemektedirler. Sonunda doktorasını Ankara,
Hacettepe, ODTÜ vb. üniversitelerde yapmakta ama bağnaz birer öğretim üyesi olarak
geldikleri üniversitelere geri dönmektedirler.
Bu araştırma görevlileri, lisansüstü öğrenim görecekleri üniversitelerce
seçilmelidir. İlgili yönetmelik buna uygundur.
Bu bağlamda şu noktanın bir kez daha vurgulanması zorunlu görülmüştür. Gazete
haberlerinde şu yönde bilgiler bulunmaktadır: Başbakanlık Takip Kurulu'na
Genelkurmay temsilcisinin getireceği "Van Yüzüncü Yıl Üniversitesindeki şeriatçı
faaliyetleri içeren raporda, -irticai yapılanmaların yoğunlaştığı üniversiteler,
Şanlıurfa Harran, Erzurum Atatürk, Diyarbakır Dicle, Van Yüzüncü Yıl, Elazığ Fırat,
Kütahya Dumlupınar, Kayseri Erciyes, Ankara Gazi, Malatya İnönü ve Konya Selçuk"
olarak sıralandı".
Üniversitelerde şeriatçı kadrolaşmayı bu sayılan on üniversite ile sınırlandırmak,
kesinlikle doğru değildir. Çünkü örneğin Onsekiz Mart Üniversitesi rektörü, bu
üniversitedeki şeriatçı kadrolaşma nedeniyle görevden alındı ise, bu; anılan
üniversitenin şeriatçı kadrolardan temizlendiği anlamına gelmez. Aynı neden
Pamukkale, Afyon Kocatepe vb. üniversiteler için de geçerlidir. Söz gelişi Ondokuz
Mayıs, Cumhuriyet, Karadeniz Teknik, Muğla, Celal Bayar vb. üniversitelerdeki
akademik ve yönetici kadrolar içinde; İnönü ya da Fırat üniversitelerinde
olduğundan daha az "Türk-İslâm Sentezciler" olduğunu kim kanıtlayabilir?
Bir başka gazete haberi de şöyledir:
MGK Genel Sekreterliği başta olmak üzere üst düzey güvenlik birimlerine sunulan ve
üniversitelerdeki irticai faaliyetlerin ayrıntılandırıldığı rapora göre, irticai
faaliyetlerin yoğun olarak saptandığı üniversiteler Şanlıurfa-Harran, Malatya-
İnönü, Erzurum-Atatürk, Van-Yüzüncü Yıl, Konya-Selçuk, Kayseri-Erciyes ve Gaziantep
olarak belirlendi. 100'ü profesör olmak üzere ikibin bilim insanının irticai
faaliyetlere karıştığı belirlendi (61).
Öte yandan altmış bine yaklaşan öğretim elemanından yalnızca iki bininin irticai
faaliyetlere katıldığını savlamak da gerçeği yansıtmıyor. Özellikle büyük
kentlerimizdeki köklü ve saygın üniversitelerimizden birçok öğretim üyesinin F.
Gülen'in okullarında düzenlenen "sözde" bilimsel toplantılara katıldıkları da
biliniyor. Bu nedenle üniversitelerdeki irticai faaliyetleri 6-7 üniversite ve
ikibin öğretim elemanı ile sınırlandırmak kesinlikle olanaklı değildir. Durum çok
daha vahimdir.
Bu üniversitelerde şeriatçı ya da "Türk-İslâm Sentezci" kadrolaşmaların temelinde,
varolan yükseköğretim yapılanması yatmaktadır. Çünkü YÖK öncesi dönemde
üniversitelerde, bugünkü denli bir şeriatçı kadrolaşma kesinlikle görülmemiştir.
Çünkü o zaman bu yöndeki girişimler, özerk üniversite yapısı içinde çözümleniyordu.
Örneğin 1750 sayılı Üniversiteler Kanununa göre, yeni bir üniversite, eski ve
çoğuna yerleşmiş gelenekleri olan bir üniversitenin "patronajında" kuruluyordu. YÖK
öncesi dönemde Ankara Üniversitesi patronajında kurulan Çukurova, Akdeniz
üniversiteleri sağlam temeller üzerine kurulmuşlardır. Buna karşılık Doğramacı'nın
rektör olduğu Hacettepe Üniversitesi patronajında kurulan Erciyes, Ondokuz Mayıs,
Cumhuriyet vb. üniversitelerin ne denli sağlam kurulduğu açık seçik görülmektedir.
Bunlar hiç dikkate alınmadan 12 Eylül yönetimi Doğramacı'yı YÖK Başkanlığına
getirmiştir. Öyleyse üniversitelerde şeriatçı kadrolaşmanın temel nedeni, anılan
üniversitelerden önce Türk yüksek öğretiminin yönetsel yapısında, daha açık bir
deyişle YÖK yapısında aranmalıdır. YÖK'ün yapısı demokratik mi? YÖK üyelerinin ve
Başkanının atanma süreci demokratik mi? YÖK Başkanı atanırken neden daha önce
rektör olarak çalıştığı üniversitedeki kadrolaşmaya bakılmıyor? Yetkili organlar
demokratik yöntemlerle oluşmuyorsa, bu organlarca yapılan dekan, rektör atamaları
demokratik olur mu? Öyleyse üniversitelerde demokratik bir yapılanma isteniyorsa,
bu kurumların yönetim kadrolarının oluşmasında belirleyici etkisi ve yetkisi
bulunan 12 Eylül askerî yönetim ürünü olan YÖK kaldırılmalı, yerine demokratik
yollarla ve demokrat insanlardan oluşan bir planlama organı kurulmalıdır.
Bu yapıdaki bir üniversiteden demokrasiye uyum, kalkınmaya uyum sağlayabilecek
nitelikte insan yetiştirmesi beklenebilir mi?
Sonuç olarak özellikle 12 Eylül 1980 sonrası, ulusal eğitimimiz giderek hızla
dinselleştiriliyorsa, Anadolu'daki üniversitelerin çok önemli bir bölümü "Türk-
İslâm sentezci" kadrolarca yönetiliyorsa, Milli Eğitim Bakanlığı denetimi dışında
kalmış dinsel okullar açılmışsa, Öğretim Birliği Yasası yürürlükte olsa bile,
uygulandığı savlanabilir mi? Türkiye, 28 Şubat 1997'ye boşuna gelmedi! Bugün
gelinen nokta gerçekten çok vahim. Bunda YÖK düzeninde yetiştirilen öğretmenlerin
hiç katkısı yok mu?
BÖLÜM IV
ÖĞRETMEN YETİŞTİRME VE SORUNLARI
Türkiye; öğretmen yetiştirmede 151 yıllık bir deneyim ve birikime sahiptir. İlk
erkek öğretmen okulu (Darülmuallimin) 16 Mart 1948 tarihinde İstanbul Fatih'te
açılmıştır. Amacı, rüşdiyelere (ortaokul) öğretmen yetiştirmekti. Akyüz'ün
açıkladığı ve yorumladığı 1 Mayıs 1851 tarihli bu öğretmen okulunun yönetmeliğinde
(Darülmuallimin Nizamnamesi), "nitelikli öğretmen yetiştirilebilmesi için az sayıda
öğrenci alındığı, hatta alınacak öğrenci sayısının 30'dan 20'ye indirildiği",
öğrencilerin yarışma sınavı ile alındığı, öğretim süresinin de üç yıl olduğu
belirtilmektedir. Yine sözü edilen yönetmeliğe göre, anılan öğretmen okuluna kabul
edilen öğrencilerin "kendilerini yalnızca derslerine verebilmeleri, için dolgun
maaş (burs) ödeneceği" hükme bağlanmıştır (62). Anılan yönetmelikle "öğretmenliğin
vakar ve saygınlığını korumaları için, öğrencilerin cerre çıkıp para ve yiyecek
dilenmeleri geleneği kaldırılmıştır" (63) Sözü edilen yönetmeliğin bir başka
maddesine göre "boşalan bir rüşdiye öğretmenliğini kabul etmeyen mezunun elinden
diploması alınacak ve kendisine bir daha öğretmenlik veya eğitimde bir görev
verilmeyecektir" (64).
Öte yandan 1869 tarihli "Maarif-i Umumiye Nizamnamesi", kız ilkokullarına ve
ortaokullarına bayan öğretmen yetiştirmek için bir kız öğretmen okulu
(Darülmuallimat) açılmasını öngörmüş, bir yıl sonra (1870) bu okul açılmıştır (65).
Kimi değişikliklerle bu öğretmen yetiştirme düzeni Kurtuluş Savaşına değin
sürmüştür. Savaş sırasında Atatürk, 15 Temmuz 1921 tarihinde Ankara'da Maarif
Kongresi'ni toplamıştır. Atatürk'ün kongreyi açış konuşması, üç yıl sonra
yasalaştırılacak Öğretim Birliğinin bir çeşit habercisidir:
Köy öğretmeni yetiştirilmesi, kongrenin en önemli gündem maddesidir.
Cumhuriyetin kuruluşunun ilk çeyrek yüzyılında Öğretim Birliği ve Harf Devriminden
sonra en öncelikli eğitim sorunu, öğretmen yetiştirmedir. Çünkü 1923-1924 öğretim
yılında varolan 10102 ilkokul öğretmeninin yalnızca yüzde 27'si alanda yetişmiş,
yüzde 73'ü alan dışında eğitim-öğretim almışlardır. Alanda eğitim görmüş olanların
da hemen hepsi medrese anlayışlı kişilerdi (66).
Bu nedenle, 1926 tarih ve 789 sayılı Maarif Teşkilatına Dair Kanun'la "milli eğitim
hizmetinde asıl olan öğretmenliktir" ilkesi benimsenmiştir. Bu ilke, 73 yıl sonra
bugün de bir anlayış ve uygulama olarak geçerliğini sürdürmektedir. Şöyle ki; sınıf
öğretmeni istihdam edilirken; adayın öğretmenlik mesleği ile ilgili olup olmadığına
bakılmıyor; Leh Dili ve Edebiyatı, Bulgar Dili ve Edebiyatı, Slav Dili ve
Edebiyatı, Hungaroloji, Hindoloji, Sinoloji, Hititoloji, Sümeroloji, Fizik ve
Paleoantropoloji, Arşivcilik, başta ziraat olmak üzere mühendisliğin her türü,
ekonometri, uluslararası ilişkiler, tıp, hukuk, Mısır'daki El Ezher Medresesi
mezunu mollalar, açık öğretimin tüm bölümleri vb işsiz kalan yükseköğrenim görmüş
herkes atanabilmektedir. Buna karşılık 1982 yılında toplanan XI. Milli Eğitim
Şûrası'nda on ayrı alanda (Eğitim Yönetimi, Eğitim Denetimi, Eğitim Planlaması,
Okul Danışmanlığı, Program Geliştirme, Özel Eğitim, Eğitim Teknolojisi, Beslenme
Eğitimi, Halk Eğitimi, Ölçme ve Değerlendirme) uzman tanımları, bu uzmanların
görmeleri gereken öğrenim ve her alanda gereksinme duyulan uzman sayısı
belirlenmiştir. Ancak Milli Eğitim Bakanlığı, sınıf öğretmeni atarken uygulamadığı
"milli eğitim hizmetinde asıl olan öğretmenliktir" ilkesini, eğitim bilimleri
alanında uzman atarken uygulamaktadır. O zaman şöyle bir durumla karşı karşıya
kalınmaktadır: Örneğin eğitim planlaması teknik bir konudur. Bir yandan bu alanda
yetişen uzmanlar, iş piyasasında söz gelişi bankalar, Türk Silahlı Kuvvetleri (KKK,
HKK, DKK, Genel Kurmay vb.) Milli Güvenlik Kurulu, PTT vb. kuruluşlarda görev
almakta, öte yandan Milli Eğitim Bakanlığı eğitim planlaması öğrenimi görmüş
öğretmen bulamadığı için, ilgili birimlerinde hiç planlama öğrenimi görmemiş
18.145 öğretmen görev yapmaktadır (51).
Buna göre 1996-1997 öğretim yılında bir öğretmene ortalama 27 öğrenci düşerken,
1998-1999 öğretim yılında bir öğretmene on öğrenci düşmektedir. Öteki liselerin
hangileri bu denli ayrıcalıklıdır?
Şeriat düzenine özlem duyan ya da kimi köktendinci partilerin arka bahçesi olarak
yetiştirilen imam-hatip okulu öğrencilerinin çok önemli bir bölümü, devletçe de
öncelikle desteklenmektedir. 1996-1997 öğretim yılında toplam mesleki-teknik
öğretim kesimindeki tüm öğrenciler içinde, en yüksek oranda burs verilen kesim
(yüzde 39.33), Din Öğretimi Genel Müdürlüğü'dür. Aynı yıl mesleki-teknik öğretim
kesimindeki pansiyon kapasitesinin yüzde 51.34'ü Din Öğretimi Genel Müdürlüğü'ne
aittir. Bunlar, tarikatçı vakıfların kurmuş oldukları öğrenci yurtları, Kur'an
kursları ve her düzeydeki okulları içermemektedir.
BÖLÜM III
YÜKSEKÖĞRETİM
Yükseköğretim
1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununa göre, "yükseköğretim; ortaöğretime dayalı
en az iki yıllık yüksek öğrenim veren eğitim kurumlarının tümünü kapsar" (Madde
34).
Üniversite
06.06.1933 tarih ve 2252 sayılı İstanbul Darülfünunu'nun İlgasına ve Maarif
Vekaletince Yeni Bir Üniversite Kurulmasına Dair Kanun'da üniversitenin amaç ve
görevleri şöyle belirlenmiştir: "Bilimsel araştırmalar yapmak, ulusal kültürü ve
bilimi genişletmeye ve yaymaya çalışmak, devlet ve ülke hizmet ve işleri için ergin
ve olgun unsurlar yetişmesine yardım etmek" (Madde 1).
18.06.1946 tarih ve 4936 sayılı Üniversiteler Kanununda üniversite şöyle
tanımlanmıştır: "Üniversiteler, fakültelerden, enstitü, okul ve bilimsel
kurumlardan oluşmuş özerkliği ve tüzel kişiliği olan yüksek bilim, araştırma ve
öğretim birlikleridir".
"Her üniversitenin genel özerkliği ve tüzel kişiliği içinde, o üniversiteyi
oluşturan fakülteler de, bu kanun hükümlerine göre bilim ve yönetim özerkliğine ve
tüzel kişiliğine sahiptir" (Madde 1).
1961 Anayasasının 120. maddesi şöyledir:
Üniversiteler, bilimsel ve idarî özerkliğe sahip kamu tüzel kişileridir.
Üniversiteler, kendileri tarafından seçilen yetkili öğretim üyelerinden kurulu
organları eliyle yönetilir ve denetlenir.
Üniversite organları, öğretim üyeleri ve yardımcıları, üniversite dışındaki
makamlarca, her ne suretle olursa olsun, görevlerinden uzaklaştırılamazlar.
Siyasi partilere üye olma yasağı üniversite öğretim üyeleri ve yardımcıları
hakkında uygulanmaz. Ancak bunlar partilerin genel merkezleri dışında yönetim
görevi alamazlar.
07.07.1973 tarih ve 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu'na göre "Üniversiteler;
fakülte, bölüm, kürsü, yüksekokul, okul, enstitü ve benzeri kuruluşlarla hizmet
birimlerinden oluşan özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip yüksek bilim,
araştırma, öğretim ve yayım birlikleridir".
06.11.1981 tarih ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'na göre "Üniversite: Bilimsel
özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip yüksek düzeyde eğitim-öğretim, bilimsel
araştırma, yayın ve danışmanlık yapan; fakülte, enstitü, yüksekokul ve benzeri
kuruluş ve birimlerden oluşan bir yükseköğretim kurumudur" (Madde 3/d).
Bu tanımlara göre; son altmış beş yıllık dönemde kavramlar anlamını yitirmiştir.
İlk üç üniversite yasasında, üniversitenin birinci görevi; bilim, bilimsel ürün ve
araştırma, bilim ve teknoloji üretmek iken, 12 Eylül askerî yönetimince kabul
edilen ve halen yürürlükteki 2547 sayılı yasa ile, öteki eğitim konularında olduğu
gibi yükseköğretim konusunda da geriye dönüş yaşanmıştır. Bu da bir karşı
devrimdir.
Cumhuriyet ve Üniversite
1923 Aydınlanma Devrimi ile birlikte Türkiye köklü değişiklikler ve yenilikler
yaşamıştır. Öğretim Birliği Yasası (1924), Harf Devrimi, Ulus Okulları (Millet
Mektepleri), karma eğitim, köye öğretmen yetiştirme vb. eğitim devriminin kilometre
taşlarıdır.
Bu dönemde tek yükseköğretim kurumu olan İstanbul Darülfünununun çağdaş bir eğitim
kurumu olması için Cumhuriyet hükümetleri hiçbir fedakarlıktan kaçınmamışlardır.
21.4.1924 tarihinde kabul edilen bir kanunla, İstanbul Darülfünununa bilimsel
özerkliğin yanısıra tüzel kişilik ve yönetsel özerklik verilmiştir. Buna karşın
Cumhuriyetin bu en yüksek bilim kurumu, Atatürk devrimlerine destek olmamış, hatta
bir çeşit "pasif bir direniş" göstermiştir. Bu durumu en güzel, Darülfünunun
kaldırıldığı yılın Milli Eğitim Bakanı Dr.Reşit Galip belirlemiştir (52):
Milli eğitim işlerini faaliyet programının en başına koymuş olan Cumhuriyet, bir
taraftan Tevhidi Tedrisat Kanunu (Öğretimde Birlik Kanunu) ile medreseleri kaparken
öbür yandan da Darülfünuna elini uzattı. Bu kurumun kendi kendine olgunlaşması,
ilerlemesi ve gelişmesi için, başta tüzel kişilik ve bilimsel özerklik imtiyazları
olmak üzere, maddi manevî her türlü olanaklar sağladı. 1923'ten 1932'ye kadar geçen
dokuz yıl zarfında Türkiye'nin bütün aydınları gözlerini Darülfünuna diktiler; her
alanda devrimler geçiren yeni Türkiye'de Darülfünundan ülke yaşamının genel
gidişine uygun bir gelişme göstermesini beklediler. Ülkenin hiçbir sorunu
Darülfünun işi kadar genel ilgi uyandırmadı, hiçbir kurum onun kadar eleştiriye
uğramadı. lakin bütün bu ilgilere, bütün bu eleştirilere karşın İstanbul
Darülfünunu Türk aydınlarının kendisinden özlem ve ihtirasla beklediği düzelme,
gelişme ve ilerlemeye ulaşmadı.
Memlekette büyük politik ve toplumsal dalgalanmalar olmaktaydı. Darülfünun bunun
karşısında tarafsız bir seyirci rolünü sürdürdü. İktisat alanında önemli değişimler
olmaktaydı. Darülfünun, bunlara tamamen ilgisiz görünüyordu. Hukukta köktenci
değişiklikler yapıldı. Darülfünun yalnızca yeni kanunları ders programına almakla
yetindi. Yazı reformu yapılmış, dilin özleştirilmesi hareketi başlamıştı.
Darülfünun bununla hiçbir surette ilgilenmiyordu. Yeni bir tarih değerlendirilmesi
ulusal bir hareket anlamında bütün ülkeyi sarmıştı. Darülfünunun buna karşı
ilgisini uyandırmak için 3 yıl beklemek ve çabalar sarfetmek gerekti. İstanbul
Darülfünunu en sonunda sustu, kendi kabuğuna çekildi ve bir Ortaçağ izolasyonuyla,
dış dünyadan tamamen koptu.
Türk toplumunun yaşam akışı içinde bu kadar soyutlanmış halde kalabilen İstanbul
Darülfünunu, dünyanın başka yerlerindeki bilim hareketlerine karşı da, doğal
olarak, yakınlık ve ilgi gösteremezdi ve bunlardan da uzak kaldı. İstanbul
Darülfünunu bilimsel araştırma ve incelemeler için bir faaliyet alanı olamadı;
kişisel çalışma için fırsat ve imkanlar veren bir çalışma çevresi haline giremedi.
Öğretimin şekil ve yöntemini çağdaş Batı kurumlarındaki şekil ve yöntemlere uygun
bir hale getiremedi. Türkiye gibi köktenci bir devrim ülkesinde vatanın gelecekteki
yöneticilerinin eğitimi, hayattan bu kadar uzak kalan, devrimin gidişinden bu kadar
uzak duran bir kuruma artık daha uzun müddet bırakılamazdı. Esasen o yıldan beri
İstanbul Darülfünunu kendi kendisini iyileştirme için kendisine verilmiş olan ve
her yıl tekrarlanan bol ve geniş fırsatlardan yararlanamadı. Geçen zaman ile
geçirilen deneyim de yeterli idi. Büyük Millet Meclisi Darülfünunun 1932 bütçesini
ancak bir yabancı uzman getirilerek bu kurumun esaslı bir surette iyileştirilmesi
ve düzeltilmesi koşuluyla kabul etmiştir...
Hatiboğlu; günümüzdeki Türk üniversitelerini de, Milli Eğitim Bakanı Dr.Reşit
Galip'in yukarıda betimlediği 1930'lu yıllardaki İstanbul Darülfünununa
benzetmektedir (53):
1997'de MGK'nun baskısıyla gündeme gelen sekiz yıllık eğitime gerici güçler karşı
çıkarken bile üniversitelerden destek gelmemiştir. Kısacası, üniversite, Cumhuriyet
devrimlerine ilgisiz kalan 1933 öncesi Darülfünununa benzemiştir.
Cumhuriyetin Kuruluşunun 75. yılında Türk yükseköğretiminin ulaştığı düzey, hiç de
azımsanmayacak bir boyuttadır, ama kesinkes yeterli değildir. 75 yılda üniversite
sayısı 72, öğrenci sayısı 454, öğretim elemanı sayısı 181 ve mezun sayısı 516 ile
katlanmıştır (Çizelge 18). Bu sürede Osmanlı Medresesinden çağdaş bir üniversiteye
ulaşılmıştır. Bu gelişme hiç yeterli değildir. Çünkü 1933-1981 döneminde üniversite
denilince öne çıkan bilim, bilimsel araştırma iken, 1981 yılından beri öğretim öne
geçmiştir. Bunu yadırgayan değerli bilim adamı Karayalçın şöyle belirtmiştir:
"Üniversite kavramı için esas olan kıstas öğreti (doktrin) değil, öğretimdir"....
"Kanunu yapan kimselerin amacı gerçekten bu ise üniversite kavramının, mesleki
bilgi veren meslek okullarına doğru erozyona uğratıldığı, bilimsel inceleme ve
çalışmanın" mesleki bilgi yanında sadece "teorik" mahiyette kaldığı ve sonuç olarak
pratik hayat için önemsiz ve tali bir rol oynadığı görüşü, büyük Atatürk'ün
herkesçe bilinen vecizesini yenmiş demektir". (54)
ÇİZELGE 18
TÜRK YÜKSEKÖĞRETİMİNDE GERÇEKLEŞTİRİLEN SAYISAL
GELİŞMELER (1923-1924/1997-1998)
YÖK, Türk Yükseköğretiminin Bugünkü Durumu (Ankara, Mart 1998), s. 6.
Genelde ulusal eğitim dizgesinin herhangi bir tür ya da düzeyinde karşılaşılan
sorunlara, bilimsel araştırma ve uygulamalarıyla üniversitelerden çözüm önerileri
beklenir. Ancak 12 Eylül askerî yönetimince benimsenen 1982 Anayasası ve 2547
sayılı Yükseköğretim Yasası ile Türk yükseköğretimi yeniden yapılandırılmıştır.
Buna göre Türk üniversiteleri, aynı silahlı kuvvetlerde olduğu gibi, "emir-komuta"
düzenine göre örgütlenmiştir. Üniversitenin yönetsel ve bilimsel özerkliği alınarak
YÖK'e verilmiştir. Bu yapılanma sonucunda, üniversitede profesör olmayan
profesörler-kolay profesörlük-, bunun sonucu olarak doçent olmayan doçentler, öz
olarak öğretim üyesi olmayan öğretim üyeleri türemiştir. 1981 yılına değin ilgili
bakanlıkça yönetilen meslek okulları, üniversite şemsiyesi altına alınınca, bu
kurumlar üniversiter düzeye yükseltilememiş, üniversiteler "meslek okulu" düzeyine
düşürülmüştür.
Türk toplumuna "Üniversite Reformu" olarak sunulan YÖK düzeni; ülkemizin
sorunlarını çözmek bir yana, bizzat kendisi "sorun" olmuştur. YÖK neden sorun oldu?
Bu soruya, bir YÖK üyesinin yanıtı şöyledir (55):
"Sonuç: YÖK Sorun Oldu. Çünkü YÖK:
a. Tarihin akışına ve dünyanın genel gidişine;
b. Demokrasiye ve insan hakları bildirgelerine;
c. Zamanımızın ruhuna ve değerlerine;
ters düşen, anakronik (çağdışı) bir "kurtarma" denemesiydi. Çağdışı olan YÖK
yöneticilerinin her fırsatta kınadığı, topluma jurnal ettiği öğretim üyeleri değil,
YÖK modelinin kendisiydi".
"YÖK Sorun Oldu Çünkü:
d. 12 Eylül yöneticileri, modelin kerametine kendilerini öylesine inandırmışlardı
ki, en masum öneri, dilek ve dilekçeleri bile devlete isyan olarak gördüler,
susturmaya kalkıştılar".
e. "Temel ve tarihi yanılgılarını görüp düzelteceklerine, yanlış hesapların
Bağdat'tan dönmesini beklediler. Bazılarını belki düzeltmeye çalıştılar ama çoğu
kez geç kaldılar".
f. "YÖK Başkanı'nı üzmektense, binlerce öğretim üyesinin dilek ve uyarılarını,
yüzbinlerce öğrencinin şikayetlerini duymazlıktan geldiler, yok saydılar".
g. "Anayasa'nın tanıdığı toplu dilekçe hakkını kullananları bile mahkemeye
verdiler. YÖK'ü eleştirenleri neredeyse 'vatan haini' ilan edip ötekileri
sindirmeye çalıştılar".
h. "Hukukun en doğal savunma hakkını tanımadan kişileri en ağır cezalara
çarptırdılar. Kolayca ve alelacele çıkardıkları kanunların hukuk olduğunu sandılar.
Yanıldılar".
"YÖK Sorun Oldu. Çünkü:
i. YÖK yöneticileri, kurucu Atatürk'ün en büyük eserim dediği Cumhuriyet'e,
Cumhuriyet'in vatandaşlarına, gençlerine, yaşlılarına, toplumun sayduyusuna,
kurumlarına ve en temel ilkelerine ve değerlerine, insanlara saygılı davranmadılar.
j. Kimi öğretim üyeleri de, pasif bir direnme olarak, YÖK sistemini inançla ve
gönülden desteklemediler. Sistemlerin insanları çalıştıramayacağını bir kez daha
kanıtladılar".
YÖK döneminde yaşanan üniversitelerdeki nitelik bunalımını değerli bilim insanı
Prof.Dr.Ayhan Çavdar şöyle belirlemiştir (56):
... Üniversitelerin temel görevleri, araştırma yapmak ve bilim üretmek iken, Türk
üniversitelerinde giderek, özellikle son 10 yılda öğretim ağırlıklı bir çalışma
düzeni egemen olmuştur. Kaldı ki yapılan öğretim ve eğitimin kalitesi de ayrıca bir
tartışma konusudur. İyi yetişmemiş öğretim elemanları yanında sıklıkla değişen ders
saatleri ve programlarıyla eğitimin niteliği de giderek bozulmuştur. Sonunda
üniversiteler üst düzey araştırma yapan ve birinci sınıf eğitimi-öğretimi
gerçekleştiren kurumlar olmaktan çıkmış, sıradan yüksek okullar düzeyine
indirgenmiştir.
Sonuç ve Öneriler; Yükseköğretim Kanunu değişikliğe uğrayacaksa kanımızca
üniversiteye iki türlü kadro ayrılmalıdır. Son 10 yılda öğretim üyesi unvanı
alanlar yeniden değerlendirilmeli, araştırıcı öğretim elemanlarıyla, öğretim-eğitim
ağırlıklı çalışanlara göre kadrolar ayrılmalıdır.
Hatiboğlu da aynı konudaki görüşlerini şöyle ifade etmiştir (57):
... Üniversite gelenekçi ve gerici olamaz. Böyle olması gereken üniversite, çok
acıdır, 1980'den sonra karanlığın yaratıcısı, dogmanın yeri, gelenekçiliğin,
tutuculuğun ve gericiliğin kaynağı olmuştur. Özellikle YÖK'le birlikte kurulan
taşra üniversiteleri, bulundukları yöreye bilimi, aydınlığı, yeniyi, laikliği ve
çağdaşlığı götürecekken, tersi değerleri götürmüşlerdir...
12 Eylül askerî yönetimi; Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersini ilk ve ortaöğretim
kurumlarında zorunlu yapmasının, imam-hatip okulları mezunlarının tüm yükseköğretim
kurumlarına girmesini sağlamasının yanısıra üçüncü şeriatçı kadrolaşmaya da YÖK'ü
kurarak yeşil ışık yakmıştır. Çünkü 76 yıllık Cumhuriyet döneminin hiçbir
evresinde, YÖK döneminde (1981-1999) olduğu denli üniversitelerde "Türk-islam
sentezci", hatta şeriatçı kadrolaşma yaşanmamıştır. YÖK döneminde atanan kimi dekan
ve rektörler, bulundukları illerdeki müftülere onur doktorası vermeye, tarikatlarla
işbirliği içinde çalışmaya başlamışlardır. Örneğin 11.7.1992 tarihinde kurulan 22
üniversitenin rektörleri üçlü kararname ile daha açık bir deyişle Milli Eğitim
Bakanı (Köksal Toptan), Başbakan (Süleyman Demirel), Cumhurbaşkanı (Turgut Özal)
imzalarıyla atanmışlardır. Anılan atamalarda, DYP-SHP koalisyonunun küçük ortağı
etkili olamamıştır. Kanpolat bu durumu şöyle belirlemiştir (58):
Bilim adamı yetiştirme boyutundaki en önemli yara, bu dönemdeki atamalarda
alınmıştır. Harran, Sütçü İmam, Dumlupınar, Kırıkkale, Mustafa Kemal Üniversitesi
gibi birçok üniversitede tarikatçı kadrolaşma bu rektör atamalarıyla oluşmuş, daha
sonraki dekan ve rektör seçimlerinin önemli bir kısmında varolan sorunlar, iki
yıllık dönemdeki atamalarla sağlanmış kadrolar tarafından oluşturulmuştur.
Bu bağlamda 18 Aralık 1998 tarihli bir gazete haberinin başlığı şöyle idi:
Tarikatçı rektör YÖK'ün seçimi"
"Tarikatçı olduğu gerekçesi ile Harran Üniversitesi rektörlüğünden alınan
Prof.Dr.Mahmut Sert'in Harran Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dekanı olduğu dönemde
de YÖK'ün benzer raporuyla suçlandığı ortaya çıktı.
Yüksek Disiplin Kurulu'nun "Fakülteyi tarikatçıların merkezi haline getirmek,
şeriatçı uygulama ve kadrolaşmaya katkıda bulunmak ve yardım etmek" gerekçeleriyle
suçladığı Sert'in, 1996 üniversite seçimlerinde 88 oydan 7'sini alarak 3. olmasına
karşın YÖK tarafından rektörlüğe atanması kuşku yaratmıştı. YÖK, 1996 yılında
dikkate almadığı raporu 1998 yılında işleme koyarak Sert'i görevden alırken;
rektörlüğe Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı Prof.Dr.Haluk Soran'ı
getirmeye karar verdi. Soran'ın Şanlıurfalı ve eski YÖK Yürütme Kurulu üyesi,
Sayıştay Başkanı Prof.Dr.Kamil Mutluer'in bacanağı olduğu öğrenildi. Taşra
üniversitelerindeki kadrolaşmalar, YÖK'ün üniversite seçim sonuçlarını 3'e
indirerek, Cumhurbaşkanlığı'na sunduğu listeyi belirlemede seçeneklerinin doğru
ölçütlere dayanmadığını ortaya koydu. YÖK'ün, Sert'in Harran Üniversitesi Ziraat
Fakültesi Dekanı olduğu dönemde Yüksek Disiplin Kurulu'nun 15 Kasım 1996 tarihinde
hazırladığı raporu dikkate almadığı da belirlendi. Yüksek Disiplin Kurulu'nun 15
Kasım 1996 tarihinde hazırladığı rapor şöyle:
Sert'in 63 DT 988 plakalı hizmet aracını özel işlerinde kullandığı, dekanlık
görevine başlayınca "bazılarının canını yakacağım" yolunda sözler söylediği,
Atatürkçü, laik öğretim üyelerinin çalışmalarına engel olduğu ve laboratuvar
çalışmalarına izin vermediği Ziraat Fakültesi'nin girişindeki Atatürk büstünü
kaldırdığı ve uzun süre yerine koydurtmadığı, Nurcu kadroya destek olduğu ve
toplantılar yaptığı kanaatine varıldığından, Yükseköğretim Kurumları Yönetici,
Öğretim Elemanı ve Memurları Disiplin Yönetmeliği'nin 11. maddesi uyarınca
üniversite öğretim üyeliğinden çıkarılması 7. madde uyarınca yönetim görevinden
alınması için gereğine karar verilmiştir (59).
Bu örnekler çoğaltılabilir. Söz gelişi tarikatçı kadrolaşma nedeniyle görevden
alınan Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.Abdurrahman Güzel'i, rektörlüğe
YÖK atamadı mı? Daha önce Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu üyeliği
yapan Prof.Dr.Güzel'in, bu yöndeki görüşleri rektör atanmadan önce bilinmiyor
muydu? Yine tarikatçı kadrolaşma nedeniyle istifiya zorlanan Kocatepe Üniversitesi
rektörü Prof.Dr.Yiğitbaşı'yı bu göreve atayan YÖK değil mi? Görevden alınan ya da
istifa ettirilen Pamukkale Üniversitesi rektörünü, daha önce göreve kim atadı? Öte
yandan şeriatçı kadrolaşmanın yoğun olarak yaşandığı üniversitelerin rektörleri
görevden alınınca, bu üniversitelerin anılan şeriatçı kadrolardan temizlendiği mi
kabul ediliyor? Örneğin şeriatçı kadrolaşma nedeniyle rektörü görevden alınan
Kırıklale Üniversitesi sütten çıkmış ak kaşık mı oldu?
Malatya'nın altı bin kadar nüfuslu Darende ilçesine Kaymakam, Belediye Başkanı ya
da halk istediği için değil, tarikat şeyhinin isteği üzerine İlahiyat Fakültesi
açıldığı bilinmektedir. Bu fakültede görevli altı öğretim elemanı, İnönü
Üniversitesi Rektörünü YÖK'e şu gerekçe ile şikayet ediyorlar:
Rektör, Seyid Osman Hulusi Efendi önderliğindeki tarikatla irtibat kurmamızı
emretmiştir. Kendisi bu tarikatın dergahına uğramadan fakülteye gelmemiştir.
Okulumuzu, bu dergahın uzantısı olarak lanse etmiştir.
Üniversitemiz mevcut rektörü tarafından sistemli bir şekilde tarikat ve dini
cemaatlere yönelik bir kadrolaşma hareketi başlatmıştır ve kurumumuz çağdaş bir
fakülte görünümünden hızla uzaklaştırılmıştır.
Cumhuriyet'in haberi şöyle devam ediyor:
"Öğretim elemanları fakültenin 5 Kasım 1993 tarihindeki açılışının da RP'li
bürokrat ve siyasetçilerin kitlesel katılımıyla RP'nin gövde gösterisine
dönüştürüldüğünü duyumsattılar" (60).
Bu davranıştaki rektörlerden; üniversitenin akademik ve yönetici kadrolarına
demokrat, laik insanları seçmeleri beklenebilir mi? İşte bu nedenle çoğu
üniversitelerimizden yurtdışına devlet bursu ile lisansüstü öğrenime gönderilen
araştırma görevlisi kadrosundaki öğrenciler; ABD'de Atatürk'e küfür etmekte,
şeriatçı propaganda yapmakta, cuma günlerini tatil yaparak geçirmekte, Türkiye'ye
şeriat düzenini getirmek için Arap ve İranlı öğrencilerle gönül birliği yapmakta,
buna karşılık devlet bunları beslemeyi sürdürmektedir. Boşuna dememişler "Besle
kargayı, oysun gözünü", dünyada hiçbir devletin, bu devleti yıkıp yerine totaliter
bir devlet kurmayı hedef alan militanlar yetiştirdiği görülmemiştir. Ne yazık ki
Türk devleti yetiştiriyor!
Yurt dışına gönderilenler, şeriat düzenine özlem duyan kadrolar da, yurt
içindekiler farklı mı? Ne yazık ki değil. Şöyle ki:
YÖK; yeterli öğretim üyesi bulunmayan yeni üniversitelere araştırma görevlisi
kadrolarına atanmış olan öğretim elemanlarını, lisansüstü öğrenimlerini tamamlamak
üzere, kadrolarıyla birlikte gelişmiş üniversitelerde görevlendirmektedir. Ancak
sözü edilen üniversitelerdeki şeriatçı kadrolaşma sonucu, bu araştırma
görevlilerinden kimileri, aynen yurtdışındaki öğrenciler gibi lisansüstü öğrenim
görmekte oldukları üniversitelerin akademik kadrolarıyla uyumlu çalışmamakta, kadın
eli sıkmamakta vb. davranışlar sergilemektedirler. Sonunda doktorasını Ankara,
Hacettepe, ODTÜ vb. üniversitelerde yapmakta ama bağnaz birer öğretim üyesi olarak
geldikleri üniversitelere geri dönmektedirler.
Bu araştırma görevlileri, lisansüstü öğrenim görecekleri üniversitelerce
seçilmelidir. İlgili yönetmelik buna uygundur.
Bu bağlamda şu noktanın bir kez daha vurgulanması zorunlu görülmüştür. Gazete
haberlerinde şu yönde bilgiler bulunmaktadır: Başbakanlık Takip Kurulu'na
Genelkurmay temsilcisinin getireceği "Van Yüzüncü Yıl Üniversitesindeki şeriatçı
faaliyetleri içeren raporda, -irticai yapılanmaların yoğunlaştığı üniversiteler,
Şanlıurfa Harran, Erzurum Atatürk, Diyarbakır Dicle, Van Yüzüncü Yıl, Elazığ Fırat,
Kütahya Dumlupınar, Kayseri Erciyes, Ankara Gazi, Malatya İnönü ve Konya Selçuk"
olarak sıralandı".
Üniversitelerde şeriatçı kadrolaşmayı bu sayılan on üniversite ile sınırlandırmak,
kesinlikle doğru değildir. Çünkü örneğin Onsekiz Mart Üniversitesi rektörü, bu
üniversitedeki şeriatçı kadrolaşma nedeniyle görevden alındı ise, bu; anılan
üniversitenin şeriatçı kadrolardan temizlendiği anlamına gelmez. Aynı neden
Pamukkale, Afyon Kocatepe vb. üniversiteler için de geçerlidir. Söz gelişi Ondokuz
Mayıs, Cumhuriyet, Karadeniz Teknik, Muğla, Celal Bayar vb. üniversitelerdeki
akademik ve yönetici kadrolar içinde; İnönü ya da Fırat üniversitelerinde
olduğundan daha az "Türk-İslâm Sentezciler" olduğunu kim kanıtlayabilir?
Bir başka gazete haberi de şöyledir:
MGK Genel Sekreterliği başta olmak üzere üst düzey güvenlik birimlerine sunulan ve
üniversitelerdeki irticai faaliyetlerin ayrıntılandırıldığı rapora göre, irticai
faaliyetlerin yoğun olarak saptandığı üniversiteler Şanlıurfa-Harran, Malatya-
İnönü, Erzurum-Atatürk, Van-Yüzüncü Yıl, Konya-Selçuk, Kayseri-Erciyes ve Gaziantep
olarak belirlendi. 100'ü profesör olmak üzere ikibin bilim insanının irticai
faaliyetlere karıştığı belirlendi (61).
Öte yandan altmış bine yaklaşan öğretim elemanından yalnızca iki bininin irticai
faaliyetlere katıldığını savlamak da gerçeği yansıtmıyor. Özellikle büyük
kentlerimizdeki köklü ve saygın üniversitelerimizden birçok öğretim üyesinin F.
Gülen'in okullarında düzenlenen "sözde" bilimsel toplantılara katıldıkları da
biliniyor. Bu nedenle üniversitelerdeki irticai faaliyetleri 6-7 üniversite ve
ikibin öğretim elemanı ile sınırlandırmak kesinlikle olanaklı değildir. Durum çok
daha vahimdir.
Bu üniversitelerde şeriatçı ya da "Türk-İslâm Sentezci" kadrolaşmaların temelinde,
varolan yükseköğretim yapılanması yatmaktadır. Çünkü YÖK öncesi dönemde
üniversitelerde, bugünkü denli bir şeriatçı kadrolaşma kesinlikle görülmemiştir.
Çünkü o zaman bu yöndeki girişimler, özerk üniversite yapısı içinde çözümleniyordu.
Örneğin 1750 sayılı Üniversiteler Kanununa göre, yeni bir üniversite, eski ve
çoğuna yerleşmiş gelenekleri olan bir üniversitenin "patronajında" kuruluyordu. YÖK
öncesi dönemde Ankara Üniversitesi patronajında kurulan Çukurova, Akdeniz
üniversiteleri sağlam temeller üzerine kurulmuşlardır. Buna karşılık Doğramacı'nın
rektör olduğu Hacettepe Üniversitesi patronajında kurulan Erciyes, Ondokuz Mayıs,
Cumhuriyet vb. üniversitelerin ne denli sağlam kurulduğu açık seçik görülmektedir.
Bunlar hiç dikkate alınmadan 12 Eylül yönetimi Doğramacı'yı YÖK Başkanlığına
getirmiştir. Öyleyse üniversitelerde şeriatçı kadrolaşmanın temel nedeni, anılan
üniversitelerden önce Türk yüksek öğretiminin yönetsel yapısında, daha açık bir
deyişle YÖK yapısında aranmalıdır. YÖK'ün yapısı demokratik mi? YÖK üyelerinin ve
Başkanının atanma süreci demokratik mi? YÖK Başkanı atanırken neden daha önce
rektör olarak çalıştığı üniversitedeki kadrolaşmaya bakılmıyor? Yetkili organlar
demokratik yöntemlerle oluşmuyorsa, bu organlarca yapılan dekan, rektör atamaları
demokratik olur mu? Öyleyse üniversitelerde demokratik bir yapılanma isteniyorsa,
bu kurumların yönetim kadrolarının oluşmasında belirleyici etkisi ve yetkisi
bulunan 12 Eylül askerî yönetim ürünü olan YÖK kaldırılmalı, yerine demokratik
yollarla ve demokrat insanlardan oluşan bir planlama organı kurulmalıdır.
Bu yapıdaki bir üniversiteden demokrasiye uyum, kalkınmaya uyum sağlayabilecek
nitelikte insan yetiştirmesi beklenebilir mi?
Sonuç olarak özellikle 12 Eylül 1980 sonrası, ulusal eğitimimiz giderek hızla
dinselleştiriliyorsa, Anadolu'daki üniversitelerin çok önemli bir bölümü "Türk-
İslâm sentezci" kadrolarca yönetiliyorsa, Milli Eğitim Bakanlığı denetimi dışında
kalmış dinsel okullar açılmışsa, Öğretim Birliği Yasası yürürlükte olsa bile,
uygulandığı savlanabilir mi? Türkiye, 28 Şubat 1997'ye boşuna gelmedi! Bugün
gelinen nokta gerçekten çok vahim. Bunda YÖK düzeninde yetiştirilen öğretmenlerin
hiç katkısı yok mu?
BÖLÜM IV
ÖĞRETMEN YETİŞTİRME VE SORUNLARI
Türkiye; öğretmen yetiştirmede 151 yıllık bir deneyim ve birikime sahiptir. İlk
erkek öğretmen okulu (Darülmuallimin) 16 Mart 1948 tarihinde İstanbul Fatih'te
açılmıştır. Amacı, rüşdiyelere (ortaokul) öğretmen yetiştirmekti. Akyüz'ün
açıkladığı ve yorumladığı 1 Mayıs 1851 tarihli bu öğretmen okulunun yönetmeliğinde
(Darülmuallimin Nizamnamesi), "nitelikli öğretmen yetiştirilebilmesi için az sayıda
öğrenci alındığı, hatta alınacak öğrenci sayısının 30'dan 20'ye indirildiği",
öğrencilerin yarışma sınavı ile alındığı, öğretim süresinin de üç yıl olduğu
belirtilmektedir. Yine sözü edilen yönetmeliğe göre, anılan öğretmen okuluna kabul
edilen öğrencilerin "kendilerini yalnızca derslerine verebilmeleri, için dolgun
maaş (burs) ödeneceği" hükme bağlanmıştır (62). Anılan yönetmelikle "öğretmenliğin
vakar ve saygınlığını korumaları için, öğrencilerin cerre çıkıp para ve yiyecek
dilenmeleri geleneği kaldırılmıştır" (63) Sözü edilen yönetmeliğin bir başka
maddesine göre "boşalan bir rüşdiye öğretmenliğini kabul etmeyen mezunun elinden
diploması alınacak ve kendisine bir daha öğretmenlik veya eğitimde bir görev
verilmeyecektir" (64).
Öte yandan 1869 tarihli "Maarif-i Umumiye Nizamnamesi", kız ilkokullarına ve
ortaokullarına bayan öğretmen yetiştirmek için bir kız öğretmen okulu
(Darülmuallimat) açılmasını öngörmüş, bir yıl sonra (1870) bu okul açılmıştır (65).
Kimi değişikliklerle bu öğretmen yetiştirme düzeni Kurtuluş Savaşına değin
sürmüştür. Savaş sırasında Atatürk, 15 Temmuz 1921 tarihinde Ankara'da Maarif
Kongresi'ni toplamıştır. Atatürk'ün kongreyi açış konuşması, üç yıl sonra
yasalaştırılacak Öğretim Birliğinin bir çeşit habercisidir:
Köy öğretmeni yetiştirilmesi, kongrenin en önemli gündem maddesidir.
Cumhuriyetin kuruluşunun ilk çeyrek yüzyılında Öğretim Birliği ve Harf Devriminden
sonra en öncelikli eğitim sorunu, öğretmen yetiştirmedir. Çünkü 1923-1924 öğretim
yılında varolan 10102 ilkokul öğretmeninin yalnızca yüzde 27'si alanda yetişmiş,
yüzde 73'ü alan dışında eğitim-öğretim almışlardır. Alanda eğitim görmüş olanların
da hemen hepsi medrese anlayışlı kişilerdi (66).
Bu nedenle, 1926 tarih ve 789 sayılı Maarif Teşkilatına Dair Kanun'la "milli eğitim
hizmetinde asıl olan öğretmenliktir" ilkesi benimsenmiştir. Bu ilke, 73 yıl sonra
bugün de bir anlayış ve uygulama olarak geçerliğini sürdürmektedir. Şöyle ki; sınıf
öğretmeni istihdam edilirken; adayın öğretmenlik mesleği ile ilgili olup olmadığına
bakılmıyor; Leh Dili ve Edebiyatı, Bulgar Dili ve Edebiyatı, Slav Dili ve
Edebiyatı, Hungaroloji, Hindoloji, Sinoloji, Hititoloji, Sümeroloji, Fizik ve
Paleoantropoloji, Arşivcilik, başta ziraat olmak üzere mühendisliğin her türü,
ekonometri, uluslararası ilişkiler, tıp, hukuk, Mısır'daki El Ezher Medresesi
mezunu mollalar, açık öğretimin tüm bölümleri vb işsiz kalan yükseköğrenim görmüş
herkes atanabilmektedir. Buna karşılık 1982 yılında toplanan XI. Milli Eğitim
Şûrası'nda on ayrı alanda (Eğitim Yönetimi, Eğitim Denetimi, Eğitim Planlaması,
Okul Danışmanlığı, Program Geliştirme, Özel Eğitim, Eğitim Teknolojisi, Beslenme
Eğitimi, Halk Eğitimi, Ölçme ve Değerlendirme) uzman tanımları, bu uzmanların
görmeleri gereken öğrenim ve her alanda gereksinme duyulan uzman sayısı
belirlenmiştir. Ancak Milli Eğitim Bakanlığı, sınıf öğretmeni atarken uygulamadığı
"milli eğitim hizmetinde asıl olan öğretmenliktir" ilkesini, eğitim bilimleri
alanında uzman atarken uygulamaktadır. O zaman şöyle bir durumla karşı karşıya
kalınmaktadır: Örneğin eğitim planlaması teknik bir konudur. Bir yandan bu alanda
yetişen uzmanlar, iş piyasasında söz gelişi bankalar, Türk Silahlı Kuvvetleri (KKK,
HKK, DKK, Genel Kurmay vb.) Milli Güvenlik Kurulu, PTT vb. kuruluşlarda görev
almakta, öte yandan Milli Eğitim Bakanlığı eğitim planlaması öğrenimi görmüş
öğretmen bulamadığı için, ilgili birimlerinde hiç planlama öğrenimi görmemiş
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Atatürkçü Düşünce Işığında Eğitim Politikamız - 7
- Büleklär
- Atatürkçü Düşünce Işığında Eğitim Politikamız - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3530Unikal süzlärneñ gomumi sanı 182825.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.37.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Atatürkçü Düşünce Işığında Eğitim Politikamız - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3421Unikal süzlärneñ gomumi sanı 163622.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.35.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Atatürkçü Düşünce Işığında Eğitim Politikamız - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3322Unikal süzlärneñ gomumi sanı 178822.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.35.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Atatürkçü Düşünce Işığında Eğitim Politikamız - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3443Unikal süzlärneñ gomumi sanı 145723.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.35.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Atatürkçü Düşünce Işığında Eğitim Politikamız - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3413Unikal süzlärneñ gomumi sanı 143923.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.34.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Atatürkçü Düşünce Işığında Eğitim Politikamız - 6Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3325Unikal süzlärneñ gomumi sanı 173722.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.34.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Atatürkçü Düşünce Işığında Eğitim Politikamız - 7Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3361Unikal süzlärneñ gomumi sanı 157124.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.36.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Atatürkçü Düşünce Işığında Eğitim Politikamız - 8Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2439Unikal süzlärneñ gomumi sanı 114226.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.36.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.