Atatürk ve İnönü - 4
Süzlärneñ gomumi sanı 3593
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1979
29.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
42.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
49.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Fransız delegesi Pelle, İsmet Paşa'ya Yunanlıların savaş tazminatı yerine Türklere
Karaağaç'ı vermelerini kabul etmesi önerisinde bulundu. İsmet Paşa derhal bu toprak
parçasının biraz daha geniş olmasını ve Dimetoka demiryolunu da içine almasını
istedi. Fakat kendisine bunun bir işe yaramayacağı, çünkü Yunanlıların silah
kullanarak bu demiryolunu çalışamaz duruma getirecekleri söylenince, bu isteğinden
caydı.
Montagna Venizelos'a giderek, eğer savaş çıkarırlarsa Türklerin İstanbul ve
Anadolu'daki 400 bin Yunanlıyı öldürmelerinin muhtemel olduğunu hatırlattı.
Venizelos derhal cevap vererek ''eğer onlar bunu yaparlarsa biz de derhal
Yunanistan'daki Müslümanları öldürürüz'' dedi. Bunun üzerine Montagna ''Yalnız
Yunanistan'daki iktidar partisini güçlendirmek için bu kadar korkunç kasaplığı göze
alıyor musunuz?'' diye sordu. Venizelos mesele kendisine bu cepheden gösterilince
söylediklerinden utanmış göründü.
25 Mayıs'ta Müttefik delegeleri herbiriyle ayrı ayrı görüşüp, tüm tarafsız bir ülke
olarak Amerika'nın karşı koyması olmazsa, savaşın önüne geçilemeyeceği kanısında
olduğumu ve isterlerse bu konuda kendilerine yardım edeceğimi bildirdim. Bu önerimi
hepsi de iyi karşıladılar. Özellikle Yugoslav delegesinin sözleri üzerimde derin
bir etki bırakmıştı. Yugoslayva'nın hiçbir tarafı tutmayacağını, eğer
tarafsızlığını bildirirse Türklere cesaret vermiş olacağını, Yunanlıları tutarsa
aradaki gergin havayı büsbütün kızıştıracağını söyledi. Bu konuşmadan edindiğim
izlenim şuydu ki eğer bir savaş patlayacak olursa Yugoslavya savaşa girecektir.
Sırbistan Karaağaç önerisinin aleyhinde idi, çünkü Türkiye'nin Meriç ırmağının bu
yakasına geçmesini istemiyordu. Yugoslav delegesi Yuvanoviç, Bulgarların da bu
öneriye itiraz edeceklerini bildirdi. Çünkü bu öneriye göre Bulgaristan'ın denizle
ilişkisi kesilecekti. Kendisine, Müttefiklerin önerdikleri bu yeni Türk sınırının
stratejik olmaktan çok, Doğu Trakya'daki bir propaganda sorunu olduğunu söyledi.
Bulgar delegesi Teodoroff da İsmet'e Bulgaristan'ın bu sorunda bir destekleyici
davranış takınmasını söylemiş.
Venizelos ve Aleksandridis'in son bir toplantı yapılması konusundaki direnişlerine,
istekleri derhal yerine getirilmezse Doğu Trakya'yı istila edecekleri ve Lozan'ı
terkedecekleri konusundaki tehditlerine rağmen, bu toplantının İsmet Paşa
Ankara'dan cevap alıncaya dek ertelenmesi için her türlü çaba gösterildi. 25
Mayıs'ta toplantının artık daha fazla geriye bırakılmayacağı belli olmuştu. Gece
barışçı bir çözüm yolu bulmak için uzun uzadıya düşündükten sonra önce Venizelos'a
gittim.
Karaağaç önerisini kabul ettiğini söyledi. Arkasından İsmet Paşa'yı ziyaret ettim.
Paşa'ya Yunan tazminatı sorununa ilişkin basında çıkan dedikodulardan huzursuzluk
duyduğumu anlattım. Paşa, bu sorunun nazik bir durum yarattığına inanmıyormuş ve bu
konudaki sözlere hayret ediyormuş gibi davrandı. Kendisine, az önce Venizelos'a
söylemiş olduklarımı aşağı yukarı aynen tekrarladım ve durumu hem Türklerin, hem de
Yunanlıların gözüyle, yani iki açıdan da incelediğimi söyledim. Türk hükûmetinin
ekonomik durumunu güçlendirmek konusundaki isteğine tamamen hak verdiğimi ancak
bunun tazminat almakla çözümlenemeyeceğini, çünkü onların bu parayı pek muhtemel
olarak ödemeyeceklerini, aradaki gergin durumu çığrından çıkarmanın ise tazminat
almaktan daha pahalıya malolacağını söyledim. Paşa oldukça uzun bir konuşma yaparak
Yunanlıların Anadolu'da Türk halkının gözleri önünde yıktıkları evlerden söz etti
ve Müttefiklerin Yunanlılara Karaağaç'ı Türkiye'ye vermeleri konusunda yaptıkları
öneriyi Ankara'ya bildirmiş olduğunu söyledi. Kendisine ''gelecek cevabın olumlu
mu, olumsuz mu olduğunu tahmin ediyorsunuz?'' diye sordum, cevap vermedi. Bunun
üzerine Venizelos'un Karaağaç'ı Türklere vermeyi kabul ettiğini ve pazartesiye dek
Lozan'da kalacağını söyledim. Paşa da o güne kadar Ankara'dan cevap alacağını
umduğunu belirtti. Kendisine arabuluculuk konusundaki çabalarımı ve bunu yapmaktaki
amacımı açıkladım, teşekkür etti. Fakat bu konuşmalardan onun Yunanlılarla
anlaşmaya yanaşıp yanaşmayacağını anlamak kesin olarak mümkün değildi... Bütün
sözleri ve fikirleri hep genel nitelikte kalıyordu. Kafasından geçenleri okumak
olanaksızdı!
Sonunda oturum her ülkeden bir delegenin katılmasıyla saat 17'de yapıldı. Şato
Otelinin küçük bir odasında yapılan oturum çok dramatik oldu. küçük bir masanın
çevresinde yanyana oturduk. Başkanlık yerinde bulunan General Pelle ile paşa tam
karşı karşıya oturmuşlardı. Kızdıkları zaman birbirlerini ayırabilmek amacı ile
Diamandy, Venizelos ile İsmet'in arasına oturmuştu. Son derece ciddi bir hava
içinde görüşmelere başlandı. Her delege sırayla durumun nezaketini belirten bir
konuşma yaptı ve iki tarafa da uzlaşma ve sükunet salık verildi. Rumbold soğuk
mantığını kullandı, Montagna hararetli bir söylev verdi, Pelle de çok iyi bir
konuşma ile durumu kısaca açıkladı. Onun arkasından Japon, Sırp, Romen delegeleri
ve ben konuştuk.
Arkadan Paşa konuşmaya başladı ve daha ilk anda açık bir şekilde belirdi ki kendisi
o doğulu usulü ile sorunu başka yönlere sürüklemeye çalışmaktadır. Diamandy masanın
üzerinden bir kâğıt kaydırarak paşadan konuya gelmesini istedi. O sırada Pelle
İsmet Paşa'ya, Karaağaç önerisini Ankara'ya telle bildirmiş olup olmadığını sordu.
İsmet ''evet'' cevabını verdi. Pelle: ''Bu öneriyi kabul ediyor musunuz?'' diye
sorunca İsmet yine kaçamak yapmaya çalıştı, fakat Pelle diretti ve en sonunda İsmet
binbir dereden su getirip sözü uzattıktan sonra bütün gücü tükenmiş bir insan tavrı
ile ''evet, kabul ediyoruz'' cevabını verdi.
Bütün bunlar iki saat sürdü ve bu süre içinde sinirlerimiz ne kadar olabilirse o
kadar gerilmiş bir durumda idi. Sonunda bir çözüm yolu umudu ortaya çıkınca insan
psikolojisi doğal seyrine girerek havadaki ağırlık hemen dağıldı ve herkeste
sınırsız bir neşe uyandı. O ana kadar İsmetle Venizelos'un arasında oturan Diamandy
ayağa kalkarak Venizelos'a İsmet'in yanına oturmasını rica etti. Bundan sonra
anlaşmanın ayrıntıları en dostane şekilde tartışıldı. Venizelos ve İsmet
birbirlerine'' mon cher ami'' diye hitap ediyorlardı, kollarını birbirinin
omuzlarına atmışlar, okul çocukları gibi gülüşerek konuşuyorlardı ve nerede ise
kucaklaşacaklardı. Rumbold'un yüzünde beliren kırışıklıklar vahşi bir coşkunluğun
belirtisiydi. Japon delegesi ise çok iyi bir ziyafet sofrasından yeni kalkmış gibi
memnun ve keyifle çevresine bakıyordu. Toplantı biteceğine yakın Venizelos, Paşa ve
kendi adına, bu mutlu sonuca erişilmesinde emeği geçmiş olanlara teşekkür etti,
hepimiz ayağa kalktık ve el sıkıştık...
Konferansın ikinci bölümü açıldığında bütün koridorlarda Chester ayrıcalığının
vızıltısı dolaşıyordu (1). Herkes Amerikan delegasyonunun Lozan Konferansında bu
ayrıcalığı korumayı kendine başlıca görevlerden biri olarak kabullendiğine
inanmaktaydı. Oysa, gerçekte Chester ayrıcalığı konferansta resmi bir şekilde
belirtilmedi. Bizim mücadelemiz açık kapı ilkesinde toplanmıştı ve bu davayı
kazandık.
Ayrıcalıklar sorununun çeşitli bölümlerini uzun boylu incelemeksizin bir gün
ansızın karşılaştığımız bir noktaya değinmekle yetineceğim. İngiliz ve
Fransızların, imzalanacak antlaşmaya veya antlaşma protokollarından birine,
savaştan önce Osmanlı hükûmetiyle yapılmış, uygulanmasına başlanmış olan tüm
ayrıcalık sözleşmelerinin hatta resmi formaliteleri tamamlanmamış bile olsa,
şimdiki Türk hükûmetince de geçerli sayılması gerektiğine ilişkin bir madde koymaya
hazırlandıklarını ansızın haber aldık. Bu sıralarda ben karanlıkta çalışıyor
gibiydim.
Çünkü tüm bu plânlar Müttefiklerce özel oturumlarda kararlaştırılmıştı; ben bu
oturumlara alınmıyordum, onların amaçları konusunda tam bir bilgiye sahip olmadığım
için de çıkarımızı koruyacak davranışlara girişmem olanaksız oluyordu. Çok şükür ki
Paşa'dan müttefiklerin planlarını ve düşüncelerini adım adım öğrenmek imkanını
bulabildim.
5 Haziranda yaptığımız bir görüşmede Paşa savaştan önce yapılmış ayrıcalık
sözleşmelerini geçerli saymak için müttefiklerin kendisini adamakıllı
sıkıştırdıklarını bildirdi ve bu konuda ne düşündüğümü sordu. Kendisine, bu kadar
önemli bir prensip sorununda Türk hükûmetinin boyun bükmeyeceğine Amerika'nın tam
güveni olduğunu bildirdim. Paşa çok güç durumda bulunduğunu, Müttefiklerin tamamen
hukuki bir sorunu politik duruma getirdikleri, bu yüzden barışın tehlikeye girmek
üzere olduğunu, çok sıkışırsa Müttefiklerin direnmesine ''peki'' demeyi düşündüğünü
söyledi. Kendine böyle bir durumun Amerikan-Türk ilişkilerini ciddi şekilde
sarsıntıya uğratacağını anlattım. Bu fikrimde direnerek bir saat konuştuk ve Paşa
ayrıldı.
Müttefiklerin ileri sürdüğü öneri bir Fransız ile iki İngiliz şirketinin yani Reji
General Kampanyasının çıkarlarını korumak ve savunmak amacını güdüyordu.
Birinci şirketle ilgili görüşlere kişisel olarak ilgi duyuyorum. 1914'te Türk
hükûmeti Samsun-Sivas demiryolu ve Samsun Limanı yapımını bu şirkete vermiş ve
anlaşma üzerine Fransız şirketi işe başlamıştı. Fransa, Türk hükûmetine milyonlarca
frank borç vermeyi kabullenmiş, bunun da önemli bölümünü savaştan önce Türklere
ödemişti (1). Her şey yoluna girmiş, fakat Osmanlı Parlamentosu, borçlanma
anlaşmasını kabul ettiği halde ayrıcalık anlaşmasını reddetmişti. Bu nedenle
Fransızlar ayrıcalık sorununda adalet prensipleri ve ahlaki bakımdan haklı olmakla
birlikte, hukuki bakımdan iddiaları tam ve itiraz edilmez bir temele dayanmıyordu.
Bu yılın başında yeni Türk hükûmeti vaktiyle Fransız şirketine verilmiş olan bir
ayrıcalığı Amerikan Chester şirketine devretti ve önceden Fransa ile yapılmış olan
sözleşmeyi şimdi Amerika'nın kabul etmesini şart koştu. Bunu konferansta bizi
Fransızlara koz olarak kullanmak amacıyla mı, yoksa Türkiye'nin imarının büyük
bölümünü tarafsız bir devlete havale etmek için mi yapmış olduğunu henüz
anlayabilmiş değiliz.
Her ne olursa olsun, açık kapı prensibine aykırı olarak Müttefiklerin eksik veya
hükümsüz sözleşmeleri hukuki bakımdan geçerli duruma getirmek için bir barış
antlaşmasını araç olarak kullanmalarına izin veremezdik. Türk Petrol Şirketinin
Musul yatakları üzerinde ayrıcalığı ise eski Türk Sadrazamı Sait Halim Paşa'nın
1914 yılında İngiltere'nin İstanbul Sefirine verdiği bir mektuba dayanmaktaydı, bu
nedenle de ne hukuken geçerli, ne de adilâne idi. Geçen üç yıl içinde hükûmetimiz
bu konuda İngiliz hükûmeti ile sürekli şekilde görüşmüş ve bir hakem kuruluna
gidilmesini ısrarla önermiştir. Fakat İngiltere hükûmeti durumunun zayıf olduğunu
bildiği için bu öneriyi hep geri çevirmişti.
Eski ayrıcalıkların yeniden tanınması konusunda antlaşmaya sokulmak istenen maddeyi
tüm Müttefik delegelerle ayrı ayrı görüşüp protesto ettim. Fransız delegesi Pelle
ülkesinin meşru hakları için mücadele edeceğini, beni desteklemeyeceğini söyledi.
İngiliz delegesi Rumbold bu maddenin Fransız şirketini korumak amacını güttüğünü
söyledi ve: ''Eğer siz bir ayrıcalığa milyonlarca dolar yatırsaydınız, sonra da bu
imtiyaz sizin elinizden alınsaydı ne yapardınız?'' dedi. Cevap olarak Fransızların
bu şekilde davranışlarına hak vermişlerse, zarar gören tarafa elbette bunu
giderecek bir tazminat ödemeleri gerektiğini, fakat bu çeşit anlaşmaların barış
antlaşmaları ile değil, hakem kurullarına başvurarak çözülmesi gerektiğini
söyledim.
Antlaşmaya konulmak istenen madde konusunda onbeş noktalık bir itirazname
hazırladım ve Müttefik delegelere, eğer adı geçen maddeyi antlaşmaya sokmak
isterlerse bu itiraznameyi konferans masasına getireceğimi ve ayrıca basına
vereceğimi, buna mecbur kalmaktan üzüntü duyduğumu söyledim. Birçok gün sonra
maddenin antlaşmaya sokulmasından cayıldığını öğrendim. Fakat bu zafer üzerine tam
birbirimizi kutlamaya başlamıştık ki, başka bir haber geldi. Gizli olarak verilen
bu habere göre Müttefikler o maddeyi çıkarmakla birlikte, yerine adı geçen üç
şirketin haklarını koruyacak başka üç madde koymuşlardı. Benden gizli tutulan bu üç
maddenin metinlerini ele geçirdim.
Bir hafta mücadele ettim, herkesin kuyruğuna yapışarak, tavuk kümesine dadanan
tilki gibi kendimi herkese tanıttım. Son toplantıdan önceki iki gün ve gece
sırasında İsmet Paşa'yı yedi kere ziyaret ettim ve kendisine tekrar tekrar
''Amerika Birleşik Devletleri her Türkten görevini yapmasını beklediğini,
Müttefiklerin kendisini hırpalayacaklarını, ağır muamele yapacaklarını, emredici
olarak davranacaklarını, bütün güçleri ile üzerine yükleneceklerini, fakat eğer
sıkı durur ve zaaf göstermezse davayı kazanacağını söyledim. Benim içeri
alınmadığım son toplantı akşam saat 17'de başlayıp ertesi sabah saat 02'ye dek
sürdü. Arada yalnız bir yemek arası verilmişti. Zaman zaman bültenler alıyordum.
İsmet Paşa'ya ecel terleri döktürüyorlardı. Gözlerinin altında derin halkalar
belirmiş, saçları dimdik olmuş, tüm gücü tükenmişti, fakat bütün saldırılara rağmen
ayakta durma ve karşı koymaya devam ediyordu. Sonuç sabaha karşı saat 3'te geldi.
Anlaşıldı ki Müttefikler son bir saldırıdan sonra silâhlarını bırakmışlar ve
antlaşmada Türk Petrol kumpanyasından hiç söz etmemeyi kabullenmişlerdi.
Ertesi sabah Paşa'yı gördüm, on yıl yaşlanmış görünüyordu, fakat mücadelemizde
zaferi kazanmıştık... Öteki komisyonlar da aynı çetin mücadeleden geçtikten sonra
24 Temmuz'da Lozan Barış Antlaşması imzalandı.
Lozan'da bir yandan Müttefiklerle barış görüşmeleri yapılırken, bir yandan da Türk
kurulu ile Amerikan kurulu arasında ayrıca bir dostluk ve ticaret antlaşması yapmak
konusunda görüşmeler cereyan etmekteydi. Mr. Grew'un liderliği altında bulunan
Amerikan delegasyonu ile İsmet Paşa ve öteki Türk delegeleri bu görüşmelere 1923
Haziranında başlamışlar ve 6 Ağustosta bir antlaşma imzalamışlardı. Fakat bu
antlaşma Amerikan Senatosu'nun çoğunluğunca 6 oy farkla reddedilmişti. Bu şekilde
askıda kalan Amerikan-Türk ilişkilerini en uygun şekilde yeniden düzenlemek için,
Amerikan Başkanının isteği üzerine ve Senato'nun onaylamasıyla Mr. Grew, 19 Mayıs
1927'de, Türkiye'ye elçi olarak atanmıştı.
TÜRKİYE ELÇİLİĞİ
Oldukça gürültülü bir hava içinde, Leviathan gemisiyle 1 Ağustos Pazar günü New
York'tan ayrıldım. Bazı ince ruhlu Ermeniler yeni yaptıkları bir mitingte
Türkiye'nin Amerika'daki elçisini, yahut beni veya her ikimizi birden vurma fikrini
ileri sürmüşlerdi. Bu davranışlarıyla Ermeni ırkının ıstıraplarına karşı bütün
dünyanın merhametini ve ilgisini çekmek istiyorlardı. Bu karışık hava yüzünden,
gemiye güvenlik memurlarının koruması altında götürüldüm; gemi kalkıncaya dek
kabinimin kapısında bir polis nöbet tuttu. Fakat can sıkacak hiçbir olay çıkmadı.
Gemimiz fevkalâdeydi. Gezimiz çok rahat geçti. Yalnız bir aralık kızım Elsie çok
heyecan geçirdi, çünkü masamızın yanında duran birini Ermeni'ye benzetmişti. Fakat
kamarot her zaman sakin durdu.
9-18 EYLÜL, 1927
Ağustos sabahı Cleopatra gemisiyle Venedik'ten ayrıldım. Kaptana kendimi tanıttım,
derhal geminin puruva direğine Amerikan bayrağı çektirdi. Gemide bir Mısır Prensi,
İstanbul'daki İtalyan Ticaret Odası Başkanı, Almanlar, Yunanlılar, İtalyanlar,
Fransızlar, Avusturyalılar ve Türklerden oluşan bir yolcu kalabalığı vardı.
17 Ağustosta Pire'yi gördükten sonra, ertesi sabah Çanakkale Boğazı'na girdik.
Boğazdan geçiş benim için ilginç oldu, çünkü Gelibolu savaşlarını en ince noktasına
dek hatırladım. Kaptan bizi, kaptan köşküne çağırdı ve çevreyi buradan seyrettik.
İlk gözümüze çarpan işaret, Fransız savaş gemisi Bouvet'in battığı yer oldu. Onun
batışıyla ilgili haberleri o kadar iyi hatırlıyorum ki... Sonra Avustralya ve
Fransız mezarlıklarıyla, Avustralya Savaş Ölüleri Anıtı, o korkunç ve semeresiz
savaşın sonsuz anıları olarak Çanakkale Boğazı'ndan geçen herkesin gözüne
çarpmaktadır. Daha sonra boğazları ve kaleleri ile Çanakkale... Savaş gemilerinin
buradan geçememiş olmasına şaşmamalı. Her yerde kaleler ve istihkamlar. Fakat Lozan
Antlaşması hükümlerine göre silâhtan arındırılmış. Şimdi uluslararası bir komisyon
boğazları denetliyor. Lozan Antlaşmasında imzası olmayan bizler, bütün
avantajlardan yararlanıyor, fakat hiçbir sorumluluk yüklenmiyoruz. Ne kadar
istenirdi ki hükûmetlerin ölçüleriyle centilmenlerin ölçüleri aynı olsun...
Karanlıkta İstanbul'un ışıkları görünmeye başladı. Şehrin görkemli görüntüsünü
gurup zamanı geçebileceğimizi umduğum için bu durum canımı sıktı. Gemimiz Galata'da
demirledi ve az sonra tüm Amerikan elçilik görevlileri bir sandalla gemiye
yanaştılar; fakat Türk karantina memurları rahat rahat akşam yemeklerini yiyip de
ilk önce gemiye çıkıncaya dek bizim yanımıza gelemediler. Yarım saat bekledikten ve
pasaport formalitelerini bitirdikten sonra dışarı çıktık, otomobilimizle dik bir
yokuş tırmanarak Pera'ya ''Beyoğlu'' çıktık.
21 EYLÜL, İSTANBUL
Zaman uçar gibi geçti ve işte şu anda Ankara'ya gitmek üzere Anadolu
Ekspresindeyim. Yeni bir hükûmetle ilişkiler kurmaktan çok, manzara seyretmek
amacıyla bir gezi yaptığım duygusu içersindeyim. Yarın Dışişleri Bakanına yapacağım
ziyaret tamamen özel nitelikte. Kendimi Türkiye'nin başkentinde bulunca, elbette
ona bir uğrayıp görüşmem gerek.
Galata'dan Haydarpaşa'ya gelirken küçük bir vapurun güvertesinden seyrettiğim gurup
tasvir edilmez derecede güzeldi. Bu gurubun renklerini ancak bir ressam bir bir
sayabilirdi, fakat ben, alevler içindeki gökyüzüne karşı gölge gibi yükselen
camileri, minareleriyle mor pembe bir ışık denizinde yıkanan İstanbul'un bu akşam
görüntüsünü -ki aynı görüntüyü çok kereler gördük- hiç unutamayacağım. Solda Pera
ve Boğaziçi, sağda İstanbul ve Marmara, karşıda Üsküdar ve Haydarpaşa. Denizin
rengi neredeyse lacivert! Dalgaların tepesi ise kızıla yaklaşıyordu. Bu müthiş
güzellik karşısında soluğum kesildi...
22 EYLÜL, ANKARA
Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey kendisini ziyaretim için saat 17.30'da randevu
vermişti. Bakanlık neredeyse yıkılacak derecede harap, karanlık ve kirli bir yapıda
bulunuyordu, fakat yakında yeni bir yapıya taşınacakmış. Kapalı, daracık bir yere
girdik -öyle ki buraya oda bile denilemezdi- ve daha ilk anda bakanın kişiliği beni
şaşırttı; Amiral Bristol ve öteki elçilik memurlarımızdan o kadar sözünü duyduğum
Tevfik Rüştü Bey'in bu insan olduğuna âdeta inanamıyordum.
Bakan beni içten selamladı ve Birleşik Amerika temsilcisi olarak beni kabul
etmekten, özellikle Lozan Antlaşmasına imza koymuş bir insan oluşumdan ötürü
memnunluk duyduğunu belirtti ve İsmet Paşa'nın benden her zaman övgü dolu sözlerle
bahsettiğini ve Lozan Konferansında derin bir anlayış gösterdiğime sık sık işaret
etmiş olduğunu söyledi.
Ben de konferans sırasında Türkiye'yi az çok tanıdığımı, konferansta büyük bir
ustalık ve anlayış göstermiş olan İsmet Paşa'nın kişiliğine karşı derin bir sempati
ve hayranlık duymakta olduğumu Türkiye'nin birkaç yıl içindeki gelişmelerini yakın
bir ilgi ile izlediğimi, cumhurbaşkanımızın beni bu göreve atamış olmasından ötürü
özel bir mutluluk duyduğumu söyleyerek cevap verdim. Daha sonra ''Amiral
Bristol'dan sizi o kadar dinledim ki, daha önceden de zaten sizi iyice tanımış
bulunuyordum'' dedim.
Bu sözümden Tevfik Bey pek hoşlanmış göründü ve Amiral Bristol'ün Türkiye'nin
sorunlarını çok iyi anlamış olduğunu, onun bu kavrayış ve anlayışından ötürüdür ki
iki ülke arasındaki ilişkilerin bugünkü durumda devam ettiğini söyledi.
Bundan sonra kendisine cumhurbaşkanına güven mektubunu ne zaman takdim
edebileceğimin bildirilmesini rica eden bir yazı ile güven mektubunun ve
cumhurbaşkanına hitaben söyleyeceğim söylevin bir kopyesini verdim.
Bakan, 15 Ekimde toplanacak olan Halk Partisi Kongresinden önce kabul edilmem için
çaba göstereceğini ve kabul tarihini bana çok daha önceden haber vereceğini
söyledi.
Amerika'ya Türk elçisi olarak gönderilecek Muhtar Bey'in Ankara'da olup olmadığını
sordum. Bakan, Muhtar Bey'in bir an önce Amerika'ya gönderilmesi için elinden
geldiğince çalıştığını, bu ayın sonundan önce hareket edebileceğini umduğunu
söyledi.
Bu görüşmeden sonra sefarethaneye döndüm, elbise değiştirdim ve akşam 19.30'da
Anadolu Ekspresi ile İstanbul'a hareket ettim.
Türkiye'nin Atina Büyükelçisi Cevat Bey de bu sabah ziyaretime geldi. Önceden
ikimiz St. Petersburg'da elçilik kâtibi, daha sonra Bern'de elçi olarak bulunmuş ve
dost olmuştuk. Bugünkü uzun görüşmemiz eski dostluğumuzu tazeledi.
Cevat, Amerika'ya Türk elçisi olarak gönderilmesi kararlaştırılan Muhtar Bey'in çok
iyi bir temsilci olacağını söyledi. Ben de cevaben bundan emin olduğumu, fakat
kendisinin İngilizce bilmeyişinin çalışmaları sırasında kendisini güçlüklerle
karşılaştıracağını, çünkü Amerika'daki işadamları ve öteki kişilerle ilişkiler
kurmasının çok önemli olduğunu, oysa bu kişilerden pek azının Fransızca bildiğini
söyledim. Halkımızın Türkiye'yi pek tanımadığını, Ermeniler sorunu ve Abdülhamit
rejiminin bırakmış olduğu eski izlenimleri silmek için Türkiye'nin henüz çok şey
yapmamış olduğunu ekledim. Türkiye'nin yeni gelişmelerini, başarılarını, geleceğe
yönelik programlarını Amerikan halkına mümkün olduğu kadar açık bir şekilde
anlatmanın önemi üzerinde durdum.
İstanbul, Ankara ve öteki ziyaretlerimden söz ettikten sonra Cevat Bey, Gazi ile
yeni görüşmüş olduğunu ve kendisinin eski dostluğumuza dayanarak benimle özel ve
içten bir konuşma yapmak istediğini, gerek hükûmetin, gerek halkın benim elçiliğe
atanmamı pek memnunlukla karşılamış olduğunu, Birleşik Amerika ile yeniden
ilişkiler kurulması ve ilişkilerin geliştirilmesi için ilk Amerikan elçisi olarak
benim gönderilmiş olmamı sevinçle karşıladıklarını söylemek lütfunda bulundu.
26 EYLÜL, İSTANBUL
Bugünlerin üç ünlü sorunu var:
1) Biz buraya gelmeden birkaç gün önce komünistlerden bir grup, Beyoğlu
Caddesindeki Tokatlıyan Otelinin tam bitişiğinde bir oda tutarak içersinde bomba ve
daha pek çok silâh depo etmişler, amaçları çok açık olarak otele yaptığı
ziyaretlerden birinde Gazi'yi öldürmekmiş. Polisler bunu öğrenip odayı basmaya
girişince yaylım ateşine tutulmuşlar ve üçü ölmüş. Komünist çetesinin öldürülmemiş
olan mensupları tutuklanmış ve ötekilerinin bulunması için sıkı aramaya girişilmiş.
Bunların Ermeni oldukları anlaşıldı ve ele geçirilen broşürlerden Üçüncü
Enternasyonal ile ilgili bulundukları ve Rusya'dan para aldıkları ortaya çıkarıldı.
Bunların New York'taki Ermeni cemiyetleriyle de bağlantılı olup olmadıklarını
düşündüm. Kendilerine Altunyan Çetesi adı verilmektedir. Gazeteler bunların
çabalarının gerçek nedenini gizlerdi ve amaçlarının, içersinde büyük bir servet
bulunan Yıldız Köşkü gazinosunu soymak olduğunu ileri sürdüler.
2) Yıldız Köşkü Gazinosu'nda yaz boyunca çeşitli kumar masaları dolup dolup
boşalmış, bazı yüksek Türk memurları, diplomatlar ve daha başka kişiler buraya sık
sık gelmişlerdi. Biz gelmeden az önce burası basılmış, yönetici Serra tutuklanmış
ve orada bulunanların hepsi mahkemeye gönderilmişlerdi.
Bunların içinde İran Sefareti Müsteşarı ile İtalyan Sefaretinin bir yüksek memuru
da bulunmakta idi. Baskın için ileri sürülen neden, gazinonun içeriye Türk memuru
almamayı taahhüt ettiği, fakat bu sözünde durmadığı idi. Türk memurları buraya
sürekli gelip kumar oynamışlardı ve öyle sanırım ki Gazi bu durumu kendi reform
programına aykırı bulmuştu. Çok akıllıca bir davranış.
3) Ünlü bir Türk ailesinin oğlu bir Yahudi kızına âşık olmuş ve kız istemediği
halde aylarca onun peşinden koşmuş, başka bir adamla evlendiğini duymuş; bizim
sefarethanenin az aşağısında kızla karşılaşmış ve bıçaklayarak öldürmüş. Bunun
üzerine hemen harekete geçilerek delikanlıyı cezadan kurtarmak amacıyla kendisinin
deli olduğu bildirilmiş ve bir hastaneye gönderilmiş. Kızın cenaze töreninde
Yahudiler adalet adamları aleyhine gösteri yaptıklarından tutuklanmışlar. Yine ünlü
bir Yahudi olan Pardo, İsmet Paşa'ya bir mektup yazarak adalet istemiş ve katilin
cezalandırılmasını talep etmiş. Kısa bir süre sonra da tutuklanmış. Biz
geldiğimizde gazeteler bu haberlerle doluydu. Fakat şimdi Paşa, adalet makamlarına
gönderdiği bir mektubu yayımladı. Bu mektupta, Pardo'nun kendisine yolladığı
mektubun aslını görmediğini, bakanlığındaki ilgili memurların bu mektubu
inceleyerek doğruca Adalet Bakanlığı'na göndermiş olduklarını, fakat kendisinin
şahsen Pardo'yu tanıdığını, bu kişinin yıllarca önce askerî okulda Fransızca
öğretmenliği yaptığını, dürüst karakterli bir insan olduğunu ve yanlış bir iş
yapabileceğine ihtimal vermediğini bildiriyordu. Bu mektubun bir sonucu olarak
Pardo ve öteki Yahudiler mahkemede beraat ettiler. Paşa'nın hakseverliği her
tarafta hararetle övülüyor. Başlangıçta adalet makamlarının şiddetli bir Yahudi
aleyhtarlığı şeklinde görülen davranışları, hükûmetin muhteşem alicenaplığı
hakkındaki sevinç çığlıkları ile sona erdi. Fakat katili mahkemeye sevketmeye hiç
niyet yok.
Bir söz daha. Bu anılarda kuşkusuz Türk hükûmetini sık sık yereceğim, nasıl ki
ülkemde kendi hükûmetimi yerdiğim gibi.
Her hükûmet yanlışlar yapar ya da adil kararlar verir. Türk hükûmeti gibi bir sürü
sorunlarla karşı karşıya kalan, yeni yapıların temellerini atan başka milletlerde
ancak birkaç neslin başarabildiği temel değişiklik ve gelişmeleri çok kısa bir
süreye sığdırmakla kendini görevlendiren bir hükûmetin ise çok daha fazla hatalar
yapması çok normaldir. Bunun için eleştirilerimi yaparken bu noktayı her zaman göz
önünde tutacağım. Türk hükûmetinin şimdiye kadar başarmış olduğu işlere, altından
kalkılamaz gibi görünen bir işi gerçekleştirmek yoluna girmesine ve birçok
tahminlerin aksine olarak bütün bu sorunları çözmek yeteneğine, gücüne sahip
olduğunu gösterebilmiş olmasına derin bir hayranlık duymaktayım. Bundan sonraki
gelişmelerinde aldığı önlemler ve kararlar zaman zaman sabrımı tüketse, hatta beni
gazaba getirse bile, yine de Türkiye'nin daha büyük hedeflere yönelen çalışmalarına
tüm kalbimle sempati duyacağım. Güçlü bir millîyetçilik, onun başarılarının
anasıdır, oysa içerdeki tüm güçler istediği yönde gelişmek için serbest
bırakılırsa, bugün Türkiye'nin durumunda bulunan herhangi bir ulusun varlığını
sürdürebileceği umut edilmez. Bu nedenle onun şovenist ruh yapısına tahammül etmeli
ve Türkiye Cumhuriyeti'nin daha büyük hedeflerini içtenlikle göz önüne getirerek
eleştirilerimizde ölçülü olmalıyız.
1 EKİM 1927
Bugün Polonya Elçisi Novarski ile görüştüm. Kendisi İsmet Paşa'ya karşı büyük bir
sempati duyduğunu, onu çok zarif bir insan ve güçlü bir yönetici olarak gördüğünü
söyledi. Tevfik Rüştü Bey'in tamamen başka tipte bir insan ve fazla bir Sovyet
taraftarı olduğunu ekledi. Bununla birlikte Cumhurbaşkanına çok bağlı bir memur
olduğunu, Cumhurbaşkanının Sovyet taraftarlığının ise duygulardan pek uzak
bulunduğunu anlattı. Yunan savaşı sırasında Sovyet Rusya'dan yardım gördüğü için
Gazi bu ülkeye karşı bir dereceye dek minnettarlık duyuyor ve dostluk ilişkileri
içinde yaşamayı çok istiyormuş, fakat Türkiye'de her ne şekilde olursa olsun,
Sovyet propagandalarının ilk belirtisi acımasız şekilde bastırılmış, buna
girişenler asılmış. Elçinin kanısına göre bu şekil çabalara bundan böyle de hiç göz
yumulmayacakmış.
Mr. Kovalski, Mustafa Kemal Paşa'nın iyi duygulara sahip, düşündüklerini olduğu
gibi ve açıkça söylemeye alışmış, zekâsı çok aydınlık şekilde çalışan, gerçekten
büyük bir adam olduğunu söyledi.
Pek doğal olarak Cumhurbaşkanı bir diktatör olmak zorunda kalmış, çünkü Türkiye,
İsviçre ve öteki Avrupa ülkeleri ile karşılaştırılamaz. Türkler daha kendi
kendilerini yönetecek duruma gelmemişler; bir diktatörlük olmazsa ülke
parçalanabilir.
12 EKİM, 1927
Protokol Genel Müdürü Saffet Ziya Bey saat 2.45'te elçiliğe gelerek beni ve elçilik
erkânını aldı, güven mektubumu sunmak üzere otomobillerle Çankaya'ya gittik. Köşke
girmeden önce bir tören kıtasınca selamlandık, Köşkün kapısında Tevfik Rüştü ve
öteki görevliler bizi karşıladı.
Hemen cumhurbaşkanının odasına girdim. Kendisi masasının önünde duruyordu, sağında
Tevfik Rüştü Bey, solunda da Saffet Ziya Bey yer aldı. Ben de masanın tam
karşısındaki halının ortasında durdum ve İngilizce olarak söylevimi okudum. Tevfik
Rüştü Bey Türkçeye çevirdi. Bundan sonra da Cumhurbaşkanı, apaçık bir şekilde
belirlenen şiddetli bir soğukalgınlığından. rahatsız olduğu için çok yavaş bir
sesle kendi cevabını okudu. Tevfik Rüştü Bey de bunu Fransızcaya çevirdi.
Güven mektubumu verip el sıkıştıktan sonra özel şekilde konuşmaya başladık. Bana,
Türkiye'ye daha önce hiç gelip gelmemiş olduğumu sordu. Ankara'yı da nasıl
Karaağaç'ı vermelerini kabul etmesi önerisinde bulundu. İsmet Paşa derhal bu toprak
parçasının biraz daha geniş olmasını ve Dimetoka demiryolunu da içine almasını
istedi. Fakat kendisine bunun bir işe yaramayacağı, çünkü Yunanlıların silah
kullanarak bu demiryolunu çalışamaz duruma getirecekleri söylenince, bu isteğinden
caydı.
Montagna Venizelos'a giderek, eğer savaş çıkarırlarsa Türklerin İstanbul ve
Anadolu'daki 400 bin Yunanlıyı öldürmelerinin muhtemel olduğunu hatırlattı.
Venizelos derhal cevap vererek ''eğer onlar bunu yaparlarsa biz de derhal
Yunanistan'daki Müslümanları öldürürüz'' dedi. Bunun üzerine Montagna ''Yalnız
Yunanistan'daki iktidar partisini güçlendirmek için bu kadar korkunç kasaplığı göze
alıyor musunuz?'' diye sordu. Venizelos mesele kendisine bu cepheden gösterilince
söylediklerinden utanmış göründü.
25 Mayıs'ta Müttefik delegeleri herbiriyle ayrı ayrı görüşüp, tüm tarafsız bir ülke
olarak Amerika'nın karşı koyması olmazsa, savaşın önüne geçilemeyeceği kanısında
olduğumu ve isterlerse bu konuda kendilerine yardım edeceğimi bildirdim. Bu önerimi
hepsi de iyi karşıladılar. Özellikle Yugoslav delegesinin sözleri üzerimde derin
bir etki bırakmıştı. Yugoslayva'nın hiçbir tarafı tutmayacağını, eğer
tarafsızlığını bildirirse Türklere cesaret vermiş olacağını, Yunanlıları tutarsa
aradaki gergin havayı büsbütün kızıştıracağını söyledi. Bu konuşmadan edindiğim
izlenim şuydu ki eğer bir savaş patlayacak olursa Yugoslavya savaşa girecektir.
Sırbistan Karaağaç önerisinin aleyhinde idi, çünkü Türkiye'nin Meriç ırmağının bu
yakasına geçmesini istemiyordu. Yugoslav delegesi Yuvanoviç, Bulgarların da bu
öneriye itiraz edeceklerini bildirdi. Çünkü bu öneriye göre Bulgaristan'ın denizle
ilişkisi kesilecekti. Kendisine, Müttefiklerin önerdikleri bu yeni Türk sınırının
stratejik olmaktan çok, Doğu Trakya'daki bir propaganda sorunu olduğunu söyledi.
Bulgar delegesi Teodoroff da İsmet'e Bulgaristan'ın bu sorunda bir destekleyici
davranış takınmasını söylemiş.
Venizelos ve Aleksandridis'in son bir toplantı yapılması konusundaki direnişlerine,
istekleri derhal yerine getirilmezse Doğu Trakya'yı istila edecekleri ve Lozan'ı
terkedecekleri konusundaki tehditlerine rağmen, bu toplantının İsmet Paşa
Ankara'dan cevap alıncaya dek ertelenmesi için her türlü çaba gösterildi. 25
Mayıs'ta toplantının artık daha fazla geriye bırakılmayacağı belli olmuştu. Gece
barışçı bir çözüm yolu bulmak için uzun uzadıya düşündükten sonra önce Venizelos'a
gittim.
Karaağaç önerisini kabul ettiğini söyledi. Arkasından İsmet Paşa'yı ziyaret ettim.
Paşa'ya Yunan tazminatı sorununa ilişkin basında çıkan dedikodulardan huzursuzluk
duyduğumu anlattım. Paşa, bu sorunun nazik bir durum yarattığına inanmıyormuş ve bu
konudaki sözlere hayret ediyormuş gibi davrandı. Kendisine, az önce Venizelos'a
söylemiş olduklarımı aşağı yukarı aynen tekrarladım ve durumu hem Türklerin, hem de
Yunanlıların gözüyle, yani iki açıdan da incelediğimi söyledim. Türk hükûmetinin
ekonomik durumunu güçlendirmek konusundaki isteğine tamamen hak verdiğimi ancak
bunun tazminat almakla çözümlenemeyeceğini, çünkü onların bu parayı pek muhtemel
olarak ödemeyeceklerini, aradaki gergin durumu çığrından çıkarmanın ise tazminat
almaktan daha pahalıya malolacağını söyledim. Paşa oldukça uzun bir konuşma yaparak
Yunanlıların Anadolu'da Türk halkının gözleri önünde yıktıkları evlerden söz etti
ve Müttefiklerin Yunanlılara Karaağaç'ı Türkiye'ye vermeleri konusunda yaptıkları
öneriyi Ankara'ya bildirmiş olduğunu söyledi. Kendisine ''gelecek cevabın olumlu
mu, olumsuz mu olduğunu tahmin ediyorsunuz?'' diye sordum, cevap vermedi. Bunun
üzerine Venizelos'un Karaağaç'ı Türklere vermeyi kabul ettiğini ve pazartesiye dek
Lozan'da kalacağını söyledim. Paşa da o güne kadar Ankara'dan cevap alacağını
umduğunu belirtti. Kendisine arabuluculuk konusundaki çabalarımı ve bunu yapmaktaki
amacımı açıkladım, teşekkür etti. Fakat bu konuşmalardan onun Yunanlılarla
anlaşmaya yanaşıp yanaşmayacağını anlamak kesin olarak mümkün değildi... Bütün
sözleri ve fikirleri hep genel nitelikte kalıyordu. Kafasından geçenleri okumak
olanaksızdı!
Sonunda oturum her ülkeden bir delegenin katılmasıyla saat 17'de yapıldı. Şato
Otelinin küçük bir odasında yapılan oturum çok dramatik oldu. küçük bir masanın
çevresinde yanyana oturduk. Başkanlık yerinde bulunan General Pelle ile paşa tam
karşı karşıya oturmuşlardı. Kızdıkları zaman birbirlerini ayırabilmek amacı ile
Diamandy, Venizelos ile İsmet'in arasına oturmuştu. Son derece ciddi bir hava
içinde görüşmelere başlandı. Her delege sırayla durumun nezaketini belirten bir
konuşma yaptı ve iki tarafa da uzlaşma ve sükunet salık verildi. Rumbold soğuk
mantığını kullandı, Montagna hararetli bir söylev verdi, Pelle de çok iyi bir
konuşma ile durumu kısaca açıkladı. Onun arkasından Japon, Sırp, Romen delegeleri
ve ben konuştuk.
Arkadan Paşa konuşmaya başladı ve daha ilk anda açık bir şekilde belirdi ki kendisi
o doğulu usulü ile sorunu başka yönlere sürüklemeye çalışmaktadır. Diamandy masanın
üzerinden bir kâğıt kaydırarak paşadan konuya gelmesini istedi. O sırada Pelle
İsmet Paşa'ya, Karaağaç önerisini Ankara'ya telle bildirmiş olup olmadığını sordu.
İsmet ''evet'' cevabını verdi. Pelle: ''Bu öneriyi kabul ediyor musunuz?'' diye
sorunca İsmet yine kaçamak yapmaya çalıştı, fakat Pelle diretti ve en sonunda İsmet
binbir dereden su getirip sözü uzattıktan sonra bütün gücü tükenmiş bir insan tavrı
ile ''evet, kabul ediyoruz'' cevabını verdi.
Bütün bunlar iki saat sürdü ve bu süre içinde sinirlerimiz ne kadar olabilirse o
kadar gerilmiş bir durumda idi. Sonunda bir çözüm yolu umudu ortaya çıkınca insan
psikolojisi doğal seyrine girerek havadaki ağırlık hemen dağıldı ve herkeste
sınırsız bir neşe uyandı. O ana kadar İsmetle Venizelos'un arasında oturan Diamandy
ayağa kalkarak Venizelos'a İsmet'in yanına oturmasını rica etti. Bundan sonra
anlaşmanın ayrıntıları en dostane şekilde tartışıldı. Venizelos ve İsmet
birbirlerine'' mon cher ami'' diye hitap ediyorlardı, kollarını birbirinin
omuzlarına atmışlar, okul çocukları gibi gülüşerek konuşuyorlardı ve nerede ise
kucaklaşacaklardı. Rumbold'un yüzünde beliren kırışıklıklar vahşi bir coşkunluğun
belirtisiydi. Japon delegesi ise çok iyi bir ziyafet sofrasından yeni kalkmış gibi
memnun ve keyifle çevresine bakıyordu. Toplantı biteceğine yakın Venizelos, Paşa ve
kendi adına, bu mutlu sonuca erişilmesinde emeği geçmiş olanlara teşekkür etti,
hepimiz ayağa kalktık ve el sıkıştık...
Konferansın ikinci bölümü açıldığında bütün koridorlarda Chester ayrıcalığının
vızıltısı dolaşıyordu (1). Herkes Amerikan delegasyonunun Lozan Konferansında bu
ayrıcalığı korumayı kendine başlıca görevlerden biri olarak kabullendiğine
inanmaktaydı. Oysa, gerçekte Chester ayrıcalığı konferansta resmi bir şekilde
belirtilmedi. Bizim mücadelemiz açık kapı ilkesinde toplanmıştı ve bu davayı
kazandık.
Ayrıcalıklar sorununun çeşitli bölümlerini uzun boylu incelemeksizin bir gün
ansızın karşılaştığımız bir noktaya değinmekle yetineceğim. İngiliz ve
Fransızların, imzalanacak antlaşmaya veya antlaşma protokollarından birine,
savaştan önce Osmanlı hükûmetiyle yapılmış, uygulanmasına başlanmış olan tüm
ayrıcalık sözleşmelerinin hatta resmi formaliteleri tamamlanmamış bile olsa,
şimdiki Türk hükûmetince de geçerli sayılması gerektiğine ilişkin bir madde koymaya
hazırlandıklarını ansızın haber aldık. Bu sıralarda ben karanlıkta çalışıyor
gibiydim.
Çünkü tüm bu plânlar Müttefiklerce özel oturumlarda kararlaştırılmıştı; ben bu
oturumlara alınmıyordum, onların amaçları konusunda tam bir bilgiye sahip olmadığım
için de çıkarımızı koruyacak davranışlara girişmem olanaksız oluyordu. Çok şükür ki
Paşa'dan müttefiklerin planlarını ve düşüncelerini adım adım öğrenmek imkanını
bulabildim.
5 Haziranda yaptığımız bir görüşmede Paşa savaştan önce yapılmış ayrıcalık
sözleşmelerini geçerli saymak için müttefiklerin kendisini adamakıllı
sıkıştırdıklarını bildirdi ve bu konuda ne düşündüğümü sordu. Kendisine, bu kadar
önemli bir prensip sorununda Türk hükûmetinin boyun bükmeyeceğine Amerika'nın tam
güveni olduğunu bildirdim. Paşa çok güç durumda bulunduğunu, Müttefiklerin tamamen
hukuki bir sorunu politik duruma getirdikleri, bu yüzden barışın tehlikeye girmek
üzere olduğunu, çok sıkışırsa Müttefiklerin direnmesine ''peki'' demeyi düşündüğünü
söyledi. Kendine böyle bir durumun Amerikan-Türk ilişkilerini ciddi şekilde
sarsıntıya uğratacağını anlattım. Bu fikrimde direnerek bir saat konuştuk ve Paşa
ayrıldı.
Müttefiklerin ileri sürdüğü öneri bir Fransız ile iki İngiliz şirketinin yani Reji
General Kampanyasının çıkarlarını korumak ve savunmak amacını güdüyordu.
Birinci şirketle ilgili görüşlere kişisel olarak ilgi duyuyorum. 1914'te Türk
hükûmeti Samsun-Sivas demiryolu ve Samsun Limanı yapımını bu şirkete vermiş ve
anlaşma üzerine Fransız şirketi işe başlamıştı. Fransa, Türk hükûmetine milyonlarca
frank borç vermeyi kabullenmiş, bunun da önemli bölümünü savaştan önce Türklere
ödemişti (1). Her şey yoluna girmiş, fakat Osmanlı Parlamentosu, borçlanma
anlaşmasını kabul ettiği halde ayrıcalık anlaşmasını reddetmişti. Bu nedenle
Fransızlar ayrıcalık sorununda adalet prensipleri ve ahlaki bakımdan haklı olmakla
birlikte, hukuki bakımdan iddiaları tam ve itiraz edilmez bir temele dayanmıyordu.
Bu yılın başında yeni Türk hükûmeti vaktiyle Fransız şirketine verilmiş olan bir
ayrıcalığı Amerikan Chester şirketine devretti ve önceden Fransa ile yapılmış olan
sözleşmeyi şimdi Amerika'nın kabul etmesini şart koştu. Bunu konferansta bizi
Fransızlara koz olarak kullanmak amacıyla mı, yoksa Türkiye'nin imarının büyük
bölümünü tarafsız bir devlete havale etmek için mi yapmış olduğunu henüz
anlayabilmiş değiliz.
Her ne olursa olsun, açık kapı prensibine aykırı olarak Müttefiklerin eksik veya
hükümsüz sözleşmeleri hukuki bakımdan geçerli duruma getirmek için bir barış
antlaşmasını araç olarak kullanmalarına izin veremezdik. Türk Petrol Şirketinin
Musul yatakları üzerinde ayrıcalığı ise eski Türk Sadrazamı Sait Halim Paşa'nın
1914 yılında İngiltere'nin İstanbul Sefirine verdiği bir mektuba dayanmaktaydı, bu
nedenle de ne hukuken geçerli, ne de adilâne idi. Geçen üç yıl içinde hükûmetimiz
bu konuda İngiliz hükûmeti ile sürekli şekilde görüşmüş ve bir hakem kuruluna
gidilmesini ısrarla önermiştir. Fakat İngiltere hükûmeti durumunun zayıf olduğunu
bildiği için bu öneriyi hep geri çevirmişti.
Eski ayrıcalıkların yeniden tanınması konusunda antlaşmaya sokulmak istenen maddeyi
tüm Müttefik delegelerle ayrı ayrı görüşüp protesto ettim. Fransız delegesi Pelle
ülkesinin meşru hakları için mücadele edeceğini, beni desteklemeyeceğini söyledi.
İngiliz delegesi Rumbold bu maddenin Fransız şirketini korumak amacını güttüğünü
söyledi ve: ''Eğer siz bir ayrıcalığa milyonlarca dolar yatırsaydınız, sonra da bu
imtiyaz sizin elinizden alınsaydı ne yapardınız?'' dedi. Cevap olarak Fransızların
bu şekilde davranışlarına hak vermişlerse, zarar gören tarafa elbette bunu
giderecek bir tazminat ödemeleri gerektiğini, fakat bu çeşit anlaşmaların barış
antlaşmaları ile değil, hakem kurullarına başvurarak çözülmesi gerektiğini
söyledim.
Antlaşmaya konulmak istenen madde konusunda onbeş noktalık bir itirazname
hazırladım ve Müttefik delegelere, eğer adı geçen maddeyi antlaşmaya sokmak
isterlerse bu itiraznameyi konferans masasına getireceğimi ve ayrıca basına
vereceğimi, buna mecbur kalmaktan üzüntü duyduğumu söyledim. Birçok gün sonra
maddenin antlaşmaya sokulmasından cayıldığını öğrendim. Fakat bu zafer üzerine tam
birbirimizi kutlamaya başlamıştık ki, başka bir haber geldi. Gizli olarak verilen
bu habere göre Müttefikler o maddeyi çıkarmakla birlikte, yerine adı geçen üç
şirketin haklarını koruyacak başka üç madde koymuşlardı. Benden gizli tutulan bu üç
maddenin metinlerini ele geçirdim.
Bir hafta mücadele ettim, herkesin kuyruğuna yapışarak, tavuk kümesine dadanan
tilki gibi kendimi herkese tanıttım. Son toplantıdan önceki iki gün ve gece
sırasında İsmet Paşa'yı yedi kere ziyaret ettim ve kendisine tekrar tekrar
''Amerika Birleşik Devletleri her Türkten görevini yapmasını beklediğini,
Müttefiklerin kendisini hırpalayacaklarını, ağır muamele yapacaklarını, emredici
olarak davranacaklarını, bütün güçleri ile üzerine yükleneceklerini, fakat eğer
sıkı durur ve zaaf göstermezse davayı kazanacağını söyledim. Benim içeri
alınmadığım son toplantı akşam saat 17'de başlayıp ertesi sabah saat 02'ye dek
sürdü. Arada yalnız bir yemek arası verilmişti. Zaman zaman bültenler alıyordum.
İsmet Paşa'ya ecel terleri döktürüyorlardı. Gözlerinin altında derin halkalar
belirmiş, saçları dimdik olmuş, tüm gücü tükenmişti, fakat bütün saldırılara rağmen
ayakta durma ve karşı koymaya devam ediyordu. Sonuç sabaha karşı saat 3'te geldi.
Anlaşıldı ki Müttefikler son bir saldırıdan sonra silâhlarını bırakmışlar ve
antlaşmada Türk Petrol kumpanyasından hiç söz etmemeyi kabullenmişlerdi.
Ertesi sabah Paşa'yı gördüm, on yıl yaşlanmış görünüyordu, fakat mücadelemizde
zaferi kazanmıştık... Öteki komisyonlar da aynı çetin mücadeleden geçtikten sonra
24 Temmuz'da Lozan Barış Antlaşması imzalandı.
Lozan'da bir yandan Müttefiklerle barış görüşmeleri yapılırken, bir yandan da Türk
kurulu ile Amerikan kurulu arasında ayrıca bir dostluk ve ticaret antlaşması yapmak
konusunda görüşmeler cereyan etmekteydi. Mr. Grew'un liderliği altında bulunan
Amerikan delegasyonu ile İsmet Paşa ve öteki Türk delegeleri bu görüşmelere 1923
Haziranında başlamışlar ve 6 Ağustosta bir antlaşma imzalamışlardı. Fakat bu
antlaşma Amerikan Senatosu'nun çoğunluğunca 6 oy farkla reddedilmişti. Bu şekilde
askıda kalan Amerikan-Türk ilişkilerini en uygun şekilde yeniden düzenlemek için,
Amerikan Başkanının isteği üzerine ve Senato'nun onaylamasıyla Mr. Grew, 19 Mayıs
1927'de, Türkiye'ye elçi olarak atanmıştı.
TÜRKİYE ELÇİLİĞİ
Oldukça gürültülü bir hava içinde, Leviathan gemisiyle 1 Ağustos Pazar günü New
York'tan ayrıldım. Bazı ince ruhlu Ermeniler yeni yaptıkları bir mitingte
Türkiye'nin Amerika'daki elçisini, yahut beni veya her ikimizi birden vurma fikrini
ileri sürmüşlerdi. Bu davranışlarıyla Ermeni ırkının ıstıraplarına karşı bütün
dünyanın merhametini ve ilgisini çekmek istiyorlardı. Bu karışık hava yüzünden,
gemiye güvenlik memurlarının koruması altında götürüldüm; gemi kalkıncaya dek
kabinimin kapısında bir polis nöbet tuttu. Fakat can sıkacak hiçbir olay çıkmadı.
Gemimiz fevkalâdeydi. Gezimiz çok rahat geçti. Yalnız bir aralık kızım Elsie çok
heyecan geçirdi, çünkü masamızın yanında duran birini Ermeni'ye benzetmişti. Fakat
kamarot her zaman sakin durdu.
9-18 EYLÜL, 1927
Ağustos sabahı Cleopatra gemisiyle Venedik'ten ayrıldım. Kaptana kendimi tanıttım,
derhal geminin puruva direğine Amerikan bayrağı çektirdi. Gemide bir Mısır Prensi,
İstanbul'daki İtalyan Ticaret Odası Başkanı, Almanlar, Yunanlılar, İtalyanlar,
Fransızlar, Avusturyalılar ve Türklerden oluşan bir yolcu kalabalığı vardı.
17 Ağustosta Pire'yi gördükten sonra, ertesi sabah Çanakkale Boğazı'na girdik.
Boğazdan geçiş benim için ilginç oldu, çünkü Gelibolu savaşlarını en ince noktasına
dek hatırladım. Kaptan bizi, kaptan köşküne çağırdı ve çevreyi buradan seyrettik.
İlk gözümüze çarpan işaret, Fransız savaş gemisi Bouvet'in battığı yer oldu. Onun
batışıyla ilgili haberleri o kadar iyi hatırlıyorum ki... Sonra Avustralya ve
Fransız mezarlıklarıyla, Avustralya Savaş Ölüleri Anıtı, o korkunç ve semeresiz
savaşın sonsuz anıları olarak Çanakkale Boğazı'ndan geçen herkesin gözüne
çarpmaktadır. Daha sonra boğazları ve kaleleri ile Çanakkale... Savaş gemilerinin
buradan geçememiş olmasına şaşmamalı. Her yerde kaleler ve istihkamlar. Fakat Lozan
Antlaşması hükümlerine göre silâhtan arındırılmış. Şimdi uluslararası bir komisyon
boğazları denetliyor. Lozan Antlaşmasında imzası olmayan bizler, bütün
avantajlardan yararlanıyor, fakat hiçbir sorumluluk yüklenmiyoruz. Ne kadar
istenirdi ki hükûmetlerin ölçüleriyle centilmenlerin ölçüleri aynı olsun...
Karanlıkta İstanbul'un ışıkları görünmeye başladı. Şehrin görkemli görüntüsünü
gurup zamanı geçebileceğimizi umduğum için bu durum canımı sıktı. Gemimiz Galata'da
demirledi ve az sonra tüm Amerikan elçilik görevlileri bir sandalla gemiye
yanaştılar; fakat Türk karantina memurları rahat rahat akşam yemeklerini yiyip de
ilk önce gemiye çıkıncaya dek bizim yanımıza gelemediler. Yarım saat bekledikten ve
pasaport formalitelerini bitirdikten sonra dışarı çıktık, otomobilimizle dik bir
yokuş tırmanarak Pera'ya ''Beyoğlu'' çıktık.
21 EYLÜL, İSTANBUL
Zaman uçar gibi geçti ve işte şu anda Ankara'ya gitmek üzere Anadolu
Ekspresindeyim. Yeni bir hükûmetle ilişkiler kurmaktan çok, manzara seyretmek
amacıyla bir gezi yaptığım duygusu içersindeyim. Yarın Dışişleri Bakanına yapacağım
ziyaret tamamen özel nitelikte. Kendimi Türkiye'nin başkentinde bulunca, elbette
ona bir uğrayıp görüşmem gerek.
Galata'dan Haydarpaşa'ya gelirken küçük bir vapurun güvertesinden seyrettiğim gurup
tasvir edilmez derecede güzeldi. Bu gurubun renklerini ancak bir ressam bir bir
sayabilirdi, fakat ben, alevler içindeki gökyüzüne karşı gölge gibi yükselen
camileri, minareleriyle mor pembe bir ışık denizinde yıkanan İstanbul'un bu akşam
görüntüsünü -ki aynı görüntüyü çok kereler gördük- hiç unutamayacağım. Solda Pera
ve Boğaziçi, sağda İstanbul ve Marmara, karşıda Üsküdar ve Haydarpaşa. Denizin
rengi neredeyse lacivert! Dalgaların tepesi ise kızıla yaklaşıyordu. Bu müthiş
güzellik karşısında soluğum kesildi...
22 EYLÜL, ANKARA
Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey kendisini ziyaretim için saat 17.30'da randevu
vermişti. Bakanlık neredeyse yıkılacak derecede harap, karanlık ve kirli bir yapıda
bulunuyordu, fakat yakında yeni bir yapıya taşınacakmış. Kapalı, daracık bir yere
girdik -öyle ki buraya oda bile denilemezdi- ve daha ilk anda bakanın kişiliği beni
şaşırttı; Amiral Bristol ve öteki elçilik memurlarımızdan o kadar sözünü duyduğum
Tevfik Rüştü Bey'in bu insan olduğuna âdeta inanamıyordum.
Bakan beni içten selamladı ve Birleşik Amerika temsilcisi olarak beni kabul
etmekten, özellikle Lozan Antlaşmasına imza koymuş bir insan oluşumdan ötürü
memnunluk duyduğunu belirtti ve İsmet Paşa'nın benden her zaman övgü dolu sözlerle
bahsettiğini ve Lozan Konferansında derin bir anlayış gösterdiğime sık sık işaret
etmiş olduğunu söyledi.
Ben de konferans sırasında Türkiye'yi az çok tanıdığımı, konferansta büyük bir
ustalık ve anlayış göstermiş olan İsmet Paşa'nın kişiliğine karşı derin bir sempati
ve hayranlık duymakta olduğumu Türkiye'nin birkaç yıl içindeki gelişmelerini yakın
bir ilgi ile izlediğimi, cumhurbaşkanımızın beni bu göreve atamış olmasından ötürü
özel bir mutluluk duyduğumu söyleyerek cevap verdim. Daha sonra ''Amiral
Bristol'dan sizi o kadar dinledim ki, daha önceden de zaten sizi iyice tanımış
bulunuyordum'' dedim.
Bu sözümden Tevfik Bey pek hoşlanmış göründü ve Amiral Bristol'ün Türkiye'nin
sorunlarını çok iyi anlamış olduğunu, onun bu kavrayış ve anlayışından ötürüdür ki
iki ülke arasındaki ilişkilerin bugünkü durumda devam ettiğini söyledi.
Bundan sonra kendisine cumhurbaşkanına güven mektubunu ne zaman takdim
edebileceğimin bildirilmesini rica eden bir yazı ile güven mektubunun ve
cumhurbaşkanına hitaben söyleyeceğim söylevin bir kopyesini verdim.
Bakan, 15 Ekimde toplanacak olan Halk Partisi Kongresinden önce kabul edilmem için
çaba göstereceğini ve kabul tarihini bana çok daha önceden haber vereceğini
söyledi.
Amerika'ya Türk elçisi olarak gönderilecek Muhtar Bey'in Ankara'da olup olmadığını
sordum. Bakan, Muhtar Bey'in bir an önce Amerika'ya gönderilmesi için elinden
geldiğince çalıştığını, bu ayın sonundan önce hareket edebileceğini umduğunu
söyledi.
Bu görüşmeden sonra sefarethaneye döndüm, elbise değiştirdim ve akşam 19.30'da
Anadolu Ekspresi ile İstanbul'a hareket ettim.
Türkiye'nin Atina Büyükelçisi Cevat Bey de bu sabah ziyaretime geldi. Önceden
ikimiz St. Petersburg'da elçilik kâtibi, daha sonra Bern'de elçi olarak bulunmuş ve
dost olmuştuk. Bugünkü uzun görüşmemiz eski dostluğumuzu tazeledi.
Cevat, Amerika'ya Türk elçisi olarak gönderilmesi kararlaştırılan Muhtar Bey'in çok
iyi bir temsilci olacağını söyledi. Ben de cevaben bundan emin olduğumu, fakat
kendisinin İngilizce bilmeyişinin çalışmaları sırasında kendisini güçlüklerle
karşılaştıracağını, çünkü Amerika'daki işadamları ve öteki kişilerle ilişkiler
kurmasının çok önemli olduğunu, oysa bu kişilerden pek azının Fransızca bildiğini
söyledim. Halkımızın Türkiye'yi pek tanımadığını, Ermeniler sorunu ve Abdülhamit
rejiminin bırakmış olduğu eski izlenimleri silmek için Türkiye'nin henüz çok şey
yapmamış olduğunu ekledim. Türkiye'nin yeni gelişmelerini, başarılarını, geleceğe
yönelik programlarını Amerikan halkına mümkün olduğu kadar açık bir şekilde
anlatmanın önemi üzerinde durdum.
İstanbul, Ankara ve öteki ziyaretlerimden söz ettikten sonra Cevat Bey, Gazi ile
yeni görüşmüş olduğunu ve kendisinin eski dostluğumuza dayanarak benimle özel ve
içten bir konuşma yapmak istediğini, gerek hükûmetin, gerek halkın benim elçiliğe
atanmamı pek memnunlukla karşılamış olduğunu, Birleşik Amerika ile yeniden
ilişkiler kurulması ve ilişkilerin geliştirilmesi için ilk Amerikan elçisi olarak
benim gönderilmiş olmamı sevinçle karşıladıklarını söylemek lütfunda bulundu.
26 EYLÜL, İSTANBUL
Bugünlerin üç ünlü sorunu var:
1) Biz buraya gelmeden birkaç gün önce komünistlerden bir grup, Beyoğlu
Caddesindeki Tokatlıyan Otelinin tam bitişiğinde bir oda tutarak içersinde bomba ve
daha pek çok silâh depo etmişler, amaçları çok açık olarak otele yaptığı
ziyaretlerden birinde Gazi'yi öldürmekmiş. Polisler bunu öğrenip odayı basmaya
girişince yaylım ateşine tutulmuşlar ve üçü ölmüş. Komünist çetesinin öldürülmemiş
olan mensupları tutuklanmış ve ötekilerinin bulunması için sıkı aramaya girişilmiş.
Bunların Ermeni oldukları anlaşıldı ve ele geçirilen broşürlerden Üçüncü
Enternasyonal ile ilgili bulundukları ve Rusya'dan para aldıkları ortaya çıkarıldı.
Bunların New York'taki Ermeni cemiyetleriyle de bağlantılı olup olmadıklarını
düşündüm. Kendilerine Altunyan Çetesi adı verilmektedir. Gazeteler bunların
çabalarının gerçek nedenini gizlerdi ve amaçlarının, içersinde büyük bir servet
bulunan Yıldız Köşkü gazinosunu soymak olduğunu ileri sürdüler.
2) Yıldız Köşkü Gazinosu'nda yaz boyunca çeşitli kumar masaları dolup dolup
boşalmış, bazı yüksek Türk memurları, diplomatlar ve daha başka kişiler buraya sık
sık gelmişlerdi. Biz gelmeden az önce burası basılmış, yönetici Serra tutuklanmış
ve orada bulunanların hepsi mahkemeye gönderilmişlerdi.
Bunların içinde İran Sefareti Müsteşarı ile İtalyan Sefaretinin bir yüksek memuru
da bulunmakta idi. Baskın için ileri sürülen neden, gazinonun içeriye Türk memuru
almamayı taahhüt ettiği, fakat bu sözünde durmadığı idi. Türk memurları buraya
sürekli gelip kumar oynamışlardı ve öyle sanırım ki Gazi bu durumu kendi reform
programına aykırı bulmuştu. Çok akıllıca bir davranış.
3) Ünlü bir Türk ailesinin oğlu bir Yahudi kızına âşık olmuş ve kız istemediği
halde aylarca onun peşinden koşmuş, başka bir adamla evlendiğini duymuş; bizim
sefarethanenin az aşağısında kızla karşılaşmış ve bıçaklayarak öldürmüş. Bunun
üzerine hemen harekete geçilerek delikanlıyı cezadan kurtarmak amacıyla kendisinin
deli olduğu bildirilmiş ve bir hastaneye gönderilmiş. Kızın cenaze töreninde
Yahudiler adalet adamları aleyhine gösteri yaptıklarından tutuklanmışlar. Yine ünlü
bir Yahudi olan Pardo, İsmet Paşa'ya bir mektup yazarak adalet istemiş ve katilin
cezalandırılmasını talep etmiş. Kısa bir süre sonra da tutuklanmış. Biz
geldiğimizde gazeteler bu haberlerle doluydu. Fakat şimdi Paşa, adalet makamlarına
gönderdiği bir mektubu yayımladı. Bu mektupta, Pardo'nun kendisine yolladığı
mektubun aslını görmediğini, bakanlığındaki ilgili memurların bu mektubu
inceleyerek doğruca Adalet Bakanlığı'na göndermiş olduklarını, fakat kendisinin
şahsen Pardo'yu tanıdığını, bu kişinin yıllarca önce askerî okulda Fransızca
öğretmenliği yaptığını, dürüst karakterli bir insan olduğunu ve yanlış bir iş
yapabileceğine ihtimal vermediğini bildiriyordu. Bu mektubun bir sonucu olarak
Pardo ve öteki Yahudiler mahkemede beraat ettiler. Paşa'nın hakseverliği her
tarafta hararetle övülüyor. Başlangıçta adalet makamlarının şiddetli bir Yahudi
aleyhtarlığı şeklinde görülen davranışları, hükûmetin muhteşem alicenaplığı
hakkındaki sevinç çığlıkları ile sona erdi. Fakat katili mahkemeye sevketmeye hiç
niyet yok.
Bir söz daha. Bu anılarda kuşkusuz Türk hükûmetini sık sık yereceğim, nasıl ki
ülkemde kendi hükûmetimi yerdiğim gibi.
Her hükûmet yanlışlar yapar ya da adil kararlar verir. Türk hükûmeti gibi bir sürü
sorunlarla karşı karşıya kalan, yeni yapıların temellerini atan başka milletlerde
ancak birkaç neslin başarabildiği temel değişiklik ve gelişmeleri çok kısa bir
süreye sığdırmakla kendini görevlendiren bir hükûmetin ise çok daha fazla hatalar
yapması çok normaldir. Bunun için eleştirilerimi yaparken bu noktayı her zaman göz
önünde tutacağım. Türk hükûmetinin şimdiye kadar başarmış olduğu işlere, altından
kalkılamaz gibi görünen bir işi gerçekleştirmek yoluna girmesine ve birçok
tahminlerin aksine olarak bütün bu sorunları çözmek yeteneğine, gücüne sahip
olduğunu gösterebilmiş olmasına derin bir hayranlık duymaktayım. Bundan sonraki
gelişmelerinde aldığı önlemler ve kararlar zaman zaman sabrımı tüketse, hatta beni
gazaba getirse bile, yine de Türkiye'nin daha büyük hedeflere yönelen çalışmalarına
tüm kalbimle sempati duyacağım. Güçlü bir millîyetçilik, onun başarılarının
anasıdır, oysa içerdeki tüm güçler istediği yönde gelişmek için serbest
bırakılırsa, bugün Türkiye'nin durumunda bulunan herhangi bir ulusun varlığını
sürdürebileceği umut edilmez. Bu nedenle onun şovenist ruh yapısına tahammül etmeli
ve Türkiye Cumhuriyeti'nin daha büyük hedeflerini içtenlikle göz önüne getirerek
eleştirilerimizde ölçülü olmalıyız.
1 EKİM 1927
Bugün Polonya Elçisi Novarski ile görüştüm. Kendisi İsmet Paşa'ya karşı büyük bir
sempati duyduğunu, onu çok zarif bir insan ve güçlü bir yönetici olarak gördüğünü
söyledi. Tevfik Rüştü Bey'in tamamen başka tipte bir insan ve fazla bir Sovyet
taraftarı olduğunu ekledi. Bununla birlikte Cumhurbaşkanına çok bağlı bir memur
olduğunu, Cumhurbaşkanının Sovyet taraftarlığının ise duygulardan pek uzak
bulunduğunu anlattı. Yunan savaşı sırasında Sovyet Rusya'dan yardım gördüğü için
Gazi bu ülkeye karşı bir dereceye dek minnettarlık duyuyor ve dostluk ilişkileri
içinde yaşamayı çok istiyormuş, fakat Türkiye'de her ne şekilde olursa olsun,
Sovyet propagandalarının ilk belirtisi acımasız şekilde bastırılmış, buna
girişenler asılmış. Elçinin kanısına göre bu şekil çabalara bundan böyle de hiç göz
yumulmayacakmış.
Mr. Kovalski, Mustafa Kemal Paşa'nın iyi duygulara sahip, düşündüklerini olduğu
gibi ve açıkça söylemeye alışmış, zekâsı çok aydınlık şekilde çalışan, gerçekten
büyük bir adam olduğunu söyledi.
Pek doğal olarak Cumhurbaşkanı bir diktatör olmak zorunda kalmış, çünkü Türkiye,
İsviçre ve öteki Avrupa ülkeleri ile karşılaştırılamaz. Türkler daha kendi
kendilerini yönetecek duruma gelmemişler; bir diktatörlük olmazsa ülke
parçalanabilir.
12 EKİM, 1927
Protokol Genel Müdürü Saffet Ziya Bey saat 2.45'te elçiliğe gelerek beni ve elçilik
erkânını aldı, güven mektubumu sunmak üzere otomobillerle Çankaya'ya gittik. Köşke
girmeden önce bir tören kıtasınca selamlandık, Köşkün kapısında Tevfik Rüştü ve
öteki görevliler bizi karşıladı.
Hemen cumhurbaşkanının odasına girdim. Kendisi masasının önünde duruyordu, sağında
Tevfik Rüştü Bey, solunda da Saffet Ziya Bey yer aldı. Ben de masanın tam
karşısındaki halının ortasında durdum ve İngilizce olarak söylevimi okudum. Tevfik
Rüştü Bey Türkçeye çevirdi. Bundan sonra da Cumhurbaşkanı, apaçık bir şekilde
belirlenen şiddetli bir soğukalgınlığından. rahatsız olduğu için çok yavaş bir
sesle kendi cevabını okudu. Tevfik Rüştü Bey de bunu Fransızcaya çevirdi.
Güven mektubumu verip el sıkıştıktan sonra özel şekilde konuşmaya başladık. Bana,
Türkiye'ye daha önce hiç gelip gelmemiş olduğumu sordu. Ankara'yı da nasıl
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Atatürk ve İnönü - 5
- Büleklär
- Atatürk ve İnönü - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3497Unikal süzlärneñ gomumi sanı 183727.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Atatürk ve İnönü - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3635Unikal süzlärneñ gomumi sanı 189530.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Atatürk ve İnönü - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3568Unikal süzlärneñ gomumi sanı 181931.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Atatürk ve İnönü - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3593Unikal süzlärneñ gomumi sanı 197929.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Atatürk ve İnönü - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3673Unikal süzlärneñ gomumi sanı 187230.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Atatürk ve İnönü - 6Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3714Unikal süzlärneñ gomumi sanı 187129.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Atatürk ve İnönü - 7Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3643Unikal süzlärneñ gomumi sanı 193127.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Atatürk ve İnönü - 8Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3609Unikal süzlärneñ gomumi sanı 194729.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Atatürk ve İnönü - 9Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2611Unikal süzlärneñ gomumi sanı 155330.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.