Alfa Cellatlari - 1
Süzlärneñ gomumi sanı 3893
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2251
30.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
45.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
52.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
BASKAN YAYINLARI
Birinci Bölüm
Yazan : EMİL PETAJA
Çeviren : ŞERİF YENEN
Alpha Yes, Terra No
Ali Rıza Baskan
Güzel Sanatlar Matbaası'nda
dizilmiş ve basılmıştır.
Her hakkı mahfuzdur.
Baskan Yayınları A. Ş.
İstanbul - 1983
SAN FRANSİSCO, turistler için oldukça büyük ve ilginç bir kenttir. Bu kente sert bir kasını gecesi, saat on sularında eşyasız ve habersiz olarak, çok uzaklardan bir yolcu gelmişti. Ortalıkta sisli havanın sessizliği ve rüzgârın Embarkadero boyunca yayılan rıhtım süpürüntüleri arasından gelen hafif uğultusu vardı. Sisin kararttığı sulara baktı; römorkör seslerini ve Hunter's Point'ten, Farallans'a kadar yayılan sis düdüklerinin senfonisini dinledi. Okyanusun tuzlu havasını kokladı. Vücudunun çıplak yerlerine rüzgârın nemini hissediyordu. Sisi, aşağıda çağıldayan suları, iyot kokusunu ve keskin rüzgârı yadırgamadı.
Burada beklemek akılsızlıktı. Saat kuleli büyük binanın girişindeki hışırtı ve bilinmeyen bir çizmenin çıtırtısı; kim olduğunu, nerede bulunduğunu ve öyle durup aptal aptal bakmanın gereksizliğini hatırlattı. Hemen değişmeliydi. Olduğu gibi görünmemesi gerekiyordu. İşi yüzüne gözüne bulaştırmamalıydi. Çünkü onu buraya gönderen Yüksek Mahkeme'ye meydan okumuştu. Yapılacak çok işi vardı.
Karanlıklara doğru yürüdü. Bu sadist ve Düşman Dün-ya'nın yaşamına dalmadan önce derin bir nefes aldı. Soğuk bir korkunun, her tarafını sardığını hissetti. Hiç kimseyi kuşkulandırmamalıydı.
Şimdilik sadece her amaca hizmet eden bir vücutla görünmeye karar verdi. Hızla gelen bir taksinin ve boş bir otobüsün önünden fırlayarak Embarkadero'yu geçti. Görünüşü bir bukalemun gibi çevresine uyacaktı. Sırası geldikçe de belirli bir kişiliğe bürünecekti.
- Bir yudum alsana ahbap.
Kapının önünde sürüklenen gölgenin üzerinde uzun bir palto vardı. Sakalları uzamış, yüzü kir içinde, gözleri nezleli gibiydi. İlk gördüğü insandı bu.
- Kusura bakma, alamayacağım, diye konuştu. Adamı inceledi. Bu ortamda ve şarabın buğusu içinde kendini, serserinin onu gördüğü gibi görüyordu. Her gece görmeyi beklediği bir serseri gibi. içecek sigarası olmayan bir serseri. Bunlar bir yudum ucuz şarap veya bir parça esrarı bedava alabilmek için her şeyi yaparlardı.
Yolcu, sigara ve para kavramlarını bir yana bırakarak
omuzunu silkti ve uzaklaştı. Geri zekâlı bir yaratığı yanılt
mak kolaydı; fakat somut cisimlere ruh vermek daha son
ra yapılacak işti. Gerçek gibi görünmeliydi. Karşılaşacağı
tek sorun buydu. Uzaklaşırken mekanik bir sesten çıkan
"O çocuğu" sözünü duydu. Serseriye bir sigara ver
seydi, bu sözü duymazdı.
İlk edindiği izlenimler tam anlamıyla düşlerini kırmıştı. Belki de haklıydı Yüksek Mahkeme. Ayaklarını sürüdü, kuyruğunu yerden aldı ve kendi biçimine döndü. Caddenin aşağısında değişecekti yine.
Üçüncü caddeye varıncaya kadar çok şey gözüne çarpmıştı. Çevrede fazla insan yoktu. Ferry Building'deki saat, on bir kez çalınca zamanı anımsadı. Üçüncü caddeye dönmeden önce, elini bir dükkandan içeri sokarak sigara ve kibrit aldı. İnsanlarla ilişkiye girmesi için bu gerekliydi. Kafalarını incelemek yeterli değildi. İnsanlarla aynı düşünceyi paylaşmalı ve onlar gibi olmalıydı.
"Crusade of Life Mission" yazısının ve ışıklardan oludan kavşağın kızıl parlaklığı altında durdu ve bir denizciden gördüğü şekilde sigarasını yaktı. Dumanın tadını tadarken bakışları karşıdaki dükkânın tozlu penceresine ilişti. Pencerede mal yerine, kaba bir el yazısı ile yazılmış bir yazı vardı: "Dini konuşmalar, bedava çorba, İsa sizin için dua edecek." Altında da "Rev. Carmichael Jones" iman okunuyordu.
- Şunlardan bir tane versene!
Yine sigara içmek isteyen biriydi. Gülümseyerek paketi adama verdi. Kel, yüzü seğiren, küçük ve aç bir yaratıktı. Parmakları
titriyordu; sigarayı yakar yakmaz üst üste nefes çekmeye başladı. Sonra başparmağıyla misyonu göstererek:
— Geliyor musun arkadaş? dedi.
— Sana ne veriyorlar?
— Çorba, pek fena değil. Kahve kötü, ama böyle gece
lerde iyi gidiyor.
— Ya vaaz?
— Ha! Evet. Zırvalayıp duruyorlar. Biliyorsun, Tanrı
ve diğerleri... Fakat içerisi sıcak. Kestirmek için iyi olu
yor. Sıralar da fena değil. Sadece öbür dünya için birkaç
şarkı söylüyorum.
Başıyla doğruladı. Dünyalılar'ın bu aptalca düşünceleri hakkında bu kadar çok şey öğrenmenin heyecanı tüm vücudunu kapladı. Umut var mıydı?
- Vaiz Jones fena adam değildir, diye konuşmasını
sürdürdü. Bir gece bana tam bir dolar vermişti. Verirken
de Mesih hakkında bir sürü martaval okumuştu. Enayilere
yutturuyor tabii.
İki serseri yanlarından geçerek misyona daldılar. Yolcu, tahta sıralı odaya ve yan tarafındaki geçişe bir göz attı. Önde kontrplaktan yapılmış bir kürsü, arkada da mor bir saten örtüyle kaplanmış tabure vardı. Daha arkadaysa mutfak kapısı görünüyordu. Çorbadan çıkan buhar, mutfak kapısından dışarıya yayılıyordu.
- Girmeden önce bir fırt daha alsam?
Serseri tam bir otlakçıydı. Belli ki yine nikotin krizi tutmuştu.
— Sonra içersin. Eli kapının tokmağına gitti.
— Adım Corky, dedi küçük adam. Birbirimize destek
olalım. Ha, ne dersin? Elli sente şarap alabileceğimiz bir
yer biliyorum.
Yolcu, kendisine merakla bakan bu zavallıyı şöyle bir süzdü. Uzun ve basık tavanlı odanın arka taraflarında bir yere otururken; bu adamdan en kısa zamanda kurtulmaya karar verdi.
Öndeki küçük orgtan çıkan kederli bir ilâhi melodisi duyuluyordu. Çalan da bir kadındı. Zayıf, solgun yüzlü, saçları bakımsız ve buruşuk elbisesi soba borusuna benzeyen bir kadın. Zayıf, asık suratlı, beyaz saçlı bir adam kapalı gözlerle kürsüye yaslandı. Mavi damarlı parmaklarını alnına doğru götürdü.
Yolcunun onu süzmesi üzerine merakla doğruldu. Bu düşünceli adamın kafasından, vahşi ve parlak ışıklarla kesilen karışık hayaller geçtiğini farketmişti.
Birkaç saniye sonra Reverend Carmichael Jones ayağa kalktı. Karısına org çalmayı kesmesini işaret ederek, ileriye doğru birkaç adım attı. Kemikli kolunu kaldırırken gözlerinin manyetik etkisi farkediliyordu.
- Arkadaşlar! Derinden gelen ses, sıcak bir dürüstlükle doluydu. "Tuhaf bir dünyada yaşıyoruz. Dünya'yı yönetenler uzaya her geçen daha çok adam gönderiyorlar. Daha çok insanı ve çok daha ötelere. Ay sadece bir başlangıçtı. Sonra Mars, Venüs ve diğerleri. Ne buldular arkadaşlar? Sadece Mars ve Jüpiter'in üçüncü uydusunda gelişmemiş hayvanlar. Doğru, Mars'ta bir zamanlar bizimkinden çok daha büyük olduğu anlaşılan bir uygarlığın kalıntılarını buldular. İlk Tevrat'ta sözü geçen ve kötülüğü ile tanınan Sodom ve Gomore kadar zengin bir uygarlık. Sonra yok oldu ve sonsuza kadar unutulmaya mahkûm oldu. Bu korkunç olaya sebep olan şey nedir? Günah! Günah ve fesat!..
Başını gururla salladı. Mekanik bir ses "Amin!" dedi.
- Fakat! İnsanoğlu bu zavallı Marslılar'dan bir şey öğrendi mi? Hayır, arkadaşlarım. Bin kere hayır! Onların, evrenin sırlarını falan düşündükleri yok. Sadece hırslarını tatmin etmeye çalışıyorlar. Mars'a yuva yapmak için adam gönderiyoruz. Port Mars'ın Hell-Bubble şehrini inşa ettik; ama yetmedi. Hayır, onlar her zaman daha çoğunu istiyorlar. Alıyorlar ve hiçbir şey vermiyorlar. Uzayda başlattıkları
bu büyük yağmayı sürdürürken bir an için bile insanlığı düşünmüyorlar. İleride göreceksiniz, bu yağma yıldızlara da sıçrayacak...
Serseri topluluğuna öfkeyle baktı, sonra da içini çekti.
- Burada, bu küçücük sıcak odada, biz basit adamlar onların dev uzay gemileriyle yaptddarı işlerle hiç ilgilenmiyoruz. Tek ilgilendiğimiz konu, ölümsüz ruhlarımızı kurtarmak! Mahşerin yakın olduğunu biliyoruz. Bir gün veya bir gece Mesih aramızda görünecek. Evet arkadaşlarım! Bir gece!.. Belki onu hemen tanıyamayabiliriz. Halktan biriymiş gibi gelebilir bize...
Durdu. Konuşurken kalabalığın üzerinde göz gezdirmiş ve dinleyenleri tek tek incelemişti, ama yolcunun üzerinde fazla durmamıştı.
Yolcu, içinde bir şeylere vaizin göz gezdirdiğini anladı. Jones, ateşli bir telepatistti. Orgun başındaki karısı da, kocasının polemiklerine kulak tıkamaya alışıktı. Konuşma biter bitmez çalmaya başlamıştı. Orgun hızlı ve monoton sesi odanın içini doldurdu. Çatlak sesiyle serserilere "When the Roll is Called up Yonder" ilâhisinde önderlik ediyordu. Serseriler canlandılar ve çorbalarını hak etmek için ona eşlik etmeye başladılar. Fakat uzay konuşması dikkatlerini çekmekten uzaktı. Birkaç şarkı, kısa bir ara ve çorba...
Bu sırada Jones hâlâ yolcuya bakıyor, çökük gözleri endişe ve şaşkınlıkla alev alev yanıyordu. Jones'un düşünceli olduğunu gören karısı, kızgın bir bakış fırlattıktan sonra, oturduğu yerden kalkıp oradakilere çorba kuyruğu oluşturmalarını işaret etti. Corky arkadaşını dirseğiyle dürttükten sonra diğerlerinin arasına karıştı.
Yolcu yerine oturdu. En iyisi kaçmaktı; ama Jones hakkında bilgi edinmek için sanki şeytan dürtüyordu. Söyledikleri yol gösterici şeylerdi.
Kaçmak için çok geç kalmıştı. Uzun boylu vaiz, geçilin sonunda yolunu kesti. Tüm arzuları doruğa ulaşmıştı
vaizin. Jones mutlu bir adamdı. Okuduğu dualara da tam anlamıyla inanıyordu.
Titrek bir sesle "Kimsin?" dedi.
— Hiç kimse. Yolcu omuzunu silkerken gülümsemişti.
— Emin misin, diye elini uzattı. Emin misin?
Yolcu bön bön baktı ve başıyla doğruladı.
— Nerelisin? sesi sert ve inatçıydı. Biraz önce bir ışık
gördüm, senin olduğun taraftan geldi!
— Ben ışık falan görmedim.
-- Çok uzaklardan geliyorsun değil mi? Sesi ıslık gibiydi. Biliyordum, o ışık geldiğinde... Çok şey biliyordum ama şimdi hiçbir şey kalmadı. Sesi isteri içinde yükseldi, daha sonra iniltiyle kesildi. Bu anı çok beklemişti. Tüm yaşam boyu bu anı beklemişti. Gerçi papaz bile değildi; ama "Neden ben olmayayım?" diye düşünmekten alamadı kendini.
- Nerelisiniz? diye tekrarladı.
Yolcu daha önceden öğrendiği bir kentin adını söyledi:
- Chicagolu.
-- İnanmıyorum. Gözlerinin içinden okuyorum. Sen çok daha uzak bir yerden gelmişsin. Ağlamaklı bir sesle "Kal!" diye yalvardı. Karımla beraber bir akşam yemeği yiyelim. Çorba değil, gerçek bir yemek. Lütfen!
- Aç değilim.
Jones çırpınmaya başladı. "Biliyordum! Biliyordum!" Ellerini birleştirip dizlerinin üstüne çöktü. Tanrıdan uzak yaşadığı yıllarda duyduğu azabı gidermeye çalıştı. Yolcu gitmeye uğraştıysa da arkasına yapışmıştı Jones. Tam Yüksek Mahkeme'ye gösterebileceği bir adamdı.
- Kalk lütfen!
Jones dizlerini iyice yere yapıştırdı. Yıllardır beklemişti bu fırsatı ve kaybetmeye hiç niyeti yoktu.
Yolcu bir an için onu öldürmeyi düşündü. Kalp kaslarının üzerine ani bir darbe yeterdi. Bunu, çok zorda kalırsa uygulamaya karar verdi.
- Carmichael Jones!
Mutfak kapısında elinde bir çorba kasesi ile duran karısı Alma, vaizi tekrar gerçekler dünyasına döndürdü. Jones rüyası daha başlamadan bittiği için hıçkırarak görevinin başına gitti.
Yolcu da, arkasından belli belirsiz bir gülümsemeyle sıraların arasından hızla kayarak sisli geceye daldı...
İkinci Bölüm
İLGİDEN kaçınmalıydı. Market caddesine doğru yürüdü ve 40 yaşlarında bir işadamı oldu. Kearny caddesinde yürürken, toplantıda olup olmadığım ve üç sarışın tanıyıp tanımadığını soran bir sarhoşla konuştu. Sonra Montgomery caddesine döndü, burası daha sakindi.
Old St. Mary'nin saati on ikiyi çaldı.
Yeni vücudu şaşılacak derecede yorulmuştu. Bu vücudu iyi kopya etmişti oysa. Kalp, damarlara alkollü kan pompalıyordu. Beyinden sürekli suçluluk düşünceleri geçiyordu. Ülser, "Karıma ne yapıyorum?" düşüncesi ve siroz onu çok rahatsız ediyordu. Daha genç birini bulmalıydı...
Panelli'nin lokantasında istediğini buldu. Alaska'daki mercan adalarından gelen bir denizciydi. Yolcu, onu Dün-ya'daki eş ruhu olarak görüyordu. Ama tamamıyla kopya etmek de tehlikeliydi. Sonra kontrolünden çıkabilirdi.
Dev bir binanın kapı aralığında durarak iki saat içinde öğrendiklerini düşündü. Öncelikle şunu öğrenmişti: Dünyalılar oldukça ilkel varlıklardı. Kafa yapıları hemen hemen aynıydı. Ancak, bazılarının kendilerine ve çevrelerine gülme yeteneği vardı! Aralarında dahiler de bulunuyordu; fakat bunlar da genellikle yenilgi ve üzüntü içinde boğuluyorlardı. İkinci gerçek, psikozluları ayrı tutması gerektiğiydi. Dahileri de ayrı tutmalıydı. Çoğu kararlı kimselerdi; ama en küçük bir yanlış onları yoksullaştırmaya yetiyordu.
Bir otomatik gazete makinesinden aldığı gazeteyi okumaya başladı. Baş sayfada uzay, politika ve cinayet haberleri yer alıyordu. En yeni başarılar Jüpiter kuşağı ve Satürn'deydi. Mineraller ve diğer zenginlikler gerçek olmaktan uzaktı. İnanılmaz uzay tutkusu daha yeni başlamıştı. Bütün bunlardan sorumlu olan bilim adamları kızağa alınmış,
politikacılar ipleri istedikleri gibi oynatıyorlardı. Sonra toprak yağması da vardı. Mevsimlik uzay adamları istedikleri fiyatla satıyorlardı ellerine geçen yerleri. Hatta madencilere bile müthiş paralar ödeniyordu. Güvenilmez toprak parçaları için uluslar ve şirketler, arkalarında uzun kayıp listeleri bırakarak kavga ediyorlardı. Kafalar uçuyordu.
Ay'ın çevresinde dönme ve yerleşme, yeni yer altı zenginlikleri ve cehennemle ilgili haberler vardı. Sermaye piyasasında "Büyük Adam" olarak bilinen biri hakkında söylentiler vardı. Kapitalistler ve komünistler en azından o an için birbirlerine ilişmemeye karar vermişlerdi. Yerel kavgalara ne zaman, ne de para ayırabilirlerdi. Bütün para, uzaya ve programlı sömürgeciliğe gidiyordu.
Bu tutkular her yerde kendini gösteriyordu. Öğrenciler hemen her yıl değişen kitaplardan etkileniyorlardı. Politika, tüm cinayetlerin ve suikastlerin kaynağı olan bir mezbahaydı. Hemen her dinsel inancın lideri de tanrılarını bu işin içine sokuyordu. Mars ve Venüs'e de haftalık turlar düzenleniyordu.
- Hey, sen! Ne yapıyorsun burada?
Arkasındaki kapı açılmış, karşısında da zor nefes alan bir et ve kemik yığını duruyordu. Yolunu kapatan gence bakarken at gibi sesler çıkarıyordu. Bu, kolunda eski bir çanta ve sırtında çöplükten doldurulmuş yüklü bir torbası olan, temizlikçi bir kadındı.
Bayan Grummet'in başında onu usandıran hayaletler vardı. Serserilerden çok korkuyordu. Bu korku tüm benliğini dolduruyordu. Bu yüzden sürekli olarak düş görüyordu. Bazen yarım saat yerinden kımıldamıyordu.
Vakit gece, o da oradaydı.
— Dokunma bana!
— Sana bir şey yapacak değilim, kocakarı!
Birden alarm çaldı. Bir blok uzakta yürüyen biri vardı. Alıcıları, onun zor nefes alan yaşlı biri olduğunu belirledi.
Bu, Frank Berducci adlı bir gece bekçisiydi. Berducci, Bayan Grummet'in hayaletlerini biliyordu. Fırsat buldukça otobüse gitmesine yardım ederdi. Bu deri pantolonlu ve sivri bıçaklı gangsterler, otomasyonun işsizliği getirmesinden beri daha da işi azıtmışlardı.
Bayan Grummet'in çığlığını duymuş, bunu genç adamın kaba sesi izlemişti.
Kadıncağız cama yapıştı: "Dokunma bana!"
Yolcunun hücrelerinde bir şeyler oluyordu. Belki kavgacı bir denizci, belki de bir serseriydi. Fakat birden hayvani bir çapulcuya dönüştü.
-ı Kes sesini, aptal moruk!
Kadın meler gibi sesler çıkarmaya başladı. Dolu çantası yere düştü. Genç adam, onu bir kaplanınki kadar güçlü kaslarıyla havaya kaldırırken, vahşi bir hayvanın pençesin-deymiş gibi titriyordu. Yolcu, yaklaşan sesleri duymuyordu bile.
Gelen sesleri ancak kendi kafası denetimi eline aldıktan sonra duyabildi.
"Defol git!"
Dişlerini gıcırdatarak kadının geçmesi için kenara çekildi. Bayan Grummet çantasını toparladı ve kirişi kırıver-di. Kısa bir süre içinde, bu adamın içinde insanlıkla ilgili bir şeyler olduğunu anlamıştı. Çünkü onu oracıkta öldürebilirdi.
Bekçi, karanlığın içinden kapıya ulaştığında nefes nefese kalmıştı. Gölgeyi farkeden Yolcu, adamı öldürmeyi düşündü, ama dikkat çekmemek için bu kararından caydı. Frank Berducci silahını çektikten sonra, lambanın sisli ışığı altında namlunun soğuk parıltısını gördü.
Bekçi, sımsıkı kavradığı silâhı önünde tutarak duvara iyice yaklaşmıştı. "Hey! Nereye kayboldu bu Allah'ın belası?" diye söylendi. Fenerini yaktı, kapıda bir ışık dairesi çizdi.
"Kocakarı yine bir şeyler görüyor." Temizlikçi kadını
bulmaya ve otobüsüne yetişip yetişmediğine bakmak için, söylene söylene caddeye döndü.
Saniyeler sonra bir hamam böceği kapının altından geçerek zar zor köşeye ulaştı...
The Crocked Mug, kuzey sahilinde yaşlıların gittiği bir kahvehaneydi. Keourac-Ginsberg'in yaşadığı günlere kadar gidiyordu eskiliği. Hatta Jack London ve Bret Horte de bu caddelerde birlikte yaşamışlardı. En çok kullanılan üç hap, burada kulplu bardaklardaki kahveyle iyi gidiyordu. Uzun saçlı, siyah çoraplı kızlar amaçsız dolaşıyor, erkeklerle birlikte oluyorlardı. Bunlar eskiden oldukça gösterişliydiler. Uzaya çekilen Dünya'nın bu amaçsız ürünleri çareyi geçmişe sığınmakta bulmuşlardı. Şimdi, herkesin ancak ayakta durabileceği kadar yeri olan Dünya'daki geçmişten farksız bir geçmişe sığınıyorlardı. Ama o zamanlar nefes alabilecek yerleri vardı.
Yolcu, bunları köşedeki masasından öğrenmişti.
Montgomery caddesindeki dükkânların kasalarından biraz para almıştı. Şimdi bardağındaki yapay italyan kahvesini yudumluyor, lokantanın zemin katındaki donuk gri duvarları inceliyordu. Bir tarafta dumanların arasından üç boyutlu çıplak resimler gördü. Eski ve yıpranmış barda, yarım ve eski bir kaptaki telden yapılma çiçeklerle, kolaj sanatının bir koleksiyonu vardı. Çiçekler, zamanın politikacılarının ve büyük nişancıların karikatürleriydi. En büyük resim, altında "Büyük Adam" yazılı şişman birine aitti.
Yolcu, "Büyük Adam" J.K. R. Pallent'i düşündü. Uzay köpeklerinin başıydı bu. Herkesi sömürdüğü için inanılmaz derecede güçlü!
- Selam!
Sarı kazaklı, siyah etekli, genç kız, bir sandalye alıp karşısına oturdu. Zarif, kıvrak, menekşe gözlü bir kızdı. Bronz derisinin yanı sıra, diş macunu gibi parlayan beyaz dişlerini gösteren bir gülümsemesi vardı.
Çenesini ellerinin arasına aldı ve adama baktı. Kızın gülümsemesi Yolcu'nun kanının damarlarına hücum etmesine ve yüreğinin küt küt atmasına yetmişti. Benzersiz göz-leriyse, yeni kişiliğinin bir umut patlamasıyla yerine oturmasını sağladı:
- Sana da selam, derken sırıtmıştı.
O dumanlı gözlerin içinde gördükleri, aradığı şeyler olabilir miydi? Daha derin baktı. O zaman perişan bir yoksulluğu farketti. Nasılsa böyle bir yerde büyümüştü. Ama yoksulluk ruhunu öldürmemişti. Mümkün olduğu kadar herkese yardımda bulunmaya yemin etmişti. Kendisini ayartıp annesi gibi fahişe olmasını isteyenlerin elinden kurtulmayı başarmıştı. Gülümsemesi ve dostluk kokan çekiciliği kolay elde edilebileceğini gösteriyordu; ama öyle olmadığını anlamıştı. Sıcaktı ve herkesin derdinden anlıyordu. Vücudundan başka her şeyini ihtiyacı olan herkese veriyordu. Yaşamına anlam ve yön verebilecek bir şey arıyordu. Ama sıradan bir şey değildi aradığı. Zaten sıradan bir kız da değildi!
— Pek tanıdık değilsin, dedi. Seni daha önce buralarda
hiç görmedim, Los Angeles'dan mı geldin?
— Hayır!
— Geldiğin yer çok mu uzak?
- Evet.
Keman kaşları buruştu:
- Çok uzaklardan dedin.
Ilık kahvesinden bir yudum aldı. Yeni vücudu bu harika küçük yaratığa tam anlamıyla uygundu. Ona göre davranmalıydı.
- Avrupalıyım. Estonya'dan. Hiç Estonya'ya gittin mi?
Güldü.
- Reno'ya bile gidemedim. Los Angeles'da, ana cadde
nin dar sokaklarından birine bırakıldım. Yucatan'daki
Merida'yı ziyaret etmek isterdim. Annem oralıdır. Şimdi
anımsadım, bir keresinde Caliente'de yarışlara katılmıştım. İspanyolca'yı kendim öğrendim.
- Senin adına sevindim.
Gözlerinin masada gezindiği yerlere baktı. Bu sırada bir grup kolej öğrencisi bağırıyorlardı.
— Uzaya fareler gibi ölmeye gidiyorlar!
— Neden?
— İlerleme... ilerlemeyi durduramazsınız.
— Fakat onu nasıl kullanıyorlar? Yerlileri sömürüp,
onları alçaltıcı duruma düşürüyorlar. Bütün bu zenginliği
niye buraları temizlemek için kullanmıyorlar, insanoğlu
daha iyisine lâyık değil mi? Bütün kaynakları ve insan
gücünü git gide büyüyen, daha çok vahşileşen uzay denizi
ne atacaklarına, buraları temizlesinler.
— İlerleme düzgün değildir. Her zaman aynı çizgide
gitmez.
— Neden olmasın? Mantık, insanın çizdiği yolun vida
gibi olması gerektiğini söyler.
— Ethos ve Mantık gibi sözcükleri anlayamıyorum, di
ye içini çekti.
— Onları kıskanma Kora dedi. Senin daha önemli
özelliklerin var. Temel kavramlar gerçeklerden daha basit
tir. Daha iyi bir dünya arıyorlar; ama körü körüne. Büyük
sözcükler fazla bir anlam taşımaz.
— Sağol!.. Hey! Adımın Kora olduğunu nereden bili
yorsun? En azında "K" ile olduğunu nereden biliyorsun?
— Birinin seni öyle çağırdığını duydum, diyerek yalan
söyledi.
Kuşkuyla baktı: "Biliyor musun, şivenin değişik olmaması çok iyi. Pek yabancı gibi görünmüyorsun." Ardından telaşla ekledi. "Gözlerin ve elmacık kemiklerinden çok hoşlandım. Çıkık elmacık kemiklileri çok severim. Kahverengi sakalları da. Seni çok zeki gösteriyor. Haydi bana Estonya'yı anlat."
Yolcu, daha önce depoladığı bir şeyler aradı kafasında.
— Estonya, birçok ülkenin tam ortasındadır. Bu yüz
den babam gibi işadamları Rusça, Fince ve Almanca'yı öğ
renmek zorundaydılar, başarılı olmak için. Şimdi herkes
İngilizce öğreniyor. Hepsi karmakarışık. Sırıtarak sözünü
sürdürdü: Belli bir şivem olmadığına şaşma.
— Vay canına! Ben sadece İspanyolca biliyorum... San
Fransisco'da ne yapıyorsun?
- Genellikle, yaşamı inceliyorum. Önemli bir proje
hazırlıyorum. Belki bana yardım edebilirsin.
Kız göz kırptı: "Demek yaşamı inceliyorsun!"
— Hayır Kora. Kesinlikle öyle değil. Artık bir yerden
başlaması gerekiyordu ve fazla zamanı yoktu. Lütfen!
— Tabii.
- Harika. Kahve nasıldı? Sandviç alır iniydin? Eliyle
işaret ederek garsonu çağırdı.
— İki taze kahve. Sandviçi nasıl yersin Kora?
Garson "Pastırmalı olsun mu?" diye sordu.
— Peki.
— Güzel bu. Çavdar ekmeğinin içinde pastırma geliyor.
Kora sandalyesini adama doğru döndürdü ve gülümsedi.
Dirseklerini masaya dayadı. Elleri yine çenesindeydi.
— İyi bir insansın. Adın ne?
— Mark... Mark Time?., güldü, Aslında iki adımı
kullanmadım. İnan sana yardım edeceğim.
Yolcu büyük bir kumara atılmaya karar verdi:
- Kora, birinin peşindeyim. Çok özel birisi. Herhalde
bana yardım edersin. Çünkü...
Çinli bir kızla, gözlüklü zayıf bir zenci yukarı çıktılar. Zenci Mark'a pis pis baktı ve kıza dönerek:
- Kora gitmenin tanı zamanı. Sausalito'daki yeni türkücüyü
anımsadın mı? Jenn ve bana, oraya gitmek için
söz vermiştin.
Kora şaşırdı: "Ben mi?"
- Bu seferki özel, seni uyarıyorum.
Jenn bağırdı:
— Kora! en iyisi!
— Kim bu?..
— Adı Ören Starr. Çok güzel söylüyor. Bırak bu adamı
Kora, fazla bekleyemeyiz. Sana söylüyorum, hepimiz gibi
çok hoşlanacaksın.
- Madem söz vermişim. Peki. Kusura bakma, Mark.
Pastırmalı sandviçini garsonun elindeki tepsiye bıraktı
ve dumanların arasından caddeye inen merdivenlere doğru yürüdü. Mark çatık kaşlarla, yeni kafasına bu güneşin altında ne olduğunu düşünerek gitmelerini izledi.
Kız giderken, merdivenlerin başında elini ağzına götürüp Mark'a bir öpücük gönderdi.
- Yarın.
Böyle bir yarın hiç olmayacaktı...
Üçüncü Bölüm
ARTIK kendini Yolcu olarak görmüyordu. Mark Time-di o. Yalnız kalınca elde ettiklerini değerlendirdi. Bayağı bilgi edinmişti. Bu Dünya numaracı ve otlakçılarla doluydu. Dünya'nın sorunlarını bilenler de vardı ama...
Savaş tehlikesi yeryüzü için sonsuza kadar sürecekti. Uzay, bütün ulusları ilgilendiriyordu. Fakat bu kez de uzay savaşacak yeni şeyler yaratmıştı. Sonunda uzayda çok geniş çaplı bir savaş olacaktı. Yeni mineraller ve yeni tip atom silahları Güneş sistemini tehdit ediyordu. Mark bunları çok önceden biliyordu. Morko'nun mahkemede gürlemesini anımsamıştı. - Bu durum daha ne kadar sürebilir? Bu yağmacılara daha ne kadar izin verebiliriz? Evrendeki bu yara, biz harekete geçmezsek, daha ne kadar yayılacak? Onların kan ve dehşetle dolu tarihlerini biliyoruz. Geleceklerini daha da berbat bir hale getirebiliriz. Kendi sistemlerinin sınırlarını çoktan aştılar. Galaksilerarası Konsey, onları yola getirmeyi bize bıraktı. Daha ne bekliyoruz? Hemen harekete
geçelim...
Bu konuşmanın ardından sesler yükseldi.
- Dünya'ya ölüm!
Mahkeme: Böyle durumlarda en iyisi ırklarını baltalamaktır.
Morko: Bekleyemeyiz. Gemileri iki taraftan Alfa Cen-turi'ye girmeye çalışıyor. Barikatlarımızdan biri onları geri püskürtmeyi başardı; ama diğerleri yolda. Çok yakında barikatlarımızı aşıp kötülük tohumlarını güneşlerimize ve gezegenlerimize saçacaklar. Hücum!
Kalabalıktan tekrar "Dünya'ya ölüm!" sesleri yükseldi.
Mark köşedeki dumanlı odaya yöneldi. Kapıdaki "Tuvalet" yazısının altına bira kartonları yığılmıştı. Burnuna
tatlı-sert bir esrar kokusu geldi. Esrarkeşleri incelemek sıcak bir ışığa dokunmak gibiydi. Kafasında parlak ışık demetleri parladı. Duyguları yeni vücudunun duygularından çok daha yoğundu. Fakat asla yeni değildiler.
Tekrar karanlık caddeye döndü. Sis, ıslak damlalar halinde bastırmıştı. Birden titredi ve bir ceket düşledi. Yorgun vücudunun uykuya ihtiyacı vardı; ama buna vakti yoktu.
Kora'nın sisin arasından parlayan güzelliği onu çağırıyordu. Esmer ve yakışıklı erkeğini bulmuştu. Onu böyle çabuk gördüğü için kendini şanslı saymalıydı. Ancak bu tamamen de şans değildi. Ona dokunmaya karar veremediği sırada çevresini masallardaki Zümrüdü Anka kuşuna benzeyen dalgalar sarmıştı. Onları bulup, o ışık noktalarının altında neler yattığını anlamalıydı.
Kora onun rehberiydi. Ona sımsıkı yapışmalıydı. Kora hiç hoşlanmadığı halde, Kora'yı seven zenci kıskançlık dalgaları yayıyordu.
Durdu. Kafası buz gibi olmuştu.
Morko'yu izleyen de buradaydı, bu gezegendeydi. İleride sisin içindeydi. Emrini bildirdi:
- Haini bul ve öldür.
Çok dikkatli hareket ediyordu. Karşılaştığı her gölge, her insan onun için bir tehlikeydi.
Broadway-Colombus kavşağında bir hava taksisi çevirdi.
— Beni Sausalito'ya götür!
— Körfezin karşısına mı? Ufak tefek sürücü adamı sü
zerken burnunu çekti. Çok uzun yoldur, on kredi alırım.
Mark ceplerine baktı ve "Bekle" dedi.
Çevreyi dolaşıp para aradı. Mutlaka bulması gerekiyordu. Kredi ve para, çok para gerekiyordu. Her şeye yetecek, her zaman kullanacağı kadar çok para gerekliydi. Bu aşağılık Dünya'da her şey parayla oluyordu. Kendi işini kendi görmekten çekinmemeliydi. Nereden ve nasıl alacağına çok dikkat etmeliydi. Hiç iz bırakmamalıydı.
Dünyalılar krediyi nereden alıyorlardı? Bankalardan. Kuruluş bankalara bağlıydı. Önünde de küçük bir şube vardı. Amacı için yeterdi bu. Çevreyi inceledi. Bu saatlerde cadde boş oluyordu.
Bir atom kadar küçülerek kapıdaki çatlaktan içeri süzü-lüverdi. İleride büyük kasa duruyordu. İstediği parayı orada bulabilirdi.
Geriye döndüğünde sürücü hâlâ bekliyordu. Arka koltuğa kurulduktan sonra, adama on kredilik bir banknot
verdi.
Sürücü motorları çalıştırdı ve hızla yükselerek yola koyuldular. Mark yağmur seslerinin arasında, aşağıda gittikçe küçülen kentin ışıklarına ve Gate'in karşısındaki eski köprüye baktı. Marin'e doğru giderlerken rüzgâr kalkanı kalktı ve yağmurdan korundular. Fort'u geçip Sausalito körfezine doğru yollarına koyuldular.
— Limanı biliyor musun? diye sordu Mark.
— Kasabanın öteki ucunda.
— Öyleyse gidelim.
— Adres?
— Adres yok. Büyük bir yer. Bir parti var. Işıkları iz
le yeter.
— Senin gibiler hiç uyumaz mı?
— Uykunun özelliği ne?
Konser, körfezin kullanılmayan ucunda demirlemiş olan eski bir milyonerin yatında veriliyordu. Çürümeye bırakılmış bu yatta, şimdi bu insanlar yaşıyorlardı. Sürücüye bahşiş de verdikten sonra gemide dolaşmaya başladı. Güverte tarafındaki iskelenin yanından gelen müzik seslerini duydu. Ana kabinin altında durup, değişip değişme-meyi düşündü. Değişirse nasıl olması gerekliydi. Karar verecek zaman yoktu. Çünkü bir çift yumuşak kadın kolu arkasından sarılmıştı.
Onu ışığa doğru arzuyla çekerken "Yeni bir yakışıklı" diye kıkırdamıştı genç kadın.
Mark kadına baktı ve gülümsemeye çalıştı. Sarışın ve biraz sarhoştu. Kendine doğru çekip, dudaklarını dudaklarına yapıştırmasına izin verdi ve sonra o da öpmeye başladı. Yumuşak sıcaklığı ve şehvet dolu gençliği oldukça etkileyiciydi. Üstelik martılar direklerin üstünde ötüp, dalgalar gemiyi sallarken sevişmek bayağı güzel oluyordu.
Fakat yapacak başka işi vardı.
- Ne var içeride? diye sordu kadına.
Genç kadın burnunu çekti. "Böyle olacağını bilmiyordum."
— Ne gibi?
— Şarkı, sadece şarkı. Biraz dans ve öpüşme de olsay
dı ya... Sadece o eski iğrenç türküler var. Allah belâsını
versin!
— Gidiyor musun?
- Koluma gir, kalayım.
Birlikte içeriye girdiler.
Kısa merdiven oldukça basıktı. Az daha kafasını yukar-daki lambaya çarpıyordu. Sarışın kadın oturacak bir yer buldu. Mark da Kora'yi aramaya başladı. Kabinin bütün mobilyaları boşaltılmıştı. Odayı yeşil şarap şişelerinin içindeki mumlarla çivilere asılmış antik fenerler aydınlatıyordu. Tarih burada da kendini gösteriyordu. Yirmi kadar genç vardı. Kızlar koltuklarda oturuyor ve biraz düzensiz bir halka oluşturuyorlardı. Halkanın ortasında güzel giyinmiş bir kızla bir erkek vardı. Aşk ve ölüm hakkında şarkılar söylüyorlardı.
Mark zenciyle Çinli kızı bulmuş, fakat Kora'yi bulamamıştı. Aramaya devam etti. Sonunda onun, direğin arkasında gitar çalan genç bir adamla konuşmaya dalmış olduğunu gördü.
Bu kez daha güçlüydü.
Vücudu yeni bir umutla dolmuştu.
Çift, yeni bir şarkıya başladı. Mark aşk ve umutsuzluğun öyküsünü dinlerken kendisine sunulan kahveyi yudumluyordu.
Ucuz şarap ve marijuana kokusu geldi burnuna.
Uzun boylu, kızıl saçlı biri direğe doğru yürüdü.
- Ören! Neredesin, Ören Starr? Sıran geldi.
Birinci Bölüm
Yazan : EMİL PETAJA
Çeviren : ŞERİF YENEN
Alpha Yes, Terra No
Ali Rıza Baskan
Güzel Sanatlar Matbaası'nda
dizilmiş ve basılmıştır.
Her hakkı mahfuzdur.
Baskan Yayınları A. Ş.
İstanbul - 1983
SAN FRANSİSCO, turistler için oldukça büyük ve ilginç bir kenttir. Bu kente sert bir kasını gecesi, saat on sularında eşyasız ve habersiz olarak, çok uzaklardan bir yolcu gelmişti. Ortalıkta sisli havanın sessizliği ve rüzgârın Embarkadero boyunca yayılan rıhtım süpürüntüleri arasından gelen hafif uğultusu vardı. Sisin kararttığı sulara baktı; römorkör seslerini ve Hunter's Point'ten, Farallans'a kadar yayılan sis düdüklerinin senfonisini dinledi. Okyanusun tuzlu havasını kokladı. Vücudunun çıplak yerlerine rüzgârın nemini hissediyordu. Sisi, aşağıda çağıldayan suları, iyot kokusunu ve keskin rüzgârı yadırgamadı.
Burada beklemek akılsızlıktı. Saat kuleli büyük binanın girişindeki hışırtı ve bilinmeyen bir çizmenin çıtırtısı; kim olduğunu, nerede bulunduğunu ve öyle durup aptal aptal bakmanın gereksizliğini hatırlattı. Hemen değişmeliydi. Olduğu gibi görünmemesi gerekiyordu. İşi yüzüne gözüne bulaştırmamalıydi. Çünkü onu buraya gönderen Yüksek Mahkeme'ye meydan okumuştu. Yapılacak çok işi vardı.
Karanlıklara doğru yürüdü. Bu sadist ve Düşman Dün-ya'nın yaşamına dalmadan önce derin bir nefes aldı. Soğuk bir korkunun, her tarafını sardığını hissetti. Hiç kimseyi kuşkulandırmamalıydı.
Şimdilik sadece her amaca hizmet eden bir vücutla görünmeye karar verdi. Hızla gelen bir taksinin ve boş bir otobüsün önünden fırlayarak Embarkadero'yu geçti. Görünüşü bir bukalemun gibi çevresine uyacaktı. Sırası geldikçe de belirli bir kişiliğe bürünecekti.
- Bir yudum alsana ahbap.
Kapının önünde sürüklenen gölgenin üzerinde uzun bir palto vardı. Sakalları uzamış, yüzü kir içinde, gözleri nezleli gibiydi. İlk gördüğü insandı bu.
- Kusura bakma, alamayacağım, diye konuştu. Adamı inceledi. Bu ortamda ve şarabın buğusu içinde kendini, serserinin onu gördüğü gibi görüyordu. Her gece görmeyi beklediği bir serseri gibi. içecek sigarası olmayan bir serseri. Bunlar bir yudum ucuz şarap veya bir parça esrarı bedava alabilmek için her şeyi yaparlardı.
Yolcu, sigara ve para kavramlarını bir yana bırakarak
omuzunu silkti ve uzaklaştı. Geri zekâlı bir yaratığı yanılt
mak kolaydı; fakat somut cisimlere ruh vermek daha son
ra yapılacak işti. Gerçek gibi görünmeliydi. Karşılaşacağı
tek sorun buydu. Uzaklaşırken mekanik bir sesten çıkan
"O çocuğu" sözünü duydu. Serseriye bir sigara ver
seydi, bu sözü duymazdı.
İlk edindiği izlenimler tam anlamıyla düşlerini kırmıştı. Belki de haklıydı Yüksek Mahkeme. Ayaklarını sürüdü, kuyruğunu yerden aldı ve kendi biçimine döndü. Caddenin aşağısında değişecekti yine.
Üçüncü caddeye varıncaya kadar çok şey gözüne çarpmıştı. Çevrede fazla insan yoktu. Ferry Building'deki saat, on bir kez çalınca zamanı anımsadı. Üçüncü caddeye dönmeden önce, elini bir dükkandan içeri sokarak sigara ve kibrit aldı. İnsanlarla ilişkiye girmesi için bu gerekliydi. Kafalarını incelemek yeterli değildi. İnsanlarla aynı düşünceyi paylaşmalı ve onlar gibi olmalıydı.
"Crusade of Life Mission" yazısının ve ışıklardan oludan kavşağın kızıl parlaklığı altında durdu ve bir denizciden gördüğü şekilde sigarasını yaktı. Dumanın tadını tadarken bakışları karşıdaki dükkânın tozlu penceresine ilişti. Pencerede mal yerine, kaba bir el yazısı ile yazılmış bir yazı vardı: "Dini konuşmalar, bedava çorba, İsa sizin için dua edecek." Altında da "Rev. Carmichael Jones" iman okunuyordu.
- Şunlardan bir tane versene!
Yine sigara içmek isteyen biriydi. Gülümseyerek paketi adama verdi. Kel, yüzü seğiren, küçük ve aç bir yaratıktı. Parmakları
titriyordu; sigarayı yakar yakmaz üst üste nefes çekmeye başladı. Sonra başparmağıyla misyonu göstererek:
— Geliyor musun arkadaş? dedi.
— Sana ne veriyorlar?
— Çorba, pek fena değil. Kahve kötü, ama böyle gece
lerde iyi gidiyor.
— Ya vaaz?
— Ha! Evet. Zırvalayıp duruyorlar. Biliyorsun, Tanrı
ve diğerleri... Fakat içerisi sıcak. Kestirmek için iyi olu
yor. Sıralar da fena değil. Sadece öbür dünya için birkaç
şarkı söylüyorum.
Başıyla doğruladı. Dünyalılar'ın bu aptalca düşünceleri hakkında bu kadar çok şey öğrenmenin heyecanı tüm vücudunu kapladı. Umut var mıydı?
- Vaiz Jones fena adam değildir, diye konuşmasını
sürdürdü. Bir gece bana tam bir dolar vermişti. Verirken
de Mesih hakkında bir sürü martaval okumuştu. Enayilere
yutturuyor tabii.
İki serseri yanlarından geçerek misyona daldılar. Yolcu, tahta sıralı odaya ve yan tarafındaki geçişe bir göz attı. Önde kontrplaktan yapılmış bir kürsü, arkada da mor bir saten örtüyle kaplanmış tabure vardı. Daha arkadaysa mutfak kapısı görünüyordu. Çorbadan çıkan buhar, mutfak kapısından dışarıya yayılıyordu.
- Girmeden önce bir fırt daha alsam?
Serseri tam bir otlakçıydı. Belli ki yine nikotin krizi tutmuştu.
— Sonra içersin. Eli kapının tokmağına gitti.
— Adım Corky, dedi küçük adam. Birbirimize destek
olalım. Ha, ne dersin? Elli sente şarap alabileceğimiz bir
yer biliyorum.
Yolcu, kendisine merakla bakan bu zavallıyı şöyle bir süzdü. Uzun ve basık tavanlı odanın arka taraflarında bir yere otururken; bu adamdan en kısa zamanda kurtulmaya karar verdi.
Öndeki küçük orgtan çıkan kederli bir ilâhi melodisi duyuluyordu. Çalan da bir kadındı. Zayıf, solgun yüzlü, saçları bakımsız ve buruşuk elbisesi soba borusuna benzeyen bir kadın. Zayıf, asık suratlı, beyaz saçlı bir adam kapalı gözlerle kürsüye yaslandı. Mavi damarlı parmaklarını alnına doğru götürdü.
Yolcunun onu süzmesi üzerine merakla doğruldu. Bu düşünceli adamın kafasından, vahşi ve parlak ışıklarla kesilen karışık hayaller geçtiğini farketmişti.
Birkaç saniye sonra Reverend Carmichael Jones ayağa kalktı. Karısına org çalmayı kesmesini işaret ederek, ileriye doğru birkaç adım attı. Kemikli kolunu kaldırırken gözlerinin manyetik etkisi farkediliyordu.
- Arkadaşlar! Derinden gelen ses, sıcak bir dürüstlükle doluydu. "Tuhaf bir dünyada yaşıyoruz. Dünya'yı yönetenler uzaya her geçen daha çok adam gönderiyorlar. Daha çok insanı ve çok daha ötelere. Ay sadece bir başlangıçtı. Sonra Mars, Venüs ve diğerleri. Ne buldular arkadaşlar? Sadece Mars ve Jüpiter'in üçüncü uydusunda gelişmemiş hayvanlar. Doğru, Mars'ta bir zamanlar bizimkinden çok daha büyük olduğu anlaşılan bir uygarlığın kalıntılarını buldular. İlk Tevrat'ta sözü geçen ve kötülüğü ile tanınan Sodom ve Gomore kadar zengin bir uygarlık. Sonra yok oldu ve sonsuza kadar unutulmaya mahkûm oldu. Bu korkunç olaya sebep olan şey nedir? Günah! Günah ve fesat!..
Başını gururla salladı. Mekanik bir ses "Amin!" dedi.
- Fakat! İnsanoğlu bu zavallı Marslılar'dan bir şey öğrendi mi? Hayır, arkadaşlarım. Bin kere hayır! Onların, evrenin sırlarını falan düşündükleri yok. Sadece hırslarını tatmin etmeye çalışıyorlar. Mars'a yuva yapmak için adam gönderiyoruz. Port Mars'ın Hell-Bubble şehrini inşa ettik; ama yetmedi. Hayır, onlar her zaman daha çoğunu istiyorlar. Alıyorlar ve hiçbir şey vermiyorlar. Uzayda başlattıkları
bu büyük yağmayı sürdürürken bir an için bile insanlığı düşünmüyorlar. İleride göreceksiniz, bu yağma yıldızlara da sıçrayacak...
Serseri topluluğuna öfkeyle baktı, sonra da içini çekti.
- Burada, bu küçücük sıcak odada, biz basit adamlar onların dev uzay gemileriyle yaptddarı işlerle hiç ilgilenmiyoruz. Tek ilgilendiğimiz konu, ölümsüz ruhlarımızı kurtarmak! Mahşerin yakın olduğunu biliyoruz. Bir gün veya bir gece Mesih aramızda görünecek. Evet arkadaşlarım! Bir gece!.. Belki onu hemen tanıyamayabiliriz. Halktan biriymiş gibi gelebilir bize...
Durdu. Konuşurken kalabalığın üzerinde göz gezdirmiş ve dinleyenleri tek tek incelemişti, ama yolcunun üzerinde fazla durmamıştı.
Yolcu, içinde bir şeylere vaizin göz gezdirdiğini anladı. Jones, ateşli bir telepatistti. Orgun başındaki karısı da, kocasının polemiklerine kulak tıkamaya alışıktı. Konuşma biter bitmez çalmaya başlamıştı. Orgun hızlı ve monoton sesi odanın içini doldurdu. Çatlak sesiyle serserilere "When the Roll is Called up Yonder" ilâhisinde önderlik ediyordu. Serseriler canlandılar ve çorbalarını hak etmek için ona eşlik etmeye başladılar. Fakat uzay konuşması dikkatlerini çekmekten uzaktı. Birkaç şarkı, kısa bir ara ve çorba...
Bu sırada Jones hâlâ yolcuya bakıyor, çökük gözleri endişe ve şaşkınlıkla alev alev yanıyordu. Jones'un düşünceli olduğunu gören karısı, kızgın bir bakış fırlattıktan sonra, oturduğu yerden kalkıp oradakilere çorba kuyruğu oluşturmalarını işaret etti. Corky arkadaşını dirseğiyle dürttükten sonra diğerlerinin arasına karıştı.
Yolcu yerine oturdu. En iyisi kaçmaktı; ama Jones hakkında bilgi edinmek için sanki şeytan dürtüyordu. Söyledikleri yol gösterici şeylerdi.
Kaçmak için çok geç kalmıştı. Uzun boylu vaiz, geçilin sonunda yolunu kesti. Tüm arzuları doruğa ulaşmıştı
vaizin. Jones mutlu bir adamdı. Okuduğu dualara da tam anlamıyla inanıyordu.
Titrek bir sesle "Kimsin?" dedi.
— Hiç kimse. Yolcu omuzunu silkerken gülümsemişti.
— Emin misin, diye elini uzattı. Emin misin?
Yolcu bön bön baktı ve başıyla doğruladı.
— Nerelisin? sesi sert ve inatçıydı. Biraz önce bir ışık
gördüm, senin olduğun taraftan geldi!
— Ben ışık falan görmedim.
-- Çok uzaklardan geliyorsun değil mi? Sesi ıslık gibiydi. Biliyordum, o ışık geldiğinde... Çok şey biliyordum ama şimdi hiçbir şey kalmadı. Sesi isteri içinde yükseldi, daha sonra iniltiyle kesildi. Bu anı çok beklemişti. Tüm yaşam boyu bu anı beklemişti. Gerçi papaz bile değildi; ama "Neden ben olmayayım?" diye düşünmekten alamadı kendini.
- Nerelisiniz? diye tekrarladı.
Yolcu daha önceden öğrendiği bir kentin adını söyledi:
- Chicagolu.
-- İnanmıyorum. Gözlerinin içinden okuyorum. Sen çok daha uzak bir yerden gelmişsin. Ağlamaklı bir sesle "Kal!" diye yalvardı. Karımla beraber bir akşam yemeği yiyelim. Çorba değil, gerçek bir yemek. Lütfen!
- Aç değilim.
Jones çırpınmaya başladı. "Biliyordum! Biliyordum!" Ellerini birleştirip dizlerinin üstüne çöktü. Tanrıdan uzak yaşadığı yıllarda duyduğu azabı gidermeye çalıştı. Yolcu gitmeye uğraştıysa da arkasına yapışmıştı Jones. Tam Yüksek Mahkeme'ye gösterebileceği bir adamdı.
- Kalk lütfen!
Jones dizlerini iyice yere yapıştırdı. Yıllardır beklemişti bu fırsatı ve kaybetmeye hiç niyeti yoktu.
Yolcu bir an için onu öldürmeyi düşündü. Kalp kaslarının üzerine ani bir darbe yeterdi. Bunu, çok zorda kalırsa uygulamaya karar verdi.
- Carmichael Jones!
Mutfak kapısında elinde bir çorba kasesi ile duran karısı Alma, vaizi tekrar gerçekler dünyasına döndürdü. Jones rüyası daha başlamadan bittiği için hıçkırarak görevinin başına gitti.
Yolcu da, arkasından belli belirsiz bir gülümsemeyle sıraların arasından hızla kayarak sisli geceye daldı...
İkinci Bölüm
İLGİDEN kaçınmalıydı. Market caddesine doğru yürüdü ve 40 yaşlarında bir işadamı oldu. Kearny caddesinde yürürken, toplantıda olup olmadığım ve üç sarışın tanıyıp tanımadığını soran bir sarhoşla konuştu. Sonra Montgomery caddesine döndü, burası daha sakindi.
Old St. Mary'nin saati on ikiyi çaldı.
Yeni vücudu şaşılacak derecede yorulmuştu. Bu vücudu iyi kopya etmişti oysa. Kalp, damarlara alkollü kan pompalıyordu. Beyinden sürekli suçluluk düşünceleri geçiyordu. Ülser, "Karıma ne yapıyorum?" düşüncesi ve siroz onu çok rahatsız ediyordu. Daha genç birini bulmalıydı...
Panelli'nin lokantasında istediğini buldu. Alaska'daki mercan adalarından gelen bir denizciydi. Yolcu, onu Dün-ya'daki eş ruhu olarak görüyordu. Ama tamamıyla kopya etmek de tehlikeliydi. Sonra kontrolünden çıkabilirdi.
Dev bir binanın kapı aralığında durarak iki saat içinde öğrendiklerini düşündü. Öncelikle şunu öğrenmişti: Dünyalılar oldukça ilkel varlıklardı. Kafa yapıları hemen hemen aynıydı. Ancak, bazılarının kendilerine ve çevrelerine gülme yeteneği vardı! Aralarında dahiler de bulunuyordu; fakat bunlar da genellikle yenilgi ve üzüntü içinde boğuluyorlardı. İkinci gerçek, psikozluları ayrı tutması gerektiğiydi. Dahileri de ayrı tutmalıydı. Çoğu kararlı kimselerdi; ama en küçük bir yanlış onları yoksullaştırmaya yetiyordu.
Bir otomatik gazete makinesinden aldığı gazeteyi okumaya başladı. Baş sayfada uzay, politika ve cinayet haberleri yer alıyordu. En yeni başarılar Jüpiter kuşağı ve Satürn'deydi. Mineraller ve diğer zenginlikler gerçek olmaktan uzaktı. İnanılmaz uzay tutkusu daha yeni başlamıştı. Bütün bunlardan sorumlu olan bilim adamları kızağa alınmış,
politikacılar ipleri istedikleri gibi oynatıyorlardı. Sonra toprak yağması da vardı. Mevsimlik uzay adamları istedikleri fiyatla satıyorlardı ellerine geçen yerleri. Hatta madencilere bile müthiş paralar ödeniyordu. Güvenilmez toprak parçaları için uluslar ve şirketler, arkalarında uzun kayıp listeleri bırakarak kavga ediyorlardı. Kafalar uçuyordu.
Ay'ın çevresinde dönme ve yerleşme, yeni yer altı zenginlikleri ve cehennemle ilgili haberler vardı. Sermaye piyasasında "Büyük Adam" olarak bilinen biri hakkında söylentiler vardı. Kapitalistler ve komünistler en azından o an için birbirlerine ilişmemeye karar vermişlerdi. Yerel kavgalara ne zaman, ne de para ayırabilirlerdi. Bütün para, uzaya ve programlı sömürgeciliğe gidiyordu.
Bu tutkular her yerde kendini gösteriyordu. Öğrenciler hemen her yıl değişen kitaplardan etkileniyorlardı. Politika, tüm cinayetlerin ve suikastlerin kaynağı olan bir mezbahaydı. Hemen her dinsel inancın lideri de tanrılarını bu işin içine sokuyordu. Mars ve Venüs'e de haftalık turlar düzenleniyordu.
- Hey, sen! Ne yapıyorsun burada?
Arkasındaki kapı açılmış, karşısında da zor nefes alan bir et ve kemik yığını duruyordu. Yolunu kapatan gence bakarken at gibi sesler çıkarıyordu. Bu, kolunda eski bir çanta ve sırtında çöplükten doldurulmuş yüklü bir torbası olan, temizlikçi bir kadındı.
Bayan Grummet'in başında onu usandıran hayaletler vardı. Serserilerden çok korkuyordu. Bu korku tüm benliğini dolduruyordu. Bu yüzden sürekli olarak düş görüyordu. Bazen yarım saat yerinden kımıldamıyordu.
Vakit gece, o da oradaydı.
— Dokunma bana!
— Sana bir şey yapacak değilim, kocakarı!
Birden alarm çaldı. Bir blok uzakta yürüyen biri vardı. Alıcıları, onun zor nefes alan yaşlı biri olduğunu belirledi.
Bu, Frank Berducci adlı bir gece bekçisiydi. Berducci, Bayan Grummet'in hayaletlerini biliyordu. Fırsat buldukça otobüse gitmesine yardım ederdi. Bu deri pantolonlu ve sivri bıçaklı gangsterler, otomasyonun işsizliği getirmesinden beri daha da işi azıtmışlardı.
Bayan Grummet'in çığlığını duymuş, bunu genç adamın kaba sesi izlemişti.
Kadıncağız cama yapıştı: "Dokunma bana!"
Yolcunun hücrelerinde bir şeyler oluyordu. Belki kavgacı bir denizci, belki de bir serseriydi. Fakat birden hayvani bir çapulcuya dönüştü.
-ı Kes sesini, aptal moruk!
Kadın meler gibi sesler çıkarmaya başladı. Dolu çantası yere düştü. Genç adam, onu bir kaplanınki kadar güçlü kaslarıyla havaya kaldırırken, vahşi bir hayvanın pençesin-deymiş gibi titriyordu. Yolcu, yaklaşan sesleri duymuyordu bile.
Gelen sesleri ancak kendi kafası denetimi eline aldıktan sonra duyabildi.
"Defol git!"
Dişlerini gıcırdatarak kadının geçmesi için kenara çekildi. Bayan Grummet çantasını toparladı ve kirişi kırıver-di. Kısa bir süre içinde, bu adamın içinde insanlıkla ilgili bir şeyler olduğunu anlamıştı. Çünkü onu oracıkta öldürebilirdi.
Bekçi, karanlığın içinden kapıya ulaştığında nefes nefese kalmıştı. Gölgeyi farkeden Yolcu, adamı öldürmeyi düşündü, ama dikkat çekmemek için bu kararından caydı. Frank Berducci silahını çektikten sonra, lambanın sisli ışığı altında namlunun soğuk parıltısını gördü.
Bekçi, sımsıkı kavradığı silâhı önünde tutarak duvara iyice yaklaşmıştı. "Hey! Nereye kayboldu bu Allah'ın belası?" diye söylendi. Fenerini yaktı, kapıda bir ışık dairesi çizdi.
"Kocakarı yine bir şeyler görüyor." Temizlikçi kadını
bulmaya ve otobüsüne yetişip yetişmediğine bakmak için, söylene söylene caddeye döndü.
Saniyeler sonra bir hamam böceği kapının altından geçerek zar zor köşeye ulaştı...
The Crocked Mug, kuzey sahilinde yaşlıların gittiği bir kahvehaneydi. Keourac-Ginsberg'in yaşadığı günlere kadar gidiyordu eskiliği. Hatta Jack London ve Bret Horte de bu caddelerde birlikte yaşamışlardı. En çok kullanılan üç hap, burada kulplu bardaklardaki kahveyle iyi gidiyordu. Uzun saçlı, siyah çoraplı kızlar amaçsız dolaşıyor, erkeklerle birlikte oluyorlardı. Bunlar eskiden oldukça gösterişliydiler. Uzaya çekilen Dünya'nın bu amaçsız ürünleri çareyi geçmişe sığınmakta bulmuşlardı. Şimdi, herkesin ancak ayakta durabileceği kadar yeri olan Dünya'daki geçmişten farksız bir geçmişe sığınıyorlardı. Ama o zamanlar nefes alabilecek yerleri vardı.
Yolcu, bunları köşedeki masasından öğrenmişti.
Montgomery caddesindeki dükkânların kasalarından biraz para almıştı. Şimdi bardağındaki yapay italyan kahvesini yudumluyor, lokantanın zemin katındaki donuk gri duvarları inceliyordu. Bir tarafta dumanların arasından üç boyutlu çıplak resimler gördü. Eski ve yıpranmış barda, yarım ve eski bir kaptaki telden yapılma çiçeklerle, kolaj sanatının bir koleksiyonu vardı. Çiçekler, zamanın politikacılarının ve büyük nişancıların karikatürleriydi. En büyük resim, altında "Büyük Adam" yazılı şişman birine aitti.
Yolcu, "Büyük Adam" J.K. R. Pallent'i düşündü. Uzay köpeklerinin başıydı bu. Herkesi sömürdüğü için inanılmaz derecede güçlü!
- Selam!
Sarı kazaklı, siyah etekli, genç kız, bir sandalye alıp karşısına oturdu. Zarif, kıvrak, menekşe gözlü bir kızdı. Bronz derisinin yanı sıra, diş macunu gibi parlayan beyaz dişlerini gösteren bir gülümsemesi vardı.
Çenesini ellerinin arasına aldı ve adama baktı. Kızın gülümsemesi Yolcu'nun kanının damarlarına hücum etmesine ve yüreğinin küt küt atmasına yetmişti. Benzersiz göz-leriyse, yeni kişiliğinin bir umut patlamasıyla yerine oturmasını sağladı:
- Sana da selam, derken sırıtmıştı.
O dumanlı gözlerin içinde gördükleri, aradığı şeyler olabilir miydi? Daha derin baktı. O zaman perişan bir yoksulluğu farketti. Nasılsa böyle bir yerde büyümüştü. Ama yoksulluk ruhunu öldürmemişti. Mümkün olduğu kadar herkese yardımda bulunmaya yemin etmişti. Kendisini ayartıp annesi gibi fahişe olmasını isteyenlerin elinden kurtulmayı başarmıştı. Gülümsemesi ve dostluk kokan çekiciliği kolay elde edilebileceğini gösteriyordu; ama öyle olmadığını anlamıştı. Sıcaktı ve herkesin derdinden anlıyordu. Vücudundan başka her şeyini ihtiyacı olan herkese veriyordu. Yaşamına anlam ve yön verebilecek bir şey arıyordu. Ama sıradan bir şey değildi aradığı. Zaten sıradan bir kız da değildi!
— Pek tanıdık değilsin, dedi. Seni daha önce buralarda
hiç görmedim, Los Angeles'dan mı geldin?
— Hayır!
— Geldiğin yer çok mu uzak?
- Evet.
Keman kaşları buruştu:
- Çok uzaklardan dedin.
Ilık kahvesinden bir yudum aldı. Yeni vücudu bu harika küçük yaratığa tam anlamıyla uygundu. Ona göre davranmalıydı.
- Avrupalıyım. Estonya'dan. Hiç Estonya'ya gittin mi?
Güldü.
- Reno'ya bile gidemedim. Los Angeles'da, ana cadde
nin dar sokaklarından birine bırakıldım. Yucatan'daki
Merida'yı ziyaret etmek isterdim. Annem oralıdır. Şimdi
anımsadım, bir keresinde Caliente'de yarışlara katılmıştım. İspanyolca'yı kendim öğrendim.
- Senin adına sevindim.
Gözlerinin masada gezindiği yerlere baktı. Bu sırada bir grup kolej öğrencisi bağırıyorlardı.
— Uzaya fareler gibi ölmeye gidiyorlar!
— Neden?
— İlerleme... ilerlemeyi durduramazsınız.
— Fakat onu nasıl kullanıyorlar? Yerlileri sömürüp,
onları alçaltıcı duruma düşürüyorlar. Bütün bu zenginliği
niye buraları temizlemek için kullanmıyorlar, insanoğlu
daha iyisine lâyık değil mi? Bütün kaynakları ve insan
gücünü git gide büyüyen, daha çok vahşileşen uzay denizi
ne atacaklarına, buraları temizlesinler.
— İlerleme düzgün değildir. Her zaman aynı çizgide
gitmez.
— Neden olmasın? Mantık, insanın çizdiği yolun vida
gibi olması gerektiğini söyler.
— Ethos ve Mantık gibi sözcükleri anlayamıyorum, di
ye içini çekti.
— Onları kıskanma Kora dedi. Senin daha önemli
özelliklerin var. Temel kavramlar gerçeklerden daha basit
tir. Daha iyi bir dünya arıyorlar; ama körü körüne. Büyük
sözcükler fazla bir anlam taşımaz.
— Sağol!.. Hey! Adımın Kora olduğunu nereden bili
yorsun? En azında "K" ile olduğunu nereden biliyorsun?
— Birinin seni öyle çağırdığını duydum, diyerek yalan
söyledi.
Kuşkuyla baktı: "Biliyor musun, şivenin değişik olmaması çok iyi. Pek yabancı gibi görünmüyorsun." Ardından telaşla ekledi. "Gözlerin ve elmacık kemiklerinden çok hoşlandım. Çıkık elmacık kemiklileri çok severim. Kahverengi sakalları da. Seni çok zeki gösteriyor. Haydi bana Estonya'yı anlat."
Yolcu, daha önce depoladığı bir şeyler aradı kafasında.
— Estonya, birçok ülkenin tam ortasındadır. Bu yüz
den babam gibi işadamları Rusça, Fince ve Almanca'yı öğ
renmek zorundaydılar, başarılı olmak için. Şimdi herkes
İngilizce öğreniyor. Hepsi karmakarışık. Sırıtarak sözünü
sürdürdü: Belli bir şivem olmadığına şaşma.
— Vay canına! Ben sadece İspanyolca biliyorum... San
Fransisco'da ne yapıyorsun?
- Genellikle, yaşamı inceliyorum. Önemli bir proje
hazırlıyorum. Belki bana yardım edebilirsin.
Kız göz kırptı: "Demek yaşamı inceliyorsun!"
— Hayır Kora. Kesinlikle öyle değil. Artık bir yerden
başlaması gerekiyordu ve fazla zamanı yoktu. Lütfen!
— Tabii.
- Harika. Kahve nasıldı? Sandviç alır iniydin? Eliyle
işaret ederek garsonu çağırdı.
— İki taze kahve. Sandviçi nasıl yersin Kora?
Garson "Pastırmalı olsun mu?" diye sordu.
— Peki.
— Güzel bu. Çavdar ekmeğinin içinde pastırma geliyor.
Kora sandalyesini adama doğru döndürdü ve gülümsedi.
Dirseklerini masaya dayadı. Elleri yine çenesindeydi.
— İyi bir insansın. Adın ne?
— Mark... Mark Time?., güldü, Aslında iki adımı
kullanmadım. İnan sana yardım edeceğim.
Yolcu büyük bir kumara atılmaya karar verdi:
- Kora, birinin peşindeyim. Çok özel birisi. Herhalde
bana yardım edersin. Çünkü...
Çinli bir kızla, gözlüklü zayıf bir zenci yukarı çıktılar. Zenci Mark'a pis pis baktı ve kıza dönerek:
- Kora gitmenin tanı zamanı. Sausalito'daki yeni türkücüyü
anımsadın mı? Jenn ve bana, oraya gitmek için
söz vermiştin.
Kora şaşırdı: "Ben mi?"
- Bu seferki özel, seni uyarıyorum.
Jenn bağırdı:
— Kora! en iyisi!
— Kim bu?..
— Adı Ören Starr. Çok güzel söylüyor. Bırak bu adamı
Kora, fazla bekleyemeyiz. Sana söylüyorum, hepimiz gibi
çok hoşlanacaksın.
- Madem söz vermişim. Peki. Kusura bakma, Mark.
Pastırmalı sandviçini garsonun elindeki tepsiye bıraktı
ve dumanların arasından caddeye inen merdivenlere doğru yürüdü. Mark çatık kaşlarla, yeni kafasına bu güneşin altında ne olduğunu düşünerek gitmelerini izledi.
Kız giderken, merdivenlerin başında elini ağzına götürüp Mark'a bir öpücük gönderdi.
- Yarın.
Böyle bir yarın hiç olmayacaktı...
Üçüncü Bölüm
ARTIK kendini Yolcu olarak görmüyordu. Mark Time-di o. Yalnız kalınca elde ettiklerini değerlendirdi. Bayağı bilgi edinmişti. Bu Dünya numaracı ve otlakçılarla doluydu. Dünya'nın sorunlarını bilenler de vardı ama...
Savaş tehlikesi yeryüzü için sonsuza kadar sürecekti. Uzay, bütün ulusları ilgilendiriyordu. Fakat bu kez de uzay savaşacak yeni şeyler yaratmıştı. Sonunda uzayda çok geniş çaplı bir savaş olacaktı. Yeni mineraller ve yeni tip atom silahları Güneş sistemini tehdit ediyordu. Mark bunları çok önceden biliyordu. Morko'nun mahkemede gürlemesini anımsamıştı. - Bu durum daha ne kadar sürebilir? Bu yağmacılara daha ne kadar izin verebiliriz? Evrendeki bu yara, biz harekete geçmezsek, daha ne kadar yayılacak? Onların kan ve dehşetle dolu tarihlerini biliyoruz. Geleceklerini daha da berbat bir hale getirebiliriz. Kendi sistemlerinin sınırlarını çoktan aştılar. Galaksilerarası Konsey, onları yola getirmeyi bize bıraktı. Daha ne bekliyoruz? Hemen harekete
geçelim...
Bu konuşmanın ardından sesler yükseldi.
- Dünya'ya ölüm!
Mahkeme: Böyle durumlarda en iyisi ırklarını baltalamaktır.
Morko: Bekleyemeyiz. Gemileri iki taraftan Alfa Cen-turi'ye girmeye çalışıyor. Barikatlarımızdan biri onları geri püskürtmeyi başardı; ama diğerleri yolda. Çok yakında barikatlarımızı aşıp kötülük tohumlarını güneşlerimize ve gezegenlerimize saçacaklar. Hücum!
Kalabalıktan tekrar "Dünya'ya ölüm!" sesleri yükseldi.
Mark köşedeki dumanlı odaya yöneldi. Kapıdaki "Tuvalet" yazısının altına bira kartonları yığılmıştı. Burnuna
tatlı-sert bir esrar kokusu geldi. Esrarkeşleri incelemek sıcak bir ışığa dokunmak gibiydi. Kafasında parlak ışık demetleri parladı. Duyguları yeni vücudunun duygularından çok daha yoğundu. Fakat asla yeni değildiler.
Tekrar karanlık caddeye döndü. Sis, ıslak damlalar halinde bastırmıştı. Birden titredi ve bir ceket düşledi. Yorgun vücudunun uykuya ihtiyacı vardı; ama buna vakti yoktu.
Kora'nın sisin arasından parlayan güzelliği onu çağırıyordu. Esmer ve yakışıklı erkeğini bulmuştu. Onu böyle çabuk gördüğü için kendini şanslı saymalıydı. Ancak bu tamamen de şans değildi. Ona dokunmaya karar veremediği sırada çevresini masallardaki Zümrüdü Anka kuşuna benzeyen dalgalar sarmıştı. Onları bulup, o ışık noktalarının altında neler yattığını anlamalıydı.
Kora onun rehberiydi. Ona sımsıkı yapışmalıydı. Kora hiç hoşlanmadığı halde, Kora'yı seven zenci kıskançlık dalgaları yayıyordu.
Durdu. Kafası buz gibi olmuştu.
Morko'yu izleyen de buradaydı, bu gezegendeydi. İleride sisin içindeydi. Emrini bildirdi:
- Haini bul ve öldür.
Çok dikkatli hareket ediyordu. Karşılaştığı her gölge, her insan onun için bir tehlikeydi.
Broadway-Colombus kavşağında bir hava taksisi çevirdi.
— Beni Sausalito'ya götür!
— Körfezin karşısına mı? Ufak tefek sürücü adamı sü
zerken burnunu çekti. Çok uzun yoldur, on kredi alırım.
Mark ceplerine baktı ve "Bekle" dedi.
Çevreyi dolaşıp para aradı. Mutlaka bulması gerekiyordu. Kredi ve para, çok para gerekiyordu. Her şeye yetecek, her zaman kullanacağı kadar çok para gerekliydi. Bu aşağılık Dünya'da her şey parayla oluyordu. Kendi işini kendi görmekten çekinmemeliydi. Nereden ve nasıl alacağına çok dikkat etmeliydi. Hiç iz bırakmamalıydı.
Dünyalılar krediyi nereden alıyorlardı? Bankalardan. Kuruluş bankalara bağlıydı. Önünde de küçük bir şube vardı. Amacı için yeterdi bu. Çevreyi inceledi. Bu saatlerde cadde boş oluyordu.
Bir atom kadar küçülerek kapıdaki çatlaktan içeri süzü-lüverdi. İleride büyük kasa duruyordu. İstediği parayı orada bulabilirdi.
Geriye döndüğünde sürücü hâlâ bekliyordu. Arka koltuğa kurulduktan sonra, adama on kredilik bir banknot
verdi.
Sürücü motorları çalıştırdı ve hızla yükselerek yola koyuldular. Mark yağmur seslerinin arasında, aşağıda gittikçe küçülen kentin ışıklarına ve Gate'in karşısındaki eski köprüye baktı. Marin'e doğru giderlerken rüzgâr kalkanı kalktı ve yağmurdan korundular. Fort'u geçip Sausalito körfezine doğru yollarına koyuldular.
— Limanı biliyor musun? diye sordu Mark.
— Kasabanın öteki ucunda.
— Öyleyse gidelim.
— Adres?
— Adres yok. Büyük bir yer. Bir parti var. Işıkları iz
le yeter.
— Senin gibiler hiç uyumaz mı?
— Uykunun özelliği ne?
Konser, körfezin kullanılmayan ucunda demirlemiş olan eski bir milyonerin yatında veriliyordu. Çürümeye bırakılmış bu yatta, şimdi bu insanlar yaşıyorlardı. Sürücüye bahşiş de verdikten sonra gemide dolaşmaya başladı. Güverte tarafındaki iskelenin yanından gelen müzik seslerini duydu. Ana kabinin altında durup, değişip değişme-meyi düşündü. Değişirse nasıl olması gerekliydi. Karar verecek zaman yoktu. Çünkü bir çift yumuşak kadın kolu arkasından sarılmıştı.
Onu ışığa doğru arzuyla çekerken "Yeni bir yakışıklı" diye kıkırdamıştı genç kadın.
Mark kadına baktı ve gülümsemeye çalıştı. Sarışın ve biraz sarhoştu. Kendine doğru çekip, dudaklarını dudaklarına yapıştırmasına izin verdi ve sonra o da öpmeye başladı. Yumuşak sıcaklığı ve şehvet dolu gençliği oldukça etkileyiciydi. Üstelik martılar direklerin üstünde ötüp, dalgalar gemiyi sallarken sevişmek bayağı güzel oluyordu.
Fakat yapacak başka işi vardı.
- Ne var içeride? diye sordu kadına.
Genç kadın burnunu çekti. "Böyle olacağını bilmiyordum."
— Ne gibi?
— Şarkı, sadece şarkı. Biraz dans ve öpüşme de olsay
dı ya... Sadece o eski iğrenç türküler var. Allah belâsını
versin!
— Gidiyor musun?
- Koluma gir, kalayım.
Birlikte içeriye girdiler.
Kısa merdiven oldukça basıktı. Az daha kafasını yukar-daki lambaya çarpıyordu. Sarışın kadın oturacak bir yer buldu. Mark da Kora'yi aramaya başladı. Kabinin bütün mobilyaları boşaltılmıştı. Odayı yeşil şarap şişelerinin içindeki mumlarla çivilere asılmış antik fenerler aydınlatıyordu. Tarih burada da kendini gösteriyordu. Yirmi kadar genç vardı. Kızlar koltuklarda oturuyor ve biraz düzensiz bir halka oluşturuyorlardı. Halkanın ortasında güzel giyinmiş bir kızla bir erkek vardı. Aşk ve ölüm hakkında şarkılar söylüyorlardı.
Mark zenciyle Çinli kızı bulmuş, fakat Kora'yi bulamamıştı. Aramaya devam etti. Sonunda onun, direğin arkasında gitar çalan genç bir adamla konuşmaya dalmış olduğunu gördü.
Bu kez daha güçlüydü.
Vücudu yeni bir umutla dolmuştu.
Çift, yeni bir şarkıya başladı. Mark aşk ve umutsuzluğun öyküsünü dinlerken kendisine sunulan kahveyi yudumluyordu.
Ucuz şarap ve marijuana kokusu geldi burnuna.
Uzun boylu, kızıl saçlı biri direğe doğru yürüdü.
- Ören! Neredesin, Ören Starr? Sıran geldi.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Alfa Cellatlari - 2
- Büleklär
- Alfa Cellatlari - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3893Unikal süzlärneñ gomumi sanı 225130.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Alfa Cellatlari - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3796Unikal süzlärneñ gomumi sanı 220431.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Alfa Cellatlari - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3862Unikal süzlärneñ gomumi sanı 221930.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Alfa Cellatlari - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3842Unikal süzlärneñ gomumi sanı 210831.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Alfa Cellatlari - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3895Unikal süzlärneñ gomumi sanı 209531.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Alfa Cellatlari - 6Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3859Unikal süzlärneñ gomumi sanı 205731.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Alfa Cellatlari - 7Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3822Unikal süzlärneñ gomumi sanı 217230.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Alfa Cellatlari - 8Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3854Unikal süzlärneñ gomumi sanı 202528.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Alfa Cellatlari - 9Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2737Unikal süzlärneñ gomumi sanı 136127.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.37.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.