Alemdağda Var Bir Yılan - 1

Süzlärneñ gomumi sanı 4201
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2333
29.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
43.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
50.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
İÇİNDEKİLER


Öyle Bir Hikâye •
Yalnızlığın Yarattığı İnsan •
Alemdağın'da Var Bir Yılan •
Panco'nun Rüyası •
Melâhat Heykeli •
Yani Usta •
İki Kişiye Bir Hikâye •
Rıza Milyon-er •
Sarmaşıklı Ev •
Eftalikus'un Kahvesi •
Hişt, Hişt!.. •
Dülger Balığının Ölümü •
Kafa ve Şişe •
Çarşıya İnemem •
Dolapdere •
Bir Hastalık •
Yılan Uykusu •



Değerli yazarımız Sait Faik Abasıyanık'ın kanunî temsilcisi bulunan Darüşşafaka Cemiyeti, 30 Mart
1863 tarihli Padişah Fermanı ile "babası ölmüş ve maddi durumu yetersiz" kız ve erkek öğrencilere
karşılıksız eğitim sağlamak amacıyla kurulmuştur.
Faaliyete geçtiği yıldan bu yana kendisini yenileyen, 1955 yılında kolej eğitimine, 1972 yılında da kar-
ma eğitime geçen kurum, 1994 yılında da Maslak'taki modern kampüsüne taşınmıştır.
Türkiye'de bir hayır kurumu tarafından açılan ilk özel okul olan Darüşşafaka, babası vefat etmiş, yok-
sul fakat yetenekli kız ve erkek çocuklarımıza giyim, barınma, yemek, kitap, sağlık hizmetleri dahil öğ-
retim olanaklarını karşılıksız olarak yatılı ve karma eğitim vererek sağlaması bakımından da "İlk Halk
Okulu" olma özelliğine sahiptir. Halen İngilizce eğitim yapan ve 900 öğrencinin öğrenim gördüğü ku-
rumun tüm giderleri, devlet yardımı olmaksızın, sadece hayırsever halkımızın bağışları ve bu bağışla-
rın değerlendirilmesi suretiyle Darüşşafaka Cemiyeti'nin kendi imkânları ile karşılanmaktadır.
Sait Faik Abasıyanık, sağlığında birkaç kez; o zaman, İstanbul Fatih'te bulunan Darüşşafaka Lisesi'ne
gitmiş, orada okuyan çocuklan çok takdir ederek onlarla ilgilenmiş, ölümünden sonra tüm malvarlığı-
nın Darüşşafaka'ya verilmesini istemişti. Annesi Makbule Abasıyanık da bu arzuya uyarak telif hakla-
rını Cemiyette bırakmış, ancak Burgazada'daki köşkün müze olarak korunmasını ve oğlu adına her yıl
bir hikâye armağanı verilmesini şart koşmuştur. Darüşşafaka Cemiyeti, kendisine 1964 yılında intikal
eden bu vasiyete titizlikle sahip çıkarak köşkü müze halinde korumakta ve o yıldan bu yana "Sait Faik
Hikâye Armağanı" adı altında Türkiye'nin en ciddi edebiyat yarışmalarından birini düzenleyerek de-
ğerli yazarın her yıl hatırlanmasını sağlamaktadır.


ALEMDAĞ'DA VAR BİR YILAN

Yayın Notu: Alemdağ'da Var Bir Yılan yeniden basıma hazırlanırken kitabın, Sait Faik Abasıyanık
hayattayken Varlık Yayınları tarafından 1954 yılında yapılan ilk baskısı esas alındı. Dönemin dil anla-
yışına uygun olan yazım biçimleri günümüze uyarlandı ve okumayı kolaylaştıracağı düşünülerek, ge-
rekli olduğu durumlarda noktalama işaretleri eklendi ya da çıkarıldı.
Öykülerin ilk yayım yerleri ve tarihleri belirtilmiş; öyküler ile ilgili açıklamalar da öykü sonlarında ya-
pılmıştır. Herhangi bir dergide yayımlanmadan yazar tarafından doğrudan kitaba alınan öyküler, öykü
sonlarında yayıncı notuyla belirtilmiştir.
İlk baskısı Alemdağı'nda Var Bir Yılan adıyla yapılmış olan bu kitabın adı, sonraki baskılarda yazarın
isteği doğrultusunda Alemdağ'da Var Bir Yılan olarak korunmuştur.
Öyle Bir Hikâye

Sinemadan çıktığım zaman yağmur yine başlamıştı. Ne yapacağım? Küfrettim. Ana avrat küfrettim.
Canım bir yürümek istiyordu ki... Şoförün biri:
— Atikali, Atikali! diye bağırdı.
Gider miyim Atikali'ye gecenin bu saatinde, giderim. Atladım şoförün yanına. Dere tepe düz gittik.
Otomobilin buğulu, damlalı camlarında kırmızı, sarı, yeşil, türlü ışıklar görerek, bir renk dalgası içinde
Atikali'ye vardık.
Şişli'de Bomonti durağından yüz adım yürüsem evime varır, iki yorganlı yatağımın çukuruna büzülür,
dostum Panco'yu düşünürüm. Şimdilik başka kimsem yok. İstanbul adalarının birinde hasta anam ya-
tar döşeğinde. Kara köpeğim de karyolasının altında onu ve beni bekler. Panco, Çilek isimli bir sokakta
oturur. Futbol oyunları görür rüyasında. Yahut da yine rüyasında pişpirik oynar. Ben gece yarısından
sonra yağmurlu bir havada Atikali'deyim. Sözümona bir bulvar üstündeyim. Yürüyorum. Yağmur yağı-
yor da yağıyor. Evet, yağmurun, yalnızlığın, Atikali'nin hakkı var: Uzaklaştıkça anamı, Panco'yu, köpe-
ğim Arabi daha çok özlüyorum.
Üçü de uykudadır. Annem horluyor, Arap uyanmış, sokağa kulak veriyor, Panco rüya da görmüyor,
demincek attım.
Ben, iki insan ve bir hayvan düşünerek yağmurun altında, Atikali'nin bilmediğim sokaklarına sapıyo-
rum. Bekçi düdükleri geliyor. Bir evden deli gibi birisi fırlıyor. Üstüme çullanıyor.
— Dostumu öldürdüm abi, diyor, sakla beni.
Paltomun cebini gösteriyorum. Dikişlerinden yağmur girmiş, sabahki yediğim simidin susamları ko-
kan cebimi. Girip kayboluyor.
— İsmin ne senin? diye sesleniyorum cebime:
— Hidayet.
— Neden öldürdün; Hidayet?
— Seviyordum be abi!
— Nasıl seviyordun; Hidayet!
— Deli gibi be abi! Gün onunla ağarıyordu. Ben susam helvası satarım abi gündüzleri. Cebin de mis gi-
bi simit kokuyor abi. Gün onunla ağarır; onunla kararırdı. Bir dakkam yoktu onu düşünmediğim. Abi,
rüyada gibi yaşardım. Her laf gelir gider ona dayanırdı. İnsanlar bana bir laf söylerdi. O ne cevap vere-
bilir, diye düşünürdüm. Bir şey alacak olsam o alır mıydı acaba? derdim. Bir şey yesem içime sinmezdi.
Biri yol sorsa o gösterir miydi diye kafama sormayınca ve içimde o, yol göstermeyince aptal aptal ba-
kardım. Bir güzel şey görsem ona göstermezsem, gösteremediğim için zevk alamazdım güzel şeyden.
— İsmi ne idi?
— Pakize.
— Sonra Hidayet?
— Sonra abi... Hava kararırdı. Susam helvalarını kahveye bırakır, iki bardak şarap içmeye koşardım.
Afyon mu katardı pezevenk meyhaneci nedir, içer içmez Pakize karşıma dikiliverirdi capcanlı, ısıcacık.
— Sahiden mi?
— Yok be yalancıktan, hülyadan be abi! Artık konuşur dururdum abi.
— Sus, gelen var, Hidayet.
Hidayet paltomun cebinde bir susam tanesi gibi büzülürdü.
Yağmur dinmişti. Ortalık bir parça ağarmış gibi idi. Hidayet cebimden seslendi:
— Anlatayım mı ötesini abi?
— Anlatma, yeter bu kadarı.
— Peki abi, sustum. Nasıl istersen abi. Ama anlat beni Panco'ya emi?
— Anlatının Hidayet.
— Ama ötesi daha kıyak abi.
— Ötesini ben uydururum Hidayet. Sen çık cebimden. Palto da ıslandı. İkinizi birden kaldıramıyorum,
yoruldum.
— Peki abi.
Cebimdeki susam pire oldu. Fatih Camii avlusunun çitlembik ağacının dibine doğru fırladı gitti. Karan-
lıkta bir kıvılcım, kara bir kıvılcım gibi pırıldadı.
Bir oh çektim. Rahatlamıştım. Keyiflenmiştim. Panco'ya domuzuna bir hikâye anlatacaktım: Hidayet
Pakize'nin ta kalbine bir vuruşta kocaman bir çivi saplamıştı. Başka çaresi yoktu. Susam helvaları yiyen
çocuklar, kadınlar Hidayet'ten bu hikâyeyi beklemezlerdi. Susam helvası karın doyurmazdı. Pakize su-
sam helvacıya da varamam a, demişti. Seviyormuş... Sevgi karın doyurur mu? Hidayet o akşam süs-
lenmiş, Taksim'e çıkmıştı. On sekiz lira otuz yedi kuruş parası vardı. Bir meyhaneye girdi içti de içti.
İçtikçe Hidayet'e koydu. Artık minareye baktığı zaman minarenin aleminin göğe doğru yükselişini Pa-
kize ilen bir bulutsuz ay mehtaplı gecede seyretmeyecekti, demek. Hırkaişerif e bu yol mu gider diye
bir kadıncağız sorduğu zaman Hidayet kafasının içinde, sarı yün kazağı altında kaybolmuş, Pakize'ye
aynı suali sorup da: "Bu yol mu gider, öteki mi, ben ne bileyim Fatma Hanım!" derse, o da kadıncağızın
şaşırmış yüzüne gülümseyerek aynı şeyleri söyleyemeyecekti, ha.
Başını tüyler gibi, kediler gibi, temiz tülbentler ve mendiller gibi kokan Pakize'nin dizlerine hiç mi hiç
koyamayacaktı.
Ulan bu çiviyi de kim koymuştu cebine. O piç Abdullah yok mu? O canım çocuk. O çilli, esmer yüzlü,
badik burunlu, Karakaplan kulübü santrhafı canım oğlan Abdullah. O koymuş olacaktı çiviyi. Yarım si-
nema bileti, yarım stadyum bileti, diş fırçası, İngiliz anahtarı, bozuk yale kilidi, ispermeçet mumu, çik-
let, kurtlu kiraz, sabun, karpuz kavun çekirdeği, soğan sarmısak koyan piç kurusu çiviyi ne bok yemeye
kor. Kocaman temel enserisi. Pırıl pırıl da. Biz gibi de ince... Panco'ya hazırda hikâye.
— Ne arıyorsun buralarda gece yarısı hemşerim sen?
— Bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Ordan dönüyorum. Geç kalmışım.
— Nerde oturuyorsun?
— Şişli'de.
Üstümü aradılar. Kalemden başka 67 lira 30 kuruş param var. Bir hikâye müsveddesi, Panco'nun bir
resmi, bir kalem daha.
— Nüfus kâğıdın yok mu yanında?
— Yok!
— Ne iş yaparsın?
— Yazı yazarım.
— Ne yazısı, kâtip misin?
— Kâtibim.
— Kimin yanında?
— Kocaeli, İkbal ambarında.
Nereden aklıma geldi de birdenbire söyleyiverdim Kocaeli İkbal ambarını.
— Hadi bakalım. Tabana kuvvet. Dolaşma gece vakti, ihtiyar halinde.
Fatih parkının kenarından yürüyorum, Panco. Adamın biri oturmuş ıslak yere. Bacaklarını dimdik
dikmiş. Kafasını parkın sınır demirlerine dayamış.
— Yaşasın demokrasi, yaşasın millet, yaşasın cumhuriyet! Diye bağırıyordu.
— Yaşasın hemşerim, dedim.
— Otur yanıma, dedi.
Oturdum. Oh! Sahiden rahatmış be. Islak ıslak. Soğuk soğuk.
— Benim bir karım var hemşerim. Suratını görsen bir aylık yola kaçarsın. Bir kızım var. Allah senin gi-
bisine nasip etsin. Evli misin? Evli isen boşa benim kızı al. Bir gözü kör, öteki gözü Yaradana yan ba-
kar. Bir burnu var. Enfiye mendili dayanmaz. Sümüğü kokar. Mendili kokar, kendisi kokar. Yanından
geçemezsin. Buram buram aybaşı kokar. Bir oğlum var. On dokuz yaşında, sidik kokar. Ayak kokar,
cıgara kokar. Ev desen evlere şenlik apteshane kokar. Hey büyük Allahım! Şu taşlara bak. Yıkadın pırıl
pırıl. Şu yeşile boyanmış demirlere bak! Katı, katı ama mis gibi boya ve yağmur kokuyor. Şu çimenler.
Şu bulutlar, şu kara kara, sarı sarı, kırmızı kırmızı, sarışın sarışın, esmer esmer geçen bulutlara bak! Şu
gözlerimde büyüyüp büyüyüp, yıldız yıldız açılıp, ok ok, sivri sivri kapanan fenerlere bak! Şu baştan
aşağıya yıkanmış daireye bak! Soğukmuş, yağmurmuş. Vız gelir. Tertemiz, kokusuz, ışık ve su içinde,
bulut içinde kâinatın altında yatıyorum. Başımı demirlere dayamışım. Kıçım sular içinde ne çıkar? Kâ-
inat tepemde akıl ermez oyunlar oynuyor. Buhar su oluyor. Su çamurları, pislikleri temizliyor, çimen-
leri yeşil ediyor, ağaçları ağaç. Ne işim var evde? Otur sen de. Sen de gitme evine. Yatalım burda. Uyu-
yalım. Dur önce bir cıgara yakalım.
Şu kibritin, şu yanmam diye fısır fısır fışırdayıp da sonradan peki emret anam yanayım, diyen şu kibri-
tin ışığına bak. Bu olur mu arkadaş. Böyle bir el sürçmesiyle açılıveren hararet, ışık, bayram gördün
mü sen? Gül, sevin arkadaş. Şu ağzımızdan çıkan dumanlara bak! Nasıl uçuyorlar. Yaşıyorsun efendi.
Pırıl pırıl, tane tane, ıslak ıslak. Cam cam, billur billur, fanus fanus, çeşmibülbüller gibi yaşıyorsun dos-
tum. Dumanlarımıza, cıgaralarımızın dumanlarına bak efendi! Bu mavi şey nedir? Bu insanın içini se-
vinçten, keyiften parlatan şey nedir? Ne kadınla yatmak, ne şarap içmek, ne arkadaşlarla prafa oyna-
mak, ne tiyatro, sinema seyretmek... Hepsi bir yana dünyayı seyret. Al gözüm bak efendim. İşte sana
kibrit alevi. İşte sana cıgara dumanı! Hadi uyuyalım hemşerim.
Ha uyumadan evvel Panco'ya anlat beni. Fatih parkının demirine dayalı uyuyan adamı, cıgarasının
dumanını. Panco iyi çocuktur. Candır can. Selam söyle benden.
İyi ki şu ayakkabıları almışım. Bereket ki ayaklarım su çekmiyor. Her yanım su içinde. Ayaklarım kalo-
riferli. "Cıgaramın dumanı, yoktur yârin imanı. Altından köşk yaptırdım, gümüşten merdivanı" türkü-
sünü bağıra bağıra söyleyerek uzaklaşırken arkamdan sesleniyordu.
— Var ol! Gördün mü? Var mı imiş dünya. Panco'nun arkadaşı! Faik Bey'in oğlu.
Zeyrek'teki setlerin üzerine oturdum. Önümde Vefa. Atatürk bulvarında cinler top oynuyor. Rüzgâr bir
kaleden bir kaleye bulut atıyor. Yaşasın futbol maçları, diyorum. Seddin hangi tarafından ineceğimi
düşünmek istiyorum. Ömrümde bir kere esrar çekmiştim Bursa'da. Yeşil camisinin avlusundaki sedde
oturmuş Nilüfer ovasına şiir düzerken ne taraftan ineceğimi şaşırmıştım. Adamın biri geçerken çağırıp,
ne taraftan ineceğim ağabey, diye sorunca adamcağız gözümün içine korku ile bakmış, sonra gülümse-
yerek elimden tutup indirmişti. Gözlerini lise kasketinin şemsiperine dikip:
— Yapma bir daha delikanlı, demişti, inmesi kolay. Biri gelir indirir. Ama bir de çıkmasını şaşırırsan if-
lah olmazsın sonra, demişti.
Şimdi artık böyle şey kullanmıyoruz ama o zamandan beri bir sedde çıkmaya görelim. Hep iniş kolunu
unutuveriyoruz.
Panco hep kabahat sende. Sen ettin bu işi bana. Gece yarısı senin hesabına dolaşıyorum. Sen ettin bu
işi.
Baktım, Zeyrek yokuşunun seddi dibinde uyumuş bir köpek. Yanına oturdum. Gözünü açtı. Böcül bö-
cül baktı. Korka korka kafasını okşadım. Gözünü yumdu. Bir konferans da ben ona çektim. Dedim ki:
— Oğlum patlak göz. Ben insanoğlu. Sen hayvanoğlu. Bundan milyonlarca sene evvel her ikimiz de
kurttuk, solucandık, tek hücreli mahluktuk. Ondan evvel boşlukta bir tozduk. Sonra bak işte bu hale
geldik. Bundan sonra belki böyle kalırız. Belki değişiriz. Ama böyle kalmayalım. Siz de bedbahtsınız,
biz de. Evlerde uyuyanlar, ipekler içinde uyuyanlar, kadın koynunda uyuyanlar, soba başında kıvrılmış
bobiler de var. Lastikten kemikleri, toplan var. Hanımları atar, koşup getirirler. Sabahları kapıcılar
gezmeye çıkarırlar. İnsanlar var, sevdiklerini almışlar şu saatte koyunlarına, dalmışlar iki kişilik rüya-
larına. Pekâlâ ne yapalım? Ama sen Zeyrek yokuşunda kuyruksuz, tüysüz, uyuz, soğuktan titreyen bir
sokak köpeği, ben Panco'nun arkadaşı, başka hiçbir şey değil, yağmura vurmuş, uykusuz, canı burnun-
da, yüreği Ağaççileği sokağında, kafası Bomonti tramvay durağından yüz metre uzakta kirli bir yastıkta
bir adamcağızım. Ne yapalım? Günün birinde dostluklardan, insanlardan ve hayvanlardan ve ağaçlar-
dan ve kuşlardan ve çimenlerden yapılmış vazife hissi ile çarpan yüreklerle dolu bir âlemde
yaşıyacağımızı düşünelim. Bir ahlakımız olacak ki hiçbir kitap daha yazmadı. Bir ahlakımız, bugün
yaptıklarımıza, yapacaklarımıza, düşündüklerimize, düşüneceklerimize hayretler içinde bakan bir ah-
lakımız. O zaman seninle daha uzun dostluklar ederiz patlak göz. O zaman hiç merak etme. Dostum
Panco da bana hak verecektir. Kilise ahlakından söz açmayacak. Dostluğun olağanüstü güzelliğini ço-
cuklarına anlatacaktır.
Atatürk Köprüsü'nde rastladım adama. İki elini tırabzana dayamış, Haliç’e öğürüyordu. Yanında dur-
dum. Zıplar gibi iki üç defa daha ayakkabılarının ucuna basarak yükseldi. Sonra durdu. Mendilimi çı-
karıp gidip yüzünü sildim. Ağzını sildim. Gözüne düşen saçlarını elimle taradım. Yüzünü bana çevirin-
ce iki büyük ve siyah göz dostça baktı.
— Çok içtim amca, dedi. Ukalalık etmedim.
— İçmeli delikanlı, dedim, içince çok içmeli.
— Aşkolsun amca, dedi, sen de bizdenmişsin.
— Zamanında, dedim.
— Çok mu içerdin, dedi.
Alt dudağımı üst dudağıma adamakıllı yapıştırıp sağ elimle de havaya hafiften iki üç tokat salladım.
Panco sen de yap böyle, ne demek istediğimi anlarsın.
— Belli, belli amca, dedi. Suratında nur kalmamış. Kızdım.
— Nurum içimde oğlum, dedim, içim pırıl pırıl. İçim aşkla dolu, dostlukla dolu, hiç olmazsa bu akşam-
lık. Sen bakma o yüzdeki nura. Yalanadır, aldatır.
— Öyle mi dersin? dedi. Arkasından "Öyle mi derler tombul gelin böyle mi derler?" şarkısını söyleyerek
uzaklaşırken yakaladım.
— Yok, dedim, salıvermem seni. Anlat bana nerde içtin.
— Nerde olacak amca, bırak, gece yarısı hoşbeşi Allah aşkına aydım artık, gidip yatayım. Yarın erken
araba koşacağız. Moruk kıyameti koparır uyutamazsak.
Senin anlayacağın amca na şu karşıdaki evde bir karı oturur: Yahudi karısı. Kocası Ankara'ya gitmiş.
Bizi çağırdı. Gittik, beraberce içtik. Herif gece yarısı damlamaz mı? Pişkin adammış. Bizi karşı karşıya
görünce bir tek kelime söylemedi. Bir kenara oturdu. Kan da pişkinmiş o da sanki odada kimse yokmuş
gibi bir bana bir kendisine, bir herife dayadı rakıyı. Üçümüz bir kelime söylemeden yedişer kadeh daha
içtik.
— E, bana müsaade! dedim. Karı:
— Müsaade sizin efendim, dedi.
Herif yüzü sapsarı, mükemmel bir Türkçe ile:
— Şerefi ikballe, dedi.
Ben kırdım. Sonra ne oldu evde bilmem.
— Uy anam, dedim ben.
— Ya, uy anam, dedi, genç yakışıklı, bıçkın arabacı. İkimiz de Atatürk Köprüsü'nü ters tarafından ar-
şınlayarak
Haliç'in öteki yakalarına vardık.
Ben Azapkapı'da iken onun Unkapanı'ndan narasını duydum.
— Uy anam, diyordu.
İşte bu minval üzre Panco geldim sizin mahalleye, yağmur yine başladı. Tam sizin evin önünde bir küp
kırılmış, yarısı paramparça, yarısı sapasağlam. Küpün içine oturdum. Başladım anlatmaya
Atikalipaşa'ya bir gece yarısı nasıl gittiğimi, Hidayet'in cebime nasıl girdiğini, Fatih parkında yatan
adamı, sokak köpeğini ve Yahudi karısının arabacı zamparasını.
Sen uyuyordun.
— Hey Panco, Panco, seslendim.
Sesim bir pencereyi deldi. Gitti senin kulağını buldu. Uyandın. Ama artık benim sana kadar yetiştire-
cek ne sesim, ne halim kalmıştı. Sen de tekrar uykuya daldın. Bir otomobil geçiyordu.
— Bomonti'ye gidiyor musun ağabey, dedim.
— Atla, dedi. Atladım.

Panorama, (1) Mayıs 1954'te "Yağmurlu Hikâye" adıyla yayımlanmıştır.
Yalnızlığın Yarattığı İnsan *
Pardösüsünün kürklü yakasını kaldırınca üşüdü mü diye baktım. Aslında soluk esmer yüzü balmumu
gibi sararmıştı.
— Üşüdün, dedim.
Kaşını kaldırdı. Yanağındaki çıban yerinde kan yoktu. Durdum. Yüzünü avuçlarıma alıp ovaladım.
— Neden böyle oldun, dedim.
Güldü. Karanlığa doğru tükürdü. Başını iki tarafa şiddetle salladı.
— Olurum bazı bazı böyle, dedi.
— Bir yere girelim, dedim.
— Girelim, dedi. Girelim ama içmeyelim artık.
— İçelim, dedim.
— Öleceksin be, dedi.
— Öleceğim, dedim.
Elimizdeki bardaklara baktık. Yüzü ne durgun, sessiz, esmerdi. Yine soluktu ama canlıydı.
— Senin suratın bitkin, dedi.
— Bitkin, dedim.
Fıstık yedi. Bira içti. Fıstık yedim, bira içtim. Kulağımda bir şeyler öttü. Bayılacak gibi oldum. Dikkatle
bana bakıyordu.
— Çok ihtiyarladın sen, dedi.
— İhtiyarladım, dedim.
Saçlarıma baktı. Gözlerime baktı. Güldü.
— Boş ver, dedim. Yahu, bakma!
Isınmış olacak, yakası kürklü pardösüsünü çıkardı.
Pardösüsünün yakası kürklü, pardösüsünün yakası kürklü dedim içimden. İçimden biri: "E ne olacak
yani?" dedi. Ne olacak, ben de yaptıracağım bir tane böyle.
— Seni bir daha göremeyecek miyim? dedim. Kızdı.
— O benim bileceğim şey, dedi.
İki gün sonra yirmi kişiye: "O benim bileceğim şey" ne manaya gelir diye sordum. Hiçbiri doğru dürüst
bir mana veremedi.
Daha iki gün geçmemişti. Biz hâlâ birahanede idik.. Etrafımı görmüyordum. Onu da görmüyordum.
Havayı görür müyüz? Dalmıştım.
— Hadi kalk, gidelim, dedi.
— Nereye? dedim.
— Maça, dedi.
— Maça mı? dedim. Bu vakit maç olur mu?
— Avrupa'da gece maçları olur ya, dedi.
— Burda olmuyor ki, demedim. Kalktık. Yokuşu indik. Bir yerde durduk. O soyundu. Aşağıda bir mer-
diven başında yarı aydınlıkta oynayan futbolculara karıştı. Sesler duydum. Düdükler duydum. Küfürler
duydum. Etrafıma baktım. Binlerce insan vardı.
Bir aralık yanıma geldi.
— Sen oynuyor musun? dedim.
— Kör müsün? dedi.
— E ben ne yapıyorum?
— Sen de oynuyorsun, dedi.
— Ben de mi oynuyorum. Ben ne oynuyorum? Güldü. Dişlerini gördüm. Bir tanesi kenarından kırıktı.
— Sen, dedi, seyirci oynuyorsun.
— Ha, sahi! dedim.
Ben seyirci oynuyordum. Başladım tepinmeye. El çırpmaya. Üşüyordum. Paltomun yakasını kaldırdım.
Onunki gibi koyun kürkü koyduracağım ben de. Yanaklarımda bir kürk serinliği duydum.
Artık hareket etmedim. Seyirciler kayboldu. Futbolcular kayboldu. Neden sonra yanıma geldi.
— Maç bitti, dedi.
— İyi ya, dedim. Kim kazandı?
— Ötekiler! dedi.
— İşte bu olmadı? dedim.
— Sen kim kazansın istiyorsun? dedi.

* Bu hikâye herhangi bir dergide yayımlanmamış, yazar tarafından doğrudan kitaba alınmıştır. (Yay. N.)
— Bizimkiler, dedim.
— Bizimkiler kim?
— Siz.
— Biz mi? dedi. Bizim kazanmamızı mı istiyordun?
— Öyle ya. tabii, dedim.
— Neden? dedi.
— Öbür tarafta tanıdığım kimse yoktu ki?
— Bizim tarafta var mıydı?
— Sen vardın ya; dedim.
— Budala dedi, ben de yoktum.
— Ben seni gördüm, dedim.
— Ne oynuyordum?
— Bek!
— Sahi görmüşsün, dedi.
— Birisi seni düşürdü, dedim.
— Düşürdü, dedi.
— Topallıyorsun, dedim.
— Topallıyorum, dedi, sana ne?
— Hiç, bana hiç, dedim. İçim burkuldu.
Birdenbire kaybettim onu. Seslendim:
— Panco, Panco! Hiçbir cevap alamadım. Birisi karanlıkta adımı çağırdı.
— İshak, İshak, dedi.
Cevap vermedim. Ses, onun sesi değildi. Ama sonra belki arkadaşımdan bir haber alırım diye:
— Ne var yahu? dedim.
— İshak, İshak, dedi yine ses.
— Ne var yahu, ne var? Burdayım!
— Yanıma yaklaşan ayak seslerini tanıdım! dedi. Yanında üç tane genç vardı. Biri kısa boylu, Ermeni
suratlı idi. Ötekisi bir balıkçı ceketi giymişti. Manasız bir yüzü vardı. Üçüncüsü upuzun biri idi. Arala-
rında kelimelerini binlerce kere duyduğum, manalarını bilmediğim bir dil konuşuyorlar, anlamıyor-
dum.
Onlar önde, ben arkada bir yokuş çıktık. Caddeye vardık. Cadde asfalttı. Işık içinde idi. Yerler ıslaktı.
Yağmur kesilmişti.
— Yağmur yağmış, dedim kendi kendime.
Onları kaybetmiştim. Bir sinemanın gişesinde buldum. O kapıda bekliyordu. Bir tanesi bilet alıyordu.
Uzun boylu ile balıkçı ceketli pis pis gülüyorlardı. O esmer, sakin, durgundu. Bana bakmadan benimle
ilgili gibi idi.
Kendimi göstermemeye çalıştım. Ben de bir bilet aldım. Onlar ön tarafta bir yere yerleşmişlerdi. Ben
de kenarda ayakta durdum. Onun karanlıkta sağa sola kıpırdandığını görüyordum. Önündeki adamla
beraber o da sağa sola dönüyordu. Bir ara iyice yerine yerleşti. Elini yanağına dayadı. Seyre daldı. Son-
ra yine doğruldu. Başladı tırnaklarını yemeye. Kalabalığın içinde pardösülü, kırk yaşlarında bir adam:
— Yeme tırnağını, diye bağırdı.
Gülümsedi. Işıklar yanmıştı. Üç arkadaşı kaybolmuştu. Önündeki tırnaklarını yeme diyen adam yanına
geldi. Oturdu.
Bir şeyler konuştular, duymadım. Yakası kürklü eski arkadaşım pardösüsünün kolundan bir kaşkol çı-
kararak boynuna sardı. Ben siyah saçlarını görüyordum. Dönüp baktı. Beni tanımadı. Taşa, duvara
bakmış gibi idi.
— Benim, yahu, benim, ben, arkadaşın, ben İshak demek için ağzımı açtım.
Sinemanın ağır havası ciğerime su gibi doldu. Sustum. Kalktılar. Işıklı çarşılardan geçtiler. Ben arkala-
rından mahzun baktım. Yapayalnız kalmış gibi idim. Onunla konuşaraktan bir lokantaya girdim. Lo-
kantanın sahibi bir kadındı. Yanağında beni vardı. Hâlâ çocukluğumun genç kızı gibi idi. Gülümseye-
rek selam verdi. Yirmi sene evveline gidiverdim.
Çok hasta olduğum zaman, ateşim kırka yaklaştığı zaman ellerim büyür. Dev gibi ellerim olur. Çoğunca
çocukluğumda olurdu.
— Ellerim büyüyor, derdim.
Büyükanam, yahut anam ellerimi soğumuş elleri içine alırlardı. "Yok bir şey, yavrum yok bir şey! Bak
benim elimde ellerin" derlerdi. Sakinlerdim bir iki dakika. Yine büyürdü ellerim.
Ellerim büyürdü ellerim. Ellerim ne kadar büyürdü aman yarabbi? Sokağa çıktığım zaman soğuktan el-
lerim küçülüverdi. Caddelerde idim. Binlere karşı birdim. On binlere karşı birdim.
— Panco, Panco diye haykırdım içimden.
Bir saate baktım. On bire çeyrek var. Caddeler tenha idi. Sinemalar dağılmamıştı. Sarhoşlar bana
çarpmadı. Aralarından yılan gibi geçtim. Herkes Panco'ya benziyordu. Herkes maça gidiyordu. Pardö-
süsünün kürkünü kaldırmış gencin arkasından koştum.
Yakasından tutmak geçti aklımdan. Maça gidelim, diyecektim.
Hayır, hayır, seni o Alman lokantasına götüreceğim. Bir patates salatası yapıyorlar. Bir de spitzel yer-
sin?
O pasajdaki birahaneye yine gitsem. O masaya otursam o masaya. İnsanlar gelse otursa çift çift kadınlı
erkekli. Ben tek başıma. Milyonlar içinde tek başıma. Acı gitgide acıyor. Kavun acısı gibi, zehir gibi bir
acı. Kaybettikten sonra bulduğumuz şey. Nedir o bil? Nedir o bil?
Kaybetmeden bulamadığımız bilemedin kaldır vur! Pencereden kim baktı. Neden baktı? Kapa gözlerini
kapa. Ellerin büyüyor mu? Yok büyümüyor. Büyümüyor, büyümüyor, yaşasın. Ama acıyor, hayır acı-
mıyor, yalan söyleme. Yüreğinin üstünde bir şey varmış gibi değil mi? Yalan. Mutlak bir yerde okudun.
Yahut biri anlattı. Yahut aklında böyle kalmış. Yüreğinin üstünde bir şey yok. Yalnızlık. Yalnızlık güzel.
Güzel değil. Kavun acısı. Kavun acısı da ne.
Sıcak sıcak börekler getirtti adamın biri. O olsa yerdi şimdi. Yemeği nasıl yiyordu bilmiyorum. Pardö-
süsünün yakası koyun kürkündendi koyun. Yanağında ufacık bir eski çıban izi vardı. Derisinin altından
kan akmazmış gibi donuk esmer bir rengi vardı. Saçları kara, gözleri kara idi. Ne çıkar onlardan. Kara
olmasalardı donuk esmer, altından kan akmazmış gibi solgun ve hiddetli rengi severim başka. Başka-
sında bulsam sevmem ki.
Yıldızlara baktım. Hani yıldızlar. Birahanede yıldız mı olur. Yıldızlara baktım. Bir sinemaya daldım.
Geçen gün koşa koşa caddeden geçiyordu. Vakit beşe çeyrek vardı. Geç kalmıştı matineye. Koşa koşa o
sinemaya girdi. Ardından baktım kaldım. Giremedim. Aksilik ediyor. Konuşmuyor. Hiç sesini çıkarmı-
yor. O zaman. O zaman buram buram buhar çıkan bir yere girmiş gibi terliyorum. Sonra üstüme kar
yağıyor kar. Pıtır pıtır bir kar yağıyor. Tane tane bir kar. Aklım tabancalara gidiyor. Bıçaklara bıçakla-
ra. Sevmiyorum bıçakları. Tabancalar. Beynimizde bir yerde küçük bir delik, etrafı siyah. Garip bir de-
lik. Kan hafifçe sızmış. Beyin tıkayıvermiş deliği. İrin gibi bir şey akmış.
Ona ne, ona ne bundan. Bu benim kafatasımdaki delik. Ona da mı açmalı. Açmalı ya. Yalnızlıktan baş-
ka nasıl kurtulunur? Yalnız ölmek mi? Hayır insanların içinde, milyonun içinde iki ölü. Üç ölü. Dört
ölü, beş ölü. Bırak ölüleri saymayı. Bu beşinci bira. Boş ver şu birahaneyi de. Camın dışarısını da. O
gelmeyecek ki. Ha! Sinemadaydık sahi. Uçan daireden çıkan adam küçük bobinin elektrik fenerini aldı.
Sokağa çıktı. Çocuk da arkasından.
Uçan daireyi iki nöbetçi bekliyor. Uçan dairenin önündeki robot dimdik.
O kürklü pardösüsünü çıkarmamıştı. Kürk hâlâ serindi. O çıban izi olan yanağını serinliğe dayamıştı.
Kürkün dudakları öpüyordu onu. İrkildi. Beni hatırlamıştı. Silkindi. Masanın üstünde alçıdan bir ge-
mici biblosu dururdu. Ben onu ta uzaktan bir Avrupa şehrinin bayram yerinde kazanmıştım. Altına pa-
ra kordum.
— Gemici paranı verdi mi?
— Verdi, verdi. Eyvallah gemiciye.
— Gemiciye eyvallah!
Yaz günleri o yanıma uzanınca rahat bir uykuya dalardım. Rüyamda hiçbir şeyi görürdüm. Hiçbir şeyi.
Hiçbir şey kadar güzel şey var mı? Varsa ver bir lokma. Şu saatte. Hiçbir şey ölüm gibi güzeldir.
Öteki yıldızdan gelmiş adam taksiden atladı. Bütün ordu peşinde. Vur emri var. Vurdular. Askerler et-
rafını aldılar.
Geç geldiği zaman deli olurdum. Merdivende ayak sesleri yabancılaşınca kudururdum. Sonra birdenbi-
re onun ayak sesleri. Kapıyı açık bırakmış olurdum. Öteki seyyareden gelir gibi gelirdi. Gözlerinden
öperdim.
Çıkmalı. Buradan da çıkmalı. Sinema bitti. Sokakların içinde sırtımda talihim, sırtımda kendim, yürü-
meliyim. Mahalle içlerine gitmeliyim. Evler görmeliyim. Gece yarılarından sonra hafif ışıklar yanan
pencereler görmeliyim. Molozların üzerine oturup bekçi gözükünceye kadar bu 2 numaralı evi gözden
geçirmeliyim. Yukardaki balkonlarda saksılar var. Yukarısı harap. Aşağısı harap. Ortası mükemmel.
Hangi harapta oturuyor. Işık yakmamak. Ağır ağır bir koridordan geçiyordum.
— Hırsız var! Hırsız var!
Sokaklarda koşmalı. Koşmalı. Bekçiler, polisler, düdükler arkamda. Hayır kimseler duymadı. Bir kü-
çük odanın kapısını açıyorum. Orada harap bir karyolanın içinde, bir ayağı dışarda. İki ayağı da
dışarda. İki ayağını yorganın içine sokuyorum. Derin bir nefes alıyor. Benden yana dönüyor. Bakıyo-
rum. Çıban izi öbür tarafta. Tuhaf, hiddetli soluk yüzünde tatlı bir pembelik var. Kaşları ıslak ıslak.
Dudakları kuru.
Kandil sönmek üzere. Meryem titriyor. Bu küçük karyoladaki kim? Eğilip ona da bakıyorum. Kocaman
kocaman gözü var. Hiddetli bir derisi var. Bağıramıyor.
— Sus, sus, diyorum.
Küçük kızın ağzını avucumla tıkıyorum. Çırpınıyor.
— Gürültü etmezsen açarım avucumu, diyorum.
Kara gözlerini kapayıp açıyor. Avucumu ağzından çekiyorum. Sonra gidip öteki karyolaya oturuyorum.
O hâlâ uyuyor. Gözümle etrafı arıyorum. Yakası kürklü pardösü orda. Giyiyorum. Bileklerim dışarda
kamburlaşmış dolanıyorum odada. Küçük kız bana bakıyor. Avucunu ağzına kapayarak gülüyor. Mo-
lozların üstünden kalkıp yollara vuruyorum. Caddelerde şimdi yalnız sarhoşlar, pezevenkler ve şunlar
bunlar var. Hepsi de hoş hoş adamlar. Hepsinin sırtında talihleri ve kendileri. Yalnız yalnız. Bir karı ile
yatarken bile yalnızlar. Bir açık yer bulsam. Bir bira daha içsem. Yok. Her yer kapanmış.
O hâlâ uyuyor. Kaşları ıslak ıslak. Nefesine yüzümü tutuyorum. Başının altındaki iki yastıktan birini
çekip alıyor, onun ayak ucuna koyuyorum. Oraya da ben kıvrılıp yatıyorum. Ellerim büyüyor, büyüyor,
büyüyor, büyüyor.
Alemdağı'nda Var Bir Yılan *

Daha tiyatroya girerken kar başlamıştı. Çıkınca meydanı bembeyaz buldum. Boynumdan içeriye bir
damla düştü. Ürperdim.
— Çek elini ağzından. Tırnağını yeme, diye bağırdım. Önümden giden iki kişi dönüp baktılar.
Yüzümü görmek için yavaşladılar. Sanki ben her akşam onunlaymışım gibi bir yalnızlık duyuyorum. O
cuma günleri gelirdi. Alçıdan, ağzı pipolu gemici onu beklerdi.
Güneş muşamba perdede tam üçü işaret ederdi. Geleceğine yüzde yüz emin olduğum günler beklerken
uyuyakalırdım. Kapıyı tırmalar gibi vurduğu zaman nasıl duyardım rüyamın içinde. Yataktan fırlar-
dım. Kapıyı açardım. Rengi solmuş, nefesi boğazından gelirdi. Masadan bir cıgara alır yakardı.
Dünya ötede idi. Burada bir konsol, bir ayna, bir alçıdan gemici, bir yatak, bir ayna daha, bir telefon,
bir koltuk, kitaplar, gazeteler, kibrit çöpleri, cıgara izmaritleri, soba, battaniye vardı. Dünya ötede idi.
Gökyüzünde uçaklar vardı.
İçlerinde yolcular vardı. Trenler gidiyordu. Herifin biri imza ediyor, öteki para veriyordu. Akşam serin-
liği çıkmıştı. Akşam simidi de çıkmıştı dünyada..
Odanın içini simitçinin sesi doldurdu. Dünya ötede idi.
Biletçi bilet zımbalıyor, bir adamla bir çocuk gazete okuyorlar. Bir delikanlı, kara kaşlı, sıhhatli bir oğ-
lan upuzun yatmış. Yakışıklı, kuvvetli bir oğlan. Ellerini pantolonunun ceplerine sokmuş, sıska birisi
de sağımda yatmış. Çocuk gazeteyi bıraktı. Pardösüsünü başının altına dürdü. O da uzandı. Bir vapu-
run alt kamarasındayım.
Günlerden cuma. Mektep tatil. Süleymaniye'de Kirazlı Mescit sokağında oturuyoruz. Ben on yedi yaş-
larındayım. Münir Paşa Konağı'nın çam ağacını hatırlıyorum. Lisenin bahçesindeki büyük çam ağacı
bir yangında yanmış olabilir. Münir Paşa Konağı'nın yağlı boya tavanları çoktan duman ve kül olmuş-
tur. Tahtakuruları da yanmıştır. Yatağım, yorganım, gözyaşım yanmıştır. Havuzlar yanmıştır. Yaprak-
larını kışın dökmeyen ağaçlar yanmıştır. Anılar, anılar yanmıştır. Yanmış oğlu yanmıştır. Beni bugüne
getiren kitaplar yanmıştır.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Alemdağda Var Bir Yılan - 2
  • Büleklär
  • Alemdağda Var Bir Yılan - 1
    Süzlärneñ gomumi sanı 4201
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2333
    29.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    43.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    50.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Alemdağda Var Bir Yılan - 2
    Süzlärneñ gomumi sanı 4279
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2330
    29.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    42.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    49.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Alemdağda Var Bir Yılan - 3
    Süzlärneñ gomumi sanı 4335
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2327
    30.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    42.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    49.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Alemdağda Var Bir Yılan - 4
    Süzlärneñ gomumi sanı 4229
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2462
    27.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    40.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Alemdağda Var Bir Yılan - 5
    Süzlärneñ gomumi sanı 2716
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1742
    28.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    41.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.