Alemdağda Var Bir Yılan - 4
Süzlärneñ gomumi sanı 4229
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2462
27.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
40.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
48.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
— Yok yahu, dedim. Öyle yapmam. Doğrusunu ister misiniz? Ben hikâyenin nasıl yazıldığını da pek
bilmem, dedim.
Paraları vermek üzere ayağa kalktık. Genç adam parayı bana verdirtmemek için samimi bir acele gös-
terdi.
Yanımızda, kahvesine tavla oynayan iki kişi, bu ben vereceğim, sen vereceksin münakaşasına gülümse-
yerek baktılar.
Garson benim kasketimden ve kirli muşambamdan, vakti hâlime dair pek acele bir karar vermiş oldu-
ğunu tahmin ettiğim bir hesapla benim paramı almakta bir tereddüt geçirdi. Ve o sırada genç arkadaş
da kahveleri ödedi.
Ben:
— Ayıp ettiniz, dedim.
Eftalikus'un merdivenlerini indik.
İşte hikâyelerimi nasıl yazdığımı şimdilik merak eden dostum, yarın incir çekirdeği doldurmayacak
mevzuları yazan bir hikâyecinin iyi bir hikâyeci olmadığını yazacağına göre, bilmem hikâyem oldu mu?
Olmadıysa ne yapalım? Bizim hikâye anlayışımız da böyle efendim.
Varlık, (361), 1 Ağustos 1950
Hişt, Hişt!... *
Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiş-
tim. Olur; olur! Mutlak tıraş bıçağına sinirlenmiş olacağım.
Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekâlâ bir meseledir. Kim de-
miş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı... Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi
kırmızı olsaydı... Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte.
Çukulata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan:
— Hişt, dedi.
Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu bosunu almamış taze devedikenleriyle karabaşlar erik
lezzetinde bana baktılar. Dişlerim kamaştı. Yolda kimsecikler yoktu. Bir evin damını, uzakta uçan bir
iki kuşu, yaprakların arasından denizi gördüm. Yoluma devam ederken:
— Hişt hişt, dedi.
Dönüp bakmak istedim. Belki de çok istediğim için dönüp bakamadım. Olabilir. Gökten bir kuş hişt
hişt ederek geçmiştir. Arkamdan yılan, tosbağa, bir kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki hişt hişt di-
yen.
Hişt! dedi yine.
Bu sefer belki de isteksizlikten dönüp baktım çalıların arasına birisi saklanıyormuş gibi geldi bana.
Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da rengi çağla bademi, ağzı, dişleri, kulak-
ları boynu ne güzel. Otluyor. Otları adeta çatırdata çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtılı, çatırtılı sesi
"hişt hişt" diye duymuşumdur. Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses:
— Hişt hişt hişt, dedi.
Hani bazı kulağınızın dibinde çok tanıdığınız bir ses isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir.
Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır.
Olabilir.
Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve san bir sis kapladı. Bir kirli el, çağla bademi eşeğin sırtın-
dan bir kumaş çekip aldı. Her zamanki kül rengi, yer yer havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe.
Yola indim. İstediği kadar hişt desin. İsterse sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi
kendime kulağıma hişt hişt diyen bir divane olayım, ben, aldırmayacağım.
Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki de kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir ca-
navardır. Karabataktır. Mihalâki kuşudur.
İyisi mi ben kendim hişt hişt derim. O zaman tamamı tamamına pek hişt hişt seslenişine benzemeyen,
benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır, tutturdum.
Birdenbire, önümde bir adamla bir kadın gördüm. Kalpazankaya yolunu sordular. Üstündesiniz de-
dim. Sanki yol hareket etti. Yürümediler. İki adımda benden uzaklaştılar. Koyunların arasına yüzüko-
yun uzanmış papazın oğlunu gördüm. Yüzünden apdal, çilli horoza benzer bir mahluk kalktı. Ağzının
salyasını sildi. Kuzuyu bacaklarından tuttu. Kuzu ile yere yıkıldı. Kuzuyu burnundan öptü. Papazın oğ-
lu çirkin, apdal, otuzbirli bir yüzle baktı. Şimdi bir çiçek tarlasında idim. Bana hişt hişt diyen mutlak
bir kuştu. Vardır böyle kuşlar. Cık cık demezler de hişt hişt derler. Kuştu kuş.
Bir adam yer belliyordu. Belin demirine basıyor, kırmızıya çalan bir toprak altını, üste aktarıyordu.
— Merhaba hemşerim, dedi.
— Ooo! Merhaba! dedim.
Tekrar işine daldı. Hişt hişt, dedim. Aldırmadı. Bir daha hişt, dedim. Yine aldırmadı. Hızlı hızlı hişt
hişt hişt!
— Buyur beğim, dedi.
— Bir şey söylemedim, dedim.
Küçük parmağını kulağına soktu. Kaşıdı. Çıkarıp parmağına baktı. Belin sapma siler gibi yaptı.
— Hişt hişt, dedim.
Yüzünü göğe kaldırdı. Kuşlara baktı. Denize baktı. Dönüp şüphe ile bana baktı.
— Bu sene enginarlar nasıl? dedim.
— İyi değil, dedi.
— Baklayı ne zaman keseceksin?
— Daha ister, dedi.
Nefes alır gibi "hişt" dedim.
Yine şüphe ile denize, şüphe ile göğe, şüphe ile bana baktı.
— Kuşlar olmalı, dedim.
— Benim de kulağıma bir hışırtı gelir amma, dedi, ne taraftan gelir? Zati bu sırada şu kulağım ağırlaştı.
* Bu hikâye herhangi bir dergide yayımlanmamış, yazar tarafından doğrudan kitaba alınmıştır.(Yay. N.)
— Bir yıkatmak, dedim, benim de geçenlerde ağırlaşmıştı...
— Yıkattın mı?
— Yıkatmadım, hacet kalmadı, doktora gittim. Alıverdi; pislikmiş.
— Çocuklar nasıl? diye sordum.
— İyiler, dedi. Dokuzdu sekiz kaldı. Biliyorsun dokuzuncunun macerasını ya...
— Sus, sus, dedim. Yürekler acısı. Haydi allahaısmarladık!
— Haydi güle güle. Biraz uzaklaşınca:
— Hişt hişt.
Bu sefer yakaladım. Bahçıvandı. Oydu oydu.
— Hadi hadi yakaladım bu sefer seni, dedim.
— Yok vallahi, dedi, vallahi daha kesmedim bakla, senden ne diye saklayayım, parasıyla değil mi?
— Sen değil misin hişt hişt diyen?
— Ben de duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir? Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan,
denizden, insandan, hayvandan, ottan; böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!... Bir hişt
hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları...
— Hişt hişt.
— Hişt hişt.
— Hişt hişt.
Dülger Balığının Ölümü
Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlı iken pulları kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın gö-
ğüslerine takılmaya değer. Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar?..
Mümkünü olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar döner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar;
balıkçılar milyon, balıklar şanüşeref kazanırdı. Ne yazık ki soluverir ölür ölmez, öyle ki üzülmüş bebek-
lere döner balık sırtının pırıltıları. Benim size ölümünü hikâye edeceğim balığın öyle pırıltılı, yanar dö-
ner pulları yoktur. Pulu da yoktur ya zavallının. Hafifçe, belirsiz bir yeşil renkle esmerdir. Balıkların en
çirkinidir. Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır: Sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır.
Açılır da bir daha kapanmaz.
Vücudu kirlice, esmer renkte demiş miydim? Yamyassıdır demiş miydim? Tam ortalık yerinde, her iki
yanda sağlı sollu iki baş parmak izi diyebileceğimiz koyu lekeler vardır, demiş miydim?...
Rum balıkçıların Hrisopsaros (Hristos balığı) dedikleri bu balık, vaktiyle korkunç bir deniz canavarı
imiş. İsa doğmadan evvel Akdeniz'e dehşet salmış. Bir Finikeli denize düşmeyegörsün! Devirdiği
Kartacalı çektirmesinin, Beniisrail balıkçı kayığının sayısı sayılamamış. Keser, biçer, doğrar, mahmuz-
lar, takar, yırtar, koparır, atar, çeker parçalarmış. Akdeniz'in en gözü pek; insandan, hayvandan, fırtı-
nadan, yıldırımdan, yağmurdan, beladan, işkenceden yılmaz korsanı, dülger balığının adından bem-
beyaz kesilirmiş.
İsa, günlerden bir gün deniz kenarında gezinirken sandallarını büyük bir korkuyla bırakıp kaçan balık-
çılar görmüş. "Ne oluyorsunuz?" diye sorunca balıkçılara: "Aman, demişler balıkçılar, elaman! Elaman,
bu canavardan! Sandallarımızı kırdı, arkadaşlarımızı parçaladı. Hepsinden kötüsü, balık tutamaz ol-
duk, açlıktan kırılırız."
İsa yalın ayak, başı kabak; dülger balıklarının yüzlercesinin kaynaştığı denize doğru yürümüş. En ko-
camanını, uzun parmaklı elleriyle tutup sudan çıkarmış. İki elinin baş parmağı arasında sımsıkı tut-
muş, eğilmiş, kulağına bir şeyler söylemiş...
O gün bu gündür dülger balığı, denizlerin görünüşü pek dehşetli, fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir
yaratığıdır. Birçok yerlerinde çiviye, kesere, eğriye, kerpetene, testereye, eğeye benzer çıkıntıları, ke-
mikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı adı bunlardan ötürü ona takılmış olmalı.
Bütün bu alatü-edevatın dört yanını şeffaf naylondan diyebileceğimiz işlemeli bir zar çevirmektedir.
Kuyruğa doğru bu incecik zar azıcık kalınlaşır, rengi koyulaşır, bir balık kuyruğunun biçimini alır.
Oltaya tutuldu muydu dünyasına, sulara küsüverir. Nasıl bir korku içine düşer kim bilir? Onun için
dünya bomboştur artık. Oltadan kurtulsa da fayda yoktur. Suyun yüzüne yamyassı serilir. Kocaman
gözleriyle insana mahzun mahzun bakar durur. Sandala aldığınız zaman dakikalarca onun sesini işitir-
siniz. Ya, sesini! Bir o, bir de kırlangıç balığı sandalda ölünceye kadar ikide bir feryada benzer, soluğa
benzer acı bir ses çıkarır. İnce zardan ağzını bir kere ağlara vurmasın, küstüğünün resmidir, dülger ba-
lığının.
Bir gün balıkçı kahvesinin önündeki yarısı kırmızı, yarısı beyaz çiçek açan akasyanın dalma asılmış bir
dülger balığı gördüm. Rengi denizden çıktığı zamanki esmer renkte idi önce. Vücudunda hiçbir kımıl-
dama yoktu. Taş kadar cansızdı. Yalnız aletlerinin etrafını çeviren incecik, ipekten bile yumuşak zarları
oynaşıp duruyordu. Böyle bir oynama hiç görmemiştim. Evet, bu bir oyundu. Bir görünmez iç rüzgârı-
nın oyunu idi. Vücutta, görünüşte hiçbir titreme yoktu. Yalnız bu zarlar zevkli bir ürperişle tatlı tatlı
titriyorlardı. İlk bakışta insana zevkli, eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme, hakikatte bir ölüm
dansı idi. Sanki dülger balığının ruhu, rüzgâr rüzgâr, bu incecik zarlardan çıkıp gidiyordu; bir dirhem
kalmamacasına.
Hani bazı yaz günleri hiç rüzgâr yokken deniz üstünde bir meneviş peydahlanır. İşte öyle bir cazip tit-
reme idi bu. İnsanın içini zevkle, saadetle dolduruyordu. Ancak, balığın ölmek üzere olduğu düşünü-
lürse bu titremenin anlamı hafifçe acıya yorulabilirdi. Ama insan yine de bu anlama almamaya çalışı-
yordu. Belki de bu harikulade tatlı bir ölümdü. Belki de balık hâlâ suda, derinliklerde bulunduğunu sa-
nıyordur. Karnı tok, sırtı pektir. Akşam olmuştur. Deniz dibinin kumları gıdıklayıcıdır. Altta, dişi yu-
murtaları, yukarılarda erkek tohumları sallanıyor, sallanıyor sanıyordur. Vücudunu bir şehvet anı
sarmıştır... Birdenbire dehşetli bir şey gördüm: Balık tuhaf bir şekilde, ağır ağır ağarmaya, rengini at-
maya, bembeyaz kesilmeye giden bir hal almaya başlamıştı. Acaba bana mı öyle geliyor? Sahiden ren-
gini mi atıyor? Demeye, dikkatli bakmaya lüzum kalmadan yanılmadığımı anladım.
Kenarları süsleyen zarların oyunu çabuklaşmaya, balık da gitgide saniyeden saniyeye, pek belli bir hal-
de beyazlanmaya başladı. İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu hepimizin
bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu.
Artık her şeyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti. Ne akıntılara yassı vücudunu bırakmak, ne ka-
ranlık sulara koyu yeşil yosunlara gömülmek... Ne sabahlan birdenbire, yukarılardan derinlere inen,
serin aydınlıkta uyanıvermek, günün mavi ile yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkar-
mak, yüze doğru fırlamak... Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarda aletlerini
kekamozlara2 takarak yıkanmak, yıkanmak vardı. Her şey bitmişti.
Dülger balığının ölüm hali uzun sürüyor. Sanki balık, şu hava dediğimiz gaz suya alışmaya çalışmakta-
dır. Hani biraz dişini sıksa alışması bile mümkündür gibime geldi.
Bu iki saat süren ölüm halini, dört saate, dört saati sekiz saate, sekiz saati yirmi dörde çıkardık mıydı;
dülger balığını aramızda bir işle uğraşırken görüvereceğiz sanıyorum.
Onu atmosferimize (suyumuza) alıştırdığımız gün bayramlar edeceğiz. Elimize görünüşü dehşetli, kor-
kunç, çirkin ama aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak ba-
kışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak,
önce katlanacak. Onu şair, küskün, anlaşılmayan birisi yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sev-
gisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel
şey varsa hepsini birer birer söküp atacak. Aa acı sırıtarak İsa'nın tuttuğu belinin ortasındaki parmak
izi yerlerini, mahmuzlan, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar hali-
ni bulacak.
Bir kere suyumuza alışmayagörsün. Onu canavar haline getirmek için hiçbir fırsatı kaçırmayacağız.
Varlık, (402), 1 Ocak 1954
2 yakamoz demek istiyor olmalı (Ed. N.)
Kafa ve Şişe
Bütün gün, ne ettiğimi bilmeden dolaştım. Çoktandır ne yaptığımı bilmiyorum. Ancak böyle dolaşır-
sam bir şeyler görebiliyorum. Yoksa gözümü dört açsam nafile! Böylece hiç kimseyi, hiçbir eşyayı, hiç-
bir olayı dört başı mamur gördüğümü ve duyduğumu iddia edemem. Daha çok işin hiç lüzumsuzunu,
teferruatını kılı kılına görüyorum, duyuyorum da esaslı kısmını kaçırıveriyorum. Beni bir şahitliğe ça-
ğırsalar hapı yuttuğumun resmidir. Sokakta bir adamın bıçak çektiğini göz önüne getirin. Ben bıçağı
görmem de, bıçağı çekenin kaşlarına takılırım. Bıçağı yiyenin fışkıran kanını, yüzündeki acıyı görmem
de, münasebetli münasebetsiz bir şey görürüm.
Yargıç bana sorsa: "Bıçağı çeken bu muydu?" dese önce adamın kaşlarına bakarım. Kaşlarını herhangi
bir tesadüfle uçlarından almışsa, "Hayır, bu değildi" demezsem yalan söylemiş olurum. Yahut da yar-
gıçtan müsaade ister, kaşının kenarları alınıp alınmadığını araştırırım. Böyle olmasına böyleyim. Şa-
hitlikte pek zararlı bir adam olurdum ama, şu hikâyecilik işinde zararı bana dokunuyor. Dün akşam bir
kavgaya şahit oldum. Onu anlatmak istiyorum. Dört delikanlı idi. Onlar içmek için, ben yemek yemek
için girdiğimiz aşçı dükkânı aynı zamanda meyhaneydi de. Günlerden bayağı bir gün olduğu için ancak
sekiz on masa dolu idi. Bir yirmi kadarı boştu.
Vitrinli frijiderin, yahut frijiderli vitrinin önünde direğin kenarındaki iki kişilik masaya oturmuştum.
Yalnızdım. Yalnızdım ama muhayyel bir arkadaşım vardı karşımda. Bu muhayyel arkadaşı pek seve-
rim. Öyle ki bazan konuşurken dudaklarına dalar, öpüveresim gelir. Ellerini severim, gözünün rengini
severim. İçime ondan durmadan yağmur gibi bir şeyler yağar. Hiçbir sözü gücüme gitmez. Hiç büyük
laf etmez. Fazla konuşmaz, tükürmez, kaşınmaz, ideal arkadaştır. Kadın mıdır, erkek midir, zengin mi-
dir, fakir midir, okumuş yazmış mıdır, cahil midir, ihtiyar mıdır? Nasıl karar verirsem öyledir. Bazan
boyasız, süssüz bir okumuş kızdır. Pırıl pırıl konuşur. Bazan güzel bir erkek çocuktur. Yaşı on altı on
yedidir. Okumuş yazmışlığı pek yoktur. Duvar boyacısıdır. Hıristiyandır. Kapkara kömür gibi gözleri
vardır. Güldüğü zaman insandan üstündür. Bakmaya doyamam. Bazan altmışlıktır. Görmüş geçirmiş-
tir. Doğramacılık, makinistlik, duvar afişçiliği yapmıştır. Fıstık satmıştır. Kavun karpuz satmıştır. Köşe
başlarında kestane kebap etmiştir. Bulduğu zaman akşamları içmiştir. Hikâye hikâye üstüne anlatır.
Kahramanlık hikâyeleri vardır. Karı koca hikâyeleri vardır. Dövüş, muharebe hikâyeleri vardır. Hangisi
ile beraberdim, geçmiş gün unuttum. İşte bu muhayyel arkadaşla oturmuş anlatıyorduk. Ne diyorduk,
neden söz açmıştık bilmem. Birdenbire benim kulağım hizasından bir bira şişesi uçtu. Frijider vitrini-
nin kalın camında tuz buz oldu.
— Ulan pezevenk, diyordu, ne gözümün içine içine bakıyorsun.
Baktım benim demin karşıma aldığım kömür gözlü arkadaşımdı.
— Dur yahu, dur bakalım, dedim. Bakmak günah mı yavrum?
— Bakmaktan bakmaya fark var, amca.
— Sen üzülme be delikanlı, bırak ihtiyar adamı. Belki birine benzetmiştir seni.
Dönüp adama baktım: Hayret!
O da benim bir yarım saat evvel konuştuğum Tatar yüzlü, sert beyaz sakallı, küçücük gözlü, kaşsız, kir-
piksiz ihtiyardı. Ses çıkarmıyor, gülüyordu. Yüzü sapsarı kesilmişti. Bir utanma hissi ellerinde tiril tiril
titriyordu.
— Yok vallahi yok. Yanlış yanlış... Evlat! Arkadaş! Güzel! derken... Birdenbire kızıverdi.
— Ne var ulan, dedi. Baktıksa ne olmuş! O kadar işkilli isen meyhanede ne işin var. Göze yasak yok,
güzele bakmak sevap!
Dedi, güldü.
— Sen gel benim yanıma, dedim.
Kendi yerime oturttum. Ben de karşısına geçtim. Gittim çocuğu yatıştırdım. İhtiyara rakı ısmarladım.
— Olmaz, sen de içeceksin, diye tutturdu. Yatışan delikanlılara bir şişe rakı göndermek istedi.
— Bırak, başka akşam görürsen gönderirsin. Varma üzerlerine. Delikanlı bunlar, ellerinden bir kaza çı-
kar.
— Ne oldu sanki baktımsa, dedi, ben sabahtan beri mahalle mahalle "bileyici" diye haykırıp duruyo-
rum. Bıçaktan mı korkarım. Elime her gün seksen türlüsü geçiyor. Korkmam vallahi! Güzel yüzü vardı.
Baktım.
— Olmaz ama, bileyici baba, dedim. Bak kabahat seninmiş. Beni dikkatli dikkatli bir süzdü.
— Sen ne iş yaparsın? dedi.
— İş yapmam. Kötü kötü baktı:
— Aylak mı gezersin? Maşallah! Üstün başın da temiz. Boş ver! Yalan söyleme. Söyle ne iş yaparsın?
— Bir iş yaparım ama iş yerine geçmez.
— Para getirir mi?
— Cıgara parası getirir...
— Babadan kalma mı var?
— Öyle bir şey; uzatma canım. Neye soruyorsun bu kadar ne iş yaptığımı?
— Okumuş yazmışa benzersin de...
— Ne olacak okumuş yazmışa benzersem?...
— Okumuş yazmış adam öğüt vermez de, dedi.
— Ya ne yapar? dedim.
— Adamı anlar, dedi, ne yapacak.
Garsonu çağırdı. Gençlere bir şişe bira gönderdi.
— Söyle onlara: Bileyici babadan de.
Garson götürmek istemeyince sululaştı. Çaresiz kalan Barba Mihal şişeyi götürdü.
Öteki masadaki saçı başı birbirine karışmış yakışıklı çocuk kalktı. Elinde garsonun götürdüğü şarap şi-
şesi bizim masaya doğru yürüdü. Önüne dikildim. Güldü.
— Yok, bırak, bir şey yapmayacağım, vallahi şerefine içeceğim.
Diyerek beni eliyle sıyırır gibi bir itti.
Hiçbir ses duymadım. Ne kafaya indirilen tok bir ses, ne de kafaya lakır lakır boşaltılan şarabın sesini.
Arkama dönüp bakıncaya kadar olan olmuştu. Delikanlının şişeyi bileyici babanın başından aşağı ge-
çirdiğini sandım. Şaraplar bileyici babanın kırçıl saçlarından akıyordu.
Bileyici baba ellerini kafasına kapamıştı. Garson polis diye dışarıya doğru koşarken ellerini kafasından
çekti.
Birdenbire yüzü gözü kıpkırmızı kesildi. Masaya baktım. Şarap şişesi yan düşmüş yere akıyordu. Gene
bileyici babaya baktım. Bu sefer iyice gördüm. Gözlerinin içine kadar kan dolmuştu.
Varlık, (395), 1 Haziran 1953
Çarşıya İnemem
Sanki yazı yazmaya yeniden başlıyorum. Aylardan beri elime kalem almadım. Alsaydın sanki bir şey mi
yumurtlayacaktın? Sanmam. İyi oldu! Doğrusu buna ben de memnunum. Ama bu akşam neden beni
her şey oturup bir şeyler karalamaya zorluyor? Hani biraz daha dişimi sıksam, yalan da söyleyebilece-
ğim. Beni, bilmediğim bir şey zorladı diyeceğim. Değil. Hep böyle olur. Bir vapur beklerken, iki ayağım
bir pabuçta iken yazı yazarım.
Sanki birisi sormuş: "Nasıl yazarsınız?" diye de konuşuyormuşum gibi hal aldığıma aldırmayın. Nasıl
yazı yazarım onu incelemiyorum. Şu akşamımı didikliyorum. Şu san bakkal kâğıdına karşı sıkıntıdan
oturduğumu itiraf etmeliyim. Sıkıntının cinsi ne olursa olsun, onu geçirmenin başka çareleri varken bu
sıkıntıdan daha sıkıntılı işe neden giriştiğimi bulmaya çalışıyorum.
Öyle ya; neden? Pekâlâ okunacak kitaplarım var. Param yoksa bile evim var. Sobam var, yemeğim var.
Aşağıda radyo var... Çarşıya inemem. İnemem ama, dağlarda da gezinemez değilim a! Geçiririm şap-
kamı kafama, ver elini Kalpazankaya. Güneş batmak üzeredir. Aman, dikkat! Güneş batmak üzere di-
rin arkasından dünyanın tasviri gelir. Hiç niyetim yok: dalgaları boyamaya, ufku bir dilim ekmek gibi
kızartmaya.
Bak! Yine yapacağımızı yaptık işte. Dalgaları boyadık. Ufku mis gibi kızarttık.
Biz böyleyiz. Kötü edebiyat terbiyesi aldık: Ne yapalım? Hemen şairleşmeye başlarız.
Çarşıya inemem demiştim. Neden inemem? İşte meselenin can alıcı yanı burada ya. Şu üç beş satırlık
yazı süresince açıklamak istemediğim acayip bir sır vardı. Bunun anahtarı, çarşıya inemem, cümlesin-
de idi. Size bu düğümü ne kadar çözmek istediğimi bilemezsiniz. Ama elimde değil. Yooo elimde, elim-
de olmasına. Ama yazamam. Yazarsam gülünç mü olurum? Gülünç olmak da ne imiş? İnsanoğlu gü-
lünç olmak için doğmamışsa gülünç etmek için doğmuştur. İkisi bir kapıya çıkar. İkisi bir kapıya çık-
maz. Değiş tokuş edilecek şey bile değil. Ama ben ederim. Ben birini gülünç etmekten hiç hoşlanmam.
Gülünç olmaktan hoşlanır mıyım? Öyle şey mi olur? Elbette istemem gülünç olmak. Öyle ise neden de-
ğiş tokuş edersin, be adam? İnsanlığımı daha iyi tadabilmek için dersem belki de birtakım hastalıklar
konduramazsınız. Kondurursanız bütün insancıl, bütün hayvancıl kusurlara eyvallah!
Şimdi ben size desem ki, bendeniz orta hallice bir memurum. Hani elime ayda dört beş yüz lira geçer.
İki kızım vardır. Şu mekteplerde okurlar. Karım kendini beğenmiş, kokorozlu bir hatundur. Elime ge-
çen parayı eve getiririm. Bütün masrafım ayda bir kilo rakıdır. Nasıl edinilmişse edinilmiş bir buz do-
labım vardır. Şişe orada durur. Ay başında şişenin dibinde iki parmak arttırdığım da olur. Bir akşam
kendime, patadak gelmiş bir arkadaşıma ikram edebileyim diye bu fedakârlığa da katlanırım. Her ne
hal ise!... Farzedin ki bir başka kötü huyum daha vardır. Öteye beriye biraz borç harç ederim. Tabii ay
başında ödemek üzere. Karıdan kaçırabildiğim altmış üç lira seksen beş kuruş kadar bir harçlığım var-
dır. Geçen ayın bütün parasını bir hovardalığa harcamış olsam. Tütüncüye gazete ve Bafra borcu; gazi-
nocuya iki üç bira, gazoz borcu; muhallebiciye on yedi lira kadar bir takıntım olsa.
Geçen ay ödemediğime, bu ay da çok mübrem bir işe elli altı lira vermek zorunda bulunduğuma göre
çarşıya inebilir miyim? İnemem değil mi? Evet bir hikâye böyle bitirilebilir. Gülen güler. Acıyan acır.
"Amma da hikâye ha!" diyen der.
Artık yazamıyor, diye sevinenler de olur... Halbuki hepiniz bilirsiniz ki bu satırları yazan adam memur
değildir. Bakkala çakkala, tütüncüye, mütüncüye takacak durumdadır ya, takmaz. Takamaz. Taksa da
ne tütüncü on Bafra paketinden fazla, ne dondurmacı üç dondurmadan çok, ne de kahveci yedi kahve-
den fazlaya gidemez. Binaen-âlâ-zalik takamam.
Çarşıya inemememin sebebi bu değil. Bu değil de ne? Mesele midir sizin için benim çarşıya ineme-
mem? Hiç sanmam. Size vız gelir. Bunu mesele ettiğim için isterseniz bana kızınız. Ama, benim şu ya-
zıya başlayabilmem için çarşıya inememem çok çok önemlidir. Niçin inemediğimi anlatmaya kalksam
hem pek uzun sürer, hem de bir işe yaramaz. Biriyle karşılaşmak istemiyorum sayın olsun bitsin.
Bunu keselim! Artık: Çarşıya inemem o kadar.
Ah bu yasaklar! Kendi kendimize, başkasının bize, bizim başkalarına, devletin tebaasına, tebaanın dev-
letine, belediyenin hemşerisine, hemşerinin belediyeye koyduğu, koyacağı yasaklar!...
Yasaklarla çevrili bir dünyada yaşamasak yasaksız yaşayamazdık. Halbuki hayvanlar, hele ehlileri, ya-
saksız ne de güzel yaşıyorlar. Hafif, cilve gibi, o da boğaz derdinden doğan zırıltılardan başka, gel key-
fim gel, yaşamıyorlar mı? Yasaklan kabul ettik. İnsanoğlu için yasaklı hayvandır da diyebiliriz. Mikrop-
lar bile birer yasak değil mi? Aşklar yasaktır. Gün olur, sular, yemişler bile yasaktır. İnsanlar birbirine
yasaktır.
Canım çekiyor diye öpemem seni güzel çocuk! Canım çekiyor diye giremem sana deniz, göğsüm zayıf-
tır; doktor yasağı. Canım çekiyor diye içemem: körkütük oluncaya kadar, aklı boğuncaya kadar: kara-
ciğer yasağı. Canım çekiyor diye bir vapura binip Haydarpaşa'ya, oradan tabana kuvvet Van'a kadar gi-
demem. Yollarda geberirim... Çarşıya inemem. Çarşıyı Allah kahretsin. Karamanlı bakkal bıyıklarına
inciler dizdirse dizdirebilir, saçlarına altın yaldız yaldızlatsa yaldızlatabilir. Bütün vücudunu gümüşle
kaplatabilir. Gümüşün lafı mı olurmuş?
Mezeci sucuklarını rıhtımda bir ateş yakıp tüttüre tüttüre kızartsa, kediler başına üşüşse, köpekler hav-
lasa, meşaleler yansa, sucuktan ve şaraptan göz gözü görmese, kırk gün kırk gece bizim İstanbul sayfi-
ye köyü kedileri, köpekleri, sucukları, balıkçıları ve Kürt hamalları ile düğün bayram etse mezecinin
dükkânı ancak boşalır. Kırk birinci gün adam gidip yine sucuk, salam, sosis, kaşar peyniri ve şarap alsa
kırk gün geçmeden yine zengin olur.
Yine böyle yağlı, kara bıyıkları çemenli, dişleri ve teri sarmısaklı, göbeği peynirli, önlüğü leş gibi, bilek-
leri ayağım bileği kalınlığında çarşıda dolaşabilir.
O fırıncı yok mu o? O, sabahları kırbaç gibi işçi çocuklara pis yağlı böreğini otuz beş kuruşa okutan,
olur da fazla veririm korkusundan kimselere para bozmayan fırıncı! O sıra sıra kiralık evler yaptıran,
keçilerine köyün ne kadar körpe dalı varsa yediren fırıncı!...
O, kıyma makinesinden geçen her yarım kilo ete öğürtücü, öldürücü iç yağları karıştıran, o, elli adım-
dan geldiği kokan, sandalyesinde akşama kadar oturup iç yağları, keçileri, mandaları düşünen kasap
efendi! Bunların suratını görmemek için çarşıya inmediğimi söylemiş gibi oluyorum. Hayır değil, değil,
şimdi çarşıya insem bakkala "vay Barba Niko!", kasaba "vay usta Haralambo!", fırıncıya "ooo
Abdülkadir efendi!" diyeceğime emin olun.
Sonra onlar mı var çarşıda yalnız? Bizim kahveci İskanavi var. Onun dünya umurunda değildir. Paraya
bile para demez. Parasız olduğu zaman az buçuk düşüncelidir, o da herkes gibi. Olduğu zaman basar
kahkahayı. Onun için bir yüzlükle bir onluk arasında büyük fark yoktur. Fazlasını istemez. Şeker gibi
adamdır. Harplerin birinde harp boyunca bir tavan arasında saklanmıştır. Mütarekeden sonra meyda-
na çıkmış. Tavan arasında geçen günlerini hikâye etmiştir.
Zaruret!... Harp içinde yazın evini kiraya vermek mecburiyetinde kalmış. Karısı tavana bakar bakar hiç
patırtı etmeden yaşayan kocasına şaşar kalırmış. Günlerden bir gün kasap oyununa başladığını duyun-
ca divaneye dönmüş. Başka bir gün kiracıların sofrasına bir delikten atılan bıçağın peynir kalıbına na-
sıl saplandığını, kiracıların gözü önünde peynir kalıbının tavana doğru nasıl yükseldiğini, bu işi koca-
sının nasıl yaptığını, deli olmadan niçin yaptığını, kiracıları işi anladıktan sonra sofraya İskanavi'yi her
akşam davet ettikleri zaman anlamıştır.
Akıllıdır köpoğlusu!
Sonra berber Hilmi Efendi... Cin gibi gözleri, dazlak kafasıyla gençliğinin sulanma hikâyelerini bir an-
latmaya başlamasın. Kırar geçirir insanı. Güzel berberin âşıklarına oynadığı oyunların hikâyeleri her
şeyi olurundan ve gülünç tarafından tatlıya bağlamanın, şakaya vurmanın, kurnazlığa, zekâya getirme-
nin, tadını kaçırmamanın, tatlı ve şakacı bir dünyanın yadigârlarıdır.
Daha kimler mi var? Sütçü Pandeli Efendi vardır. Sütçü Pandeli Efendi'nin dükkânında bir Piştov asılı
durur. Dükkâna akşam altıdan sonra girenler hep cemiyet üyeleridir. Bu cemiyet bir Patlatma Cemiye-
ti'dir. Her nevi patlatmaya izin vardır.
Hatta biraz çirkin kaçacak ama cemiyet azası kapıdan girer girmez ağzıyla olmasa başka bir yanı ile
patlatmazsa bu ağır, ihtiyar gün görmüş ve geçirmiş sebzecilerin, aşçıların, bahçıvanların konuşmasına
pek yarım katılabilir. Patlatırsa Pandeli Efendi, baş köşeyi yeni gelen üyeye verir. Hiç kimse gülmez.
Herkes yalnız gözleriyle patlatmanın şiddetine göre kahkaha atar. Bu gözlerdeki gülme yavaş yavaş sö-
ner. Günün havadislerine geçilir. Günün havadisleri parayı kazanıp da yemeyenlerin enayiliği üzerine-
dir. Sonunda bu gibilerin gözlerini doyuracak şeyin toprak olduğu hikmetiyle toplantıya son verilir.
Neden inmeyecekmişim çarşıya? Cemiyette azayım. Berberde bir tıraşa dünyanın hikâyesini dinlerim.
Gülmekten kasıklarım çatlar. Giderim İskanavi'nin kahvesine olmazsa.
— Peki İskanavi Efendi, derim. İhtiyar kadın peynir kalıbının tavana doğru yükseldiğini görünce ne
yaptı?
— İstavroz çıkardı. Panaiyamu, dedi. Viresi dedi. Kalyopi dedi. Ti pzağma, tinafnoyni?
— Peki ne b... yemeye göz göre göre yaptın bu işi?
— Canım sıkıldı be. Anlasın artık, diye, tavanda adam vardır. Geceleri o kadar gürültü yapıyordum da
ne karı, ne de kocası uyanıyorlardı. Sanki ölü toprağı serpmişlerdi üstlerine. Bazı uyanırlarsa bizim ka-
rıya "Viresi diyorlardı, Kalyopi! İnsan kadar sıçanlar mı var tavanda?" Başka bir yerde de söylerler, iş
büsbütün zıvanadan çıkar diye korktum. Tavandakinin pondika (sıçan) olmadığını anlatmak için bu
çareyi buldum.
Evet bana çarşı haram oldu. Şimdi gözümde küçücük yirmi beş mumluk sinekli ampulleriyle ışıklı çarşı
tütüyor. Anlatmak istiyorum. Çarşıya niçin inemem. Ama neye yarar? Kimi ilgilendirir.
Kafama kasketi, üstüme balıkçı ceketini, suratıma baştan aşağı dişim ağrıyormuş gibi bir kaşkol bağla-
dım. Sokağa çıktım. Kahvenin önünden geçtim. Orada, orada idi.
Döndüm, eve geldim. Yatağıma girdim, lambamı söndürdüm. Düşündüm. Bana çarşıyı yasak eden her
kimse onu öldürmeyi düşündüm. Ömrümde hiç böyle şey düşünmemiştim.
Giyindim tekrar sokağa çıktım. Kahveye girdim. Karşısına geçip oturdum. Beni görünce sapsarı kesildi.
Dudakları titriyordu. Kahvenin aynasında sapsarı, bembeyaz bir adam gördüm. Ürktüm, bendim. De-
folup kahveden gitti.
— İskanavi, dedim, bir kahve yap. Şu tavan arası hikâyesini...
İskanavi parasız, kızgındı.
— Senin tuzun kuru, dedi, benimkisi "denine".
***
Hikâyeyi böylece bitirebilirim. Benim bitirişlerimden biri olur. Olmasına olur ama hayır. Ne çarşıya çı-
kıyor, ne bembeyaz kahveye giriyor, görmek istemediğimin karşısına geçiyor, ne de kahveci ile konu-
şuyorum.
Evimde, odadayım. Çarşıya inemem. Otuz dokuz derece ateşim var. Üşüyor, titriyorum. Bir ara yanıyo-
rum. Anam sirke koyuyor. Okuma artık yat, diyor. Işığı söndürüp gidiyor. Etrafı dinliyorum. Kaşık
adanın köpeği hâlâ havlıyor. Rüzgâr camlan dövüyor ve kapıları sarsıyor. Işığı yakıyorum...
Bu da bir bitiriş şekli ama bu da değil. Değil, bu da değil. Çarşıya inemem, o kadar.
Varlık, (403), 1 Şubat 1954
Dolapdere
İstanbul'un semt adları yok mu? Bayılırım onlara. Ne güzelleri vardır. Yalan da olsa, yanlış da olsa, bu
semt adlarından insanın muhayyelesine bir şeyler üşüşür. Başka yönlerden gelmiş anılar kaynaşıverir
içimizde. Bir filmdir başlar dönmeye beynimizin karanlığında.
Dolapdere'de bostanları sulayan dolabı gözümüzü kapamadan da görüyoruz: Sıra sıra bostanların ku-
yuları, kocaman kovalar, gözlerine mendil bağlanmış bir emektar beygir, bir gıcırtı, kovaların delikle-
rinden durmadan düşen su, zincir şıkırtıları, dolap beygirinin adaleleri, tahtadan olukların arklara
gönderdiği sularda ışık ve güneş oyunları, atın duraklayışı, hızlanışı, bahçıvanın hooo sesi, çıplak ayak-
lı bir Arnavut kızının pespembe topukları, burma kırmızı bıyıklarında hıyar çekirdekleri, Sigara du-
manları, tütün ve hiddet tutuşan bir ellilik bahçıvan, kuyruğu havada düşmanca dönüvermiş, sırtının
tüyleri diken diken, burnu ağzı kapkara, ıpıslak, dili bir eski zaman pembesi ile pembe bir acar, edepsiz
dişi köpek...
bilmem, dedim.
Paraları vermek üzere ayağa kalktık. Genç adam parayı bana verdirtmemek için samimi bir acele gös-
terdi.
Yanımızda, kahvesine tavla oynayan iki kişi, bu ben vereceğim, sen vereceksin münakaşasına gülümse-
yerek baktılar.
Garson benim kasketimden ve kirli muşambamdan, vakti hâlime dair pek acele bir karar vermiş oldu-
ğunu tahmin ettiğim bir hesapla benim paramı almakta bir tereddüt geçirdi. Ve o sırada genç arkadaş
da kahveleri ödedi.
Ben:
— Ayıp ettiniz, dedim.
Eftalikus'un merdivenlerini indik.
İşte hikâyelerimi nasıl yazdığımı şimdilik merak eden dostum, yarın incir çekirdeği doldurmayacak
mevzuları yazan bir hikâyecinin iyi bir hikâyeci olmadığını yazacağına göre, bilmem hikâyem oldu mu?
Olmadıysa ne yapalım? Bizim hikâye anlayışımız da böyle efendim.
Varlık, (361), 1 Ağustos 1950
Hişt, Hişt!... *
Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiş-
tim. Olur; olur! Mutlak tıraş bıçağına sinirlenmiş olacağım.
Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekâlâ bir meseledir. Kim de-
miş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı... Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi
kırmızı olsaydı... Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte.
Çukulata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan:
— Hişt, dedi.
Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu bosunu almamış taze devedikenleriyle karabaşlar erik
lezzetinde bana baktılar. Dişlerim kamaştı. Yolda kimsecikler yoktu. Bir evin damını, uzakta uçan bir
iki kuşu, yaprakların arasından denizi gördüm. Yoluma devam ederken:
— Hişt hişt, dedi.
Dönüp bakmak istedim. Belki de çok istediğim için dönüp bakamadım. Olabilir. Gökten bir kuş hişt
hişt ederek geçmiştir. Arkamdan yılan, tosbağa, bir kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki hişt hişt di-
yen.
Hişt! dedi yine.
Bu sefer belki de isteksizlikten dönüp baktım çalıların arasına birisi saklanıyormuş gibi geldi bana.
Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da rengi çağla bademi, ağzı, dişleri, kulak-
ları boynu ne güzel. Otluyor. Otları adeta çatırdata çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtılı, çatırtılı sesi
"hişt hişt" diye duymuşumdur. Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses:
— Hişt hişt hişt, dedi.
Hani bazı kulağınızın dibinde çok tanıdığınız bir ses isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir.
Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır.
Olabilir.
Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve san bir sis kapladı. Bir kirli el, çağla bademi eşeğin sırtın-
dan bir kumaş çekip aldı. Her zamanki kül rengi, yer yer havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe.
Yola indim. İstediği kadar hişt desin. İsterse sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi
kendime kulağıma hişt hişt diyen bir divane olayım, ben, aldırmayacağım.
Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki de kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir ca-
navardır. Karabataktır. Mihalâki kuşudur.
İyisi mi ben kendim hişt hişt derim. O zaman tamamı tamamına pek hişt hişt seslenişine benzemeyen,
benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır, tutturdum.
Birdenbire, önümde bir adamla bir kadın gördüm. Kalpazankaya yolunu sordular. Üstündesiniz de-
dim. Sanki yol hareket etti. Yürümediler. İki adımda benden uzaklaştılar. Koyunların arasına yüzüko-
yun uzanmış papazın oğlunu gördüm. Yüzünden apdal, çilli horoza benzer bir mahluk kalktı. Ağzının
salyasını sildi. Kuzuyu bacaklarından tuttu. Kuzu ile yere yıkıldı. Kuzuyu burnundan öptü. Papazın oğ-
lu çirkin, apdal, otuzbirli bir yüzle baktı. Şimdi bir çiçek tarlasında idim. Bana hişt hişt diyen mutlak
bir kuştu. Vardır böyle kuşlar. Cık cık demezler de hişt hişt derler. Kuştu kuş.
Bir adam yer belliyordu. Belin demirine basıyor, kırmızıya çalan bir toprak altını, üste aktarıyordu.
— Merhaba hemşerim, dedi.
— Ooo! Merhaba! dedim.
Tekrar işine daldı. Hişt hişt, dedim. Aldırmadı. Bir daha hişt, dedim. Yine aldırmadı. Hızlı hızlı hişt
hişt hişt!
— Buyur beğim, dedi.
— Bir şey söylemedim, dedim.
Küçük parmağını kulağına soktu. Kaşıdı. Çıkarıp parmağına baktı. Belin sapma siler gibi yaptı.
— Hişt hişt, dedim.
Yüzünü göğe kaldırdı. Kuşlara baktı. Denize baktı. Dönüp şüphe ile bana baktı.
— Bu sene enginarlar nasıl? dedim.
— İyi değil, dedi.
— Baklayı ne zaman keseceksin?
— Daha ister, dedi.
Nefes alır gibi "hişt" dedim.
Yine şüphe ile denize, şüphe ile göğe, şüphe ile bana baktı.
— Kuşlar olmalı, dedim.
— Benim de kulağıma bir hışırtı gelir amma, dedi, ne taraftan gelir? Zati bu sırada şu kulağım ağırlaştı.
* Bu hikâye herhangi bir dergide yayımlanmamış, yazar tarafından doğrudan kitaba alınmıştır.(Yay. N.)
— Bir yıkatmak, dedim, benim de geçenlerde ağırlaşmıştı...
— Yıkattın mı?
— Yıkatmadım, hacet kalmadı, doktora gittim. Alıverdi; pislikmiş.
— Çocuklar nasıl? diye sordum.
— İyiler, dedi. Dokuzdu sekiz kaldı. Biliyorsun dokuzuncunun macerasını ya...
— Sus, sus, dedim. Yürekler acısı. Haydi allahaısmarladık!
— Haydi güle güle. Biraz uzaklaşınca:
— Hişt hişt.
Bu sefer yakaladım. Bahçıvandı. Oydu oydu.
— Hadi hadi yakaladım bu sefer seni, dedim.
— Yok vallahi, dedi, vallahi daha kesmedim bakla, senden ne diye saklayayım, parasıyla değil mi?
— Sen değil misin hişt hişt diyen?
— Ben de duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir? Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan,
denizden, insandan, hayvandan, ottan; böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!... Bir hişt
hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları...
— Hişt hişt.
— Hişt hişt.
— Hişt hişt.
Dülger Balığının Ölümü
Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlı iken pulları kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın gö-
ğüslerine takılmaya değer. Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar?..
Mümkünü olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar döner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar;
balıkçılar milyon, balıklar şanüşeref kazanırdı. Ne yazık ki soluverir ölür ölmez, öyle ki üzülmüş bebek-
lere döner balık sırtının pırıltıları. Benim size ölümünü hikâye edeceğim balığın öyle pırıltılı, yanar dö-
ner pulları yoktur. Pulu da yoktur ya zavallının. Hafifçe, belirsiz bir yeşil renkle esmerdir. Balıkların en
çirkinidir. Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır: Sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır.
Açılır da bir daha kapanmaz.
Vücudu kirlice, esmer renkte demiş miydim? Yamyassıdır demiş miydim? Tam ortalık yerinde, her iki
yanda sağlı sollu iki baş parmak izi diyebileceğimiz koyu lekeler vardır, demiş miydim?...
Rum balıkçıların Hrisopsaros (Hristos balığı) dedikleri bu balık, vaktiyle korkunç bir deniz canavarı
imiş. İsa doğmadan evvel Akdeniz'e dehşet salmış. Bir Finikeli denize düşmeyegörsün! Devirdiği
Kartacalı çektirmesinin, Beniisrail balıkçı kayığının sayısı sayılamamış. Keser, biçer, doğrar, mahmuz-
lar, takar, yırtar, koparır, atar, çeker parçalarmış. Akdeniz'in en gözü pek; insandan, hayvandan, fırtı-
nadan, yıldırımdan, yağmurdan, beladan, işkenceden yılmaz korsanı, dülger balığının adından bem-
beyaz kesilirmiş.
İsa, günlerden bir gün deniz kenarında gezinirken sandallarını büyük bir korkuyla bırakıp kaçan balık-
çılar görmüş. "Ne oluyorsunuz?" diye sorunca balıkçılara: "Aman, demişler balıkçılar, elaman! Elaman,
bu canavardan! Sandallarımızı kırdı, arkadaşlarımızı parçaladı. Hepsinden kötüsü, balık tutamaz ol-
duk, açlıktan kırılırız."
İsa yalın ayak, başı kabak; dülger balıklarının yüzlercesinin kaynaştığı denize doğru yürümüş. En ko-
camanını, uzun parmaklı elleriyle tutup sudan çıkarmış. İki elinin baş parmağı arasında sımsıkı tut-
muş, eğilmiş, kulağına bir şeyler söylemiş...
O gün bu gündür dülger balığı, denizlerin görünüşü pek dehşetli, fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir
yaratığıdır. Birçok yerlerinde çiviye, kesere, eğriye, kerpetene, testereye, eğeye benzer çıkıntıları, ke-
mikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı adı bunlardan ötürü ona takılmış olmalı.
Bütün bu alatü-edevatın dört yanını şeffaf naylondan diyebileceğimiz işlemeli bir zar çevirmektedir.
Kuyruğa doğru bu incecik zar azıcık kalınlaşır, rengi koyulaşır, bir balık kuyruğunun biçimini alır.
Oltaya tutuldu muydu dünyasına, sulara küsüverir. Nasıl bir korku içine düşer kim bilir? Onun için
dünya bomboştur artık. Oltadan kurtulsa da fayda yoktur. Suyun yüzüne yamyassı serilir. Kocaman
gözleriyle insana mahzun mahzun bakar durur. Sandala aldığınız zaman dakikalarca onun sesini işitir-
siniz. Ya, sesini! Bir o, bir de kırlangıç balığı sandalda ölünceye kadar ikide bir feryada benzer, soluğa
benzer acı bir ses çıkarır. İnce zardan ağzını bir kere ağlara vurmasın, küstüğünün resmidir, dülger ba-
lığının.
Bir gün balıkçı kahvesinin önündeki yarısı kırmızı, yarısı beyaz çiçek açan akasyanın dalma asılmış bir
dülger balığı gördüm. Rengi denizden çıktığı zamanki esmer renkte idi önce. Vücudunda hiçbir kımıl-
dama yoktu. Taş kadar cansızdı. Yalnız aletlerinin etrafını çeviren incecik, ipekten bile yumuşak zarları
oynaşıp duruyordu. Böyle bir oynama hiç görmemiştim. Evet, bu bir oyundu. Bir görünmez iç rüzgârı-
nın oyunu idi. Vücutta, görünüşte hiçbir titreme yoktu. Yalnız bu zarlar zevkli bir ürperişle tatlı tatlı
titriyorlardı. İlk bakışta insana zevkli, eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme, hakikatte bir ölüm
dansı idi. Sanki dülger balığının ruhu, rüzgâr rüzgâr, bu incecik zarlardan çıkıp gidiyordu; bir dirhem
kalmamacasına.
Hani bazı yaz günleri hiç rüzgâr yokken deniz üstünde bir meneviş peydahlanır. İşte öyle bir cazip tit-
reme idi bu. İnsanın içini zevkle, saadetle dolduruyordu. Ancak, balığın ölmek üzere olduğu düşünü-
lürse bu titremenin anlamı hafifçe acıya yorulabilirdi. Ama insan yine de bu anlama almamaya çalışı-
yordu. Belki de bu harikulade tatlı bir ölümdü. Belki de balık hâlâ suda, derinliklerde bulunduğunu sa-
nıyordur. Karnı tok, sırtı pektir. Akşam olmuştur. Deniz dibinin kumları gıdıklayıcıdır. Altta, dişi yu-
murtaları, yukarılarda erkek tohumları sallanıyor, sallanıyor sanıyordur. Vücudunu bir şehvet anı
sarmıştır... Birdenbire dehşetli bir şey gördüm: Balık tuhaf bir şekilde, ağır ağır ağarmaya, rengini at-
maya, bembeyaz kesilmeye giden bir hal almaya başlamıştı. Acaba bana mı öyle geliyor? Sahiden ren-
gini mi atıyor? Demeye, dikkatli bakmaya lüzum kalmadan yanılmadığımı anladım.
Kenarları süsleyen zarların oyunu çabuklaşmaya, balık da gitgide saniyeden saniyeye, pek belli bir hal-
de beyazlanmaya başladı. İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu hepimizin
bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu.
Artık her şeyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti. Ne akıntılara yassı vücudunu bırakmak, ne ka-
ranlık sulara koyu yeşil yosunlara gömülmek... Ne sabahlan birdenbire, yukarılardan derinlere inen,
serin aydınlıkta uyanıvermek, günün mavi ile yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkar-
mak, yüze doğru fırlamak... Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarda aletlerini
kekamozlara2 takarak yıkanmak, yıkanmak vardı. Her şey bitmişti.
Dülger balığının ölüm hali uzun sürüyor. Sanki balık, şu hava dediğimiz gaz suya alışmaya çalışmakta-
dır. Hani biraz dişini sıksa alışması bile mümkündür gibime geldi.
Bu iki saat süren ölüm halini, dört saate, dört saati sekiz saate, sekiz saati yirmi dörde çıkardık mıydı;
dülger balığını aramızda bir işle uğraşırken görüvereceğiz sanıyorum.
Onu atmosferimize (suyumuza) alıştırdığımız gün bayramlar edeceğiz. Elimize görünüşü dehşetli, kor-
kunç, çirkin ama aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak ba-
kışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak,
önce katlanacak. Onu şair, küskün, anlaşılmayan birisi yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sev-
gisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel
şey varsa hepsini birer birer söküp atacak. Aa acı sırıtarak İsa'nın tuttuğu belinin ortasındaki parmak
izi yerlerini, mahmuzlan, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar hali-
ni bulacak.
Bir kere suyumuza alışmayagörsün. Onu canavar haline getirmek için hiçbir fırsatı kaçırmayacağız.
Varlık, (402), 1 Ocak 1954
2 yakamoz demek istiyor olmalı (Ed. N.)
Kafa ve Şişe
Bütün gün, ne ettiğimi bilmeden dolaştım. Çoktandır ne yaptığımı bilmiyorum. Ancak böyle dolaşır-
sam bir şeyler görebiliyorum. Yoksa gözümü dört açsam nafile! Böylece hiç kimseyi, hiçbir eşyayı, hiç-
bir olayı dört başı mamur gördüğümü ve duyduğumu iddia edemem. Daha çok işin hiç lüzumsuzunu,
teferruatını kılı kılına görüyorum, duyuyorum da esaslı kısmını kaçırıveriyorum. Beni bir şahitliğe ça-
ğırsalar hapı yuttuğumun resmidir. Sokakta bir adamın bıçak çektiğini göz önüne getirin. Ben bıçağı
görmem de, bıçağı çekenin kaşlarına takılırım. Bıçağı yiyenin fışkıran kanını, yüzündeki acıyı görmem
de, münasebetli münasebetsiz bir şey görürüm.
Yargıç bana sorsa: "Bıçağı çeken bu muydu?" dese önce adamın kaşlarına bakarım. Kaşlarını herhangi
bir tesadüfle uçlarından almışsa, "Hayır, bu değildi" demezsem yalan söylemiş olurum. Yahut da yar-
gıçtan müsaade ister, kaşının kenarları alınıp alınmadığını araştırırım. Böyle olmasına böyleyim. Şa-
hitlikte pek zararlı bir adam olurdum ama, şu hikâyecilik işinde zararı bana dokunuyor. Dün akşam bir
kavgaya şahit oldum. Onu anlatmak istiyorum. Dört delikanlı idi. Onlar içmek için, ben yemek yemek
için girdiğimiz aşçı dükkânı aynı zamanda meyhaneydi de. Günlerden bayağı bir gün olduğu için ancak
sekiz on masa dolu idi. Bir yirmi kadarı boştu.
Vitrinli frijiderin, yahut frijiderli vitrinin önünde direğin kenarındaki iki kişilik masaya oturmuştum.
Yalnızdım. Yalnızdım ama muhayyel bir arkadaşım vardı karşımda. Bu muhayyel arkadaşı pek seve-
rim. Öyle ki bazan konuşurken dudaklarına dalar, öpüveresim gelir. Ellerini severim, gözünün rengini
severim. İçime ondan durmadan yağmur gibi bir şeyler yağar. Hiçbir sözü gücüme gitmez. Hiç büyük
laf etmez. Fazla konuşmaz, tükürmez, kaşınmaz, ideal arkadaştır. Kadın mıdır, erkek midir, zengin mi-
dir, fakir midir, okumuş yazmış mıdır, cahil midir, ihtiyar mıdır? Nasıl karar verirsem öyledir. Bazan
boyasız, süssüz bir okumuş kızdır. Pırıl pırıl konuşur. Bazan güzel bir erkek çocuktur. Yaşı on altı on
yedidir. Okumuş yazmışlığı pek yoktur. Duvar boyacısıdır. Hıristiyandır. Kapkara kömür gibi gözleri
vardır. Güldüğü zaman insandan üstündür. Bakmaya doyamam. Bazan altmışlıktır. Görmüş geçirmiş-
tir. Doğramacılık, makinistlik, duvar afişçiliği yapmıştır. Fıstık satmıştır. Kavun karpuz satmıştır. Köşe
başlarında kestane kebap etmiştir. Bulduğu zaman akşamları içmiştir. Hikâye hikâye üstüne anlatır.
Kahramanlık hikâyeleri vardır. Karı koca hikâyeleri vardır. Dövüş, muharebe hikâyeleri vardır. Hangisi
ile beraberdim, geçmiş gün unuttum. İşte bu muhayyel arkadaşla oturmuş anlatıyorduk. Ne diyorduk,
neden söz açmıştık bilmem. Birdenbire benim kulağım hizasından bir bira şişesi uçtu. Frijider vitrini-
nin kalın camında tuz buz oldu.
— Ulan pezevenk, diyordu, ne gözümün içine içine bakıyorsun.
Baktım benim demin karşıma aldığım kömür gözlü arkadaşımdı.
— Dur yahu, dur bakalım, dedim. Bakmak günah mı yavrum?
— Bakmaktan bakmaya fark var, amca.
— Sen üzülme be delikanlı, bırak ihtiyar adamı. Belki birine benzetmiştir seni.
Dönüp adama baktım: Hayret!
O da benim bir yarım saat evvel konuştuğum Tatar yüzlü, sert beyaz sakallı, küçücük gözlü, kaşsız, kir-
piksiz ihtiyardı. Ses çıkarmıyor, gülüyordu. Yüzü sapsarı kesilmişti. Bir utanma hissi ellerinde tiril tiril
titriyordu.
— Yok vallahi yok. Yanlış yanlış... Evlat! Arkadaş! Güzel! derken... Birdenbire kızıverdi.
— Ne var ulan, dedi. Baktıksa ne olmuş! O kadar işkilli isen meyhanede ne işin var. Göze yasak yok,
güzele bakmak sevap!
Dedi, güldü.
— Sen gel benim yanıma, dedim.
Kendi yerime oturttum. Ben de karşısına geçtim. Gittim çocuğu yatıştırdım. İhtiyara rakı ısmarladım.
— Olmaz, sen de içeceksin, diye tutturdu. Yatışan delikanlılara bir şişe rakı göndermek istedi.
— Bırak, başka akşam görürsen gönderirsin. Varma üzerlerine. Delikanlı bunlar, ellerinden bir kaza çı-
kar.
— Ne oldu sanki baktımsa, dedi, ben sabahtan beri mahalle mahalle "bileyici" diye haykırıp duruyo-
rum. Bıçaktan mı korkarım. Elime her gün seksen türlüsü geçiyor. Korkmam vallahi! Güzel yüzü vardı.
Baktım.
— Olmaz ama, bileyici baba, dedim. Bak kabahat seninmiş. Beni dikkatli dikkatli bir süzdü.
— Sen ne iş yaparsın? dedi.
— İş yapmam. Kötü kötü baktı:
— Aylak mı gezersin? Maşallah! Üstün başın da temiz. Boş ver! Yalan söyleme. Söyle ne iş yaparsın?
— Bir iş yaparım ama iş yerine geçmez.
— Para getirir mi?
— Cıgara parası getirir...
— Babadan kalma mı var?
— Öyle bir şey; uzatma canım. Neye soruyorsun bu kadar ne iş yaptığımı?
— Okumuş yazmışa benzersin de...
— Ne olacak okumuş yazmışa benzersem?...
— Okumuş yazmış adam öğüt vermez de, dedi.
— Ya ne yapar? dedim.
— Adamı anlar, dedi, ne yapacak.
Garsonu çağırdı. Gençlere bir şişe bira gönderdi.
— Söyle onlara: Bileyici babadan de.
Garson götürmek istemeyince sululaştı. Çaresiz kalan Barba Mihal şişeyi götürdü.
Öteki masadaki saçı başı birbirine karışmış yakışıklı çocuk kalktı. Elinde garsonun götürdüğü şarap şi-
şesi bizim masaya doğru yürüdü. Önüne dikildim. Güldü.
— Yok, bırak, bir şey yapmayacağım, vallahi şerefine içeceğim.
Diyerek beni eliyle sıyırır gibi bir itti.
Hiçbir ses duymadım. Ne kafaya indirilen tok bir ses, ne de kafaya lakır lakır boşaltılan şarabın sesini.
Arkama dönüp bakıncaya kadar olan olmuştu. Delikanlının şişeyi bileyici babanın başından aşağı ge-
çirdiğini sandım. Şaraplar bileyici babanın kırçıl saçlarından akıyordu.
Bileyici baba ellerini kafasına kapamıştı. Garson polis diye dışarıya doğru koşarken ellerini kafasından
çekti.
Birdenbire yüzü gözü kıpkırmızı kesildi. Masaya baktım. Şarap şişesi yan düşmüş yere akıyordu. Gene
bileyici babaya baktım. Bu sefer iyice gördüm. Gözlerinin içine kadar kan dolmuştu.
Varlık, (395), 1 Haziran 1953
Çarşıya İnemem
Sanki yazı yazmaya yeniden başlıyorum. Aylardan beri elime kalem almadım. Alsaydın sanki bir şey mi
yumurtlayacaktın? Sanmam. İyi oldu! Doğrusu buna ben de memnunum. Ama bu akşam neden beni
her şey oturup bir şeyler karalamaya zorluyor? Hani biraz daha dişimi sıksam, yalan da söyleyebilece-
ğim. Beni, bilmediğim bir şey zorladı diyeceğim. Değil. Hep böyle olur. Bir vapur beklerken, iki ayağım
bir pabuçta iken yazı yazarım.
Sanki birisi sormuş: "Nasıl yazarsınız?" diye de konuşuyormuşum gibi hal aldığıma aldırmayın. Nasıl
yazı yazarım onu incelemiyorum. Şu akşamımı didikliyorum. Şu san bakkal kâğıdına karşı sıkıntıdan
oturduğumu itiraf etmeliyim. Sıkıntının cinsi ne olursa olsun, onu geçirmenin başka çareleri varken bu
sıkıntıdan daha sıkıntılı işe neden giriştiğimi bulmaya çalışıyorum.
Öyle ya; neden? Pekâlâ okunacak kitaplarım var. Param yoksa bile evim var. Sobam var, yemeğim var.
Aşağıda radyo var... Çarşıya inemem. İnemem ama, dağlarda da gezinemez değilim a! Geçiririm şap-
kamı kafama, ver elini Kalpazankaya. Güneş batmak üzeredir. Aman, dikkat! Güneş batmak üzere di-
rin arkasından dünyanın tasviri gelir. Hiç niyetim yok: dalgaları boyamaya, ufku bir dilim ekmek gibi
kızartmaya.
Bak! Yine yapacağımızı yaptık işte. Dalgaları boyadık. Ufku mis gibi kızarttık.
Biz böyleyiz. Kötü edebiyat terbiyesi aldık: Ne yapalım? Hemen şairleşmeye başlarız.
Çarşıya inemem demiştim. Neden inemem? İşte meselenin can alıcı yanı burada ya. Şu üç beş satırlık
yazı süresince açıklamak istemediğim acayip bir sır vardı. Bunun anahtarı, çarşıya inemem, cümlesin-
de idi. Size bu düğümü ne kadar çözmek istediğimi bilemezsiniz. Ama elimde değil. Yooo elimde, elim-
de olmasına. Ama yazamam. Yazarsam gülünç mü olurum? Gülünç olmak da ne imiş? İnsanoğlu gü-
lünç olmak için doğmamışsa gülünç etmek için doğmuştur. İkisi bir kapıya çıkar. İkisi bir kapıya çık-
maz. Değiş tokuş edilecek şey bile değil. Ama ben ederim. Ben birini gülünç etmekten hiç hoşlanmam.
Gülünç olmaktan hoşlanır mıyım? Öyle şey mi olur? Elbette istemem gülünç olmak. Öyle ise neden de-
ğiş tokuş edersin, be adam? İnsanlığımı daha iyi tadabilmek için dersem belki de birtakım hastalıklar
konduramazsınız. Kondurursanız bütün insancıl, bütün hayvancıl kusurlara eyvallah!
Şimdi ben size desem ki, bendeniz orta hallice bir memurum. Hani elime ayda dört beş yüz lira geçer.
İki kızım vardır. Şu mekteplerde okurlar. Karım kendini beğenmiş, kokorozlu bir hatundur. Elime ge-
çen parayı eve getiririm. Bütün masrafım ayda bir kilo rakıdır. Nasıl edinilmişse edinilmiş bir buz do-
labım vardır. Şişe orada durur. Ay başında şişenin dibinde iki parmak arttırdığım da olur. Bir akşam
kendime, patadak gelmiş bir arkadaşıma ikram edebileyim diye bu fedakârlığa da katlanırım. Her ne
hal ise!... Farzedin ki bir başka kötü huyum daha vardır. Öteye beriye biraz borç harç ederim. Tabii ay
başında ödemek üzere. Karıdan kaçırabildiğim altmış üç lira seksen beş kuruş kadar bir harçlığım var-
dır. Geçen ayın bütün parasını bir hovardalığa harcamış olsam. Tütüncüye gazete ve Bafra borcu; gazi-
nocuya iki üç bira, gazoz borcu; muhallebiciye on yedi lira kadar bir takıntım olsa.
Geçen ay ödemediğime, bu ay da çok mübrem bir işe elli altı lira vermek zorunda bulunduğuma göre
çarşıya inebilir miyim? İnemem değil mi? Evet bir hikâye böyle bitirilebilir. Gülen güler. Acıyan acır.
"Amma da hikâye ha!" diyen der.
Artık yazamıyor, diye sevinenler de olur... Halbuki hepiniz bilirsiniz ki bu satırları yazan adam memur
değildir. Bakkala çakkala, tütüncüye, mütüncüye takacak durumdadır ya, takmaz. Takamaz. Taksa da
ne tütüncü on Bafra paketinden fazla, ne dondurmacı üç dondurmadan çok, ne de kahveci yedi kahve-
den fazlaya gidemez. Binaen-âlâ-zalik takamam.
Çarşıya inemememin sebebi bu değil. Bu değil de ne? Mesele midir sizin için benim çarşıya ineme-
mem? Hiç sanmam. Size vız gelir. Bunu mesele ettiğim için isterseniz bana kızınız. Ama, benim şu ya-
zıya başlayabilmem için çarşıya inememem çok çok önemlidir. Niçin inemediğimi anlatmaya kalksam
hem pek uzun sürer, hem de bir işe yaramaz. Biriyle karşılaşmak istemiyorum sayın olsun bitsin.
Bunu keselim! Artık: Çarşıya inemem o kadar.
Ah bu yasaklar! Kendi kendimize, başkasının bize, bizim başkalarına, devletin tebaasına, tebaanın dev-
letine, belediyenin hemşerisine, hemşerinin belediyeye koyduğu, koyacağı yasaklar!...
Yasaklarla çevrili bir dünyada yaşamasak yasaksız yaşayamazdık. Halbuki hayvanlar, hele ehlileri, ya-
saksız ne de güzel yaşıyorlar. Hafif, cilve gibi, o da boğaz derdinden doğan zırıltılardan başka, gel key-
fim gel, yaşamıyorlar mı? Yasaklan kabul ettik. İnsanoğlu için yasaklı hayvandır da diyebiliriz. Mikrop-
lar bile birer yasak değil mi? Aşklar yasaktır. Gün olur, sular, yemişler bile yasaktır. İnsanlar birbirine
yasaktır.
Canım çekiyor diye öpemem seni güzel çocuk! Canım çekiyor diye giremem sana deniz, göğsüm zayıf-
tır; doktor yasağı. Canım çekiyor diye içemem: körkütük oluncaya kadar, aklı boğuncaya kadar: kara-
ciğer yasağı. Canım çekiyor diye bir vapura binip Haydarpaşa'ya, oradan tabana kuvvet Van'a kadar gi-
demem. Yollarda geberirim... Çarşıya inemem. Çarşıyı Allah kahretsin. Karamanlı bakkal bıyıklarına
inciler dizdirse dizdirebilir, saçlarına altın yaldız yaldızlatsa yaldızlatabilir. Bütün vücudunu gümüşle
kaplatabilir. Gümüşün lafı mı olurmuş?
Mezeci sucuklarını rıhtımda bir ateş yakıp tüttüre tüttüre kızartsa, kediler başına üşüşse, köpekler hav-
lasa, meşaleler yansa, sucuktan ve şaraptan göz gözü görmese, kırk gün kırk gece bizim İstanbul sayfi-
ye köyü kedileri, köpekleri, sucukları, balıkçıları ve Kürt hamalları ile düğün bayram etse mezecinin
dükkânı ancak boşalır. Kırk birinci gün adam gidip yine sucuk, salam, sosis, kaşar peyniri ve şarap alsa
kırk gün geçmeden yine zengin olur.
Yine böyle yağlı, kara bıyıkları çemenli, dişleri ve teri sarmısaklı, göbeği peynirli, önlüğü leş gibi, bilek-
leri ayağım bileği kalınlığında çarşıda dolaşabilir.
O fırıncı yok mu o? O, sabahları kırbaç gibi işçi çocuklara pis yağlı böreğini otuz beş kuruşa okutan,
olur da fazla veririm korkusundan kimselere para bozmayan fırıncı! O sıra sıra kiralık evler yaptıran,
keçilerine köyün ne kadar körpe dalı varsa yediren fırıncı!...
O, kıyma makinesinden geçen her yarım kilo ete öğürtücü, öldürücü iç yağları karıştıran, o, elli adım-
dan geldiği kokan, sandalyesinde akşama kadar oturup iç yağları, keçileri, mandaları düşünen kasap
efendi! Bunların suratını görmemek için çarşıya inmediğimi söylemiş gibi oluyorum. Hayır değil, değil,
şimdi çarşıya insem bakkala "vay Barba Niko!", kasaba "vay usta Haralambo!", fırıncıya "ooo
Abdülkadir efendi!" diyeceğime emin olun.
Sonra onlar mı var çarşıda yalnız? Bizim kahveci İskanavi var. Onun dünya umurunda değildir. Paraya
bile para demez. Parasız olduğu zaman az buçuk düşüncelidir, o da herkes gibi. Olduğu zaman basar
kahkahayı. Onun için bir yüzlükle bir onluk arasında büyük fark yoktur. Fazlasını istemez. Şeker gibi
adamdır. Harplerin birinde harp boyunca bir tavan arasında saklanmıştır. Mütarekeden sonra meyda-
na çıkmış. Tavan arasında geçen günlerini hikâye etmiştir.
Zaruret!... Harp içinde yazın evini kiraya vermek mecburiyetinde kalmış. Karısı tavana bakar bakar hiç
patırtı etmeden yaşayan kocasına şaşar kalırmış. Günlerden bir gün kasap oyununa başladığını duyun-
ca divaneye dönmüş. Başka bir gün kiracıların sofrasına bir delikten atılan bıçağın peynir kalıbına na-
sıl saplandığını, kiracıların gözü önünde peynir kalıbının tavana doğru nasıl yükseldiğini, bu işi koca-
sının nasıl yaptığını, deli olmadan niçin yaptığını, kiracıları işi anladıktan sonra sofraya İskanavi'yi her
akşam davet ettikleri zaman anlamıştır.
Akıllıdır köpoğlusu!
Sonra berber Hilmi Efendi... Cin gibi gözleri, dazlak kafasıyla gençliğinin sulanma hikâyelerini bir an-
latmaya başlamasın. Kırar geçirir insanı. Güzel berberin âşıklarına oynadığı oyunların hikâyeleri her
şeyi olurundan ve gülünç tarafından tatlıya bağlamanın, şakaya vurmanın, kurnazlığa, zekâya getirme-
nin, tadını kaçırmamanın, tatlı ve şakacı bir dünyanın yadigârlarıdır.
Daha kimler mi var? Sütçü Pandeli Efendi vardır. Sütçü Pandeli Efendi'nin dükkânında bir Piştov asılı
durur. Dükkâna akşam altıdan sonra girenler hep cemiyet üyeleridir. Bu cemiyet bir Patlatma Cemiye-
ti'dir. Her nevi patlatmaya izin vardır.
Hatta biraz çirkin kaçacak ama cemiyet azası kapıdan girer girmez ağzıyla olmasa başka bir yanı ile
patlatmazsa bu ağır, ihtiyar gün görmüş ve geçirmiş sebzecilerin, aşçıların, bahçıvanların konuşmasına
pek yarım katılabilir. Patlatırsa Pandeli Efendi, baş köşeyi yeni gelen üyeye verir. Hiç kimse gülmez.
Herkes yalnız gözleriyle patlatmanın şiddetine göre kahkaha atar. Bu gözlerdeki gülme yavaş yavaş sö-
ner. Günün havadislerine geçilir. Günün havadisleri parayı kazanıp da yemeyenlerin enayiliği üzerine-
dir. Sonunda bu gibilerin gözlerini doyuracak şeyin toprak olduğu hikmetiyle toplantıya son verilir.
Neden inmeyecekmişim çarşıya? Cemiyette azayım. Berberde bir tıraşa dünyanın hikâyesini dinlerim.
Gülmekten kasıklarım çatlar. Giderim İskanavi'nin kahvesine olmazsa.
— Peki İskanavi Efendi, derim. İhtiyar kadın peynir kalıbının tavana doğru yükseldiğini görünce ne
yaptı?
— İstavroz çıkardı. Panaiyamu, dedi. Viresi dedi. Kalyopi dedi. Ti pzağma, tinafnoyni?
— Peki ne b... yemeye göz göre göre yaptın bu işi?
— Canım sıkıldı be. Anlasın artık, diye, tavanda adam vardır. Geceleri o kadar gürültü yapıyordum da
ne karı, ne de kocası uyanıyorlardı. Sanki ölü toprağı serpmişlerdi üstlerine. Bazı uyanırlarsa bizim ka-
rıya "Viresi diyorlardı, Kalyopi! İnsan kadar sıçanlar mı var tavanda?" Başka bir yerde de söylerler, iş
büsbütün zıvanadan çıkar diye korktum. Tavandakinin pondika (sıçan) olmadığını anlatmak için bu
çareyi buldum.
Evet bana çarşı haram oldu. Şimdi gözümde küçücük yirmi beş mumluk sinekli ampulleriyle ışıklı çarşı
tütüyor. Anlatmak istiyorum. Çarşıya niçin inemem. Ama neye yarar? Kimi ilgilendirir.
Kafama kasketi, üstüme balıkçı ceketini, suratıma baştan aşağı dişim ağrıyormuş gibi bir kaşkol bağla-
dım. Sokağa çıktım. Kahvenin önünden geçtim. Orada, orada idi.
Döndüm, eve geldim. Yatağıma girdim, lambamı söndürdüm. Düşündüm. Bana çarşıyı yasak eden her
kimse onu öldürmeyi düşündüm. Ömrümde hiç böyle şey düşünmemiştim.
Giyindim tekrar sokağa çıktım. Kahveye girdim. Karşısına geçip oturdum. Beni görünce sapsarı kesildi.
Dudakları titriyordu. Kahvenin aynasında sapsarı, bembeyaz bir adam gördüm. Ürktüm, bendim. De-
folup kahveden gitti.
— İskanavi, dedim, bir kahve yap. Şu tavan arası hikâyesini...
İskanavi parasız, kızgındı.
— Senin tuzun kuru, dedi, benimkisi "denine".
***
Hikâyeyi böylece bitirebilirim. Benim bitirişlerimden biri olur. Olmasına olur ama hayır. Ne çarşıya çı-
kıyor, ne bembeyaz kahveye giriyor, görmek istemediğimin karşısına geçiyor, ne de kahveci ile konu-
şuyorum.
Evimde, odadayım. Çarşıya inemem. Otuz dokuz derece ateşim var. Üşüyor, titriyorum. Bir ara yanıyo-
rum. Anam sirke koyuyor. Okuma artık yat, diyor. Işığı söndürüp gidiyor. Etrafı dinliyorum. Kaşık
adanın köpeği hâlâ havlıyor. Rüzgâr camlan dövüyor ve kapıları sarsıyor. Işığı yakıyorum...
Bu da bir bitiriş şekli ama bu da değil. Değil, bu da değil. Çarşıya inemem, o kadar.
Varlık, (403), 1 Şubat 1954
Dolapdere
İstanbul'un semt adları yok mu? Bayılırım onlara. Ne güzelleri vardır. Yalan da olsa, yanlış da olsa, bu
semt adlarından insanın muhayyelesine bir şeyler üşüşür. Başka yönlerden gelmiş anılar kaynaşıverir
içimizde. Bir filmdir başlar dönmeye beynimizin karanlığında.
Dolapdere'de bostanları sulayan dolabı gözümüzü kapamadan da görüyoruz: Sıra sıra bostanların ku-
yuları, kocaman kovalar, gözlerine mendil bağlanmış bir emektar beygir, bir gıcırtı, kovaların delikle-
rinden durmadan düşen su, zincir şıkırtıları, dolap beygirinin adaleleri, tahtadan olukların arklara
gönderdiği sularda ışık ve güneş oyunları, atın duraklayışı, hızlanışı, bahçıvanın hooo sesi, çıplak ayak-
lı bir Arnavut kızının pespembe topukları, burma kırmızı bıyıklarında hıyar çekirdekleri, Sigara du-
manları, tütün ve hiddet tutuşan bir ellilik bahçıvan, kuyruğu havada düşmanca dönüvermiş, sırtının
tüyleri diken diken, burnu ağzı kapkara, ıpıslak, dili bir eski zaman pembesi ile pembe bir acar, edepsiz
dişi köpek...
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Alemdağda Var Bir Yılan - 5
- Büleklär
- Alemdağda Var Bir Yılan - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4201Unikal süzlärneñ gomumi sanı 233329.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Alemdağda Var Bir Yılan - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4279Unikal süzlärneñ gomumi sanı 233029.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Alemdağda Var Bir Yılan - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4335Unikal süzlärneñ gomumi sanı 232730.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Alemdağda Var Bir Yılan - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4229Unikal süzlärneñ gomumi sanı 246227.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Alemdağda Var Bir Yılan - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2716Unikal süzlärneñ gomumi sanı 174228.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.