Alemdağda Var Bir Yılan - 3
Süzlärneñ gomumi sanı 4335
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2327
30.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
42.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
49.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
olmadığını, Barba Yakamoz'un da şu dünya yüzünde ihtiyaçları olduğu düşünülürse beni tekrar balığa
götürmesi mazur görülebilir.
— Ama, dedi, sandalın içinde ölsen, geri dönmem.
— O gün biraz rahatsızdım.
— Yine rahatsız olacaksın. Aldırma. Bu sinirle sen sonra karada da bir gün gelir rahat edemezsin. Koy
ki bir şey olmaz. Ama ölsen n'olur? Ecel geldikten sonra ha karada, ha denizde...
— Neden denizde insana ölüm korkusu gibi bir şey geliyor?
— Ölüm korkusu değil o, dedi, akıl korkusu.
— Ne demek o Barba?
— Denizde kafa başka türlü, karadakinden başka türlü işler. Karada çare elini uzatsan elindedir. Ama
bir sandalın içinde çaresizliğin elindesin. Hastalansan doktor yok. Ölsen papaz yok, imam yok -sanki
bir işe yararmış gibi- kör olsan, elini tutan yok. Delirsen morfin yok. En iyisi bir şişe rakı al... Dur! Re-
cep oğlum, şurdan bize bir 190'lık alıver.
Sandala atladım. Baktım Barba Yakamoz'un yakasında bir siyah matem tülü var.
— Kimin öldü Barba?
— Bir uzak akraba...
Bu sefer sandalda hiç konuşmadık. Nişana vardığımız zaman:
— Leandros'un ucunu görüyor musun?
— Görüyorum.
— Kırmızı toprağı da gördün mü?
— Gördüm.
— Tam sahilde beyaz bir ev olacak. Şu kayaların üstünde mi, tam?
— Üstünde...
Deyip de oltanın ucuna karidesleri takıp suya saldıktan sonra topal martıyı hatırladım.
— Topal martı nerde? dedim.
— Öldü, dedi,
— Ne?... Nasıl?...
— Nasıl olduğunu bilmem ama, bir sabah nişana vardım ki, tam nişanın üstünde ölüsü yüzüyor...
— Seni görsün diye mi nişanda gelip öldü dersin? Cevap vermedi. Birdenbire yakasındaki matem ala-
metini,
topal martı için taktığı düşüncesi aklıma geldi. Güldüm.
— Ne gülüyorsun? dedi.
— Hiç, dedim, yoksa uzak akraba topal martı mıydı? Yüzünü gözüme dikti.
— Bugün, dedi, kafan karadaki gibi işliyor, korku yok! Doğrusu da bu. Böyle olmalı. Karadaki gibi iş-
lemeli kafa denizde de. Hiçbir şeyin çaresi karada da yoktur. Bize çare, elimizin altında gibi gelir. Ya-
lan! Boş! Dünya çaresiz dünyadır.
— Olamaz öyle şey Yakamoz, dedim. Dünya çarelidir. İnsanlar dünyaya bir çare bulacaklar.
— Hay yaşayasın pedimu! İşte karada böyle düşünülür. Denizde de böyle düşünmelidir. Yanlış ama,
olsun. Hep, her zaman böyle düşünmeli.
Bir şey söyleyecektim. Cıgaralı elini kaldırdı. Sus işareti verdi. Sustum. Oltaya asıldı. Yakaladığı beş, al-
tı kiloluk bir kırlangıçtı. En azdan bir onluğu vardır diye düşündüğünü sanıyorum. Kepçeyi vurdu, ba-
lığı kıça doğru fırlattı. Yemi tazeledi. Konuş bakalım, der gibi bana baktı.
— Ey, dedim, ne diyecektim? Yoksa topal martının mı matemini tutuyorsun?
Önce kafasını gösterdi:
— Kafa dediğin eskir, ihtiyarlar, ölür bile insan ölmeden, dedi.
Sonra kalbini gösterdi:
— Eskimeyen, eksilmeyen şey buradadır.
Sustu. Koca adam, barut gibi adam, köyde kimsenin sevmediği, hoşlanmadığı adam:
— Ölüsünü burada bulunca ağladım, dedi. Sen hani geçen balığa gelişimizde hastalanmıştın, ben de
öyle hastalandım. Balık tutmadan döndüm. Her tarafım kıyılıyordu. Eve gittim yattım. Sabahleyin ağ-
zım zehir gibi uyandım. Dolapları karıştırdım, bir ilaç ararmış gibi. Bu tülü buldum taktım.
Çengel gibi parmaklarıyla siyah bezi yakasından söktü, denize attı.
— Bu da deliliğimizin bir başka türlüsü, dedi. Deniz mi bizi böyle eder, nedir? Aç şu şişeyi.
Fincanın içine rakıyı koyduk. Gözünden bir damla yaş düştü berrak, keskin kokulu suya. Göğsüne vur-
du.
— Bu yürek, bizim yüreğimiz, bir tahtası eksiklerin yüreğidir, dedi.
Rıza Milyon-er
Bin dokuz yüz otuz yediden beri İstanbul'a gelmemişti. Otuz yediden kırk yediye on, kırk sekize on bir,
kırk dokuza on iki, elli üçe varmaya dört, demek tam on altı yıl.
Otuz yedide bir şubat sonunda idi. Bu seferki marta rastladığına göre on altı yıl bir ay şu kadar gün.
Yıllar da durulmayan istasyonlardan geçer gibi geçiliyor be!
Trenden indiği zaman pek şaşkındı, pek pişmandı. Ne demeye terliğini, hela kokan ılık sofaları bırak-
mıştı? Karıcağızının hâlâ pembe yüzünü, oğlunun ikide bir şaplak indirdiği güzel ensesini, kızının kir-
piğini bir özleyiş özledi!... İnsan radyosunu, radyosunun bulanık yeşil gözünü; kırmızı, yeşil, san çizgi-
lerle çizikli gâvur şehirleri adı dolu aydınlık yerini de özler miymiş? Allah kahretsin! Özlermiş insan
duygulu olunca. Bereket; şu Sirkeci'nin otelleri her Anadolu kasabasından eşya ve merhaba taşır. Her
otel kıraathanesinin aynasına Hacı Mustafa Efendi'ye, ziaatçiye, Baytar Fuad'a, Kangaloğlu'na, İdris
Bey'in damadına, sakallı oğlunun çenesine ait iki canlı çizgi çizilmiştir. Yoksa daha da garipseyecekti.
Hani nerede ise... Fen biraz daha terakki etmiş olsa, insanı şöyle bir iğnede semalara uçurup evinin
damına bırakıverse, basıp gidecekti. Evin damına insem ne yapardım? diye düşündü. Bacadan içeriye
ip mi sarkıtmalı inmek için? Yoksam damdan bağırıp çağırmalı mı? Bağırıp çağırmak ayıp olur. Ne di-
ye hem çocuklan uyandırmak. Ama bu saatte onlar radyonun başındadırlar. Bu saatte kim, hangi ha-
nende veryansın ederdi?
Neye evin damına iniyordu sanki? Düşüncesizlik, düpedüz enayilik! Oraya kadar fen sayesinde kaba
etine vurulmuş bir iğne ile geldiğine göre bahçeye, hatta evin kapısına da inebilirdi. İğne fazla gelmiş
olursa kasabanın üzerine şöyle bir dolanırdı. Değil mi canım?
Evdekiler ne şaşıracaklardı... Karısı saf saf, cahil cahil:
— Rıza Efendi, diyecekti, nasıl oldu bu iş hele?
— Eczahaneye vardım. Vir bana şu seyahat iğnelerinden eczacı bey, dedim. Olmaz, dedi, doktor laporu
lazım. İtme, eyleme, yapma, bize de mi eczacıbaşı, dedim. Nasıl olsa doktordan alırım almasına ya, ne-
den para verelim değil mi ya? Veremem efendi, veremem, dedi eczacı, ya kalbin varsa? Ya tansiyonun
yüksekse? Ya ganserli isen? Ya ciğerlerinde gapanmamış yaran varsa?.. İçimden ağzını yel alsın herif,
dedim. Dıştan vallahi bir şeyciğim yok eczacıbaşı, dedim, billahi bir şeyim yok. Turp gibiyim. Ne pan-
siyonum var ne basurum. Bu vakit ben doktoru nirede bulayım? Vereyim sana bir doktor parası vir şu
iğnelerden bana. Gülümsedi. Düşündü taşındı, gene güldü. Fen ne gadar ilerlerse ilerlesin insanoğlu
bu zamanda galıyor, karı. Razılık getirdi. Tosla bakalım, dedi, evvel emirde vizita parasını, yirmi beş
papeldir. Fenlen beraber doktor vizitaları da ilerliyormuş İstanbul vilâyetinde garı...
Rıza Efendi silkindi. Amma da yapıyordu ha! Evinde iken kafası hiç böyle olmaza işlemezdi. Ama ne-
den olmasındı? Fen sayesinde şu hayal ettiklerim pekâlâ mümkündür ama, dedi kendi kendine, biz ge-
ne de bırakalım bu bahsi. Ne de olsa hayal. Şimdilik, halihazırda hayal!
Kıraathanenin kapısından giren gazeteci "Mareşal Tito'yu Londra'da vurdular!" diye haykırdı. Vir ba-
kalım şu gazeteyi, dedi. On kuruşu verdi. Gazeteci beş kuruş geri verince sevinir gibi yaptı. Ucuzmuş bu
gazete be, dedi, bizim taraflara gelmez bu gazeteler... Hep on beşliklerini gönderirler. Bak şu İstanbul-
lulara hele... Kendileri beş kuruşa gazete okur, bize on beşe okuturlar.
Soğan... Kaç bin kilo soğanı vardı? Patates, sarımsağı, yulafı, arpası, mısırı?... Onar kuruş üste koy...
Bir hesapladı. Bir patlak verseydi harp... milyonerdi. Rıza Efendi'nin gayesi buydu.
Babası Hafız Saim Efendi'den bir ev bir dükkân, bir tarla kalmıştı. Eve, dükkâna kendi yerleşmişti.
Tarlayı ortaklama yarıcıya vermişti. Alır satar, geçinir giderdi.
Üç yüz dönüm tarla su kenarında idi. Su kenarındaki tarlada mısırlar alimallah göğe tırmanırdı. Mısır-
lığın içinde gezinirken insanın püskül kokusundan başı dönerdi. Mısır tarlasında .ıy ışığını hatırladı.
Ne ay ışığıydı o! Kaç para ederdi denizde mehtap! Hani bir mehtaplı akşam mısırlığın içine kandırıp
götürdüğü, nasıl olmuştu o gün. Akşam güneşi mısırların içine batmıştı lök gibi.
Bir karpuz kesip yemişti. Tarlanın kenarından geçerken Çingene kızının şalvarını görmüştü.
Sonra günün birinde Çingene uğurlu gelmiş olacak ki şeker fabrikası için dönümüne bin lira ödemiş-
lerdi tarlanın. Üç yüz dönümü üç yüz bin lira. Deli olacaktı. O akşam da böyle abuk sabuk hülya kur-
muştu. Karı karı üstüne almıştı yatağa yatar yatmaz. Bir Boşnak kızı sarı saçlı, mavi gözlü; bir Serezli
Çingene esmer, baygın bakışlı, yonca kokulu... Bir Çerkes ince belli. Bir Gürcü çekik badem gözlü, cu-
mudiye tenli... Bir, bir araba almıştı yağız atlı bir araba. Yaylada bir ev yaptırmıştı. Şeftali ağaçları
dikmişti şeftali.
Ama rahat edememişti. Beş yüz bine çıkarmak için anasından emdiği burnundan gelmişti. Eskisinden
daha cimri olmuştu. Şimdi de milyonu bir doğrultabilseydi milyonu. Ne kelime idi bu be, ne kelime?
Mi...li...yon!..
Çabuk söylendiğine ne bakarsın milyonun. Çocuk ağzı olduğuna ne aldanırsın hemşerim. Anasının gö-
züdür milyon... "Milyon er": Milyonun erkeği, milyonun adamı. Tam o sıralarda piyangodan da 60.000
lira çıkmamış mıydı. Soyadını da değiştirebilseydi. Şu babası da ne soyadı bulmuştu ya. "Karagözoğlu".
Üç yüz lira harcadı. İsmini Rıza Milyon-er koydu. "Rıza Milyoner": Dükkânın kapısına levhayı astı ama
yap hesabını sen milyoner değilsin derseler diye yüreği titrerdi.
Bir harp çıksa iş tamamdı. O zaman gösterecekti, onu sarakaya alanlara. Kilo başına on kuruş bile çok-
tu. Sekiz kuruşla iş tamamdı. Milyonerdi.
Tito'nun resmine baktı. Ulan olur mu olurdu. Doğru ise şu havadis harp çıkardı. İlk Cihan Harbi de
Avusturya veliahdının öldürülmesinden patlamamış mıydı? Hep Sırbiyadan patlak vermiyor muydu?
Bir ses: Oğlunu askere alırlar. Bir başkası: Şimdiki zamanda bir bomba ne milyon bırakır, ne er, ne ev,
ne yaylada köşk Rıza Efendi! Rıza Efendi diye kulağına haykırdı.
Yerini değiştirdi. Pencerenin önüne gidip oturdu. Tramvayları seyretti. Bomboş geçen bir tramvaya at-
lasa, Beyoğlu'na çıksa, dolaşsa hiç de fena olmayacaktı. Gideyim mi, gitmeyeyim mi bir karar vereme-
den patatese kilo başına beş kuruş daha bindirdi. Kafasındaki harp ihtimali ile beraber şuna buna yap-
tığı zamlarla çifte milyoner oldu. Harp çıksın mı çıkmasın mı?... Çıkarsa milyoner olacaktı ama ya er-
kek evlât? Tıpkı kendisine benzeyen kara yağız erkek evlat elden gitmiş, yayladaki aşı boyalı ev gitmese
bile kazadaki hela kokulu, sac sobalı, haklı sedirli, bahçesi erik ağaçlı, asmalı ev yıkılmış, karı nalları
dikmiş... Milyon damada kaldıktan sonra paranın kıymeti yoktu. Hiçbir şeyin kıymeti yoktu. Birdenbi-
re bütün ömrünü boşu boşuna harcadığını sandı. İtibarının paraya, refahının paraya, selametin para-
ya, radyonun paraya, yayladaki evin paraya dayandığını anlayıverdi.
Kıymeti yoktu. Hiçbir şeyin kıymeti yoktu. Kendi kıymeti bile yoktu. İş miydi sanki alıp satmak? İş
miydi sanki malı bekletmek? İş miydi sanki vaktiyle üç yüz kuruş getirmeyen, ikide bir su basan tarlayı
üç yüz bine okutup sokakta, mahallede birdenbire selamın, sabahın, saygının, itibarın değişivermesi?
Bütün bunlar iş miydi be?! Birdenbire içini bir fenalık bastı. Sokağa gene daldı.
İşti ya!... İşti ya!... Herkes yapabiliyor muydu? Hani talihi de yabana atmamalıydı. Allah insanla bir
olmalıydı. Ama Allah da ne demeye seçer seçer de onun gibisini seçerdi, talihli diye?... O da bilinmez.
Hikmetinden sual olunmaz. Akıl ermez buna. Günaha girer adam. Günaha girmemek için fazla dü-
şünmemeli. Hikmetinden sual olunmaz demeli!... Dini bütün olmalı. Dindar olan derin düşünmemeli,
şüphe etmemeli!... Bu böyledir, böyle yazılmıştır levhi hikmette demeli. Bu hikmetin sualini sormama-
lı. Soranlar günaha girsin sorsunlar isterlerse... Hiç olmazsa onun gibi talihliler sormamak!
— Oğlum kahveci! Çocuğum! Biraz kaşar peynirinlen yarım francala alır mısın bana?
— Peki amca alayım.
Düşünmüyor, tramvaylara bakıyor... Düşünmemek olur
mu? Kafası saat gibi. Karısını düşünüyor şimdi. Uyumuştur. Horluyordur. Düşünmüyordun Rüya
görmüyordun Bir ayağını durmadan Rıza Efendi'nin üstüne atmaya savaşıyordun Ama Rıza Efendi
olmayınca ayak soğuk şilteye düşü düşüveriyor olmalı. Hüsniye Hanım uykusunda tedirgin oluyordur.
Kocasının ovluğuna ayağını atmadan rahat edemez ki o. Kahvenin içine dalgın dalgın baktı. Kimseler
kalmamıştı. Beyoğlu'na çıkanlar çıkmış, çıkmayanlar odalarına çekilmişti. Yüksek sesle:
— Çeksene şu ayağını be karı, deyiverdi.
— Getirdim amca.
— Bir de çay söyle oğlum.
— Ocakçı kapadı gitti amca. İstersen ben kahve yapayım?
— Ehh... Pek gitmez ama, yap bakalım!
Babasıyla tam on altı sene evvel inmişlerdi. Bu otele değil, yandakine inmişlerdi. Babası ertesi günü
onu doktora götürmüş, filmler aldırmışlardı. Ertesi günü doktor filmi görünce kendisine şüpheli şüp-
heli bakmıştı. Bir film daha çekilsin, bu olmamış, demişti. Bir film daha çektirmişlerdi. Doktor iki filme
de bakmış, kafasını sallamış, babasına iki filmde de bulunan toplu iğne büyüklüğünde bir siyahlığı gös-
terip "Tuhaf!" demişti. Ona sualler sormuştu.
— Uykuların nasıl, demişti.
— Gece terler misin?
— Kendini odanın ortasında bulduğun zaman şaşırır mısın?
— Işıkla yatarsan olmaz mı?
— Pek karanlık odada mı o hal geliyor?
— Çok su içer misin akşamları?
— Çok mu yemek yersin?
— İçki kullanır mısın?
— İçki içtiğin akşam mı bu haller olur?
— Kendini sofada bulduğunun sabahı nasıl uyanırsın?
— Bekâr mısın?
— Karıya gittiğin zaman, yahut başka türlü - anlarsın ya -rahat ettiğin zaman olmaz mı bunlar?
Demiş. Dışarı çıkarttığı babasını çağırmış. Bu sefer kendisini dışarı çıkarmıştı.
Trende kasabaya dönerlerken babası:
— Bir şeyin yokmuş ulan! Evlenince bir şeyin kalmayacak. Bu haller de geçecek. Toplu iğne kadar kara
leke. Tövbe yarabbi! Günah bütün bunlar be! İnsanın kafasının içi gözükür mü? Bunlar dalavere hep!
Hep para tuzağı! Sen askerde iken şubenin doktoru da söylemişti bana... Ulan sen askerde iken gider
başkasının yatağına oturur konuşurmuşsun gece yarısı. Ne bok yemektir bu! Hiç haberin olmaz mıydı?
Uykuda gezme hastalığı da olur muymuş? Böyle hastalık mı olurmuş? Yanında karı olunca, şöyle bir
gözünle uyuyan bir karı, böyle hastalık mı kalır adamda boş ver Rıza sen de... Keyfine bak. Öyle her şe-
ye sinirlenme. Bu herifler hep para tuzağı! Aldırma! Ama çok da içme, yorulma. Ne ise hemen paçaları
sıvamalı. Bir gözünlen uyuyan bir karı bulmalı sana.
Ama işte on beş senedir bir gece bile kendini odanın ortasında bulmamıştı. Demek ki hasta masta de-
ğildi. Ne diye karısı onu İstanbul'a göndermez, ben de geleceğim diye tuttururdu. Bu sefer de çocuk gi-
bi ağlamıştı. İçini şüpheli bir korku sardı. Keşke karıyı getirseydi. Getirmemişti de sanki bir yere mi
gitmişti? Halbuki şöyle bir Beyoğlu'na kadar uzanmalı değil miydi bu akşam? İşte canı bile istemiyor-
du.
Rıza Efendi ışıkları ağır ağır söndürülmüş kıraathaneden odasına çıktığı zaman paranın para olduğunu
yeniden bulmuştu. Patates on kuruş fırlasın da isterse harp çıksındı... Çıkarsa çıksın, para ile harbe de
karşı dururdu. Biraz altın almalı sarraflardan. Parayı mala çevirmeli. Hemen memlekete dönmeli. Ya-
rın sabah dönmek kararını verince uyudu.
Havadisi ertesi günkü akşam gazeteleri yazdı:
"... tüccarlarından Rıza Milyon-er indiği Şirin Manyas Oteli'nin üçüncü kattaki odasından, meçhul bir
sebepten sokağa düşerek koma halinde hastahaneye kaldırılırken yolda ölmüştür. Polisçe tahkikata
başlanılmıştır."
Birkaç gün sonraki gazeteler tamamlayıcı malumatla çıktılar: "Geçenlerde, Sirkeci'de Şirin Manyas
Oteli'nde vukuunu haber verdiğimiz pencereden sokağa düşerek ölme vakasının esrarı çözülmüştür.
Tüccar Rıza Milyon-er'in 'Sair filmenam' hastalığına müptela olduğu, geceleyin gelen bir kriz netice-
sinde pencereden sokağa düştüğü anlaşılmış, morga kaldırılan ceset ailesine teslim edilmiştir."
Varlık, (396), 1 Temmuz 1953
Sarmaşıklı Ev
— Nasıl ev, nasıl ev? Dedi.
Karşılık vermeden önce sorusunu neden iki kere sorduğunu düşündüğümü biliyorum ama kendimden
cevabını almaya vakit bulamadım ki.
— Canvermez'in evi, dedim bu sefer.
Ya ev, eve benzemez bir kulübe, bir baraka, bir taş yığını, mağara gibi bir şeydi. Ya "Canvermez"in bu
köy içinde tanınmışlığı yoktu.
Halbuki bana kendisi söylemişti: Sarmaşıklı ev dedin mi herkes gösterir, köyün en güzel evidir, diye.
Hatta ben:
— Canvermez de o köyün en meşhur adamıdır, demiştim. O da:
— Tabii! Tabii!... demişti. Meşhur da laf mı? Köyün bülbülü, köyün tek insana benzeri köyün tek...
— Tek?
— Tek şeyi...
— Nesi
—... İftiharı.
— Medarı iftiharı.
— Tamam, ta kendisi. Gülüşmüştük.
Adam hâlâ yüzüme garip garip bakıyordu. Şaşkın bir hali vardı. Birdenbire başını salladı. Güldü. Ta
uzaktan elinde boya tenekesi ile geçen birine seslendi:
— Sabri! Sabri!
— Söyle Mihal Usta.
— Gel hele, gel.
— İşim var.
— Allah aşkına gel. Canvermez'in evi aranıyor. Sarmaşıldı evmiş.
Boyacı dönmüş bizden yana doğru geliyordu. O yaklaşa dursun adam gözleri yüzümde arandı durdu.
Gözlerini kısıyor, açıyor, yine kısıyor, yine açıyordu. Buruşuk yüzünde, kazma dişli ağzında, pis ve sey-
rek bıyıklarında hani neşeli bir şeyler de yok değildi.
Boyacı artık hemen hemen yanımızda idi. İri bir çocuktu boyacı. Taze, sevimli, sıhhatli bir yüzü vardı.
Tombul yanaklarında çukurlar açan bir gülümseme ile yanımıza geldi. Selam verdi.
— Siz mi arıyorsunuz Canvermez'in evini? Dedi bana.
— Evet ben arıyorum. Mihal Usta gülerek:
— Sen biliyor musun ki? Dedi.
— Biliyorum ya, dedi boyacı. Şimdi oraya gidiyorum ben de ya!
— Öyle mi? Allah Allah!
Dedi Mihal Usta alay ederekten. Bıyıklarını tozlanmışlar gibi süpürdü. Kaşlarını da aynı şekilde par-
maklarıyla silkti.
— Al götür efendiyi öyle ise, dedi.
Arkasını dönüp giderken ensesindeki buruşuklarda sanki bir başka Mihal Usta'nın birkaç yaş daha ih-
tiyar ve köse bir benzeri adeta bir ikiz ve köse kardeşi gülümsermiş gibi geldi bana.
Boyacı çocukla yürüdük. Şişman vücudundan çıkan taze bir ter kokusu etrafımızı sardı. Güneş yaktıkça
yakıyordu. Bir kırk adım kadar yürümüştük. Birden Mihal Usta'yı da yanımda buldum. "Geri mi dön-
dün?" diye sorayım dedim. Vazgeçtim. On dakika kadar ağaçsız, gölgesiz yolda beraberce yürüdük. Ko-
nuşmadan. Şişman boyacıdan çıkan ter kokusu bir ara eksilir gibi olurken bu sefer de Mihal Usta'dan
bir kapanık oda, öksürük, yıkanmamış eski bir mendil kokusu fırladı.
Yirmi adım ötemizdeki gölgeliğe varmak içinmiş gibi öne doğru fırladım. Bir ara dönüp baktım ki bo-
yacı ile Mihal Usta büsbütün yavaşlamışlar. Fısır fısır konuşuyorlar. Benim hakkımda konuşuyorlarmış
gibi geldi bana. Bir muhavere ucu yakalarım umudu ile ben de yavaşladım. Baktım güneşin ortasında
duruvermişler. At kestanesinin koyu gölgesine on adım var yok. Gölgeye mi gitsem, onları mı bekle-
sem, yoksa olduğum yerde durup kulak mı kabartsam diye kararsız düşünürken beni çağırdılar.
— Gelin yahu, şu gölgelikte konuşalım canım, dedim.
— Yok, yok, gel buraya hele, dediler.
Yanlarına vardım. Keskin ter kokusu ile ağızda çürümüş bir pastırma kokusu içinde bunalmış bir halde
suallerine cevap vermeden başka bir sual yağmuruna tutularak, bir ondan, bir ötekinden yana döne
döne hal oldum.
— Canvermez'i nereden tanıyorsun?
— Oda mı kiralıyacaksın?
Canvermez'in evi var mıymış?... Onu nerde görmüşüm ilk önce?... Bende hiç akıl yok mu imiş?... Nasıl
olurmuş? Canvermez'in asıl ismi ne imiş, biliyor mu imişim?
Lazım geldiği kadar, daha doğrusu bildiğim kadar verebildiğim cevapları dinlemediler bile.
— Var git hemşerim! dediler. Bu köyde Canvermez diye bir adam yok. Olsa bile evi yok. Evi olsa bile ki-
ralayacak odası yok. Varsa bile öyle bir adamla oturulmaz. Oturulsa bile çekilmez. Çekilse bile onlar
Canvermez'in evini bilmiyorlarmış; bilseler bile bana göstermezler.
Aralarında Rumca konuştular. Bana yine:
— Var git hemşerim, var git, dediler.
Konuşurken farkına varmadığım soldaki daracık, cennet gibi gölgeli bir yola sapıp gülüşerek kayboldu-
lar. Uzun zaman kendilerini görmeden seslerini işittim.
Şaşırmış kalmıştım. Canvermez'i ben senelerden beri tanırım. Kendi halinde bir adamcağızdır. İsmini
merak edip sormamışımdır. Bu köyde oturur. Ona bakılırsa babadan kalma üç odalı bir evi vardır.
Odaların birinde kendisi oturur, ikisini yazın kiraya verir, emanetçilik gibi bir şeyler yapar. Bekârdır.
Odalarından biri tutulmuş, ötekini de ben tutayım, demiştim.
At, kestanesinin altına nihayet vardım. Bitmişim; bir taş parçasının üstüne oturdum. Çevremde bir ho-
roz iki üç tavuğuyla beraber geziniyor; görünürlerde başka kimsecikler yok. Yolda da insan yok. Herkes
öğle uykusuna yatmış olacak. Dalmışım. Az sonra ihtiyar bir adam sırtında bir denkle göründü. Tam
benim oturduğum taşın yanında durdu. Dengi bana tutturdu. Beraberce aşağıya aldık. O da taşın boş
kısmına çöktü. Bir cıgara yaktı. Körolası! Artık sormaya cesaret edemiyordum ama sormak da lazımdı.
Uzaklardan aldım lakırdıyı:
— Bu köyden misin hemşerim? dedim.
— Değiliz bu köyden amma buralı olduk sayılır. Yirmi senedir burda hamallık ederim.
— Buralı sayılırsın.
— Sayanlar da var, saymayanlar da.
Amma da köye düşmüşüm ha! Şöyle aydınlık cevap veren birine rastlamayacak mıyım bu köyde?
— Köyünüz güzel ama...
— Gününe bağlı. Güzel günü olur cıgaran, paran varsa... Ocak yanarsa... Çorba pişerse, yük çıkarsa...
Tıngırın varsa... Keyfin gıcırsa...
— Doğru, her şey şarta bağlı şunun şurasında.
— Şartsız şurtsuz yaşayanlar da var.
— Var, var ama...
— Ölüm de var arkadaş, ölüm. Şu köşkün sahibi de ölecek. Şu horoz da.
Göğsüne vurdu:
— Şu ben de. Yüzüme baktı:
— Şu sen de...
— Doğru, doğru ama, dedim, yine de fark var.
— Nede? Ölüden ölüye mi? Dedi. Şaşkınlığıma geldi.
— Öyle ya, dedim.
— Yok, dedi, yok. Ölüden ölüye fark yok; canlıdan canlıya var.
Düşündüm: Domuzuna haklı idi. İçimden "Vay anasını!" dedim. Sanki "Vay anasını!" dediğimi duymuş
gibi yüzüme bakıp:
— Ya!... Dedi.
— Ben de onu söylemek istiyordum ya, canlıdan canlıya fark domuzuna, dedim.
— O var, dedi. Amenna!
Yakındaki köşkün balkonundan koca burunlu ipek pijamalı şişman bir erkek hayali gördük ikimiz de.
Bize ters ters baktı bu hayal. Açık balkon kapısını hırsla kapadı.
Hamal:
— Uykudan uyandırdık beyi, dedi. Öğleleri uyursa benden çok yaşayacağını sanıyor.
— Yaşamaz mı?
— Yaşamaz, dedi.
— O ellilik var yok. Ben yetmiş beşliğim. Onun suratında, ayağında, bıyığında Azrail'in eli var şimdi-
den.
— Sende yok mu?
— Benim mumum sönecek, dedi, ben keyiften, çok yemekten ölmeyeceğim, benim mumum sönecek.
— Ama, dedim, bak o uyuyor, şu öğle sıcağında, püfür püfür. Kalkınca uykudan buzlu meyvalar, şeftali
erik... Sen sırtında yük, sokak çeşmesi akmaz. Çeşme bile yok köyün içinde.
Cevap vermedi. Ağzı köpürmüş gibi idi. Can alacak yerini bulmuş gibi idim. O gözünü kapamıştı. Yavaş
yavaş süzgün süzgün açtı. Çenesini sakalıyla beraber tuttu.
— Firigidaireden dedi, bir salkım üzüm aldım şimdi; al pehlivan. Yedim. Üstüne de bir maşrapa tom-
ruk suyu içtim.
Sahiden üzümü yemiş. Tomruk suyunu içmiş gibi idi. Gözüm kör olsun alay etmek için, "Afiyet şeker
olsun" demedim.
— Tut bakalım şu dengin ucundan babalık; kaldır; tamam. Hadi allahaısmarladık!
— Aman hemşerim! Dur hele! Sana bir şey soracaktım. Dengin altından kara gözlerinin alı baktı. Kız-
gın:
— Sor bakalım ama elini çabuk tut, dedi
— Şu sarmaşıklı evi soracaktım da.
— Nasıl ev, nasıl ev? Dedi.
Tuh Allah kahretsin! Herkes mi bu haltı karıştıracaktı. Son bir ümitle:
— Canvermez'in evi, dedim.
Yokuşu tırmanmaya başladı. Başını iki tarafa sallayıp homurdanıyordu.
— Var git hemşerim işine, dedi, var git.
İhtiyar hamal güneşe bir adım kala tekrar yükün altından kafasını çıkarıp bana doğru çevirdi.
— Hem, dedi, yanlış arıyorsun, Canvermez'in değil, Canveremez'in evini sor.
Köyün çarşısına indim. Bir sütçü dükkânına girdim. Yüz dirhem ekmekle yoğurt getirttim. Üstüne bir
de buz gibi Elmalı suyu içtim.
— Borcum ne hemşerim?
— 7,5 ekmek 40 yoğurt... Elli kuruş beyim. Güleryüzlü bir Arnavuttu sütçü. İri iri elleri vardı. Mavi
gözleri pek cana yakındı. Her halde beni de Arnavut sanmış olacak ki Tirana'dan Kegalardan megalar-
dan söz açtı. Arnavutça bilip bilmediğimi sordu. Hiç bilmem, dedim. Oralardan çocukken gelmişim
dedim mi demedim mi hatırlamıyorum.
Kapıdan çıkarken yine birdenbire bir cesaret geldi. Arnavuttuk sözüm ona ya, sütçünün hoşuna gitsin
diye.
— Hemşerim, dedim, Canvermez'in evi ne tarafta? Sorum besa gibi sağlamdı. Arnavut'un su muhalle-
bisi gibi
yumuşak ve beyaz yüzündeki çakır gözleri bir harp gemisi hışmıyla üzerime doğru yürürken kendimi
sokakta buldum. Ben kapıdan çıkarken o ağzı tükürük içinde:
— Kimin evi, kimin evi More? Diyordu.
Vatan, 29 Kasım 1953
Eftalikus'un Kahvesi
Bir genç adam yanıma geldi:
— Merhaba, dedi.
— Ooo, merhaba, dedim.
Sonra benimle çoktandır tanışmak istediğini, bir fırsatını bulamadığını söyledi. Yürümeye başladık.
Öyle şeyler soruyordu ki, samimi olup olmadığını anlayabilmek zordu. Sordukları samimi ise onun he-
sabına, değilse benim hesabıma dikkatli bulunmak lazım geliyordu. Öyle ya, ya alay ediyorsa... Cepheyi
ona göre alır, bir fırsatını bulup tüymek hayırlı olur.. Ama ciddi ise bu samimiyeti çocukluğa, toyluğa
vermeli. Nasıl olsa bir gün kafasında senin için daha çok histen doğan hayranlık duygusu silinip gide-
cektir. Bu hayranlığa da fazla güvenmeye gelmez. Sürüp gitmesi benim için de, onun için de iyi bir şey
ya. Onun için şüpheliyim. İkimizin de uzun uzun yerimizde saydığımıza bir işaret olmaz mı?
Genç adamın niyeti yazı yazmak olduğuna göre benimle alay etmek için samimi olması ihtimali çok
kuvvetli ama, ne yapalım, fazla zeki ve dikkatli görünmeye de gelmez; bu da bir nevi ukalalık olur. İyisi
mi, alay etmesi ihtimaline karşı yapılacak en doğru hareket, işi samimiyete dökmek, yutmuş görün-
mek. Çok zeki biri ise sonuna kadar bu hayran rolünde seninle oynayabilir. Varsın oynasın; bununla
bir şey kazanmış olmaz. Sahiden samimi ise ne mutlu. Olabilir. Sen o yaşta bugün hiç hoşlanmadığın
yazıcıları, onlara yaklaşmaya bile cesaret edemeden başka dünyadan insanlar gibi seyretmemiş miy-
din?
Şimdi bile hayranlıktan kurtulamadığın Frenk muharrirleri yok mu? Gide'i görsen, bu seksenlik ihtiya-
rı nasıl hayranlıkla seyretmezsin, konuşma fırsatı bulsan kim bilir ne olmadık sualler sormazsın.
— Sizinle böyle bir kahvede oturabileceğim hiç aklıma gelmezdi.
Yan gözle yüzüne bakıyorum. Alay etmiyor vallahi. O alay etmiyorsa ben mi etmeliyim? diye düşünü-
yorum.
— Sizin hikâyelerinizi...
Sonradan belki de pişman olacağı cümlesini tamamlatmamak için hemen müdafaaya geçmeli. Genç
adam hem de eleştirmeci olmak istediğini söylüyor. Öylesine pişman olacak ki. Rotayı değiştirmeli.
— Siz de hikâye mi yazarsınız?
— Benim yaşımda herkes gibi şiir yazıyorum. Bir iki hikâye de denedim ama beceremedim. Daha çok
tenkide çalışıyorum. Neşredilmiş, bilmediğim Türkçe bir hikâye yok, diyebilirim. Ama sizin...
— Şu karşıdaki adama bakın. Anadan doğma kördür. Bakın, karşı tarafa "Mahmut Bey" diye sesleniyor.
Demek ki Taksim sinemasının önünde olduğunu, karşıdaki börekçi dükkânında da Mahmut Bey isimli
bir adam bulunduğunu biliyor. Bize bir seziş gibi gelen korkunç ilim ona kim bilir kaç seneye mal oldu.
— Mesela siz bundan hemen güzel bir...
— Olabilir ama, ben bu hikâyeyi yazmayacağım. Yalnız düşünüyorum; acaba kör, etrafın havasından,
gürültüsünden mi nerede bulunduğunu anlıyor. Yoksa adımlarını mı sayıyor? Siz ne fikirdesiniz? Sağ-
dan şu kadar, faraza doksan sekiz adım yürürsem Taksim sinemasının önünde olacağım. Evden çıkar-
ken saat dokuza bir mi vardı? Ağır yürüyorum. Şimdi saat tam dokuz olmalı. Börekçi Mahmut'un saat
dokuzda dükkândan ayrıldığı görülmemiştir.
Gözlerindeki karanlık, dışarının tahassüslerinden, kafasında bir aydınlık yaratmış olabilir. Belki de Şiş-
li'den yürüyor, Harbiye'deki seslerle Taksim bahçesinin önündeki sesler arasında bizim farkına var-
madığımız neler olabilir? Havada da bir değişiklik var mıdır? Hatta gözlerindeki zifiri karanlıkta bile
ruhi bir zifiri karanlık farkları bulunabilir mi? Ama, bana öyle geliyor ki, daha çok seslerden, bizim için
bilinmeyen, ama onun için hiç şaşmayan, değişmeyen, değişmez mahiyetini muhafaza eden gürültü-
lerden...
Biz sokağın hendesesinin de farkında değiliz. Ama o, münhanileri, müstatilleri, sokağın haritasını, te-
ferruatını kafasına çizmiş olabilir. Belki semtlerin kokuları da vardır. Dükkânlar da ayrı ayrı kokabilir.
Onun tabanının bildiği çukurlar da, tümsekler de bulunabilir. Körlük ne kadar modası geçmiş bir ede-
biyata benziyor. Kılı kırk yaran bir edebiyata...
Ben bütün bunları kafamda düşünürken genç arkadaşım durmadan beni öven sözler söylüyor. Belki de
bu sözlerin tesiriyle kör hakkında uzun uzun düşünüyorum.
Kör adamı Mahmut Bey, karşı taraftan alıp beriki kaldırıma geçirdi. Adımını yaya kaldırımına atar at-
maz kör:
— Sadık Ağabey, merhaba, dedi.
— Ooo, merhaba, Mösyö İvan, bu sabah erkencisin, dedi Sadık Bey.
İvan:
— Ne erkeni yahu, dedi. Saat dokuzu on geçiyor. Taksim'deki saat tam dokuzu on bir geçiyordu.
Bu kadarı fazlaydı. Yanımdaki genç arkadaş, bu sırada hikâyelerimden hangilerini beğendiğimi soru-
yordu.
— Bilmem, dedim. Sonra "İşittiniz mi?" dedim.
— Neyi?
— Kör, saatin tam dokuzu on geçtiğini söyledi, dedim. İki dakika evvel.
— Yok canım, dedi.
— Vallahi, dedim.
— Olur şey değil, dedi.
Olur şeydi. Birdenbire işi keşfetmiştim. Mahmut Bey, körü almak üzere karşıya geçtiği zaman otomobil
kornalarından duyamadığım bir konuşma yapmıştı körle. Saati o zaman sormuş olabilirdi.
Genç arkadaşla artık iyice dost olmuştuk. Bazılarını çekiştirebiliyorduk. Hikâyelerimi beğenmeyen
eleştirmeciler hakkında onun beni müdafaa etmesini zevkle dinliyordum. Tam bu sırada bir beş daki-
ka, körün nasıl bildiğini düşünüyormuş gibi sustuk. Sonra:
— Hikâyelerinizi nasıl yazarsınız? dedi.
Güldüm. Alay edip etmediğini anlamak üzere yüzüne baktım. Hayır, vallahi alay etmiyordu. Ne iyi ço-
cuktu bu.
— Sizin, dedi, en çok "Lüzumsuz Adam"ı severim. Sonra "Baba-oğul"u, bir de "Tespih" hikâyeniz var-
dır, o da hoştur, dedi. "Kameriyeli Mezar" da fena değildir.
Mahcup, ama ağzım kulaklarımda susuyordum.
— Ama, sorduğuma cevap vermediniz ki? dedi.
— Ne sormuştunuz?
— Hikâyeyi nasıl yazarsınız? demiştim.
— Bilmem, diyebildim.
Düşündüm: Setin üstündeki kahvenin altından körün sesi geliyordu. Sadık Efendi ile bağıra bağıra ko-
nuşuyorlardı.
— Bilmem, dedim yine, işte böyle körü körüne. İşte mesela şimdi bir hikâye yazıyorum. Hem ismini bi-
le koydum, dedim.
— Nedir ismi? Demek önce ismini koyarsınız hikâyenin, demedi.
— Yok ama bu isim hoşuma gitti de onun için, demedim.
— Nedir? diye sormadı.
— Eftalikus kahvesi. Hatta kahvesini de bir kenara atıp yalnızca Eftalikus da olur. Hem de hikâye ile
münasebeti de ikinci derecede olabilir.
O demediklerimi anlamış gibiydi:
— Demek böyle yazarsınız siz hikâye, dedi.
— Nasıl? diye bu sefer ben sordum.
— Ne bileyim, dedi. Evvelâ ismini korsunuz. Sonra bir defa kurarsınız. Bir neticeye bağlarsınız.
götürmesi mazur görülebilir.
— Ama, dedi, sandalın içinde ölsen, geri dönmem.
— O gün biraz rahatsızdım.
— Yine rahatsız olacaksın. Aldırma. Bu sinirle sen sonra karada da bir gün gelir rahat edemezsin. Koy
ki bir şey olmaz. Ama ölsen n'olur? Ecel geldikten sonra ha karada, ha denizde...
— Neden denizde insana ölüm korkusu gibi bir şey geliyor?
— Ölüm korkusu değil o, dedi, akıl korkusu.
— Ne demek o Barba?
— Denizde kafa başka türlü, karadakinden başka türlü işler. Karada çare elini uzatsan elindedir. Ama
bir sandalın içinde çaresizliğin elindesin. Hastalansan doktor yok. Ölsen papaz yok, imam yok -sanki
bir işe yararmış gibi- kör olsan, elini tutan yok. Delirsen morfin yok. En iyisi bir şişe rakı al... Dur! Re-
cep oğlum, şurdan bize bir 190'lık alıver.
Sandala atladım. Baktım Barba Yakamoz'un yakasında bir siyah matem tülü var.
— Kimin öldü Barba?
— Bir uzak akraba...
Bu sefer sandalda hiç konuşmadık. Nişana vardığımız zaman:
— Leandros'un ucunu görüyor musun?
— Görüyorum.
— Kırmızı toprağı da gördün mü?
— Gördüm.
— Tam sahilde beyaz bir ev olacak. Şu kayaların üstünde mi, tam?
— Üstünde...
Deyip de oltanın ucuna karidesleri takıp suya saldıktan sonra topal martıyı hatırladım.
— Topal martı nerde? dedim.
— Öldü, dedi,
— Ne?... Nasıl?...
— Nasıl olduğunu bilmem ama, bir sabah nişana vardım ki, tam nişanın üstünde ölüsü yüzüyor...
— Seni görsün diye mi nişanda gelip öldü dersin? Cevap vermedi. Birdenbire yakasındaki matem ala-
metini,
topal martı için taktığı düşüncesi aklıma geldi. Güldüm.
— Ne gülüyorsun? dedi.
— Hiç, dedim, yoksa uzak akraba topal martı mıydı? Yüzünü gözüme dikti.
— Bugün, dedi, kafan karadaki gibi işliyor, korku yok! Doğrusu da bu. Böyle olmalı. Karadaki gibi iş-
lemeli kafa denizde de. Hiçbir şeyin çaresi karada da yoktur. Bize çare, elimizin altında gibi gelir. Ya-
lan! Boş! Dünya çaresiz dünyadır.
— Olamaz öyle şey Yakamoz, dedim. Dünya çarelidir. İnsanlar dünyaya bir çare bulacaklar.
— Hay yaşayasın pedimu! İşte karada böyle düşünülür. Denizde de böyle düşünmelidir. Yanlış ama,
olsun. Hep, her zaman böyle düşünmeli.
Bir şey söyleyecektim. Cıgaralı elini kaldırdı. Sus işareti verdi. Sustum. Oltaya asıldı. Yakaladığı beş, al-
tı kiloluk bir kırlangıçtı. En azdan bir onluğu vardır diye düşündüğünü sanıyorum. Kepçeyi vurdu, ba-
lığı kıça doğru fırlattı. Yemi tazeledi. Konuş bakalım, der gibi bana baktı.
— Ey, dedim, ne diyecektim? Yoksa topal martının mı matemini tutuyorsun?
Önce kafasını gösterdi:
— Kafa dediğin eskir, ihtiyarlar, ölür bile insan ölmeden, dedi.
Sonra kalbini gösterdi:
— Eskimeyen, eksilmeyen şey buradadır.
Sustu. Koca adam, barut gibi adam, köyde kimsenin sevmediği, hoşlanmadığı adam:
— Ölüsünü burada bulunca ağladım, dedi. Sen hani geçen balığa gelişimizde hastalanmıştın, ben de
öyle hastalandım. Balık tutmadan döndüm. Her tarafım kıyılıyordu. Eve gittim yattım. Sabahleyin ağ-
zım zehir gibi uyandım. Dolapları karıştırdım, bir ilaç ararmış gibi. Bu tülü buldum taktım.
Çengel gibi parmaklarıyla siyah bezi yakasından söktü, denize attı.
— Bu da deliliğimizin bir başka türlüsü, dedi. Deniz mi bizi böyle eder, nedir? Aç şu şişeyi.
Fincanın içine rakıyı koyduk. Gözünden bir damla yaş düştü berrak, keskin kokulu suya. Göğsüne vur-
du.
— Bu yürek, bizim yüreğimiz, bir tahtası eksiklerin yüreğidir, dedi.
Rıza Milyon-er
Bin dokuz yüz otuz yediden beri İstanbul'a gelmemişti. Otuz yediden kırk yediye on, kırk sekize on bir,
kırk dokuza on iki, elli üçe varmaya dört, demek tam on altı yıl.
Otuz yedide bir şubat sonunda idi. Bu seferki marta rastladığına göre on altı yıl bir ay şu kadar gün.
Yıllar da durulmayan istasyonlardan geçer gibi geçiliyor be!
Trenden indiği zaman pek şaşkındı, pek pişmandı. Ne demeye terliğini, hela kokan ılık sofaları bırak-
mıştı? Karıcağızının hâlâ pembe yüzünü, oğlunun ikide bir şaplak indirdiği güzel ensesini, kızının kir-
piğini bir özleyiş özledi!... İnsan radyosunu, radyosunun bulanık yeşil gözünü; kırmızı, yeşil, san çizgi-
lerle çizikli gâvur şehirleri adı dolu aydınlık yerini de özler miymiş? Allah kahretsin! Özlermiş insan
duygulu olunca. Bereket; şu Sirkeci'nin otelleri her Anadolu kasabasından eşya ve merhaba taşır. Her
otel kıraathanesinin aynasına Hacı Mustafa Efendi'ye, ziaatçiye, Baytar Fuad'a, Kangaloğlu'na, İdris
Bey'in damadına, sakallı oğlunun çenesine ait iki canlı çizgi çizilmiştir. Yoksa daha da garipseyecekti.
Hani nerede ise... Fen biraz daha terakki etmiş olsa, insanı şöyle bir iğnede semalara uçurup evinin
damına bırakıverse, basıp gidecekti. Evin damına insem ne yapardım? diye düşündü. Bacadan içeriye
ip mi sarkıtmalı inmek için? Yoksam damdan bağırıp çağırmalı mı? Bağırıp çağırmak ayıp olur. Ne di-
ye hem çocuklan uyandırmak. Ama bu saatte onlar radyonun başındadırlar. Bu saatte kim, hangi ha-
nende veryansın ederdi?
Neye evin damına iniyordu sanki? Düşüncesizlik, düpedüz enayilik! Oraya kadar fen sayesinde kaba
etine vurulmuş bir iğne ile geldiğine göre bahçeye, hatta evin kapısına da inebilirdi. İğne fazla gelmiş
olursa kasabanın üzerine şöyle bir dolanırdı. Değil mi canım?
Evdekiler ne şaşıracaklardı... Karısı saf saf, cahil cahil:
— Rıza Efendi, diyecekti, nasıl oldu bu iş hele?
— Eczahaneye vardım. Vir bana şu seyahat iğnelerinden eczacı bey, dedim. Olmaz, dedi, doktor laporu
lazım. İtme, eyleme, yapma, bize de mi eczacıbaşı, dedim. Nasıl olsa doktordan alırım almasına ya, ne-
den para verelim değil mi ya? Veremem efendi, veremem, dedi eczacı, ya kalbin varsa? Ya tansiyonun
yüksekse? Ya ganserli isen? Ya ciğerlerinde gapanmamış yaran varsa?.. İçimden ağzını yel alsın herif,
dedim. Dıştan vallahi bir şeyciğim yok eczacıbaşı, dedim, billahi bir şeyim yok. Turp gibiyim. Ne pan-
siyonum var ne basurum. Bu vakit ben doktoru nirede bulayım? Vereyim sana bir doktor parası vir şu
iğnelerden bana. Gülümsedi. Düşündü taşındı, gene güldü. Fen ne gadar ilerlerse ilerlesin insanoğlu
bu zamanda galıyor, karı. Razılık getirdi. Tosla bakalım, dedi, evvel emirde vizita parasını, yirmi beş
papeldir. Fenlen beraber doktor vizitaları da ilerliyormuş İstanbul vilâyetinde garı...
Rıza Efendi silkindi. Amma da yapıyordu ha! Evinde iken kafası hiç böyle olmaza işlemezdi. Ama ne-
den olmasındı? Fen sayesinde şu hayal ettiklerim pekâlâ mümkündür ama, dedi kendi kendine, biz ge-
ne de bırakalım bu bahsi. Ne de olsa hayal. Şimdilik, halihazırda hayal!
Kıraathanenin kapısından giren gazeteci "Mareşal Tito'yu Londra'da vurdular!" diye haykırdı. Vir ba-
kalım şu gazeteyi, dedi. On kuruşu verdi. Gazeteci beş kuruş geri verince sevinir gibi yaptı. Ucuzmuş bu
gazete be, dedi, bizim taraflara gelmez bu gazeteler... Hep on beşliklerini gönderirler. Bak şu İstanbul-
lulara hele... Kendileri beş kuruşa gazete okur, bize on beşe okuturlar.
Soğan... Kaç bin kilo soğanı vardı? Patates, sarımsağı, yulafı, arpası, mısırı?... Onar kuruş üste koy...
Bir hesapladı. Bir patlak verseydi harp... milyonerdi. Rıza Efendi'nin gayesi buydu.
Babası Hafız Saim Efendi'den bir ev bir dükkân, bir tarla kalmıştı. Eve, dükkâna kendi yerleşmişti.
Tarlayı ortaklama yarıcıya vermişti. Alır satar, geçinir giderdi.
Üç yüz dönüm tarla su kenarında idi. Su kenarındaki tarlada mısırlar alimallah göğe tırmanırdı. Mısır-
lığın içinde gezinirken insanın püskül kokusundan başı dönerdi. Mısır tarlasında .ıy ışığını hatırladı.
Ne ay ışığıydı o! Kaç para ederdi denizde mehtap! Hani bir mehtaplı akşam mısırlığın içine kandırıp
götürdüğü, nasıl olmuştu o gün. Akşam güneşi mısırların içine batmıştı lök gibi.
Bir karpuz kesip yemişti. Tarlanın kenarından geçerken Çingene kızının şalvarını görmüştü.
Sonra günün birinde Çingene uğurlu gelmiş olacak ki şeker fabrikası için dönümüne bin lira ödemiş-
lerdi tarlanın. Üç yüz dönümü üç yüz bin lira. Deli olacaktı. O akşam da böyle abuk sabuk hülya kur-
muştu. Karı karı üstüne almıştı yatağa yatar yatmaz. Bir Boşnak kızı sarı saçlı, mavi gözlü; bir Serezli
Çingene esmer, baygın bakışlı, yonca kokulu... Bir Çerkes ince belli. Bir Gürcü çekik badem gözlü, cu-
mudiye tenli... Bir, bir araba almıştı yağız atlı bir araba. Yaylada bir ev yaptırmıştı. Şeftali ağaçları
dikmişti şeftali.
Ama rahat edememişti. Beş yüz bine çıkarmak için anasından emdiği burnundan gelmişti. Eskisinden
daha cimri olmuştu. Şimdi de milyonu bir doğrultabilseydi milyonu. Ne kelime idi bu be, ne kelime?
Mi...li...yon!..
Çabuk söylendiğine ne bakarsın milyonun. Çocuk ağzı olduğuna ne aldanırsın hemşerim. Anasının gö-
züdür milyon... "Milyon er": Milyonun erkeği, milyonun adamı. Tam o sıralarda piyangodan da 60.000
lira çıkmamış mıydı. Soyadını da değiştirebilseydi. Şu babası da ne soyadı bulmuştu ya. "Karagözoğlu".
Üç yüz lira harcadı. İsmini Rıza Milyon-er koydu. "Rıza Milyoner": Dükkânın kapısına levhayı astı ama
yap hesabını sen milyoner değilsin derseler diye yüreği titrerdi.
Bir harp çıksa iş tamamdı. O zaman gösterecekti, onu sarakaya alanlara. Kilo başına on kuruş bile çok-
tu. Sekiz kuruşla iş tamamdı. Milyonerdi.
Tito'nun resmine baktı. Ulan olur mu olurdu. Doğru ise şu havadis harp çıkardı. İlk Cihan Harbi de
Avusturya veliahdının öldürülmesinden patlamamış mıydı? Hep Sırbiyadan patlak vermiyor muydu?
Bir ses: Oğlunu askere alırlar. Bir başkası: Şimdiki zamanda bir bomba ne milyon bırakır, ne er, ne ev,
ne yaylada köşk Rıza Efendi! Rıza Efendi diye kulağına haykırdı.
Yerini değiştirdi. Pencerenin önüne gidip oturdu. Tramvayları seyretti. Bomboş geçen bir tramvaya at-
lasa, Beyoğlu'na çıksa, dolaşsa hiç de fena olmayacaktı. Gideyim mi, gitmeyeyim mi bir karar vereme-
den patatese kilo başına beş kuruş daha bindirdi. Kafasındaki harp ihtimali ile beraber şuna buna yap-
tığı zamlarla çifte milyoner oldu. Harp çıksın mı çıkmasın mı?... Çıkarsa milyoner olacaktı ama ya er-
kek evlât? Tıpkı kendisine benzeyen kara yağız erkek evlat elden gitmiş, yayladaki aşı boyalı ev gitmese
bile kazadaki hela kokulu, sac sobalı, haklı sedirli, bahçesi erik ağaçlı, asmalı ev yıkılmış, karı nalları
dikmiş... Milyon damada kaldıktan sonra paranın kıymeti yoktu. Hiçbir şeyin kıymeti yoktu. Birdenbi-
re bütün ömrünü boşu boşuna harcadığını sandı. İtibarının paraya, refahının paraya, selametin para-
ya, radyonun paraya, yayladaki evin paraya dayandığını anlayıverdi.
Kıymeti yoktu. Hiçbir şeyin kıymeti yoktu. Kendi kıymeti bile yoktu. İş miydi sanki alıp satmak? İş
miydi sanki malı bekletmek? İş miydi sanki vaktiyle üç yüz kuruş getirmeyen, ikide bir su basan tarlayı
üç yüz bine okutup sokakta, mahallede birdenbire selamın, sabahın, saygının, itibarın değişivermesi?
Bütün bunlar iş miydi be?! Birdenbire içini bir fenalık bastı. Sokağa gene daldı.
İşti ya!... İşti ya!... Herkes yapabiliyor muydu? Hani talihi de yabana atmamalıydı. Allah insanla bir
olmalıydı. Ama Allah da ne demeye seçer seçer de onun gibisini seçerdi, talihli diye?... O da bilinmez.
Hikmetinden sual olunmaz. Akıl ermez buna. Günaha girer adam. Günaha girmemek için fazla dü-
şünmemeli. Hikmetinden sual olunmaz demeli!... Dini bütün olmalı. Dindar olan derin düşünmemeli,
şüphe etmemeli!... Bu böyledir, böyle yazılmıştır levhi hikmette demeli. Bu hikmetin sualini sormama-
lı. Soranlar günaha girsin sorsunlar isterlerse... Hiç olmazsa onun gibi talihliler sormamak!
— Oğlum kahveci! Çocuğum! Biraz kaşar peynirinlen yarım francala alır mısın bana?
— Peki amca alayım.
Düşünmüyor, tramvaylara bakıyor... Düşünmemek olur
mu? Kafası saat gibi. Karısını düşünüyor şimdi. Uyumuştur. Horluyordur. Düşünmüyordun Rüya
görmüyordun Bir ayağını durmadan Rıza Efendi'nin üstüne atmaya savaşıyordun Ama Rıza Efendi
olmayınca ayak soğuk şilteye düşü düşüveriyor olmalı. Hüsniye Hanım uykusunda tedirgin oluyordur.
Kocasının ovluğuna ayağını atmadan rahat edemez ki o. Kahvenin içine dalgın dalgın baktı. Kimseler
kalmamıştı. Beyoğlu'na çıkanlar çıkmış, çıkmayanlar odalarına çekilmişti. Yüksek sesle:
— Çeksene şu ayağını be karı, deyiverdi.
— Getirdim amca.
— Bir de çay söyle oğlum.
— Ocakçı kapadı gitti amca. İstersen ben kahve yapayım?
— Ehh... Pek gitmez ama, yap bakalım!
Babasıyla tam on altı sene evvel inmişlerdi. Bu otele değil, yandakine inmişlerdi. Babası ertesi günü
onu doktora götürmüş, filmler aldırmışlardı. Ertesi günü doktor filmi görünce kendisine şüpheli şüp-
heli bakmıştı. Bir film daha çekilsin, bu olmamış, demişti. Bir film daha çektirmişlerdi. Doktor iki filme
de bakmış, kafasını sallamış, babasına iki filmde de bulunan toplu iğne büyüklüğünde bir siyahlığı gös-
terip "Tuhaf!" demişti. Ona sualler sormuştu.
— Uykuların nasıl, demişti.
— Gece terler misin?
— Kendini odanın ortasında bulduğun zaman şaşırır mısın?
— Işıkla yatarsan olmaz mı?
— Pek karanlık odada mı o hal geliyor?
— Çok su içer misin akşamları?
— Çok mu yemek yersin?
— İçki kullanır mısın?
— İçki içtiğin akşam mı bu haller olur?
— Kendini sofada bulduğunun sabahı nasıl uyanırsın?
— Bekâr mısın?
— Karıya gittiğin zaman, yahut başka türlü - anlarsın ya -rahat ettiğin zaman olmaz mı bunlar?
Demiş. Dışarı çıkarttığı babasını çağırmış. Bu sefer kendisini dışarı çıkarmıştı.
Trende kasabaya dönerlerken babası:
— Bir şeyin yokmuş ulan! Evlenince bir şeyin kalmayacak. Bu haller de geçecek. Toplu iğne kadar kara
leke. Tövbe yarabbi! Günah bütün bunlar be! İnsanın kafasının içi gözükür mü? Bunlar dalavere hep!
Hep para tuzağı! Sen askerde iken şubenin doktoru da söylemişti bana... Ulan sen askerde iken gider
başkasının yatağına oturur konuşurmuşsun gece yarısı. Ne bok yemektir bu! Hiç haberin olmaz mıydı?
Uykuda gezme hastalığı da olur muymuş? Böyle hastalık mı olurmuş? Yanında karı olunca, şöyle bir
gözünle uyuyan bir karı, böyle hastalık mı kalır adamda boş ver Rıza sen de... Keyfine bak. Öyle her şe-
ye sinirlenme. Bu herifler hep para tuzağı! Aldırma! Ama çok da içme, yorulma. Ne ise hemen paçaları
sıvamalı. Bir gözünlen uyuyan bir karı bulmalı sana.
Ama işte on beş senedir bir gece bile kendini odanın ortasında bulmamıştı. Demek ki hasta masta de-
ğildi. Ne diye karısı onu İstanbul'a göndermez, ben de geleceğim diye tuttururdu. Bu sefer de çocuk gi-
bi ağlamıştı. İçini şüpheli bir korku sardı. Keşke karıyı getirseydi. Getirmemişti de sanki bir yere mi
gitmişti? Halbuki şöyle bir Beyoğlu'na kadar uzanmalı değil miydi bu akşam? İşte canı bile istemiyor-
du.
Rıza Efendi ışıkları ağır ağır söndürülmüş kıraathaneden odasına çıktığı zaman paranın para olduğunu
yeniden bulmuştu. Patates on kuruş fırlasın da isterse harp çıksındı... Çıkarsa çıksın, para ile harbe de
karşı dururdu. Biraz altın almalı sarraflardan. Parayı mala çevirmeli. Hemen memlekete dönmeli. Ya-
rın sabah dönmek kararını verince uyudu.
Havadisi ertesi günkü akşam gazeteleri yazdı:
"... tüccarlarından Rıza Milyon-er indiği Şirin Manyas Oteli'nin üçüncü kattaki odasından, meçhul bir
sebepten sokağa düşerek koma halinde hastahaneye kaldırılırken yolda ölmüştür. Polisçe tahkikata
başlanılmıştır."
Birkaç gün sonraki gazeteler tamamlayıcı malumatla çıktılar: "Geçenlerde, Sirkeci'de Şirin Manyas
Oteli'nde vukuunu haber verdiğimiz pencereden sokağa düşerek ölme vakasının esrarı çözülmüştür.
Tüccar Rıza Milyon-er'in 'Sair filmenam' hastalığına müptela olduğu, geceleyin gelen bir kriz netice-
sinde pencereden sokağa düştüğü anlaşılmış, morga kaldırılan ceset ailesine teslim edilmiştir."
Varlık, (396), 1 Temmuz 1953
Sarmaşıklı Ev
— Nasıl ev, nasıl ev? Dedi.
Karşılık vermeden önce sorusunu neden iki kere sorduğunu düşündüğümü biliyorum ama kendimden
cevabını almaya vakit bulamadım ki.
— Canvermez'in evi, dedim bu sefer.
Ya ev, eve benzemez bir kulübe, bir baraka, bir taş yığını, mağara gibi bir şeydi. Ya "Canvermez"in bu
köy içinde tanınmışlığı yoktu.
Halbuki bana kendisi söylemişti: Sarmaşıklı ev dedin mi herkes gösterir, köyün en güzel evidir, diye.
Hatta ben:
— Canvermez de o köyün en meşhur adamıdır, demiştim. O da:
— Tabii! Tabii!... demişti. Meşhur da laf mı? Köyün bülbülü, köyün tek insana benzeri köyün tek...
— Tek?
— Tek şeyi...
— Nesi
—... İftiharı.
— Medarı iftiharı.
— Tamam, ta kendisi. Gülüşmüştük.
Adam hâlâ yüzüme garip garip bakıyordu. Şaşkın bir hali vardı. Birdenbire başını salladı. Güldü. Ta
uzaktan elinde boya tenekesi ile geçen birine seslendi:
— Sabri! Sabri!
— Söyle Mihal Usta.
— Gel hele, gel.
— İşim var.
— Allah aşkına gel. Canvermez'in evi aranıyor. Sarmaşıldı evmiş.
Boyacı dönmüş bizden yana doğru geliyordu. O yaklaşa dursun adam gözleri yüzümde arandı durdu.
Gözlerini kısıyor, açıyor, yine kısıyor, yine açıyordu. Buruşuk yüzünde, kazma dişli ağzında, pis ve sey-
rek bıyıklarında hani neşeli bir şeyler de yok değildi.
Boyacı artık hemen hemen yanımızda idi. İri bir çocuktu boyacı. Taze, sevimli, sıhhatli bir yüzü vardı.
Tombul yanaklarında çukurlar açan bir gülümseme ile yanımıza geldi. Selam verdi.
— Siz mi arıyorsunuz Canvermez'in evini? Dedi bana.
— Evet ben arıyorum. Mihal Usta gülerek:
— Sen biliyor musun ki? Dedi.
— Biliyorum ya, dedi boyacı. Şimdi oraya gidiyorum ben de ya!
— Öyle mi? Allah Allah!
Dedi Mihal Usta alay ederekten. Bıyıklarını tozlanmışlar gibi süpürdü. Kaşlarını da aynı şekilde par-
maklarıyla silkti.
— Al götür efendiyi öyle ise, dedi.
Arkasını dönüp giderken ensesindeki buruşuklarda sanki bir başka Mihal Usta'nın birkaç yaş daha ih-
tiyar ve köse bir benzeri adeta bir ikiz ve köse kardeşi gülümsermiş gibi geldi bana.
Boyacı çocukla yürüdük. Şişman vücudundan çıkan taze bir ter kokusu etrafımızı sardı. Güneş yaktıkça
yakıyordu. Bir kırk adım kadar yürümüştük. Birden Mihal Usta'yı da yanımda buldum. "Geri mi dön-
dün?" diye sorayım dedim. Vazgeçtim. On dakika kadar ağaçsız, gölgesiz yolda beraberce yürüdük. Ko-
nuşmadan. Şişman boyacıdan çıkan ter kokusu bir ara eksilir gibi olurken bu sefer de Mihal Usta'dan
bir kapanık oda, öksürük, yıkanmamış eski bir mendil kokusu fırladı.
Yirmi adım ötemizdeki gölgeliğe varmak içinmiş gibi öne doğru fırladım. Bir ara dönüp baktım ki bo-
yacı ile Mihal Usta büsbütün yavaşlamışlar. Fısır fısır konuşuyorlar. Benim hakkımda konuşuyorlarmış
gibi geldi bana. Bir muhavere ucu yakalarım umudu ile ben de yavaşladım. Baktım güneşin ortasında
duruvermişler. At kestanesinin koyu gölgesine on adım var yok. Gölgeye mi gitsem, onları mı bekle-
sem, yoksa olduğum yerde durup kulak mı kabartsam diye kararsız düşünürken beni çağırdılar.
— Gelin yahu, şu gölgelikte konuşalım canım, dedim.
— Yok, yok, gel buraya hele, dediler.
Yanlarına vardım. Keskin ter kokusu ile ağızda çürümüş bir pastırma kokusu içinde bunalmış bir halde
suallerine cevap vermeden başka bir sual yağmuruna tutularak, bir ondan, bir ötekinden yana döne
döne hal oldum.
— Canvermez'i nereden tanıyorsun?
— Oda mı kiralıyacaksın?
Canvermez'in evi var mıymış?... Onu nerde görmüşüm ilk önce?... Bende hiç akıl yok mu imiş?... Nasıl
olurmuş? Canvermez'in asıl ismi ne imiş, biliyor mu imişim?
Lazım geldiği kadar, daha doğrusu bildiğim kadar verebildiğim cevapları dinlemediler bile.
— Var git hemşerim! dediler. Bu köyde Canvermez diye bir adam yok. Olsa bile evi yok. Evi olsa bile ki-
ralayacak odası yok. Varsa bile öyle bir adamla oturulmaz. Oturulsa bile çekilmez. Çekilse bile onlar
Canvermez'in evini bilmiyorlarmış; bilseler bile bana göstermezler.
Aralarında Rumca konuştular. Bana yine:
— Var git hemşerim, var git, dediler.
Konuşurken farkına varmadığım soldaki daracık, cennet gibi gölgeli bir yola sapıp gülüşerek kayboldu-
lar. Uzun zaman kendilerini görmeden seslerini işittim.
Şaşırmış kalmıştım. Canvermez'i ben senelerden beri tanırım. Kendi halinde bir adamcağızdır. İsmini
merak edip sormamışımdır. Bu köyde oturur. Ona bakılırsa babadan kalma üç odalı bir evi vardır.
Odaların birinde kendisi oturur, ikisini yazın kiraya verir, emanetçilik gibi bir şeyler yapar. Bekârdır.
Odalarından biri tutulmuş, ötekini de ben tutayım, demiştim.
At, kestanesinin altına nihayet vardım. Bitmişim; bir taş parçasının üstüne oturdum. Çevremde bir ho-
roz iki üç tavuğuyla beraber geziniyor; görünürlerde başka kimsecikler yok. Yolda da insan yok. Herkes
öğle uykusuna yatmış olacak. Dalmışım. Az sonra ihtiyar bir adam sırtında bir denkle göründü. Tam
benim oturduğum taşın yanında durdu. Dengi bana tutturdu. Beraberce aşağıya aldık. O da taşın boş
kısmına çöktü. Bir cıgara yaktı. Körolası! Artık sormaya cesaret edemiyordum ama sormak da lazımdı.
Uzaklardan aldım lakırdıyı:
— Bu köyden misin hemşerim? dedim.
— Değiliz bu köyden amma buralı olduk sayılır. Yirmi senedir burda hamallık ederim.
— Buralı sayılırsın.
— Sayanlar da var, saymayanlar da.
Amma da köye düşmüşüm ha! Şöyle aydınlık cevap veren birine rastlamayacak mıyım bu köyde?
— Köyünüz güzel ama...
— Gününe bağlı. Güzel günü olur cıgaran, paran varsa... Ocak yanarsa... Çorba pişerse, yük çıkarsa...
Tıngırın varsa... Keyfin gıcırsa...
— Doğru, her şey şarta bağlı şunun şurasında.
— Şartsız şurtsuz yaşayanlar da var.
— Var, var ama...
— Ölüm de var arkadaş, ölüm. Şu köşkün sahibi de ölecek. Şu horoz da.
Göğsüne vurdu:
— Şu ben de. Yüzüme baktı:
— Şu sen de...
— Doğru, doğru ama, dedim, yine de fark var.
— Nede? Ölüden ölüye mi? Dedi. Şaşkınlığıma geldi.
— Öyle ya, dedim.
— Yok, dedi, yok. Ölüden ölüye fark yok; canlıdan canlıya var.
Düşündüm: Domuzuna haklı idi. İçimden "Vay anasını!" dedim. Sanki "Vay anasını!" dediğimi duymuş
gibi yüzüme bakıp:
— Ya!... Dedi.
— Ben de onu söylemek istiyordum ya, canlıdan canlıya fark domuzuna, dedim.
— O var, dedi. Amenna!
Yakındaki köşkün balkonundan koca burunlu ipek pijamalı şişman bir erkek hayali gördük ikimiz de.
Bize ters ters baktı bu hayal. Açık balkon kapısını hırsla kapadı.
Hamal:
— Uykudan uyandırdık beyi, dedi. Öğleleri uyursa benden çok yaşayacağını sanıyor.
— Yaşamaz mı?
— Yaşamaz, dedi.
— O ellilik var yok. Ben yetmiş beşliğim. Onun suratında, ayağında, bıyığında Azrail'in eli var şimdi-
den.
— Sende yok mu?
— Benim mumum sönecek, dedi, ben keyiften, çok yemekten ölmeyeceğim, benim mumum sönecek.
— Ama, dedim, bak o uyuyor, şu öğle sıcağında, püfür püfür. Kalkınca uykudan buzlu meyvalar, şeftali
erik... Sen sırtında yük, sokak çeşmesi akmaz. Çeşme bile yok köyün içinde.
Cevap vermedi. Ağzı köpürmüş gibi idi. Can alacak yerini bulmuş gibi idim. O gözünü kapamıştı. Yavaş
yavaş süzgün süzgün açtı. Çenesini sakalıyla beraber tuttu.
— Firigidaireden dedi, bir salkım üzüm aldım şimdi; al pehlivan. Yedim. Üstüne de bir maşrapa tom-
ruk suyu içtim.
Sahiden üzümü yemiş. Tomruk suyunu içmiş gibi idi. Gözüm kör olsun alay etmek için, "Afiyet şeker
olsun" demedim.
— Tut bakalım şu dengin ucundan babalık; kaldır; tamam. Hadi allahaısmarladık!
— Aman hemşerim! Dur hele! Sana bir şey soracaktım. Dengin altından kara gözlerinin alı baktı. Kız-
gın:
— Sor bakalım ama elini çabuk tut, dedi
— Şu sarmaşıklı evi soracaktım da.
— Nasıl ev, nasıl ev? Dedi.
Tuh Allah kahretsin! Herkes mi bu haltı karıştıracaktı. Son bir ümitle:
— Canvermez'in evi, dedim.
Yokuşu tırmanmaya başladı. Başını iki tarafa sallayıp homurdanıyordu.
— Var git hemşerim işine, dedi, var git.
İhtiyar hamal güneşe bir adım kala tekrar yükün altından kafasını çıkarıp bana doğru çevirdi.
— Hem, dedi, yanlış arıyorsun, Canvermez'in değil, Canveremez'in evini sor.
Köyün çarşısına indim. Bir sütçü dükkânına girdim. Yüz dirhem ekmekle yoğurt getirttim. Üstüne bir
de buz gibi Elmalı suyu içtim.
— Borcum ne hemşerim?
— 7,5 ekmek 40 yoğurt... Elli kuruş beyim. Güleryüzlü bir Arnavuttu sütçü. İri iri elleri vardı. Mavi
gözleri pek cana yakındı. Her halde beni de Arnavut sanmış olacak ki Tirana'dan Kegalardan megalar-
dan söz açtı. Arnavutça bilip bilmediğimi sordu. Hiç bilmem, dedim. Oralardan çocukken gelmişim
dedim mi demedim mi hatırlamıyorum.
Kapıdan çıkarken yine birdenbire bir cesaret geldi. Arnavuttuk sözüm ona ya, sütçünün hoşuna gitsin
diye.
— Hemşerim, dedim, Canvermez'in evi ne tarafta? Sorum besa gibi sağlamdı. Arnavut'un su muhalle-
bisi gibi
yumuşak ve beyaz yüzündeki çakır gözleri bir harp gemisi hışmıyla üzerime doğru yürürken kendimi
sokakta buldum. Ben kapıdan çıkarken o ağzı tükürük içinde:
— Kimin evi, kimin evi More? Diyordu.
Vatan, 29 Kasım 1953
Eftalikus'un Kahvesi
Bir genç adam yanıma geldi:
— Merhaba, dedi.
— Ooo, merhaba, dedim.
Sonra benimle çoktandır tanışmak istediğini, bir fırsatını bulamadığını söyledi. Yürümeye başladık.
Öyle şeyler soruyordu ki, samimi olup olmadığını anlayabilmek zordu. Sordukları samimi ise onun he-
sabına, değilse benim hesabıma dikkatli bulunmak lazım geliyordu. Öyle ya, ya alay ediyorsa... Cepheyi
ona göre alır, bir fırsatını bulup tüymek hayırlı olur.. Ama ciddi ise bu samimiyeti çocukluğa, toyluğa
vermeli. Nasıl olsa bir gün kafasında senin için daha çok histen doğan hayranlık duygusu silinip gide-
cektir. Bu hayranlığa da fazla güvenmeye gelmez. Sürüp gitmesi benim için de, onun için de iyi bir şey
ya. Onun için şüpheliyim. İkimizin de uzun uzun yerimizde saydığımıza bir işaret olmaz mı?
Genç adamın niyeti yazı yazmak olduğuna göre benimle alay etmek için samimi olması ihtimali çok
kuvvetli ama, ne yapalım, fazla zeki ve dikkatli görünmeye de gelmez; bu da bir nevi ukalalık olur. İyisi
mi, alay etmesi ihtimaline karşı yapılacak en doğru hareket, işi samimiyete dökmek, yutmuş görün-
mek. Çok zeki biri ise sonuna kadar bu hayran rolünde seninle oynayabilir. Varsın oynasın; bununla
bir şey kazanmış olmaz. Sahiden samimi ise ne mutlu. Olabilir. Sen o yaşta bugün hiç hoşlanmadığın
yazıcıları, onlara yaklaşmaya bile cesaret edemeden başka dünyadan insanlar gibi seyretmemiş miy-
din?
Şimdi bile hayranlıktan kurtulamadığın Frenk muharrirleri yok mu? Gide'i görsen, bu seksenlik ihtiya-
rı nasıl hayranlıkla seyretmezsin, konuşma fırsatı bulsan kim bilir ne olmadık sualler sormazsın.
— Sizinle böyle bir kahvede oturabileceğim hiç aklıma gelmezdi.
Yan gözle yüzüne bakıyorum. Alay etmiyor vallahi. O alay etmiyorsa ben mi etmeliyim? diye düşünü-
yorum.
— Sizin hikâyelerinizi...
Sonradan belki de pişman olacağı cümlesini tamamlatmamak için hemen müdafaaya geçmeli. Genç
adam hem de eleştirmeci olmak istediğini söylüyor. Öylesine pişman olacak ki. Rotayı değiştirmeli.
— Siz de hikâye mi yazarsınız?
— Benim yaşımda herkes gibi şiir yazıyorum. Bir iki hikâye de denedim ama beceremedim. Daha çok
tenkide çalışıyorum. Neşredilmiş, bilmediğim Türkçe bir hikâye yok, diyebilirim. Ama sizin...
— Şu karşıdaki adama bakın. Anadan doğma kördür. Bakın, karşı tarafa "Mahmut Bey" diye sesleniyor.
Demek ki Taksim sinemasının önünde olduğunu, karşıdaki börekçi dükkânında da Mahmut Bey isimli
bir adam bulunduğunu biliyor. Bize bir seziş gibi gelen korkunç ilim ona kim bilir kaç seneye mal oldu.
— Mesela siz bundan hemen güzel bir...
— Olabilir ama, ben bu hikâyeyi yazmayacağım. Yalnız düşünüyorum; acaba kör, etrafın havasından,
gürültüsünden mi nerede bulunduğunu anlıyor. Yoksa adımlarını mı sayıyor? Siz ne fikirdesiniz? Sağ-
dan şu kadar, faraza doksan sekiz adım yürürsem Taksim sinemasının önünde olacağım. Evden çıkar-
ken saat dokuza bir mi vardı? Ağır yürüyorum. Şimdi saat tam dokuz olmalı. Börekçi Mahmut'un saat
dokuzda dükkândan ayrıldığı görülmemiştir.
Gözlerindeki karanlık, dışarının tahassüslerinden, kafasında bir aydınlık yaratmış olabilir. Belki de Şiş-
li'den yürüyor, Harbiye'deki seslerle Taksim bahçesinin önündeki sesler arasında bizim farkına var-
madığımız neler olabilir? Havada da bir değişiklik var mıdır? Hatta gözlerindeki zifiri karanlıkta bile
ruhi bir zifiri karanlık farkları bulunabilir mi? Ama, bana öyle geliyor ki, daha çok seslerden, bizim için
bilinmeyen, ama onun için hiç şaşmayan, değişmeyen, değişmez mahiyetini muhafaza eden gürültü-
lerden...
Biz sokağın hendesesinin de farkında değiliz. Ama o, münhanileri, müstatilleri, sokağın haritasını, te-
ferruatını kafasına çizmiş olabilir. Belki semtlerin kokuları da vardır. Dükkânlar da ayrı ayrı kokabilir.
Onun tabanının bildiği çukurlar da, tümsekler de bulunabilir. Körlük ne kadar modası geçmiş bir ede-
biyata benziyor. Kılı kırk yaran bir edebiyata...
Ben bütün bunları kafamda düşünürken genç arkadaşım durmadan beni öven sözler söylüyor. Belki de
bu sözlerin tesiriyle kör hakkında uzun uzun düşünüyorum.
Kör adamı Mahmut Bey, karşı taraftan alıp beriki kaldırıma geçirdi. Adımını yaya kaldırımına atar at-
maz kör:
— Sadık Ağabey, merhaba, dedi.
— Ooo, merhaba, Mösyö İvan, bu sabah erkencisin, dedi Sadık Bey.
İvan:
— Ne erkeni yahu, dedi. Saat dokuzu on geçiyor. Taksim'deki saat tam dokuzu on bir geçiyordu.
Bu kadarı fazlaydı. Yanımdaki genç arkadaş, bu sırada hikâyelerimden hangilerini beğendiğimi soru-
yordu.
— Bilmem, dedim. Sonra "İşittiniz mi?" dedim.
— Neyi?
— Kör, saatin tam dokuzu on geçtiğini söyledi, dedim. İki dakika evvel.
— Yok canım, dedi.
— Vallahi, dedim.
— Olur şey değil, dedi.
Olur şeydi. Birdenbire işi keşfetmiştim. Mahmut Bey, körü almak üzere karşıya geçtiği zaman otomobil
kornalarından duyamadığım bir konuşma yapmıştı körle. Saati o zaman sormuş olabilirdi.
Genç arkadaşla artık iyice dost olmuştuk. Bazılarını çekiştirebiliyorduk. Hikâyelerimi beğenmeyen
eleştirmeciler hakkında onun beni müdafaa etmesini zevkle dinliyordum. Tam bu sırada bir beş daki-
ka, körün nasıl bildiğini düşünüyormuş gibi sustuk. Sonra:
— Hikâyelerinizi nasıl yazarsınız? dedi.
Güldüm. Alay edip etmediğini anlamak üzere yüzüne baktım. Hayır, vallahi alay etmiyordu. Ne iyi ço-
cuktu bu.
— Sizin, dedi, en çok "Lüzumsuz Adam"ı severim. Sonra "Baba-oğul"u, bir de "Tespih" hikâyeniz var-
dır, o da hoştur, dedi. "Kameriyeli Mezar" da fena değildir.
Mahcup, ama ağzım kulaklarımda susuyordum.
— Ama, sorduğuma cevap vermediniz ki? dedi.
— Ne sormuştunuz?
— Hikâyeyi nasıl yazarsınız? demiştim.
— Bilmem, diyebildim.
Düşündüm: Setin üstündeki kahvenin altından körün sesi geliyordu. Sadık Efendi ile bağıra bağıra ko-
nuşuyorlardı.
— Bilmem, dedim yine, işte böyle körü körüne. İşte mesela şimdi bir hikâye yazıyorum. Hem ismini bi-
le koydum, dedim.
— Nedir ismi? Demek önce ismini koyarsınız hikâyenin, demedi.
— Yok ama bu isim hoşuma gitti de onun için, demedim.
— Nedir? diye sormadı.
— Eftalikus kahvesi. Hatta kahvesini de bir kenara atıp yalnızca Eftalikus da olur. Hem de hikâye ile
münasebeti de ikinci derecede olabilir.
O demediklerimi anlamış gibiydi:
— Demek böyle yazarsınız siz hikâye, dedi.
— Nasıl? diye bu sefer ben sordum.
— Ne bileyim, dedi. Evvelâ ismini korsunuz. Sonra bir defa kurarsınız. Bir neticeye bağlarsınız.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Alemdağda Var Bir Yılan - 4
- Büleklär
- Alemdağda Var Bir Yılan - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4201Unikal süzlärneñ gomumi sanı 233329.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Alemdağda Var Bir Yılan - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4279Unikal süzlärneñ gomumi sanı 233029.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Alemdağda Var Bir Yılan - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4335Unikal süzlärneñ gomumi sanı 232730.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Alemdağda Var Bir Yılan - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4229Unikal süzlärneñ gomumi sanı 246227.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Alemdağda Var Bir Yılan - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2716Unikal süzlärneñ gomumi sanı 174228.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.