Alemdağda Var Bir Yılan - 2

Süzlärneñ gomumi sanı 4279
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2330
29.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
42.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
49.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
Ben de koyun postu taklidi bir kürk bulup pardösüme diktirmeliyim.
Günlerden pazartesi. Yine vapurun alt kamarasındayım. Yine hava karlı. Yine İstanbul çirkin. İstanbul
mu? İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerinde. Başka günler güzel mi, değil; güzel de-
ğil. Başka günler de Köprüsü balgamlıdır.. Yan sokakları çamurludur, molozludur. Geceleri kusmuklu-
dur. Evler güneşe sırtını çevirmiştir. Sokaklar dardır. Esnafı gaddardır. Zengini lakayttır. İnsanlar her
yerde böyle. Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek.
Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı
sevmekle bitiyor.
Güzel yer, güzel yer Alemdağı. Şu saatte on beş metrelik ağaçlarıyla, Taşdelen'i ile, yılanı ile... Ama kış
günü yılanlar inindedir. Olsun. Hava Alemdağı'nda ılıktır. Güneş yaprakları kıpkızıl ağaçların içinde
doğmuştur. Gökten parça parça ılık bir şeyler yağmakta, çürümüş yaprakların üstüne birikmektedir.
Taşdelen parmak gibi akar. İçimizi şıkır şıkır eden bir maşrapa ile önce içimizi, sonra çırılçıplak soyu-
narak dışımızı yıkıyor. Su içmeye gelen bir tavşan, bir yılan, bir karatavuk, bir keklik Pelenezköyden
şerefimize kaçıp gelmiş bir keçi ile alt alta üst üste oynaşıyoruz.
Panco, Panco, diye bağırınca yılan da, keçi de, keklik de, tavşan da oldukları yerde alçıdanmış gibi do-
nup kalıyorlar.
Bembeyaz kesiliyorlar. Hemen keskin bir bıçak çıkarıp cebimden kiminin kulağını, kiminin kanadının
altını kesiyorum. Kan akınca hareket başlıyor. Beni bırakıp Panco'ya koşuyorlar.
Panco'nun her zamanki kansız ve hiddetli yüzünde çıban yarasına doğru kaymış bir gülümseme gözü-
küyor. Keklikleri gagasından öpüyor. Tavşanın bıyığını çekiyor. Yılanı bileğine doluyor. Top getirmiş,
futbol topu. Ben kaleciyim. Yılan da kaleci. Ötekiler yaprakların üzerine yatmış, güneşin içinde oynu-
yorlar. Saatlerce oynuyorlar. Yılanla ben top kalemize girerken yana çekilip seyrediyoruz. Mızıkçılık
ediyoruz.
Alemdağı güzel, Alemdağı. İstanbul çamur içinde. Taksi şoförleri su birikintilerini inadına insanların
üzerine sıçratıyorlar. Kar inadına içimize içimize yağıyor.
Kadının biri beşinci kattan bir kediyi sokağa atıyor. Bir kadınla bir yabancı erkek kedinin başındalar.
Kedinin burnundan hafifçe kan sızıyor. Erkek Fransızca:
— Il est mort d'hemoragie, le pauvre1 , diyor.
Kadın bana Türkçe, kedinin beşinci kattan atıldığını anlatıyor. Galatasaray lisesinin kalın ve yüksek
bahçe duvarının kenarına artık ölmüş kediyi itiyoruz. Beşinci kattaki kadın sobasına şimdi kömür atı-
yordur. Hava da ne soğudu. Keşke kar yağsa. Kar yağdığı zaman yine havada ılık bir şeyler oluyor.

* Bu hikâye herhangi bir dergide yayımlanmamış, yazar tarafından doğrudan kitaba alınmıştır. (Yay. N.)
1 Kanamadan ölmüş zavallı.
Panco ne zaman dönmüş Alemdağı'ndan. Birdenbire bir arkadaşı ile yanımdan geçiyor. Bir duvarın,
ölmüş bir kedinin yanından geçer gibi. Kollarımız birbirine sürünüyor hafifçe. Duvarlar açılıyor. İnsan-
lar birbiriyle senelerdir dargınmışlar da birdenbire aynı hisleri duyarak: "Yeter artık" diyerek barışmış-
lar gibi öpüşüyorlar. Dönüyorum. Panco arkadaşı ile gülüşerek gidiyor hâlâ. Yangının kül ettiği Münir
Paşa Konağı'nın havuzunda kirli yeşil bir su bekler dururdu. Suyun dibi gözükmezdi ama gözümü ka-
payınca içine atılmış on paralıkların parladığını görürdüm. Bir defa da şimdi vali olan bir arkadaşımızı
elli kuruş vererek elbiseleriyle suya atmıştık.
Panco'nun arkadaşı ile beraber getirdiği kahveyi hiç bilmezdim. Kapısında alüminyum tencereler, nay-
lon bardaklar satan bir hırdavatçı bulunan, iki kapısı da ardına kadar açıkhanla apartıman arası bir bi-
nanın birinci katındaymış bu kahve. Onların bu kapıdan içeriye girdiklerini görünce merak ettim. Ben
de girdim. Baktım karşımda cam bir kapı. Cam kapının içinde büyük bir salon, içeride insanlar tavla ve
iskambil oynuyorlar. Daha köşede bir bilardo masası var. İçeriye girince herkes bana baktı. Buraya ge-
lenler hep aynı müşteriler olmalı ki beni baştan aşağı bir süzdüler. Oturup bir kahve içmek bile cehen-
nem azabı gibi bir şey olacaktı. Birini arıyormuş gibi yaptım. Olmazsa bizim Luka Efendi vardır. Du-
varcıdır, boyacıdır. Onu soracaktım. Gözlüklüdür. Kendisi Yunan tebaasıdır. Ama Arnavuttur. Kahve-
ciye onu sormak istedim. Baktım Panco Luka Efendiyi siper ederek kendini bana göstermemeye çalışı-
yor. Eskiden tanıdığım birisi niçin geldiğimi anlamış gibi bana baktı. Gülümser gibi idi. Allah belanı
versin deyyus; dedim. Döndüm. Giderken bir daha dönüp baktım. Yine pardösüsünün yakasındaki
kürkü gördüm.
Kürkü görünce rahatladım. Tavşanı, kekliği o ılık, harikulade kaygan ve güzel yılanı, karatavuğu,
Alemdağı'nı, Taşdelen suyunu, çürümüş yaprakları, yaprakların üstüne yağan pelte pelte güneşi hatır-
ladım.
Panco'nun Rüyası *

Evin içinde garip şeyler dönüyordu. Görünüşte her zamanki gibi idi sesler, çağırışlar, yemek zamanları,
hatta yüzler. Keşke bütün eşyalar yer değiştirmiş, sesler kısılmış, yemek zamanları değişmiş olsaydı da
bu her şeyin her zamanki yerindeliğine bile karşı gelen hava olmasaydı. İnsan beklerdi o zaman masa-
ların, bardakların, iskemlelerin yerlerinde yer etmesini. Hayır, her şey yerli yerinde idi. Küçük karde-
şim sabahleyin aynı saatte uyanıyor. Çay aynı dakikada kaynıyor, küçüğün sefertasına konacak ekme-
ğin kokusu yatakta burnuna geliyordu. Sobanın başına çöken küçük, kendi halinde, mütevazi ve sevim-
li sabahımız aynı idi. Babam:
— Yavaş yavaş kalkıp giyinmeli, diyordu.
Konsolun üstündeki saat sekiz buçuğu dört geçerken annem bana sesleniyordu.
— Hadi bakalım Panco, baban hazırlanıyor.
Ben her zamanki gibi homurdanıyor, sağdan sola dönüyorum. Gözlerim açık şunu bunu, bir arkadaşı-
mı, öğle paydosunu, akşama gideceğim sinemayı düşünüyorum.
Bu sefer babam çıkışıyordu:
— Panco, eşek Panco! Tembel Panco! Geç kalacağız.
Eşek ve tembel kelimelerindeki dostluğu her zaman hatırlayacağım.
Ben yirmi bir yaşındayım. Babam kırk. Kardeş gibiyizdir.
Bazı benden genç bile gösterir. Babam dülgerdir. Ben elektrikçiyim. Beyoğlu'nun çamurlu bir sokağın-
da otururuz. Akşamüstleri işi bitirir bitirmez cadde üstünde bir kahveye koşar, kumar oynarım. Babam
bilir, aldırmaz. Bütün haftalığımı bir günde verdiğim olur. Sonra ateş gibi çalışırım. Yalnız sabahları iş-
te böyle bir türlü uyanamam.
Bir zaman işsiz kalırız. Bu aylarca sürer. İşte o zaman imdadıma sen yetişirsin.
Küçüğün defterini kitabını sen aldın. Bileğimdeki saat senin. Şu gömleğimi de sana borçluyum.
Verdiğin üç beş kuruş, kumarda üç beş lira olur. Ben de yukarda saydıklarımı gider alırım. Babam ta-
nıdığı bir iki dükkânda beş on kuruş karşılığında işler görür. Ben saat ona doğru kalkarım. Doğru kah-
veye. Babam bunu bilir. Ama ses etmez. Bu garip, çalışırkenkinden daha başka türlü refah havasına
kaşının arasında derin bir çizgi ile katlanır. Ama bir gün bile o çok sevdiğim şarkıyı söylemez.
Pando mazi,
Ta vri stomaste Pando mazi.
Evin havası böyle günlerde mi değişir sanırsınız. Hayır, belki eve hafif bir sessizlik oturur, oturur ama
ben oldukça şen ve mesut olduğum için ev halkının durgunluğunu gideririm. Geceleri geç dönerim.
Seninle tiyatrolara filan gideriz. Ben prafanın başında gecikirim. Ama saat kaç olursa olsun eve döndü-
ğüm zaman sönmüş mangallardan, babamın ve anamın ve küçük kardeşimin nefesinden doğmuş ha-
vaya girdim mi dünya benimdir. Uyuyuveririm. Uyumadan evvel bir ara seni düşünürüm. İyisindir,
hoşsundur ama kafamı kızdıran bir şey de vardır sende. Ne olduğunu ben de bilmem. Geçen hafta bir
rüya gördüm. İki kişi bir yolda gidiyorlardı. Birini sana benzettim. Yanındaki kim acaba, diye koşup
baktım. Ne tuhaf yanındaki ben değil miydim!
— Yahu nereye gidiyorsunuz? dedim gözümle.
Sen cevap vermedin. Ben benden ayrı bir ben olabileceğini, bunun da ancak rüyada mümkün olabile-
ceğini düşündüm. Bir şeyler söylemek istedim. Ama seninle beraber olan ben:
— Sana ne, dedi, nereye gidiyorsak gidiyoruz.
Cevap vermek istedim. Benden ayrı olan ben konuşabildiği halde ben konuşamıyordum. Rüyamın
içinde rüyada olduğumu anladım. Kendimi zorladım. Nihayet bağırabilmişim. Küçük kardeşim:
— Ne oldun ağabey, dedi.
Acaba ne diye bağırmıştım. Merak içinde idim.
— Ne dedim ben, ne dedim ben Kalyopi? dedim.
— Anlaşılmıyordu ağabey, dedi.
İşte o günün sabahı evin içinde her şey yerli yerinde olduğu halde, sesler, konuşmalar hep aynı olduğu
halde bir şey değişti. Birdenbire her şeyi daha çok seviverdim. Birdenbire içimden bir büyük korku ve
baskı kalktı. Odadaki karmakarışık eşyayı, her şeyimi topladım. Sekize çeyrek kala sobanın başında
idim. Babam daha kalkmadı. Annemle küçük kardeşim beni görünce erken kalkışıma sevindiler.
— İş mi buldun Panco? dediler.
— Yok, dedim.
— Neden erken kalktın öyle ise. Darılmış gibi yaptım.

* Bu hikâye herhangi bir dergide yayımlanmamış, yazar tarafından doğrudan kitaba alınmıştır. (Yay. N.)
— İsterseniz yeniden gidip yatayım, dedim.
Yırtık pijamamın sarkan paçalarına sarıldılar. Zorla oturttular. Elime çay bardağını verdiler. Bir dilim
kızarmış ekmeğin üstüne beyaz peynir koyup tutuşturdular elime.
Kardeşim:
— Dün gece ağabeyim bağırdı, dedi, anneme. Annem:
— Bağırdı mı dedi. Ne diye bağırdı?
— Anlamadım, dedi küçük kardeşim, ama çok bağırdı. Babam içeri girdi. Ne iyi adamdı. Ne tatlı adam-
dı. Ne dost, ne arkadaş adamdı babam.
— Oo! Panco, dedi, bugün erkencisin. Ceplerini aradı.
— Paketi yukarda bırakmışım, getiriversene, dedi.
Bir koşu gittim. Kendi cebimden senin bana verdiğin o güzel cıgaralardan artanını getirdim.
— Oo! Bu cıgaraları nerede buldun? dedi.
— Bir arkadaşım verdi, dedim.
— Ha, dedi, bugün benimle geleceksin. Bir bodrum merdiveni tamir edeceğim. Sen de odunlukların
elektrikleri bozulmuş, onları yaparsın.
Beraberce evden çıktık. Yolda sana rastladık. Erken erken nereye gidiyordun öyle. Öyle tuhaf tuhaf
baktın ki, sen uzaklaştıktan sonra çok güldüm.
— Ne gülüyorsun? dedi babam.
— Hiç, dedim.
Halbuki seni düşünüyordum. Tıpkı dün akşam rüyamdaki ben gibi idin. Yalnız bir fark vardı. Koşup
bana gözlerinle:
— Nereye gidiyorsunuz, beni de alın, diyememiştin. İşten çıkınca bir kahveye koşup prafaya oturdu-
ğum zaman yine aklıma geldin. Yine güldüm.
O akşam erkenden eve döndüm. Balık kızartmıştı annem. Yedi uskumru yedim. Babam bir şişe bira
almıştı. Bir bardak bira içtim. Patates haşlamışlar gündüzden. Buz gibi soğumuştu. Onları da yedim.
Sobanın başına kıvrıldım. Elime küçük kardeşimin kitabı geçti. Bir şey anlamadan okumaya daldım.
Mesuttum. Bu saadeti bana sen vermiştin. Her şeyi iki üç misli daha çok seviyordum. Buna sebep sen-
din. Sendin ama, yine bu işte en talihsiz de sendin. Sana güveniyor, senin arkadaşlığından hoşlanıyor,
ama sana durmamacasına gülüyordum. Ne sobanın başındaki uykumda, ne de sonra yatağımda rüya
görmedim.
Sabahleyin uyanır uyanmaz aklımda idin. Güldüm. Kalktım. Bunu anlatmaya sana geldim. Ne dersin?
Melâhat Heykeli *

Soluk güzel yüzlü bir kadındı. Rengi sarı denecek kadar açık, berrak gözlerinin kenarlarında dost, ar-
kadaş, ahbap bir ifade vardı. Her hoşuma giden yüze gözlerimi açarak bakarmışım. Anlatacağım şeyin
içine birdenbire giremememin tek sebebi kadının bana acır gibi bakması oldu. "Ah, bu gözlerim!..."
dedim. Gözlerime daha birtakım ağır laflar edeceğimi sanıyordum. "Bakarlar mı deliler gibi her hoşla-
rına giden yüze!... Kendilerine değil, bana acındırıyor güzel insanları... Hatta sinirlendiriyorlar bile bir
bakıma..." daha söylenecektim. Birdenbire kafamda başka düğmeler çevrildi. Başka ışıklar yandı. Geri-
lere doğru sürüklendiğimi duydum. Hızla çevriliyordum. Gençliğimin bir parçasını geçirdiğim kasaba
gözümde canlanıverdi.
Kasabanın belli başlı ailelerinden birinin oğlu iyi arkadaşımdı. Uzun seneler ecnebi mekteplerinde
okumuş, dil öğrenmiş, giyinmek, yaşamak, konuşmak öğrenmiş, şimdi kasabaya dönmüş,
Kömürpazarı'ndaki dükkâna kapanmıştı. Önceleri içinde bir ihtilal havası esti. Aile denen ipi bir sıçra-
yışta aşmak arzusu içinde çırpındı. Yapamadı. İki senenin sonunda yazıhanede şişmanladı, uyuştu kal-
dı. Çuvallar da gelip gitmese şuraya buraya, hali nice olurdu bilmem.
Aile günden güne ağırlaşan, günden güne içine kapanıp kararan ve şişmanlayan genci harekete getir-
mek için ne edeceklerini bilemiyorlardı. Çuvallar İstanbul'a gidiyor; İstanbul'dan çuval geliyordu. —
Benim ticaretten anladığım bu kadardır, arkadaşın da daha fazla değildi — kasa para doluyordu. Ama
genç adam para ile ne yapılabileceğini bile unutmuştu. Haftada bir içtiği üç kadeh rakının da onu derin
uykusundan uyandıramadığını gören tüccar peder gece rüyasında mı gördü, yoksa hekimlere mi danış-
tı; yoksa aile büyükleri bir hafi celse yaparak birbirlerine fikir mi eklediler. Burası nasıl oldu? Yine bil-
mem. Çünkü ailede bu fikri tek başına bulacak adam pek yoktu. O evde düşünülmez; yenir, içilir, hesap
yapılır, uyunurdu. Fikir; oğlanı evlendirmekti.
Bir yazıhane düşünün. Her camı tozlu olsun. Defterlerini sinekler kirletmiş olsun. Kasa defterinin ke-
narındaki mürekkep lekesi on iki senelik olsun. Yazıhane üstünün kalın camını senelerin tozu buzlu
cam haline getirmiş olsun. Takvim yedi buçuk ay kopmamış... Bu yazıhane kasa üstündeki siyah ciltli
defterleriyle, onların yanı başındaki kopya presi ile, ara sıra birdenbire büyük bir gürültü ile düşen
dosya dolabı ile yaz öğlesinin uykusuna parasından gayrı her şeyi teslim etmiştir. Sandalyelerin otura-
cak yerlerindeki soluk minderler, mihveri etrafında dönmeye dönmeye döner olduğu unutulmuş kol-
tuk... Evet, hiçbir şey, hatta evlenme fikri bile minderleşmiş, koltuklaşmış, kasa defteri haline gelmiş
benim arkadaşı uykusundan uyandırmamıştı. Bir kez düşünmüş, fikir hoşuna gitmiş, çabucak bir ka-
dın hayali, bir terlik, bir pijama, bir pudra lavanta kokusu duymuş, içi hafifçe ezilmişti ki: "Ben evlenir-
sem ne ederim?" diye düşününce bu eziklik geçivermişti. Geçivermiş olsa iyi! Yerini bir korku almıştı.
Korku geçince düşünüp kalmıştı. Düşünüp kalmıştı dediğime bakıp da düşünme denilen şeyin hareke-
ti, yırtıcılığı hatırınıza gelmesin. "Evlenirsem ne yaparım?" deyip gözleri sabit bir şekilde kirli camlarda
uyuya kalmıştı. Ne güzel bir uykuydu bu, Yarabbi!.. Rüyasız mı rüyasız... Onu o zamana kadar yazıha-
nesine hiç girmemiş bir böcek uykusundan uyandırdı. Bu bir eşek arısı idi. Küçük yazıhanenin içinde
büyük bir tepkili uçak gürültüsü duymuş uyanmıştı. Çıkacak delik arayan arı deliler gibi idi. Daha doğ-
rusu deli pilotlar elinde gibi idi. Onu mahmur gözleriyle takipten yorulan bizimki arıdan kaç milyar de-
fa büyük olduğunu düşünmeden elini bile oynatamayışını büyüklüğüne verip düşünürken: "Evlenir-
sem ne yaparım?" fikri yine kafasına çömeliyordu. Tam yirmi sekiz gün düşündü. Neden yirmi dokuz
değil? Bütün bir şubat ayı onun bu işi düşündüğüne şahit oldum. Düşünmekle bir çare bulunamayaca-
ğını anlayınca ne yapacağını tecrübeye koyuldu. Netice gayet kötü çıktı: Evlenince terliklerini bile gi-
yemeyeceğini anlamıştı. Ben kendisine az yemek yemesini sağlık verdim. Sözümü tuttu. Pek şişman
vücudundaki yağlı suların erimesi iki ayda sona erdiği zaman tam on yedi kilo kaybetmişti. Yine iş yok!
Üzüntüsünü kasabanın her zengin evine bir yol bulup sokulan doktora anlattı.
Nihayet doktorun delâletiyle İstanbul'a kapağı attı. Tedavi şehri İstanbul'du. Barlara, meyhanelere, lo-
kantalara, plajlara gitti. Hayır, evlenince terliklerini giyemeyecekti. Bu karan elektrik masajcısı
sözümona doktorlarla beraber kendisi de verince pek az üzüldü. Üzülmek denilen şeyin mekanizmasını
işletmeyi unutmuştu. Yalnız eskisi gibi yemek yiyemiyordu. Evlenince terliklerini giyemeyeceği kesin
bir surette anlaşılınca İstanbul'da yeniden şişmanladı. Şişmanlayınca sanki üzüntü rövolveri de dol-
muştu. Kafasında bir ihtilaldir başladı. Bu ihtilali şarap, rakı ve uykusuzlukla bastırmaya çalışmak ne
demektir, bilirsiniz: Ateşe benzin sıkmak. Dünyalar kadar para harcadı. Aile hiçbir fedakârlığı ona
esirgemedi. Önüne gelene derdini döktü. Doktorlar, kahpe kadınlar, ahbaplar canına okudular oğlanın;
faydasız!

* Bu hikâye herhangi bir dergide yayımlanmamış, yazar tarafından doğrudan kitaba alınmıştır. (Yay. N.)
Bir akşam barların birinde Melâhat'e rastlamıştı. Demin sokakta gördüğüm o Melâhat'ti işte. Derdini
ona da döktü. Ona bol para da harcamadı. Melâhat, bu zayıflıktan şişmanlığa, şişmanlıktan zayıflığa,
sükûnetten harekete, hareketten tembelliğe gidip gelirken pek üzüntülü ve güzel bir yüz bağlamış olan
bizim oğlanı bir haftanın sonunda seviverdi. O da Melâhat'e derdini o zaman söyledi. Melâhat: "Ben
seni kurtarırım bu dertten" dedi. Arkadaş da ona bu dertten kurtulursa kendisiyle evleneceğini
kasityeminleri ile vaadetti. Melâhat bu vaadlere güler "Boş ver, anam!" derdi.
Bir buçuk sene beraber yaşadılar. Arkadaşım kaçıncı ayın sonunda terliklerini giydi Melâhat'e sormalı.
Ama bir buçuk sene sonra herkes gibi bir delikanlı olmuştu.
Harbin ilk senelerinde 1940 senesinin Teşrinisani ayında Park otelde ... Kasabası eşrafından C. H. be-
yin mahdumu ile doktor operatör H. O. beyin kızının nikâhları kıyıldı.
İşte bu biraz evvel görüp de tanıyamadığım Melâhat de yüzüstü bırakıldı tabii. Bütün iyiliklerinden
sonra piç gibi ortada kalan bar kızı Melâhat'i bugünlerde sık sık şişmanca bir çocukla görüyorum. Gör-
dükçe bazı aile saadetlerinin temelli olduğunu biliyor, şimdi bizim kasabanın üç dört milyonluk bir
adamı olan eski arkadaşımın büyük balkonlu evinin önüne bronzdan bir Melâhat heykeli neden dik-
mediğini düşünüyorum.
Yani Usta
Ben Yani Usta'yı tanıdığımda yaşı on beşti. O zaman daha, Yani Usta, değildi. Kara gözlü, kara bacaklı,
kara saçlı, kara bir çocuktu.
Ben mi?... Ben kocaman bir adamdım. Ne yalan söyleyeyim: İşim gücüm yoktu. Dünyada kimsecikle-
rim yoktu. Bir anam vardı o kadar. Ondan öte kimim kimsem yoktu. Yani Usta bugün yirmi yaşında.
Ben elliye merdiven dayamışım. Ama Yani Usta tek dostumdur. Duvarları öylesine yağlıboya boyar ki
parmağın ağzında kalır. Gözümde o, yine on beş yaşındaki kara oğlandır. Boya yapmadığı zaman si-
nemaya gider; maça gider; kahvede pişpirik oynar.
Aklına eserse nerde isem gelir bulur beni. Esmezsem aramaz bile.
— Seni neden arayacakmışım be ağababa, der.
Kuytu bir birahanemiz vardır. Gider otururum. Düşünür dururum. Şu dünyaya ne ettim? Şu dünyada
ne gördüm? Neye geldim? Neden gidiyorum? Ne yaptım?
Dışarda kar yağdığı zaman içerisi sıcak da olsa bu birahanede üşürüm. Saat altıda daha kimsecikler
yoktur. Garson öteki salona geçmiştir. Duvardaki saat sinirlendirir, insanı içmeye zorlar. Ben Yani Us-
ta'yı mı beklerim? Beklersem gelmez ki... Beklemesem gelir mi? Umut vardır. Beklemediğim zaman
umut vardır.
Gelir karşıma geçer. Ne söylerim ona. O bana ne der. Hiçbir şey hatırlamam. Sonradan şöyle demişti
diye uydururum.
Birahanenin gedikli müşterileri vardır. Biri var; gelir, camın yanına oturur. Bir şişe maden suyu açtırır.
İçine bir duble, bir tek rakı döktürür. Bir tabak yemiş getirtir, bir böbrek ıskarası yaptırır, bazan da bir
omlet yer.
Yani Usta gelir. Kaşının arası çizgi çizgidir. Beş bin lira drahoma veriyormuş kızın babası. Kız güzelce
imiş. Eskiden de bilirmiş a bu sefer çayda görmüş. Kızın anası "Dans etsenize Yani!" demiş. Yani Usta
"Ben dans mans bilmem" demiş. "Bilsem de etmem ya". Kadın açıkça verimkâr olmuş. Yani Usta: "Ba-
bamla görüşün" demiş...
Demek birahaneye Yani Usta da iki biramı içmeye gelmeyecek. "Birahanelerde filân gözükmemeli bir
zaman, diyor, işin ucunda beş bin lira var."
Hey gidi Yani hey! Dedim geçen akşam, ufacık kara kuru bir oğlandın. Bak kocaman adam oldun. Ben
ağababa oldum. Birahane eski birahane. Masalar eski masalar. Dünya başka dünya. Sen başka adam.
Ama ben hep oyum, be Yani Usta! Seni de hep öyle görüyorum Yani Usta. Kara saçlı, kara gözlü, cin gi-
bi bir oğlan. Hani seninle sinemaya giderdik. Sen yanımda deli olurdun. El çırpardın. Omzuma vurur-
dun.
— Vresi, derdin: gördün mü? Bak hafiyeye! Ne yaptı gördün mü? Bir yumrukta...
O sinema da yerinde yok. O sinema aynalar içinde idi. Yağmurlu havalarda kumaş kumaş, insan insan
kokardı. Birinci mevkiin çocuklarının arasına karıştığımız zaman içim sevda ile dolardı. Her yüz güzel-
di. Her çocuk babacandı. Her el nasırlı, küçük, kirli ve sıcaktı.
Günler geçti. Ben düştüm. İçmek alatı bozuldu. Sen koca adam oldun; beş bin lira drahoma alacak ka-
dar. Bari seviyor musun kızı Yani Usta?
— Karı değil mi be ağababa, severiz.
Doğru Yani Usta, karılar sevilir sevilmesine ama ben içimden hep çocuk kaldığım için olacak kanlar-
dan çok çocukları severim.
— Beni sevmez misin?
— Seni mi? O da sorulur mu Yani Usta? Seni? Seni çok severim.
— Ama ben çocuk değilim artık.
— Benim gözümde çocuksun.
— Beni çocuk yerine alırsan kızarım; küserim sana. Bir daha da konuşmam.
— Düğüne de çağırmaz mısın, Yani Usta?
— Bak ona çağırırım.
Yani Usta ile bir zaman sustuk. Sonra Yani Usta bana nereden hatırına geldi bilmem:
— Sen tiyatrolara filan gidersin, beni de götürsene bir akşam, dedi.
— Başımla beraber; ne zaman istersen... dedim.
Pazartesi akşamına sözleştik. Tiyatro gişesine erkenden uğrayıp biletleri aldım. Geldim. Yani Usta süs-
lenmiş geldi. Geldi ama biletler yarın akşam içindi. Pazartesi akşamları temsil yoktu.
— Yani Usta, dedim, pazartesileri temsil yokmuş; yarın akşam için aldım biletleri.
— Zararı yok; ver benim biletimi sen, dedi.
Dörder bira içtik. Ayrıldık. Ertesi akşam ben saat sekiz buçukta tiyatroya gittim. O gelmemişti daha.
Perdenin açılma zili çalarken yarama başka biri gelip oturdu.
Yani Usta biletini satmış, tiyatroya gelmemişti.
Yani Usta bana son defa bir çocukluk yapmıştı. Hoşuma gitti. Bir tuhaf oldum. Bir yalnızlık duydum.
Halbuki ben tiyatroları hep yalnız seyreder, zevk alırdım. Tenha geceleri seçerdim. Paradilere çıkar-
dım. O akşamki temsil kadar kötüsünü galiba bir daha seyretmeyeceğim.
Hey gidi Yani Usta hey! Bunda ne var ki Yani Usta, ha? Gelmedin gelmedin. Ne çıkar bundan. Sen yine
o aynalı sinemada yanıma oturan küçük çocuksun sokakta gördüğüm zaman. Ama yüreğimi bir şey, bir
demirden avuç da sıkmıyor değil hani. Ama boş ver! İnanma! Hadi canım sen de! Üzülme be Yani Us-
ta. Beni gördüğün zaman gülümseyiver. Aldırma! Tiyatro da n'oluyormuş? Dünyada dostluk vardır, be!
O da ölmedi ya!

Varlık, (404), 1 Mart 1954
İki Kişiye Bir Hikâye *
Topal martı ile balıkçının konuştukları bile, işitilmemişse de, görülmüştür. Önce martının laf attığına
kalıbımı basarım. Ne dediğini söyle deseler söyleyemem ama, işin başka türlü olmasına; diyeceğim, ilk
balıkçının martıya laf atmasının mümkünü yoktur.
Martının ne dediğini bırakalım. Balıkçıyı konuşturalım.
Martı:
Balıkçı:
— Susacak mısın be topal, sabah sabah... Patlamadın ya! Daha nişana varmadık... Gözünü seveyim sus.
Sus, sus da bir an evvel varalım. Sana laf mı yetiştireceğim? Kürek mi çekeceğim?... Nuh deyip pey-
gamber demediğine göre, pek aç olmalısın... Peki, peki! Dediğin olsun. Dur, bekle, bir kolyoz keseyim...
Bağırma oğlum, bağırma çocuğum! Amma yaptın ha!... Amma da kafa patlattın be!
Martıya, başından ötede etlerinden sıyrılmış kuyruğu titreyen bir kolyoz iskeleti fırlattı; küreklere asıl-
dı. Az sonra sis içindeki Hayırsız adalar gözüktü. Martı susmuştu. İki kanat vurup sandalı geçiyor, yedi
kanat vuruşta balıkçının tepesinden Hayırsız adanın kıyılarına uçup kayboluyor, geri dönüyor, süt li-
man denize konuyordu. Artık konuşmuyorlardı.
Balıkçı o zaman bana döndü:
— Ne zaman çıksam, sandalı tanır, peşime düşer. Bir de uğurlu kuştur, sorma.
— Neden topal diyorsun ona Barba?
— Topaldır da ondan. İyi bak, bir bacağı yoktur.
— Ne olmuş bacağına?
— Bilmem. Belki denizin dibinden bir canavar gelip kaptı. Belki anadan doğma böyledir. Belki daha
yavru iken bir insanoğlu yavrusunun eline düşmüştür, bilinmez.
Sustuk. Rüzgâr bir kara kokusu getirdi. Bozulmaya başlayan bir karpuz kokusu duydum. Balıkçı:
— Şuna bak be, dedi, insan gibi yahu! Tam nişana konmuş. Kuşun konduğu yerde durduk. Martı beş
kulaç ötemize
gitti kondu. Sevinçle kafasını uzata uzata haykırdı.
Balıkçı yem kesmek üzere bıçağını çıkarırken yine havalandı. Gözden kayboluncaya kadar uçtu.
Ben:
— Kaçtı Barba, dedim. Balıkçı:
— Şimdi döner gelir, dedi. Sivri'de başka balıkçı var mı diye bakmaya gitmiştir.
— Peki?... Bakıp öğrenmesi mi lazım? Balıkçı:
— Onun için değil ama, benim için lazım da... dedi, susuverdi.
İkimiz de fazla konuşmayı sevmeyenlerdeniz. O bu kadar konuştuğumuza bile pişman gibiydi. Balıkçı
dediğin kendi kendisiyle konuşan adamdır, diyeceğim ama, yanlış olur. Doğrusu, balıkçı kısmının ge-
veze olmayışıdır. Balıkçının gevezesine hiç rastlamadım. Sonunda şöyle bir neticeye vardım: İnsan ba-
lıkçı ise geveze değildir. Geveze ise balıkçı değildir. Ama lüzumu olunca da konuşmalı.
— Kınalı'nın burnunu görüyor musun?
— Görüyorum.
— Yukarda beyaz bir toprak olacak. Burundan hemen yukarıda, o yukarıdaki top ağaçların altına doğ-
ru; orayı görüyor musun?
— Hayır...
İki kürek daha çekti.
— Şimdi?
— Şimdi görüyorum.
Yine sustu. Altımızdaki mavi âlemden derin, sağır bir ses çıkıyordu. Bildiğimiz insan, hayvan, düdük,
makine, tahta, rüzgârda, tel, ağaç, böcek... yeryüzü seslerinden başka türlü bir ses, derinden, kulaç ku-
laç derinden bir ses işitiyordum. Bu ses, bu mavi âlemin nefes alıp verişinin sesidir gibi geldi bana. Bir
karıncanın bizim bütünümüzü değil, milyonda bir parçamızı duyması gibi ben de bu kocaman, deniz
denilen canlı, muhteşem mahlukun bir parçasının sesinin, sağır, derin gürültüsünün milyarlarla ek-
silmiş bir parçacığını işitiyordum. Şakaklarım zonkluyor, kulaklarım vınlıyordu. Açıklarda bu durgun,
derin, sesi gelmeyen sesten hep ürkmüşümdür. Konuşmak istiyorum. Bu sesi duymamak için içimden
haykırmak geçiyordu. Şimdi pek yaklaştığımız Sivriada'ya kadar yüzsem, karaya ayağımı bassam, bağı-
ra bağıra bir türkü söylesem diye içimden geçti.
— Barba, dedim, söyle Allah aşkına, neden gidip Sivriada'da balıkçı var mı diye bakar da geri döner,
martı?

* Bu hikâye herhangi bir dergide yayımlanmamış, yazar tarafından doğrudan kitaba alınmıştır.(Yay. N.)
Kirpiklerinin kenarları kırmızı kırmızı gözlerini kaldırıp yüzüme baktı. Denizden, sükûttan, denizin
doyulmayan derin sesinden korktuğumu anlamıştı. Cevap vermeden önce beni bir süzdü. Güldü. Son-
ra:
— Başka balıkçı varsa kalkar yanıma gelir de ben kızar, başka yere giderim. O gün de tersliğim üstüm-
de olur, ona balık vermem diye. Herkes de bilmez, nişanı belli etmemek için kaçıyorum sanır. Vallahi
değil. Ne münasebet! Allah herkesin rızkını verir. Benim için buralarda balık tutacak "taş" mı yok? Bu-
raların altını ezbere bilirim ezbere. Tahtelbahir gelip benden sorsun. Keyfim, yalnız balık tutmaktır.
Balığı yapayalnız tutmaktır. Anladın mı?
Balıkçı şimdi onunla konuşuyordu:
— Benim, yalnız balık tutmaktan hoşlandığımı sen nereden bilecekmişsin? diye bu efendi soruyor, ce-
vap versene ulan!
Martı da artık konuşmuyordu. Kırmızı halkalı, hiç kırpılmayan yusyuvarlak gözü sandalımızdaydı.
Bembeyaz, tertemizdi. Soğan kabuğu renkli gagası açılıp kapanıyordu.
— Cevap versene topal!.. Söylesene... Orada balıkçı varsa, bu tarafa doğru geliyorsa sana iş yok diye.
"Sen sinirlenirsin, kaçarsın, akşama kadar ters herifin biri olursun, olan bana olur" desene. "Domuzun
biri olursun" de. "Küreği kaldırır sanki bana vurabilirmişsin gibi yaparsın" de, "Bir balık kafasını bana
çok görürsün" de.
Martı baktı, sustu. Balıkçı bana:
— At şu kafaları martıya, dedi.
Nasıl yutuyordu martı, görmeye değer. İştahlı insanlar gibi iştahlı martılar da oluyor. İnsanı tiksindiri-
yor. Ben yemeğini gizlice yiyen insandan hoşlanırım. O insanlar bir ağaç altına oturur, paketini açar,
ne yediğini bile bilmezsin. Belki ağızlarını şapırdatırlar, belki iştahla da yerler ama, yanlarından biri
geçse suç üstü yakalanmış gibi utanırlar.
Balıkçı:
— Çok açgözlüdür, dedi. Bu huyunu sevmem ama, martı bu. Bu martı mahluku doymak nedir bilmez.
— İnsan gibi, dedim.
— Yok, dedi, insana taş atma, insandan insana fark vardır, tokgözlüsü de olur.
— Ama, azdır.
— Çoktur, dedi.
Karları erimemiş Uludağ tepelerini gösterdi.
— Bu taraflarda, dedi.
Oltaları atmıştık. Şimdi balıkçı durmadan konuşuyordu. Sanki benim "insan geveze ise balıkçı değil-
dir" müşahedemi bana çok görmüştü.
— Yemek yerken utanan köylü çok gördüm. Ayıpmış gibi yemek yiyorlardı. Sonra sofrasındaki ıstakozu
ağzını açmadan kibarcasına, martıdan daha çabuk tüketen beyler de gördüm. Kibarlığına kibar yiyor-
lardı: Ağızlarını şapırdatmadan, yalnız çenelerini oynatarak... Ama o çeneye biraz dikkat etsen korkar-
dın. Ne korkunç şeylerdi. Çene değil makine. Makine değil, değirmen.
Topal martı etrafımızda dört dönüyordu.
— Bunun başka ahbap sandalları da olmalı Barba?
— Olmaz olur mu?
— Hepsinin de huyunu bilmesi gerek.
— Bilmez olur mu?
— Bir martı için bu kadar politika...
Balıkçı, çürük dişlerini açtı. Ta küçük dilini gördüm.
— Gırtlak... Boğaz... dedi.
Yine sustuk. O oltasını tartıyordu. Ben yine bu oltanın önce hızlı hızlı, sonra ağır aksak benimle bera-
ber battığı, derinliklere doğru nefessiz daldığım düşüncesine kapıldım. Buradan şu mavi mahlukun ez-
gisinden kurtulsam da karada rahat rahat nefes ala ala ölsem, dedim kafamın içinden. Balıkçı konuş-
mamaktan balık beklemekten ne kadar hoşlanırsa hoşlansın, yalnız kendini düşünmediğini, beni
unutmadığını belli eden isteksiz bir gevezelikle konuşmaya başladı:
— Sular fena, dedi, sen de fena oluyorsun denizde... Biraz sonra döneriz, üzülme...
Susmasıyla bir başka taraftan alması bir oldu:
— Tuhaf, dedi, alışmışım şu topala. Onu etrafımda görmediğim günler bir şey kaybetmiş de ne olduğu-
nu bir türlü bulamayan, durmadan da o şeyi arayan insana dönerim. İnsana alışamıyorum ama şu de-
niz kuşuna alışmışım. İnsana alışsam evlenirdim. Alışamıyorum. Aynı evde, aynı yatakta bir insanla
bütün gece beraber olmak beni zıvanadan çıkarır.
Balıkçının yer odasını düşündüm. Orada hemen hiç oturmazdı. Ağlarını koyar, çoğunca kahvede, ya da
sandalda yatardı.
— Sen evden hoşlanmıyorsun Barba Yakamoz, dedim.
— Hiç, hiç, dedi. Ben evden hoşlanmıyorum. Anam ben kundakta iken ölmüş. Babam hiç evde otur-
mazdı. Ben yazın denizden hiç çıkmazdım. Akşam, babamın balıktan dönüşünü bekler, hemen sanda-
lın başaltına kıvrılırdım. O bizim kümesteki balık ağının üzerine uzanmaya giderdi söylene söylene.
Erkenden gelir beni uyandırır. Kafası, gördüğü rüyadan kızmamışsa, balığa götürürdü. Biraz dalgalı
ise, homurdanır... "Hadi sen git çarşıda oyna" derdi. Kös kös uzaklaşırdım...


* * *

— Balığa mı Barba Yakamoz?
— Balığa... Ne olacak?
— Beni de alsana.
Cevap vermedi. Yüzüme de bakmadı. Ama, balık bile tutmadan verdiğim bahşişin yabana atılır bir şey
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Alemdağda Var Bir Yılan - 3
  • Büleklär
  • Alemdağda Var Bir Yılan - 1
    Süzlärneñ gomumi sanı 4201
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2333
    29.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    43.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    50.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Alemdağda Var Bir Yılan - 2
    Süzlärneñ gomumi sanı 4279
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2330
    29.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    42.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    49.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Alemdağda Var Bir Yılan - 3
    Süzlärneñ gomumi sanı 4335
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2327
    30.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    42.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    49.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Alemdağda Var Bir Yılan - 4
    Süzlärneñ gomumi sanı 4229
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2462
    27.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    40.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Alemdağda Var Bir Yılan - 5
    Süzlärneñ gomumi sanı 2716
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1742
    28.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    41.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.