🕙 29 dakikalık okuma
Angelique'in Hülyası - 07
Toplam kelime sayısı 3778
Benzersiz kelimelerin toplam sayısı 2156
31.1 kelime en yaygın 2000 kelimede yer alıyor
45.1 kelime en yaygın 5000 kelimede yer alıyor
53.0 kelime en yaygın 8000 kelimede yer alıyor
Aşağıda, kapıyı çalınca, onu yine Hubert karşıladı, verdiği açıklamanın karşısında, onu tekrar yukarı almak zorunda kaldı.
— Kızım, dedi, mösyö sana, benim anlayamadığım bazı şeyler açıklamak istiyor.
O zaman, Felicien, bir şeyler geveledi.
— Eğer matmazel rahatsız olmazsa, işi görmek istiyorum... O dediğim hanımlar, nakış işini benim izlememi söylediler...-Ama, eğer rahatsızlık veriyorsam...
Angelique, onun geldiğini görünce, kalbinin, ta boğazına kadar nefesini tıkıyacak derecede şiddetle çarptığını hissetmişti. Fakat, gayret etti, çarpıntısını durdurdu; hatta, yanakları kızarmadı bile; çok sakin, kayıtsız bir edayla yanıt verdi:
— Yoo! Hiç rahatsız olmam mösyö. Başkaları varken de çalışırım... Resim sizin, nasıl işlendiğini görmeniz doğaldır.
Felicien şaşalamıştı, eğer bu müşteriye, gülümseyen Huberti-ne'in daveti olmasa, oturmaya cesaret edemeyecekti. Angelique, tezgahının üstüne eğilmiş, hemen işe koyulmuştu; serpuşun kıvrık kı-
sımlarına dantela şeklinde gotik süsler işliyordu. Hubert de, iki günden beri kurumakta olan, işlemesi tamam, tutkallı bir bayrağı, çözmek için duvardan indirmişti. Sonra, hepsi sustular; iki işlemeci kadınla işlemeci erkek sanki yanlarında kimse yokmuş gibi, çalışıyorlardı.
Delikanlı, bu derin sessizliğin ortasında, bir parça Sakinleşti Saat üçü çalıyordu, katedralin gölgesi uzamaya başladı, ardına kadar açık duran pencereden, hafif bir gün ışığı giriyordu. Dev binanın duvarı dibindeki, yeşilliklere gömülü serin evde, öğle vakti olur olmaz başlayan akşam alacakaranlığı idi bu. Taş döşemeler üzerinde hafif bir ayakkabı gürültüsü işitiliyordu; bu, günah çıkartmaya götürülen, mektepli küçük kızların ayak sesleriydi. Atölyede, eski aletler, eski duvarlar, orada, hiç değişmeden duran ne varsa, yüzyılların uykusuna yatmış gibiydi; bunlardan büyük bir serinlik ve sessizlik de duyuluyordu. İşlemeci kadınların, narin profilleriyle, sırmanın kızıl yönü içine gömülerek üzerine eğildikleri tezgaha, yönü ve saf, dört köşe, büyük bir beyaz ışık vuruyordu.
Felicien, oraya gelişinin nedenini söylemek gereğini duyarak, sıkılganlıkla, söze başladı:
—Matmazel, size şunu söylemek istiyorum... demek istiyorum ki, saçlar için, sırma, ipekten daha iyi gider sanırım
Angelique, başını kaldırmıştı. İçi gülen gözleri, Felicien'in, eğer verecek başka öğüdü yoksa, rahatsız olmasına gerek olmadığını açıkça anlatıyordu. Tekrar tezgaha eğildi, hafifçe alaylı bir sesle yanıt verdi.
— Elbette, efendim.
Felicien pek aptallaştı, Angelique'in tam da saçları işlemekle uğraştığını, ancak o zaman fark etti. Kendi yapıtğı resim, genç kızın önünde duruyordu, fakat, sulu boya renkler sürülmüş, yaldızla belirtilmiş, bir dua kitabı içinde solan eski bir minyatür gibi şirinleş -misti. Angelique, pertavsızla resim boyayan bir sanatkar sabır ve hür-
riyetle, bu resim kopye ediyordu. Kenarına sağlam bir bez dikili, iyice gerilmiş beyaz atlas üzerine, kabaca çizgilerle resmi çizdikten sonra, atlası, soldan sağa atılan, iki başta durdurulmuş hepsi birbirine ulaşan, uçları açıkta, sırmalarla örtmüştü. Sonra, bu sırma telleri, mekik ipliği gibi kullanıyor, iğnesinin ucuyla iterek altındaki resmi buluyor, bu resmin üzerinde yürüyor, sırmaları ipekle tutturuyor, örnekteki renklere uyduruyordu. Gölgeli kısımlarda, ipek, sırmayı örtüyordu; yarı renklerde,ipek gitgide seyreliyordu; ışıklar, açıkta bırakılan, yalnız sırmadan yapılmıştı. Bu, elvan sırma işi idi, iğne, sırma zemini ipekle renklendiriyor, alttan, bir nurla, mistik bir aydınlıkla ısıtılmış gibi erimiş renklerden bir tablo yaratıyordu.
Kasnak ipini, parmakları üzerinde çözerek bayrağı sökmeye baş-lıyan Hubert, birdenbire:
— Ey, kuzum! dedi, eskiden işlemeci kadının eseri, elvan sırma işi imiş... Yönetmelikte de yazılı olduğu gibi "üçte yarım yüksekliğinde, elvan sırma ile, bir tek resim" yapması gerekmiş... Sen olsan sınavı kazanırdın, Angelique.
Sessizlik tekrar başladı. Angelique, saçlar için, kaideye aykırı daranıp tıpkı Felicien gibi düşünmüştü. Hiç ipek kullanmayacak, sırmanın üstüne sırma işliyecekti; sönükleşen korun koyu kırmızı renginden, sonbaharda ormanların büründüğü soluk altın sarısına kadar başka başka renklerde, on sap sırmayı birden kullanıyordu. Agnes böylece, tepeden tırnağa, sırma saçlarla örtünüyordu. Sırma saç yığını, enseden başlayıp; belini, kalın bir örtü ile kaplıyor, omuzlardan aşarak, önden, iki dalga halinde taşıyor, çenenin altında bir-leşip ayaklara kadar dökülüyordu. Oldukça iri bükümlü, saf bir çıplaklığın sinmiş, ılık canlı bir kaftan, mucizeli bir saç yığını, efsanevi bir yele idi.
O gün Felicien, yalnız, Angelique'in büklümleri kıvrıldıkları yönde işleyişini izleyebildi; onun iğnesi altında, saçların çoğalışını ve parıldayışını izlemekle doyamıyordu. Saçların gürlüğü, hep bir-
den, büyük bir ürperti ile dökülüp akışları, onu heyecanlandırıyordu. Pul dikmekle uğraşan Hubertine, pullardan herbirinin ipliğini, kıvırcık bir düğümle gizliyor, arada iyi dikilmeyen bir pulu kırıntı sepetine atacağı zaman, dönüyor, onu, sakin bakışıyla kucaklıyordu. Hubert, padavraları çekmiş, bayrağı tezgah tahtalarından çıkarmış, özenle katılıyordu. Sessizlik yüzünden sıkıntısı artan Felicien, söylemeye niyetlendiği fikirlerden hiçbirini hatırlıyamadığına göre-, çekilip gitmesinin olacağını düşündü.
Ayağa kalktı:
— Tekrar gelirim, dedi.. Başın çok güzel şeklini o kadar kötü kopye ettim ki, belki de açıklama yapmama gereksinim duyacaksınız.
Angelique, iri, kara gözlerini, sakin sakin, onun gözlerine dikti.
— Hayır, hayır... Ama, yine gelin, eğer, resmin işlemesini merak ediyorsanız, yine gelin, efendim.
Felicien, uğramasına izin verildiği için mutlu gördüğü soğuk davranıştan üzgün çekip gitti. Angelique, kendisini sevmiyordu, asla sevmeyecekti, belli idi. Öyleyse, neye yarardı? Bununla beraber, ertesi gün, daha ertesi günler, Orfevres sokağındaki serin eve yine geldi. Orada geçirmediği saatler sıkıcıydı yaptığı gönül savaşıyla yıkılıyordu, kararsızlıklarla azap içindeydi. Felicien, ancak, işlemeci kızın yanında bulunduğu zaman sakinleşiyor, hatta onun hoşuna gitmemeye razı oluyor, yeter ki Angelique orada bulunsun, her şeyin tesellisini buluyordu. Her sabah geliyor, işe ilişkin konuşuyor, varlığı sanki elzemmiş gibi, tezgahın başında oturuyordu; Angelique'in, saçların kumral ışığına gömülü, hareketsiz, narin profiline tekrar kavuşmak, iğnelere takılı, uzun sırmalar arasında kımıldayan kıvrak ufak ellerinin çevik hareketlerini izlemek, onu büyülüyordu. Ange-lique çok sade bir kızdı, şimdi ona arkadaş muamelesi ediyordu. Bununla beraber, Felicien, aralarında hep onun söylemediği, kendi kalbini de heyecanla dolduran bir şeyler bulunduğunu hissediyordu.
. 100
Angelique, bazen, o alaylı edasıyla başını kaldırıyor, sabırsız, sorgu dolu gözlerle bakıyordu. Sonra, Felicien'in şaşaladığını görünce, tekrar, çok soğuk bir tavır takınıyordu.
Fakat, Felicien, kızı heyecanlandıracak bir yöntem bulmuş, aşırı derecede kullanıyordu. Bu yöntem ona, sanatından, katedrallerin hazineleri arasında da korunan da kitaplarda resimleri bulunan, kendi gözleriyle gördüğü eski işleme eserlerinden sözetmesiydi. Muhteşem kaftanlar vardı, kanatları açık iri kartallarla süslü, kırmızı ipekten Charlemagne kaftanı, üzerinde, bütün bir ermişler kalabalığı bulunan Sion kaftanı vardı; bilinen en güzel parça diye tanınmış bir diyakos harmaniyesi vardı ki; şahane harmaniye deniliyordu, üzerinde, hazreti İsanın yerde ve gökteki şan ve şerefi, İsa tecellisi, mahşer günü betimlemelerde vardı; bu ta betimlemelerde gösterilen kalabalık kişiler, rengarenk ipeklere, altın ve gümüş kılaptanlara işlenmişti; bir de Yesa ağacı vardı ki, on besici yüzyıla ait renkli bir kilise camından çıkartılmış sanılan, atlas üzerine ipek ve sırma işlemeydi; altta hazreti İbrahim, Davut, Süleyman, hazreti Meryem, sonra en tepede İsa görülüyordu; enfes üstlükler vardı, bir tanesi, sırma zemin üzerine kırmızı ipek püskürmelerle, kanlar içindeki İsa'yı çarmıhta gösteriyordu, ayaklarının dibinde Saint Jean, Meryeme destek olmuştu; sonra, Na-intre üstlüğü vardı, Meryem heybetle oturmuş, ayakkabıları ayağında, çocuk İsa'yı dizleri üstünde tutuyordu. Çok eskilikleriyle saygı uyandıran zenginliklerine karşın iman ve sadelik dolu, bugün artık kaybolmuş, kutsal sandıkların günlük kokusu sinmiş, solan sırmalarının mistik ışığını konmuş daha başka güzellikleri birer birer sayıyordu.
Angelique, içini çekiyor:
— Ah! diyordu, bitti artık, bu güzel şeyler şimdi yok. Tonları bile bulmak olanaksız.
Felicien, ona, eski zamanın kadın erkek büyük işlemecilerini, isimleri devirlerden beri işitilegelen Simonne de Gaules'ün, Colin
Jolye'nin hikayelerini anlattıkça, gözleri pırıldıyor, elindeki işi bırakıyordu. Sonra, tekrar iğnesini sokup çıkarıyor, dinlediği şeylere yüzü değişiyor, yüzünde sanatçı ihtirasının ateşini koruyordu.
Angelique, bu çok heyecanlı, çok saf haliyle, sırmaların ve ipeklerin pırıltısı içinde saf bir ateşle yandıkça, bütün ruhunu verdiği ufacık benekler üzerinde, derin bir dikkatle, inceden inceye çalıştıkça, ona, asla görmediği kadar güzel görünüyordu. Susuyordu, ta ki, An-gelique, sessizlikten uyanıp, onu içine fırlattığı yangının farkına varıncaya kadar genç kızı izliyordu. Angelique, bozguna uğramış gibi utanıyor, sesinde bir öfke ifadesiyle, eski kayıtsız sessizliğini sürdürüyordu.
— Buyrun bakalım! İpeklerim yine karıştı, işte!.. Anne, kımıl-damasamza!
Hiç de kımıldamamış olan Hubertine, sakin sakin gülümsüyordu. Önce, delikanlının sık sık gelip gitmesinden endişelenmiş, bir akşam, yatarken, Hubert'e bundan sözetmişti. Fakat, bu çocuğu beğenmiyor değillerdi, çok dürüst davranıyordu; Angelique'e mutluluk getirmesi olası olan görüşmelere niçin engel olsunlardı? Ondan dolayı, Hubertine, işi oluruna bırakıyor, o akıllı uslu haliyle, göz-kulak oluyordu. Zaten, kendisine de birkaç haftadan beri, kocasının boşuna sevgileriyle, yüreği kabarmış haldeydi. Çocuklarını kaybettikleri ayda idiler; her yıl, bu tarihte, onlar aynı kaygıları, aynı istekleri duyarlardır; Hubert, onun ayaklan dibinde, titriyerek, sonunda affedildiğini görmek ateşiyle yanarken, Hubertine, sevgi ve kaygı dolu, bütün kalbini verir, kaderi yenmekten ümidini keserdi. Bundan hiç sö-zetmezler, herkesin yanında, sevgilerini belli etmezler; fakat bu artan sevgileri,yatak odalarının sessizliğinden anlaşılır, en küçük hareketleriyle, göz göze geldikleri zaman bakışlarının bir saniye birbirine takılıp kal ısıyla kendini belli ederdi.
Bir hafta geçti, serpuşun nakış işi ilerliyordu. Her günkü görüşmeler, büyük ve zevkli bir hal almıştı.
— Alın çok açık olacak, değil mi? Kirpikten hiç eser gö-rünmeyecek.
— Evet, çok açık, o devirden kalma minyatürdeki gibi, hiç gölge bulunmayacak.
— Bana beyaz ipeği verin.
— Durun, incelteyim.
Felicien ona yardım ediyordu, ortaklaşa yapılan bu iş, ikisine de sessizlik veriyor, onları her günkü gerçeğe eriştiriyordu. Bir tek aşk sözü konuşulmadan, hatta, parmakları, istekli bir sürtünüşle birbirine yaklaşmadan aralarındaki bağ her an daha fazla sıkılaşıyordu.
— Baba, ne yapıyorsun kuzum? Hiç sesin çıkmıyor. Angelique, arkasına dönüyor, işlemeciyi, ellerine bir şişe.sırma
geçirmekle uğraşırken, gözleri, muhabbetle, karısına takılıp kalmış görüyordu.
— Annene sırma veriyorum.
Getirdiği şişten, Hubertine'in sessiz teşekküründen, Hubert'in onun çevresindeki sürekli çırpınışından, ılık ve okşayıcı bir soluk yükseliyor, tekrar tezgaha doğru eğilen Angelique'le Felicien'i kuşatıyordu. Atelye bile, o eski zaman odası bile, köhne aletleriyle, geçmiş devirlerden kalma sessizliğiyle, onlara ortak oluyordu. Bu yer sokağa ne kadar uzak görünüyordu; rüyanın ta derinliklerine, içinde hüküm sürdüğü bütün zevklerin kolayca gerçekleştiği iyi ruhlar diyarına gerilemiş gibi idi.
Serpuş, beş gün sonra teslim edilecekti; Angelique, işi bitirdiğine, hatta yirmi dört saat vakit kazandığına emin, rahat bir nefes aldı, Felicien'i dirsekleri sehpaya dayalı, kendisine bu kadar yakın görerek şaştı. Demek, arkadaş olmuşlardı, öyle mi? Artık, Felicien'-de hissetiği yenilgiye karşı sakınmıyor, onun gizli tuttuğu, kendinin sezdiği bütün şeyleri, kurnazca bir gülüşle karşılamıyordu. Endişeli bekleyişi ortasında, onu uyuşturmuş olan neydi, acaba? Sonra, o soru
her akşam, yatağına girerken kendi kendine sorduğu o soru, yine aklına geldi: Felicien'i seviyor muydu? Büyük karyolasının içinde, saatlerce, kelimeleri zihninde evirip çevirmiş, kavrayamadığı anlamlar aramıştı. O akşam, birdenbire kalbiden bir ezginlik duydu, sesini kimse işitmesin diye başı yastığa gömülü, hüngür hüngür ağladı. Seviyordu, seviyordu, ölesiye seviyordu. Niçin? Nasıl? Hiç bilmiyordu, asla hiç bilmiyecekti fakat onu seviyordu, bütün varlığı bunu haykırıyordu. Gerçek aydınlanmıştı, aşk, güneş ışığı gibi parıl-dıyordu. Olanağı olmayan bir şaşkınlık ve bir mutluluk dolu, Hubertine'e açılmadığına tekrar esef ederek, uzun uzun ağladı. Sırrı onu boğacaktı, büyük bir yemin etti, Felicien'in karşısında, tekrar buz gibi donuk duracak, sevgisini ona göstermektense her acıya katlanacaktı. Onu sevmek, sevdiğini söylemeden sevmek: cezası bu olacaktı, suçun kefaretini bu sınavla ödeyecekti. Bundan, zevkli bir acı duyuyordu, efsanedeki din şehitlerini aklına getiriyordu, böyle çile çekmekle, onları kızkardeşi oluyormuş, koruyucusu Agnes, kendisine, masum ve tatlı bakışlarla bakıyormuş, gibi geliyordu.
Angeligue, ertesi gün, serpuşu bitirdi. Ufacık ellerle ufacık ayaklan, olağanüstü sırma saçlardan dışarıda kalan bu biricik çıplak kısımları, bakire için kullandığı saçlardan daha ince, katı açılmış ipeklerle işlemişti. İpeklerden cildin altında, sırmanın, damarlardaki kan gibi gözüktüğü, zambak yüzü tamamlamakla uğraşıyordu, bu güneş yüz mavi ovanın ufkunda, iki meleğin kanatlarıyla yükse-liyordu. Felicien, içeri girince, hayran bir nida kopardı: — Oo! Size benziyor!
Bu, elinde olmayan bir itiraftı, resme koyduğu o benzerliğin itirafıydı. Bunu kendisi de anladı, kıpkırmızı kesildi. Hubert, yaklaşmıştı.
— Gerçekten, kız, dedi senin güzel gözlerinin tıpkısı. Huberttine, bunun çoktan beri farkına vardığı için, gülümsemekle yetiniyordu; Angeliquen'in eski huysuzluk günlerindeki sesiyle ver-
diği yanıtı işitince üzüldü.
— Güzel gözlerimmiş, benimle alay edin bakalım!... Ben çirkinim, kendimi bilirim ben.
Sonra kalktı, silkindi, para gözlü ve soğuk kız yapmacığını çok ileri götürerek:
— Eey! Bitti ha!., dedik, artık bıktımdı, omuzlarımdan yaman bir yük eksildi!... Bilmiş olun, aynı paraya, bir daha böyle işe girişmem.
Felicien, şaşakalmış, onu dinliyordu. Buyurun bakalım! Yine para sözü ediyordu! Bir aralık onu ne kadar akıllı uslu, sanatına ne kadar düşkün görmüştü! Onu yalnız, kazanç düşünür, işi bitirdiğine ve kendisini bir daha görmeyeceğine memun olacak derecede kayıtsız bir kız halinde gördüğüne göre, acaba aldanmış mıydı? birkaç gündür umutsuzluğa düşüyor, oraya gelebilmek için nasıl bir bahane bulacağını boşu boşuna araştırıyordu. Halbuki, Angelique kendisini sevmiyordu, asla sevmiyecekti! Kalbi öyle bir acı ile burkuldu ki, gözleri bulandı.
— Matmazel, serpuşu siz dikmiyecek misiniz?
— Hayır, annem o işi daha iyi yapar... Bu işe bir daha elimi sürmeyeceğime çok seviniyorum.
— Yaptığınız işi sevmiyor musunuz, yoksa?
— Ben!.. Ben, hiçbir şeyi sevmem.
Hubertine, sertlenerek onu susturmak zorunda kaldı. Feliciens'e, bu sinirli çocuğun kusuruna bakmamasını, ertesi gün, serpuşun kedisine verileceğini söyledi. Bu, kalk git demekti. Fakat o gitmiyor, sanki cennetten kovulmuş gibi, gölgelerle ve huzurla dolu bir köhne atelyeye bakıyordu. Orada, ne kadar tatlı saatler hayal etmişti. Kalbinin koparıldığını, ne kadar acı ile hissediyordu! Asıl azap duyduğu şey, derdini dökememesiydi o korkunç kararsızlıktan kurtulamaması idi. Sonunda çekilip gitmek zorunda kaldı.
Kapı örtülür örtülmez, Hubert sordu:
— Nen var yavrum? Hasta mısın?
— Hayır, canım; bu çocuk canımı sıkıyordu. Onu bir daha görmek istemiyorum.
O zaman, Hubertine kestirip attı:
— Tamam bir daha görecek değilsin Yalnız, terbiyeli davranmamak için bu bir neden değildir.
Angelique, bir bahane bulup, kendisini yukarıya, odasına attı. .Orada hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ah! Ne kadar mutluydu, hem de ne kadar sıkıntı çekiyordu! Zavallı sevgili çocuk, kim bilir ne kadar üzgün gitmişti! Ama, Angelique, ermiş kadınlara karşı yemin etmişti, onu ölesiye sevecekti, fakat, Felicien, sevdiğini asla bilmeyecekti.
Aynı günün akşamı, sofradan kalkar kalkmaz, Angelique, fazla keyifsizlik duyduğundan şikayet ederek odasına çıktı. Öğleden önce bitmişti çektiği heyecenlar, nefsiyle yaptığı savaşlar onu bitirmişti. Hemen yattı, yok olmak, kaybolmak ihtiyacıyla, sıkıntı içinde, başını yorganın altına soktu, yine hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Saatler geçti, gece olmuştu; ardına kadar açık bırakılmış pencereden içeri giren kızgın bir temmuz gecesiydi. Karanlık gökyüzünde bir yıldız kaynaşması pırıldıyordu. Saat on bir dolayı olsa gerekti, son halinde bulunan, artık incelmiş ay, ancak gece yarısına doğru doğacaktı.
Karanlık odada,, Angelique, tükenmez bir sel gibi göz yaşları dökerek hâlâ ağlıyordu; o sırada, odasının kapısı önünde bir tıkırdı duyup başını kaldırdı.
Bir sessizlik oldu,sonra, bir ses, şefkatli bir uyumla seslendi. — Angelique... Angelique... Cicim...
Hubertine'in sesini tanımıştı. Hubertine, kocasıyla beraber yatacağı zaman, herhalde hıçkırıkların uzaktan gelen sesini işitmiş olacaktı; sonra, merak etmiş, yarı soyunuk, ne oluyor diye görmek için yukarı gelmişti..
—Angelique, hasta mısın?
Genç kız, nefesini tuttu, yanıt vermedi. Sonsuz bir yalnızlıktan başka istek duymuyordu, derdine yalnız o yardımcı uyumla olabilirdi. Bir teselli, bir okşama, annesinden gelse, onu incitecekti. Angelique, Hubertine'i kapının arkasında sanıyor, döşeme tahtası üzerindeki sürtünüşünü yumuşaklığından, onun yalınayak olduğun seziyordu. Aradan iki dakika geçti, Hubertine'in hâlâ orada, dağınık giysisini güzel kokularıyla göğsü üzerine kavuşturarak eğildiğini, kulağını kapıya yapıştırdığını hissediyordu.
Hubertine, hiç bir şey, bir nefes bile işitemeyince, yeniden seslemeye cesaret edemedi. İniltiler işittiğine iyice emindi ama, çocuk nihayet uyumuşsa, uyandırmak neye yarardı? Kızının, kendisinde gizlediği bu kederden üzgün, işin aslını belli belirsiz sezerek, kendisi de, şefkatli büyük bir üzüntüyle bir dakika bekledi. Sonra en küçük dönemeçlere eli alışık, karanlık evin içinde, geçtiği yerlerde çıplak ayaklarının yumuşak sürtünüşünden başka hiç bir gürültü bırakmadan, geldiği gibi aşağı indi.
Bu sefer, Angelique, yatağında oturdu, dinledi. Sessizlik öyle derindi ki, her basamağın kenarına tabanların hafifçe basışını bile işitiyordu. Aşağıda, yatak odasının kapısı açıldı, kapandı, sonra, Angeli-que, belli belirsiz bir mırıltı, şefkatli ve üzgün bir fısıltı duydu; anası babası, herhalde, onunla ilgili konuşuyorlardı, korkularını, dileklerini anlatıyorlardı; ışığı söndürdükten sonra yatmış olmaları gerektiği halde, mırıltı dinmiyordu. Köhne evin gece gürültüleri, hiçbir zaman, kendisine kadar bu şekilde yükselip gelmiş değildi. Her zaman, o
derin gençlik uykusuyla uyur, eşyanın çıtırdısını bile duymazdı; halbuki aşkıyla savaşmanın verdiği uykusuzlukla ona, bütün ev seviyor ve sızlanıyormuş gibi geliyordu. Acaba, Hubert'ler de mi, gözyaşlarını içlerine akıtıyorlar, heyecan dolu koca bir sevginin kısır kalmanın ezikliğiyle ağlıyorlardı? Hiçbir şey bilmiyordu, yalnız, sıcak gecenin içinde biricik duyduğu şey, altındaki odada, yatan karı kocanın büyük aşkı, büyük kederi, her zaman genç kalmış zifafın sürekli ve saf kucaklaşması idi.
Angelique, oturduğu yerde, ürperen ve göğüs geçiren evi dinlerken, hâlâ kendini tutamıyor, göz yaşları hâlâ akıyordu; fakat, şimdi, damarlarındaki kan gibi,- sessiz, ılık ve canlı dökülüyordu. Sabahtan beri, bir tek soru, hep zihninde dolaşıyor, bütün varlığını yaralıyordu; Felicien'i ümitsizliğe düşürmekte, onu, sevmediği kanısını bir bıçak gibi ta kalbine saplıyarak göndermekte haklı mı idi? Felicien'i seviyordu. Bir de ona bu sıkıntıyı vermişti, kendisi de kesinlikle sıkıntı çekiyordu. Bu kadar acıya ne gerek vardı? Ermiş kadınlar göz yaşı istiyorlar mıydı? Onu mutlu görmek Agnes'i öfkelendirir miydi? şimdi, bir kuşku içini kemiriyordu. Vaktiyle, gelecek olan kimseyi beklerken, o gelişi, zihninde daha iyi tasarlıyordu; içeri girecekti, Aneque onu tanıyacaktı, birlikte sonsuza dek, çok uzaklara gideceklerdi, işte gelmişti, halbuki, ikisi de sonsuza dek birbirlerinden ayrı, hıçkırıyorlardı. Neye yarardı? Ne olmuştu? Sevdi-ğini söylemeden sevmek gibi büyük bir yemin etmeye onu kim zorlamıştı?
Fakat, Angelique'i, asıl sıkıntıya düşüren şey, suçun kendisinde olması, huysuzluk etmiş olması korkusu idi. Huysuz kız, belki de onu bezdirmişti. Kayıtsız davranışlarını, Felicien'i nasıl alaycı şekilde karşıladığını, kendi hakkında ona yanlış fikir vermekten duyduğu sinsi zevki, hayretle hatırlıyordu. İstemeden, böylece verdiği sıkıntıdan dolayı, göz yaşlan artıyor, kalbi sıkıntıdan sonsuz bir acıya gömülüyordu. Onun çekilip gidişi hep gözünün önüne geliyordu, yüzündeki burukluk bulanık gözleri, titreyen dudakları hep hayalindeydi;
onu, sokaklarda izliyor, evinde, solgun, kendi eliyle ölüm halinde yaralı, kanını damla damla yitirir halde görüyordu. Şu anda neredeydi? Nöbetler içinde tir tir titriyor muydu? Yaptığı kötülüğü nasıl onaracağını bilemiyor sıkıntıyla ellerini ovuşturuyordu. Ah! sıkıntı vermişti, bunu düşündükçe isyan ediyordu! Hemen iyi hareket yapabilse çevresinde mutluluk yaratabilseydi!
Neredeyse gece yarısı olacaktı, piskoposluk bahçesindeki büyük karaağaçlar, ufuktaki ayı örtüyor, odada karanlık devam ediyordu, o zaman, Angelique, başı tekrar yastığa düşerek, artık düşünmekten vazgeçti, uyumak istedi; fakat, yapamıyordu, göz yaşlan kapalı gözlerinden hala dökülüyordu, aynı fikir, dönüp dolaşıp yine zihnine giriyor, Angelique, on beş günden beri, yatmak için odasına çıktığı zaman, balkonda, penceresinin önünde bulduğu menekşe demetlerini düşünüyordu. Her akşam, bir demet menekşe buluyordu. Felicien, onu, herhalde, Clos - Marie'den fırlatıyordu, çünkü yalnız menekşenin, garip bir etkisi içinde rahatlık verdiğini, halbuki, öteki çiçeklerin kokusu, tersine müthiş baş ağrılar yaptığını ona anlatmıştı, hatırlıyordu; Felicien de ona, böylece, rahat geceler, güzel rüyalarla serinlenen güzel kokulu, derin uykular gönderiyordu. O gece, menekşe demetini başı ucuna koyduğu için, onu yanına almayı düşündü, yanağına dayayıp yastığa onunla beraber uzandı, onu koklayarak Sakinleşti. Menekşeler, sonunda göz yaşlarını kuruttular. Ama hâlâ uyumuyordu. Menekşe demetinden yükselen kokuya gömülmüş, bütün varlığını inançlı bir teslimiyete bırakarak dinlenmekten ve beklemekten hoşnut gözleri kapalı, yatıyordu.
Fakat üzerinden büyük bir ürperti geçti. Saat gece yarısını çalıyordu, gözlerini açtı, odasını keskin bir ışıkla dolu görüp hayret etti. Karaağaçların tepesinde, ay, ağır ağır yükseliyor, solgunlaşan gökte yıldızları söndürüyordu. Angelique, pencereden katedralin mihrap kısmını bembeyaz görüyordu. Adeta, odayı aydınlatan o beyazlığın yankısı bulanık ve serin bir şafak aydınlığı idi. Beyaz duvarlar, beyaz kirişler, bütün bu beyaz çıplaklık, o ışıkla büyümüş, bir rüyada gibi
genişlemiş, gerilemişti. Bununla beraber, genç kız, kara renkli meşeden eski eşyayı, elbise dolabını, sandığı.sandalyeleri, oymalarının pırıltılı köşeleriyle tanıyordu. Yalnız kendi karyolası, şahane genişlikteki o dört köşe karyolası, yüksek direkleriyle, pembe renkli eski İran kumaşı sayvaniyle, öyle bol ve derin bir ay ışığı içine gömülmüştü ki, Angelique, sanki karyolayı o zamana kadar hiç görmemiş gibi hayret ediyor, kendisini bir bulut üzerinde, gök yüzünün ta ortasında, sessiz ve görünmez kanatlarla havalanmış sanı-yordu. Bir an bu havalanışın geniş sallantısını duyar gibi oldu; sonra gözleri alıştı, karyolası, her zamanki köşede idi. Başı hareketsiz, gözleri çevrede bu ışık denizi ortasında, menekşe demeti dudaklarında, öylece bakıp kaldı.
Ne bekliyordu? Niçin Uyuyamıyordu? Şimdi artık emindi, birini bekliyordu. Ağlaması durmuştu, o gelecekti de ondan. Korkulu rüyaların karanlığını ürkütüp kaçırtan bu teselli verici aydınlık, onu müjdeliyordu. Gelecekti, müjdeci ayın içeriye ondan önce girmesi yalnız onları bu şafak ışığı ile aydınlatmak içindi. Oda bu beyaz kadifelerle döşenmişti, birbirlerini görebileceklerdi. O zaman Angelique kalktı, giyindi, yalnızca beyaz bir fistan giydi, Hautecoeur yıkıntılarım gezmeye gittikleri gün giydiği muslin fistandı bu Saçlarını bile toplamadı, omuzlarına döktü. Ayakları, terlikleri içinde çıplak kaldı. Sonra, bekledi.
Şimdi, Angelique, onun nereden geleceğini bilmiyordu. Herhalde yukarı çıkamayacaktı; kendisi balkona abanmış, o, aşağıda, Clos-Marie'de, birbirlerini herhalde bu şekilde göreceklerdi. Ama, Angelu-que, yine de, sanki pencere önüne gitmenin gerekziliğini anlamış, oturmuştu. Felicien, efsanedeki ermişler, gibi niçin, duvarlardan geçip gelmesindi? Angelique bekliyordu. Fakat, yalnız başına beklemiyordu. Beyaz uçuşlarıyla, çocukluğundan beri onu kuşatan bakirelerin hepsini çevresinde hissediyordu. Ay ışığıyla beraber giriyorlar, piskoposluğun bahçesindeki, tepeleri mavi, gizemli, ulu ağaçlardan, katedralin taştan süs yığınlarını girinti ve çıkıntıları ile
doldurulan gizli köşelerinden geliyorlardı. Genç kız, tanıdığı ve sevdiği bütün ufuktan, Chevrotte deresinden, söğütlerden, otlardan, kendisine dönüp gelen hülyalarını dinliyor; ümitlerini, isteklerini cansız eşyaya, her gün onları göre göre emanet ettiği kendi varlı-ğından parçalan o eşya şimdi kendisine geri veriliyordu. Görünmez alemin sesleri, asla bu kadar yüksek perdeden konuşmamıştı. Angelique maverayı dinliyor, soluksuz, kızgın gecenin derinliğinde, hafif bir ürperti işitiyordu, bu ürperti, onun için, vücudunun koruyucusu Agnes'in, yanıbaşında bulunduğu zamanki fistanının sürtünmesi idi. Agnes'in, ötekilerle beraber orada bulunduğunu bilmek onu sevindiriyordu. Aynı zamanda bekliyordu.
Bir süre daha geçti, Angelique bunun farkında değildi, Felicien balkonun parmaklığından aşıp da geldiği zaman, bu ona doğal göründü. Delikanlının uzun boyu beyaz gökyüzüne yansıyordu. İçeri girmedi, pencerenin aydınlık çerçevesi ortasında duruyordu.
— Korkmayın... Benim, ben geldim.
Angelique korkmuyordu, yalnızca, Felicien'i, tam vaktinde gelmiş buluyordu.
— Çatıdan çıktınız değil mi?
— Evet, çatıdan.
Bu çok kolay araç, Angelique'i güldürdü. Felicien, önce, kapının kepengine tırmanmıştı; sonra, ayağı zemin kat pervazına dayanan çıkıntı boyunca yükselerek, zorlanmadan balkona çıkmıştı.
— Sizi bekliyordum, yanıma gelin.
Felicien, gelirken, haşin delice kararlar vermiş olduğu halde, bu ani mutlulukla sersemledi, kımıldamadı, Angelique de, artık ermiş kızların kendisine sevmeyi yasak etmediklerine emindi; çünkü, Felicien'i kendisiyle birlikte onların da, gecenin soluğu gibi hafif, şefkatli bir gülüşle karşıladıklarını işitiyordu. Agnes'in öfkelenece-ğini, budala gibi, nereden düşünmüştü? Yanıbaşında, Agnes, neşe içinde
idi, Angelique, bu neşenin, okşayan iki büyük kanat gibi, omuzlarına indiği ve vücudunu kuşattığını hissediyordu. Hepsi aşktan ölen ermiş kızlar, bakirelerin kederlerine karşı acıma duyuyorlar, sıcak gecelerde, yalnız, onların, göz yaşlarıyla ıslanan sevgilerini korumak için, yeryüzüne dolaşmaya geliyorlardı.
— Yanıma gelin, sizi bekliyordum.
O zaman, Felicien, sendeliyerek içeri girdi. Onu özlemiş, kollan arasına almayı, haykırıp bağırsa da, boğarcasına sıkmayı aklına koymuştu. Halbuki, genç kızı, bu kadar yumuşak başlı görünce, bu bembeyaz, oldukça temiz odaya girince, bir çocuktan daha masum, daha yorgun hale gelmişti.
Üç adım atmıştı. Fakat ürperiyordu, Angelique'ten uzakta, iki diz üstü düştü.
— Bilseniz, ne kötü sıkıntı! Hiç bu kadar sıkıntı çekmemiştim, dünyada biricik acı, sevildiğini sanmamak!... her şeyi kaybetmeyi, açlıktan ölen, hastalıktan kıvranan bir sefil olmaya razıyım. Fakat, artık kalbimde bu kemirici illetle bir tek gün daha yaşamak, beni sevmediğinizi düşünmek istemiyorum... Acıyın bana, beni esirgeyin...
Angelique, dili tutulmuş, merhametten bitkin bir halde, ama yine pek mutlu, onu dinliyordu.
— Bu sabah, beni nasıl da uzaklaştırdınız! Daha iyi yürekli hale geldiğinizi, aşkımı anladığınızı hayal ediyordum. Halbuki sizi, ilk gün nasıl idiyseniz yine öyle buldum, kayıtsızdınız, bana geçici, rasgele müşteri gibi davrandınız, bana, sert bir tavırla, hayatın aşağılık işlerini hatırlattınız... Merdivende sendeledim... Sokağa çıkınca koştum, hüngür hüngür ağlamaktan korkuyordum. Sonra, evime geldim, yukarı çıkacağım zaman, eğer odaya kapanırsam boğulacağım gibi geldi... Bunun üzerine kırlara kaçtım, rastgele yürüdüm, bir yol tuttum, sonra başka bir yol tuttum, gece olduğu halde hâlâ yürüyordum. Fakat sıkıntılarımda benim kadar hızlı koşuyor, beni kemiriyordu. insan, sevince, aşkından kurtulamaz... Bakın! Bıçağı şurama sap-
lamıştınız, ucu, hep daha derine gömülüyordu.
Felicien, çektiği işkenceyi hatırlayınca, uzun uzun göğüs geçirdi. — Sökülmüş bir ağaç gibi, derdimle yere serilip, saatlerce otların üstünde kaldım. Artık, dünyada hiçbir şey kalmamıştı, yalnız siz vardınız. Size sahip olamayacağım düşüncesi, beni öldürüyordu. Vücudum uyuşmaya başlamıştı, bir çılgınlık, aklımı başımdan alıyordu... Onun için dönüp geldim. Nerden geçtiğimi, bu odaya kadar nasıl geldiğimi bilmiyorum. Beni affedin, bir ara yumruklarımla kapıları yaracak, güpe gündüz pencerenize tırmanacaktım...
Anelique gölgeliydi. Felicien, ay ışığı altında, diz çökmüş onu görmüyordu; genç kız, sevgiden ve pişmanlıktan sapsarı kesilmiş, o kadar etkilenmişti ki, söz söyleyemiyordu. Felicien, onun duygusuz kaldığını sandı, ellerini bitiştirdi.
— Kızım, dedi, mösyö sana, benim anlayamadığım bazı şeyler açıklamak istiyor.
O zaman, Felicien, bir şeyler geveledi.
— Eğer matmazel rahatsız olmazsa, işi görmek istiyorum... O dediğim hanımlar, nakış işini benim izlememi söylediler...-Ama, eğer rahatsızlık veriyorsam...
Angelique, onun geldiğini görünce, kalbinin, ta boğazına kadar nefesini tıkıyacak derecede şiddetle çarptığını hissetmişti. Fakat, gayret etti, çarpıntısını durdurdu; hatta, yanakları kızarmadı bile; çok sakin, kayıtsız bir edayla yanıt verdi:
— Yoo! Hiç rahatsız olmam mösyö. Başkaları varken de çalışırım... Resim sizin, nasıl işlendiğini görmeniz doğaldır.
Felicien şaşalamıştı, eğer bu müşteriye, gülümseyen Huberti-ne'in daveti olmasa, oturmaya cesaret edemeyecekti. Angelique, tezgahının üstüne eğilmiş, hemen işe koyulmuştu; serpuşun kıvrık kı-
sımlarına dantela şeklinde gotik süsler işliyordu. Hubert de, iki günden beri kurumakta olan, işlemesi tamam, tutkallı bir bayrağı, çözmek için duvardan indirmişti. Sonra, hepsi sustular; iki işlemeci kadınla işlemeci erkek sanki yanlarında kimse yokmuş gibi, çalışıyorlardı.
Delikanlı, bu derin sessizliğin ortasında, bir parça Sakinleşti Saat üçü çalıyordu, katedralin gölgesi uzamaya başladı, ardına kadar açık duran pencereden, hafif bir gün ışığı giriyordu. Dev binanın duvarı dibindeki, yeşilliklere gömülü serin evde, öğle vakti olur olmaz başlayan akşam alacakaranlığı idi bu. Taş döşemeler üzerinde hafif bir ayakkabı gürültüsü işitiliyordu; bu, günah çıkartmaya götürülen, mektepli küçük kızların ayak sesleriydi. Atölyede, eski aletler, eski duvarlar, orada, hiç değişmeden duran ne varsa, yüzyılların uykusuna yatmış gibiydi; bunlardan büyük bir serinlik ve sessizlik de duyuluyordu. İşlemeci kadınların, narin profilleriyle, sırmanın kızıl yönü içine gömülerek üzerine eğildikleri tezgaha, yönü ve saf, dört köşe, büyük bir beyaz ışık vuruyordu.
Felicien, oraya gelişinin nedenini söylemek gereğini duyarak, sıkılganlıkla, söze başladı:
—Matmazel, size şunu söylemek istiyorum... demek istiyorum ki, saçlar için, sırma, ipekten daha iyi gider sanırım
Angelique, başını kaldırmıştı. İçi gülen gözleri, Felicien'in, eğer verecek başka öğüdü yoksa, rahatsız olmasına gerek olmadığını açıkça anlatıyordu. Tekrar tezgaha eğildi, hafifçe alaylı bir sesle yanıt verdi.
— Elbette, efendim.
Felicien pek aptallaştı, Angelique'in tam da saçları işlemekle uğraştığını, ancak o zaman fark etti. Kendi yapıtğı resim, genç kızın önünde duruyordu, fakat, sulu boya renkler sürülmüş, yaldızla belirtilmiş, bir dua kitabı içinde solan eski bir minyatür gibi şirinleş -misti. Angelique, pertavsızla resim boyayan bir sanatkar sabır ve hür-
riyetle, bu resim kopye ediyordu. Kenarına sağlam bir bez dikili, iyice gerilmiş beyaz atlas üzerine, kabaca çizgilerle resmi çizdikten sonra, atlası, soldan sağa atılan, iki başta durdurulmuş hepsi birbirine ulaşan, uçları açıkta, sırmalarla örtmüştü. Sonra, bu sırma telleri, mekik ipliği gibi kullanıyor, iğnesinin ucuyla iterek altındaki resmi buluyor, bu resmin üzerinde yürüyor, sırmaları ipekle tutturuyor, örnekteki renklere uyduruyordu. Gölgeli kısımlarda, ipek, sırmayı örtüyordu; yarı renklerde,ipek gitgide seyreliyordu; ışıklar, açıkta bırakılan, yalnız sırmadan yapılmıştı. Bu, elvan sırma işi idi, iğne, sırma zemini ipekle renklendiriyor, alttan, bir nurla, mistik bir aydınlıkla ısıtılmış gibi erimiş renklerden bir tablo yaratıyordu.
Kasnak ipini, parmakları üzerinde çözerek bayrağı sökmeye baş-lıyan Hubert, birdenbire:
— Ey, kuzum! dedi, eskiden işlemeci kadının eseri, elvan sırma işi imiş... Yönetmelikte de yazılı olduğu gibi "üçte yarım yüksekliğinde, elvan sırma ile, bir tek resim" yapması gerekmiş... Sen olsan sınavı kazanırdın, Angelique.
Sessizlik tekrar başladı. Angelique, saçlar için, kaideye aykırı daranıp tıpkı Felicien gibi düşünmüştü. Hiç ipek kullanmayacak, sırmanın üstüne sırma işliyecekti; sönükleşen korun koyu kırmızı renginden, sonbaharda ormanların büründüğü soluk altın sarısına kadar başka başka renklerde, on sap sırmayı birden kullanıyordu. Agnes böylece, tepeden tırnağa, sırma saçlarla örtünüyordu. Sırma saç yığını, enseden başlayıp; belini, kalın bir örtü ile kaplıyor, omuzlardan aşarak, önden, iki dalga halinde taşıyor, çenenin altında bir-leşip ayaklara kadar dökülüyordu. Oldukça iri bükümlü, saf bir çıplaklığın sinmiş, ılık canlı bir kaftan, mucizeli bir saç yığını, efsanevi bir yele idi.
O gün Felicien, yalnız, Angelique'in büklümleri kıvrıldıkları yönde işleyişini izleyebildi; onun iğnesi altında, saçların çoğalışını ve parıldayışını izlemekle doyamıyordu. Saçların gürlüğü, hep bir-
den, büyük bir ürperti ile dökülüp akışları, onu heyecanlandırıyordu. Pul dikmekle uğraşan Hubertine, pullardan herbirinin ipliğini, kıvırcık bir düğümle gizliyor, arada iyi dikilmeyen bir pulu kırıntı sepetine atacağı zaman, dönüyor, onu, sakin bakışıyla kucaklıyordu. Hubert, padavraları çekmiş, bayrağı tezgah tahtalarından çıkarmış, özenle katılıyordu. Sessizlik yüzünden sıkıntısı artan Felicien, söylemeye niyetlendiği fikirlerden hiçbirini hatırlıyamadığına göre-, çekilip gitmesinin olacağını düşündü.
Ayağa kalktı:
— Tekrar gelirim, dedi.. Başın çok güzel şeklini o kadar kötü kopye ettim ki, belki de açıklama yapmama gereksinim duyacaksınız.
Angelique, iri, kara gözlerini, sakin sakin, onun gözlerine dikti.
— Hayır, hayır... Ama, yine gelin, eğer, resmin işlemesini merak ediyorsanız, yine gelin, efendim.
Felicien, uğramasına izin verildiği için mutlu gördüğü soğuk davranıştan üzgün çekip gitti. Angelique, kendisini sevmiyordu, asla sevmeyecekti, belli idi. Öyleyse, neye yarardı? Bununla beraber, ertesi gün, daha ertesi günler, Orfevres sokağındaki serin eve yine geldi. Orada geçirmediği saatler sıkıcıydı yaptığı gönül savaşıyla yıkılıyordu, kararsızlıklarla azap içindeydi. Felicien, ancak, işlemeci kızın yanında bulunduğu zaman sakinleşiyor, hatta onun hoşuna gitmemeye razı oluyor, yeter ki Angelique orada bulunsun, her şeyin tesellisini buluyordu. Her sabah geliyor, işe ilişkin konuşuyor, varlığı sanki elzemmiş gibi, tezgahın başında oturuyordu; Angelique'in, saçların kumral ışığına gömülü, hareketsiz, narin profiline tekrar kavuşmak, iğnelere takılı, uzun sırmalar arasında kımıldayan kıvrak ufak ellerinin çevik hareketlerini izlemek, onu büyülüyordu. Ange-lique çok sade bir kızdı, şimdi ona arkadaş muamelesi ediyordu. Bununla beraber, Felicien, aralarında hep onun söylemediği, kendi kalbini de heyecanla dolduran bir şeyler bulunduğunu hissediyordu.
. 100
Angelique, bazen, o alaylı edasıyla başını kaldırıyor, sabırsız, sorgu dolu gözlerle bakıyordu. Sonra, Felicien'in şaşaladığını görünce, tekrar, çok soğuk bir tavır takınıyordu.
Fakat, Felicien, kızı heyecanlandıracak bir yöntem bulmuş, aşırı derecede kullanıyordu. Bu yöntem ona, sanatından, katedrallerin hazineleri arasında da korunan da kitaplarda resimleri bulunan, kendi gözleriyle gördüğü eski işleme eserlerinden sözetmesiydi. Muhteşem kaftanlar vardı, kanatları açık iri kartallarla süslü, kırmızı ipekten Charlemagne kaftanı, üzerinde, bütün bir ermişler kalabalığı bulunan Sion kaftanı vardı; bilinen en güzel parça diye tanınmış bir diyakos harmaniyesi vardı ki; şahane harmaniye deniliyordu, üzerinde, hazreti İsanın yerde ve gökteki şan ve şerefi, İsa tecellisi, mahşer günü betimlemelerde vardı; bu ta betimlemelerde gösterilen kalabalık kişiler, rengarenk ipeklere, altın ve gümüş kılaptanlara işlenmişti; bir de Yesa ağacı vardı ki, on besici yüzyıla ait renkli bir kilise camından çıkartılmış sanılan, atlas üzerine ipek ve sırma işlemeydi; altta hazreti İbrahim, Davut, Süleyman, hazreti Meryem, sonra en tepede İsa görülüyordu; enfes üstlükler vardı, bir tanesi, sırma zemin üzerine kırmızı ipek püskürmelerle, kanlar içindeki İsa'yı çarmıhta gösteriyordu, ayaklarının dibinde Saint Jean, Meryeme destek olmuştu; sonra, Na-intre üstlüğü vardı, Meryem heybetle oturmuş, ayakkabıları ayağında, çocuk İsa'yı dizleri üstünde tutuyordu. Çok eskilikleriyle saygı uyandıran zenginliklerine karşın iman ve sadelik dolu, bugün artık kaybolmuş, kutsal sandıkların günlük kokusu sinmiş, solan sırmalarının mistik ışığını konmuş daha başka güzellikleri birer birer sayıyordu.
Angelique, içini çekiyor:
— Ah! diyordu, bitti artık, bu güzel şeyler şimdi yok. Tonları bile bulmak olanaksız.
Felicien, ona, eski zamanın kadın erkek büyük işlemecilerini, isimleri devirlerden beri işitilegelen Simonne de Gaules'ün, Colin
Jolye'nin hikayelerini anlattıkça, gözleri pırıldıyor, elindeki işi bırakıyordu. Sonra, tekrar iğnesini sokup çıkarıyor, dinlediği şeylere yüzü değişiyor, yüzünde sanatçı ihtirasının ateşini koruyordu.
Angelique, bu çok heyecanlı, çok saf haliyle, sırmaların ve ipeklerin pırıltısı içinde saf bir ateşle yandıkça, bütün ruhunu verdiği ufacık benekler üzerinde, derin bir dikkatle, inceden inceye çalıştıkça, ona, asla görmediği kadar güzel görünüyordu. Susuyordu, ta ki, An-gelique, sessizlikten uyanıp, onu içine fırlattığı yangının farkına varıncaya kadar genç kızı izliyordu. Angelique, bozguna uğramış gibi utanıyor, sesinde bir öfke ifadesiyle, eski kayıtsız sessizliğini sürdürüyordu.
— Buyrun bakalım! İpeklerim yine karıştı, işte!.. Anne, kımıl-damasamza!
Hiç de kımıldamamış olan Hubertine, sakin sakin gülümsüyordu. Önce, delikanlının sık sık gelip gitmesinden endişelenmiş, bir akşam, yatarken, Hubert'e bundan sözetmişti. Fakat, bu çocuğu beğenmiyor değillerdi, çok dürüst davranıyordu; Angelique'e mutluluk getirmesi olası olan görüşmelere niçin engel olsunlardı? Ondan dolayı, Hubertine, işi oluruna bırakıyor, o akıllı uslu haliyle, göz-kulak oluyordu. Zaten, kendisine de birkaç haftadan beri, kocasının boşuna sevgileriyle, yüreği kabarmış haldeydi. Çocuklarını kaybettikleri ayda idiler; her yıl, bu tarihte, onlar aynı kaygıları, aynı istekleri duyarlardır; Hubert, onun ayaklan dibinde, titriyerek, sonunda affedildiğini görmek ateşiyle yanarken, Hubertine, sevgi ve kaygı dolu, bütün kalbini verir, kaderi yenmekten ümidini keserdi. Bundan hiç sö-zetmezler, herkesin yanında, sevgilerini belli etmezler; fakat bu artan sevgileri,yatak odalarının sessizliğinden anlaşılır, en küçük hareketleriyle, göz göze geldikleri zaman bakışlarının bir saniye birbirine takılıp kal ısıyla kendini belli ederdi.
Bir hafta geçti, serpuşun nakış işi ilerliyordu. Her günkü görüşmeler, büyük ve zevkli bir hal almıştı.
— Alın çok açık olacak, değil mi? Kirpikten hiç eser gö-rünmeyecek.
— Evet, çok açık, o devirden kalma minyatürdeki gibi, hiç gölge bulunmayacak.
— Bana beyaz ipeği verin.
— Durun, incelteyim.
Felicien ona yardım ediyordu, ortaklaşa yapılan bu iş, ikisine de sessizlik veriyor, onları her günkü gerçeğe eriştiriyordu. Bir tek aşk sözü konuşulmadan, hatta, parmakları, istekli bir sürtünüşle birbirine yaklaşmadan aralarındaki bağ her an daha fazla sıkılaşıyordu.
— Baba, ne yapıyorsun kuzum? Hiç sesin çıkmıyor. Angelique, arkasına dönüyor, işlemeciyi, ellerine bir şişe.sırma
geçirmekle uğraşırken, gözleri, muhabbetle, karısına takılıp kalmış görüyordu.
— Annene sırma veriyorum.
Getirdiği şişten, Hubertine'in sessiz teşekküründen, Hubert'in onun çevresindeki sürekli çırpınışından, ılık ve okşayıcı bir soluk yükseliyor, tekrar tezgaha doğru eğilen Angelique'le Felicien'i kuşatıyordu. Atelye bile, o eski zaman odası bile, köhne aletleriyle, geçmiş devirlerden kalma sessizliğiyle, onlara ortak oluyordu. Bu yer sokağa ne kadar uzak görünüyordu; rüyanın ta derinliklerine, içinde hüküm sürdüğü bütün zevklerin kolayca gerçekleştiği iyi ruhlar diyarına gerilemiş gibi idi.
Serpuş, beş gün sonra teslim edilecekti; Angelique, işi bitirdiğine, hatta yirmi dört saat vakit kazandığına emin, rahat bir nefes aldı, Felicien'i dirsekleri sehpaya dayalı, kendisine bu kadar yakın görerek şaştı. Demek, arkadaş olmuşlardı, öyle mi? Artık, Felicien'-de hissetiği yenilgiye karşı sakınmıyor, onun gizli tuttuğu, kendinin sezdiği bütün şeyleri, kurnazca bir gülüşle karşılamıyordu. Endişeli bekleyişi ortasında, onu uyuşturmuş olan neydi, acaba? Sonra, o soru
her akşam, yatağına girerken kendi kendine sorduğu o soru, yine aklına geldi: Felicien'i seviyor muydu? Büyük karyolasının içinde, saatlerce, kelimeleri zihninde evirip çevirmiş, kavrayamadığı anlamlar aramıştı. O akşam, birdenbire kalbiden bir ezginlik duydu, sesini kimse işitmesin diye başı yastığa gömülü, hüngür hüngür ağladı. Seviyordu, seviyordu, ölesiye seviyordu. Niçin? Nasıl? Hiç bilmiyordu, asla hiç bilmiyecekti fakat onu seviyordu, bütün varlığı bunu haykırıyordu. Gerçek aydınlanmıştı, aşk, güneş ışığı gibi parıl-dıyordu. Olanağı olmayan bir şaşkınlık ve bir mutluluk dolu, Hubertine'e açılmadığına tekrar esef ederek, uzun uzun ağladı. Sırrı onu boğacaktı, büyük bir yemin etti, Felicien'in karşısında, tekrar buz gibi donuk duracak, sevgisini ona göstermektense her acıya katlanacaktı. Onu sevmek, sevdiğini söylemeden sevmek: cezası bu olacaktı, suçun kefaretini bu sınavla ödeyecekti. Bundan, zevkli bir acı duyuyordu, efsanedeki din şehitlerini aklına getiriyordu, böyle çile çekmekle, onları kızkardeşi oluyormuş, koruyucusu Agnes, kendisine, masum ve tatlı bakışlarla bakıyormuş, gibi geliyordu.
Angeligue, ertesi gün, serpuşu bitirdi. Ufacık ellerle ufacık ayaklan, olağanüstü sırma saçlardan dışarıda kalan bu biricik çıplak kısımları, bakire için kullandığı saçlardan daha ince, katı açılmış ipeklerle işlemişti. İpeklerden cildin altında, sırmanın, damarlardaki kan gibi gözüktüğü, zambak yüzü tamamlamakla uğraşıyordu, bu güneş yüz mavi ovanın ufkunda, iki meleğin kanatlarıyla yükse-liyordu. Felicien, içeri girince, hayran bir nida kopardı: — Oo! Size benziyor!
Bu, elinde olmayan bir itiraftı, resme koyduğu o benzerliğin itirafıydı. Bunu kendisi de anladı, kıpkırmızı kesildi. Hubert, yaklaşmıştı.
— Gerçekten, kız, dedi senin güzel gözlerinin tıpkısı. Huberttine, bunun çoktan beri farkına vardığı için, gülümsemekle yetiniyordu; Angeliquen'in eski huysuzluk günlerindeki sesiyle ver-
diği yanıtı işitince üzüldü.
— Güzel gözlerimmiş, benimle alay edin bakalım!... Ben çirkinim, kendimi bilirim ben.
Sonra kalktı, silkindi, para gözlü ve soğuk kız yapmacığını çok ileri götürerek:
— Eey! Bitti ha!., dedik, artık bıktımdı, omuzlarımdan yaman bir yük eksildi!... Bilmiş olun, aynı paraya, bir daha böyle işe girişmem.
Felicien, şaşakalmış, onu dinliyordu. Buyurun bakalım! Yine para sözü ediyordu! Bir aralık onu ne kadar akıllı uslu, sanatına ne kadar düşkün görmüştü! Onu yalnız, kazanç düşünür, işi bitirdiğine ve kendisini bir daha görmeyeceğine memun olacak derecede kayıtsız bir kız halinde gördüğüne göre, acaba aldanmış mıydı? birkaç gündür umutsuzluğa düşüyor, oraya gelebilmek için nasıl bir bahane bulacağını boşu boşuna araştırıyordu. Halbuki, Angelique kendisini sevmiyordu, asla sevmiyecekti! Kalbi öyle bir acı ile burkuldu ki, gözleri bulandı.
— Matmazel, serpuşu siz dikmiyecek misiniz?
— Hayır, annem o işi daha iyi yapar... Bu işe bir daha elimi sürmeyeceğime çok seviniyorum.
— Yaptığınız işi sevmiyor musunuz, yoksa?
— Ben!.. Ben, hiçbir şeyi sevmem.
Hubertine, sertlenerek onu susturmak zorunda kaldı. Feliciens'e, bu sinirli çocuğun kusuruna bakmamasını, ertesi gün, serpuşun kedisine verileceğini söyledi. Bu, kalk git demekti. Fakat o gitmiyor, sanki cennetten kovulmuş gibi, gölgelerle ve huzurla dolu bir köhne atelyeye bakıyordu. Orada, ne kadar tatlı saatler hayal etmişti. Kalbinin koparıldığını, ne kadar acı ile hissediyordu! Asıl azap duyduğu şey, derdini dökememesiydi o korkunç kararsızlıktan kurtulamaması idi. Sonunda çekilip gitmek zorunda kaldı.
Kapı örtülür örtülmez, Hubert sordu:
— Nen var yavrum? Hasta mısın?
— Hayır, canım; bu çocuk canımı sıkıyordu. Onu bir daha görmek istemiyorum.
O zaman, Hubertine kestirip attı:
— Tamam bir daha görecek değilsin Yalnız, terbiyeli davranmamak için bu bir neden değildir.
Angelique, bir bahane bulup, kendisini yukarıya, odasına attı. .Orada hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ah! Ne kadar mutluydu, hem de ne kadar sıkıntı çekiyordu! Zavallı sevgili çocuk, kim bilir ne kadar üzgün gitmişti! Ama, Angelique, ermiş kadınlara karşı yemin etmişti, onu ölesiye sevecekti, fakat, Felicien, sevdiğini asla bilmeyecekti.
Aynı günün akşamı, sofradan kalkar kalkmaz, Angelique, fazla keyifsizlik duyduğundan şikayet ederek odasına çıktı. Öğleden önce bitmişti çektiği heyecenlar, nefsiyle yaptığı savaşlar onu bitirmişti. Hemen yattı, yok olmak, kaybolmak ihtiyacıyla, sıkıntı içinde, başını yorganın altına soktu, yine hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Saatler geçti, gece olmuştu; ardına kadar açık bırakılmış pencereden içeri giren kızgın bir temmuz gecesiydi. Karanlık gökyüzünde bir yıldız kaynaşması pırıldıyordu. Saat on bir dolayı olsa gerekti, son halinde bulunan, artık incelmiş ay, ancak gece yarısına doğru doğacaktı.
Karanlık odada,, Angelique, tükenmez bir sel gibi göz yaşları dökerek hâlâ ağlıyordu; o sırada, odasının kapısı önünde bir tıkırdı duyup başını kaldırdı.
Bir sessizlik oldu,sonra, bir ses, şefkatli bir uyumla seslendi. — Angelique... Angelique... Cicim...
Hubertine'in sesini tanımıştı. Hubertine, kocasıyla beraber yatacağı zaman, herhalde hıçkırıkların uzaktan gelen sesini işitmiş olacaktı; sonra, merak etmiş, yarı soyunuk, ne oluyor diye görmek için yukarı gelmişti..
—Angelique, hasta mısın?
Genç kız, nefesini tuttu, yanıt vermedi. Sonsuz bir yalnızlıktan başka istek duymuyordu, derdine yalnız o yardımcı uyumla olabilirdi. Bir teselli, bir okşama, annesinden gelse, onu incitecekti. Angelique, Hubertine'i kapının arkasında sanıyor, döşeme tahtası üzerindeki sürtünüşünü yumuşaklığından, onun yalınayak olduğun seziyordu. Aradan iki dakika geçti, Hubertine'in hâlâ orada, dağınık giysisini güzel kokularıyla göğsü üzerine kavuşturarak eğildiğini, kulağını kapıya yapıştırdığını hissediyordu.
Hubertine, hiç bir şey, bir nefes bile işitemeyince, yeniden seslemeye cesaret edemedi. İniltiler işittiğine iyice emindi ama, çocuk nihayet uyumuşsa, uyandırmak neye yarardı? Kızının, kendisinde gizlediği bu kederden üzgün, işin aslını belli belirsiz sezerek, kendisi de, şefkatli büyük bir üzüntüyle bir dakika bekledi. Sonra en küçük dönemeçlere eli alışık, karanlık evin içinde, geçtiği yerlerde çıplak ayaklarının yumuşak sürtünüşünden başka hiç bir gürültü bırakmadan, geldiği gibi aşağı indi.
Bu sefer, Angelique, yatağında oturdu, dinledi. Sessizlik öyle derindi ki, her basamağın kenarına tabanların hafifçe basışını bile işitiyordu. Aşağıda, yatak odasının kapısı açıldı, kapandı, sonra, Angeli-que, belli belirsiz bir mırıltı, şefkatli ve üzgün bir fısıltı duydu; anası babası, herhalde, onunla ilgili konuşuyorlardı, korkularını, dileklerini anlatıyorlardı; ışığı söndürdükten sonra yatmış olmaları gerektiği halde, mırıltı dinmiyordu. Köhne evin gece gürültüleri, hiçbir zaman, kendisine kadar bu şekilde yükselip gelmiş değildi. Her zaman, o
derin gençlik uykusuyla uyur, eşyanın çıtırdısını bile duymazdı; halbuki aşkıyla savaşmanın verdiği uykusuzlukla ona, bütün ev seviyor ve sızlanıyormuş gibi geliyordu. Acaba, Hubert'ler de mi, gözyaşlarını içlerine akıtıyorlar, heyecan dolu koca bir sevginin kısır kalmanın ezikliğiyle ağlıyorlardı? Hiçbir şey bilmiyordu, yalnız, sıcak gecenin içinde biricik duyduğu şey, altındaki odada, yatan karı kocanın büyük aşkı, büyük kederi, her zaman genç kalmış zifafın sürekli ve saf kucaklaşması idi.
Angelique, oturduğu yerde, ürperen ve göğüs geçiren evi dinlerken, hâlâ kendini tutamıyor, göz yaşları hâlâ akıyordu; fakat, şimdi, damarlarındaki kan gibi,- sessiz, ılık ve canlı dökülüyordu. Sabahtan beri, bir tek soru, hep zihninde dolaşıyor, bütün varlığını yaralıyordu; Felicien'i ümitsizliğe düşürmekte, onu, sevmediği kanısını bir bıçak gibi ta kalbine saplıyarak göndermekte haklı mı idi? Felicien'i seviyordu. Bir de ona bu sıkıntıyı vermişti, kendisi de kesinlikle sıkıntı çekiyordu. Bu kadar acıya ne gerek vardı? Ermiş kadınlar göz yaşı istiyorlar mıydı? Onu mutlu görmek Agnes'i öfkelendirir miydi? şimdi, bir kuşku içini kemiriyordu. Vaktiyle, gelecek olan kimseyi beklerken, o gelişi, zihninde daha iyi tasarlıyordu; içeri girecekti, Aneque onu tanıyacaktı, birlikte sonsuza dek, çok uzaklara gideceklerdi, işte gelmişti, halbuki, ikisi de sonsuza dek birbirlerinden ayrı, hıçkırıyorlardı. Neye yarardı? Ne olmuştu? Sevdi-ğini söylemeden sevmek gibi büyük bir yemin etmeye onu kim zorlamıştı?
Fakat, Angelique'i, asıl sıkıntıya düşüren şey, suçun kendisinde olması, huysuzluk etmiş olması korkusu idi. Huysuz kız, belki de onu bezdirmişti. Kayıtsız davranışlarını, Felicien'i nasıl alaycı şekilde karşıladığını, kendi hakkında ona yanlış fikir vermekten duyduğu sinsi zevki, hayretle hatırlıyordu. İstemeden, böylece verdiği sıkıntıdan dolayı, göz yaşlan artıyor, kalbi sıkıntıdan sonsuz bir acıya gömülüyordu. Onun çekilip gidişi hep gözünün önüne geliyordu, yüzündeki burukluk bulanık gözleri, titreyen dudakları hep hayalindeydi;
onu, sokaklarda izliyor, evinde, solgun, kendi eliyle ölüm halinde yaralı, kanını damla damla yitirir halde görüyordu. Şu anda neredeydi? Nöbetler içinde tir tir titriyor muydu? Yaptığı kötülüğü nasıl onaracağını bilemiyor sıkıntıyla ellerini ovuşturuyordu. Ah! sıkıntı vermişti, bunu düşündükçe isyan ediyordu! Hemen iyi hareket yapabilse çevresinde mutluluk yaratabilseydi!
Neredeyse gece yarısı olacaktı, piskoposluk bahçesindeki büyük karaağaçlar, ufuktaki ayı örtüyor, odada karanlık devam ediyordu, o zaman, Angelique, başı tekrar yastığa düşerek, artık düşünmekten vazgeçti, uyumak istedi; fakat, yapamıyordu, göz yaşlan kapalı gözlerinden hala dökülüyordu, aynı fikir, dönüp dolaşıp yine zihnine giriyor, Angelique, on beş günden beri, yatmak için odasına çıktığı zaman, balkonda, penceresinin önünde bulduğu menekşe demetlerini düşünüyordu. Her akşam, bir demet menekşe buluyordu. Felicien, onu, herhalde, Clos - Marie'den fırlatıyordu, çünkü yalnız menekşenin, garip bir etkisi içinde rahatlık verdiğini, halbuki, öteki çiçeklerin kokusu, tersine müthiş baş ağrılar yaptığını ona anlatmıştı, hatırlıyordu; Felicien de ona, böylece, rahat geceler, güzel rüyalarla serinlenen güzel kokulu, derin uykular gönderiyordu. O gece, menekşe demetini başı ucuna koyduğu için, onu yanına almayı düşündü, yanağına dayayıp yastığa onunla beraber uzandı, onu koklayarak Sakinleşti. Menekşeler, sonunda göz yaşlarını kuruttular. Ama hâlâ uyumuyordu. Menekşe demetinden yükselen kokuya gömülmüş, bütün varlığını inançlı bir teslimiyete bırakarak dinlenmekten ve beklemekten hoşnut gözleri kapalı, yatıyordu.
Fakat üzerinden büyük bir ürperti geçti. Saat gece yarısını çalıyordu, gözlerini açtı, odasını keskin bir ışıkla dolu görüp hayret etti. Karaağaçların tepesinde, ay, ağır ağır yükseliyor, solgunlaşan gökte yıldızları söndürüyordu. Angelique, pencereden katedralin mihrap kısmını bembeyaz görüyordu. Adeta, odayı aydınlatan o beyazlığın yankısı bulanık ve serin bir şafak aydınlığı idi. Beyaz duvarlar, beyaz kirişler, bütün bu beyaz çıplaklık, o ışıkla büyümüş, bir rüyada gibi
genişlemiş, gerilemişti. Bununla beraber, genç kız, kara renkli meşeden eski eşyayı, elbise dolabını, sandığı.sandalyeleri, oymalarının pırıltılı köşeleriyle tanıyordu. Yalnız kendi karyolası, şahane genişlikteki o dört köşe karyolası, yüksek direkleriyle, pembe renkli eski İran kumaşı sayvaniyle, öyle bol ve derin bir ay ışığı içine gömülmüştü ki, Angelique, sanki karyolayı o zamana kadar hiç görmemiş gibi hayret ediyor, kendisini bir bulut üzerinde, gök yüzünün ta ortasında, sessiz ve görünmez kanatlarla havalanmış sanı-yordu. Bir an bu havalanışın geniş sallantısını duyar gibi oldu; sonra gözleri alıştı, karyolası, her zamanki köşede idi. Başı hareketsiz, gözleri çevrede bu ışık denizi ortasında, menekşe demeti dudaklarında, öylece bakıp kaldı.
Ne bekliyordu? Niçin Uyuyamıyordu? Şimdi artık emindi, birini bekliyordu. Ağlaması durmuştu, o gelecekti de ondan. Korkulu rüyaların karanlığını ürkütüp kaçırtan bu teselli verici aydınlık, onu müjdeliyordu. Gelecekti, müjdeci ayın içeriye ondan önce girmesi yalnız onları bu şafak ışığı ile aydınlatmak içindi. Oda bu beyaz kadifelerle döşenmişti, birbirlerini görebileceklerdi. O zaman Angelique kalktı, giyindi, yalnızca beyaz bir fistan giydi, Hautecoeur yıkıntılarım gezmeye gittikleri gün giydiği muslin fistandı bu Saçlarını bile toplamadı, omuzlarına döktü. Ayakları, terlikleri içinde çıplak kaldı. Sonra, bekledi.
Şimdi, Angelique, onun nereden geleceğini bilmiyordu. Herhalde yukarı çıkamayacaktı; kendisi balkona abanmış, o, aşağıda, Clos-Marie'de, birbirlerini herhalde bu şekilde göreceklerdi. Ama, Angelu-que, yine de, sanki pencere önüne gitmenin gerekziliğini anlamış, oturmuştu. Felicien, efsanedeki ermişler, gibi niçin, duvarlardan geçip gelmesindi? Angelique bekliyordu. Fakat, yalnız başına beklemiyordu. Beyaz uçuşlarıyla, çocukluğundan beri onu kuşatan bakirelerin hepsini çevresinde hissediyordu. Ay ışığıyla beraber giriyorlar, piskoposluğun bahçesindeki, tepeleri mavi, gizemli, ulu ağaçlardan, katedralin taştan süs yığınlarını girinti ve çıkıntıları ile
doldurulan gizli köşelerinden geliyorlardı. Genç kız, tanıdığı ve sevdiği bütün ufuktan, Chevrotte deresinden, söğütlerden, otlardan, kendisine dönüp gelen hülyalarını dinliyor; ümitlerini, isteklerini cansız eşyaya, her gün onları göre göre emanet ettiği kendi varlı-ğından parçalan o eşya şimdi kendisine geri veriliyordu. Görünmez alemin sesleri, asla bu kadar yüksek perdeden konuşmamıştı. Angelique maverayı dinliyor, soluksuz, kızgın gecenin derinliğinde, hafif bir ürperti işitiyordu, bu ürperti, onun için, vücudunun koruyucusu Agnes'in, yanıbaşında bulunduğu zamanki fistanının sürtünmesi idi. Agnes'in, ötekilerle beraber orada bulunduğunu bilmek onu sevindiriyordu. Aynı zamanda bekliyordu.
Bir süre daha geçti, Angelique bunun farkında değildi, Felicien balkonun parmaklığından aşıp da geldiği zaman, bu ona doğal göründü. Delikanlının uzun boyu beyaz gökyüzüne yansıyordu. İçeri girmedi, pencerenin aydınlık çerçevesi ortasında duruyordu.
— Korkmayın... Benim, ben geldim.
Angelique korkmuyordu, yalnızca, Felicien'i, tam vaktinde gelmiş buluyordu.
— Çatıdan çıktınız değil mi?
— Evet, çatıdan.
Bu çok kolay araç, Angelique'i güldürdü. Felicien, önce, kapının kepengine tırmanmıştı; sonra, ayağı zemin kat pervazına dayanan çıkıntı boyunca yükselerek, zorlanmadan balkona çıkmıştı.
— Sizi bekliyordum, yanıma gelin.
Felicien, gelirken, haşin delice kararlar vermiş olduğu halde, bu ani mutlulukla sersemledi, kımıldamadı, Angelique de, artık ermiş kızların kendisine sevmeyi yasak etmediklerine emindi; çünkü, Felicien'i kendisiyle birlikte onların da, gecenin soluğu gibi hafif, şefkatli bir gülüşle karşıladıklarını işitiyordu. Agnes'in öfkelenece-ğini, budala gibi, nereden düşünmüştü? Yanıbaşında, Agnes, neşe içinde
idi, Angelique, bu neşenin, okşayan iki büyük kanat gibi, omuzlarına indiği ve vücudunu kuşattığını hissediyordu. Hepsi aşktan ölen ermiş kızlar, bakirelerin kederlerine karşı acıma duyuyorlar, sıcak gecelerde, yalnız, onların, göz yaşlarıyla ıslanan sevgilerini korumak için, yeryüzüne dolaşmaya geliyorlardı.
— Yanıma gelin, sizi bekliyordum.
O zaman, Felicien, sendeliyerek içeri girdi. Onu özlemiş, kollan arasına almayı, haykırıp bağırsa da, boğarcasına sıkmayı aklına koymuştu. Halbuki, genç kızı, bu kadar yumuşak başlı görünce, bu bembeyaz, oldukça temiz odaya girince, bir çocuktan daha masum, daha yorgun hale gelmişti.
Üç adım atmıştı. Fakat ürperiyordu, Angelique'ten uzakta, iki diz üstü düştü.
— Bilseniz, ne kötü sıkıntı! Hiç bu kadar sıkıntı çekmemiştim, dünyada biricik acı, sevildiğini sanmamak!... her şeyi kaybetmeyi, açlıktan ölen, hastalıktan kıvranan bir sefil olmaya razıyım. Fakat, artık kalbimde bu kemirici illetle bir tek gün daha yaşamak, beni sevmediğinizi düşünmek istemiyorum... Acıyın bana, beni esirgeyin...
Angelique, dili tutulmuş, merhametten bitkin bir halde, ama yine pek mutlu, onu dinliyordu.
— Bu sabah, beni nasıl da uzaklaştırdınız! Daha iyi yürekli hale geldiğinizi, aşkımı anladığınızı hayal ediyordum. Halbuki sizi, ilk gün nasıl idiyseniz yine öyle buldum, kayıtsızdınız, bana geçici, rasgele müşteri gibi davrandınız, bana, sert bir tavırla, hayatın aşağılık işlerini hatırlattınız... Merdivende sendeledim... Sokağa çıkınca koştum, hüngür hüngür ağlamaktan korkuyordum. Sonra, evime geldim, yukarı çıkacağım zaman, eğer odaya kapanırsam boğulacağım gibi geldi... Bunun üzerine kırlara kaçtım, rastgele yürüdüm, bir yol tuttum, sonra başka bir yol tuttum, gece olduğu halde hâlâ yürüyordum. Fakat sıkıntılarımda benim kadar hızlı koşuyor, beni kemiriyordu. insan, sevince, aşkından kurtulamaz... Bakın! Bıçağı şurama sap-
lamıştınız, ucu, hep daha derine gömülüyordu.
Felicien, çektiği işkenceyi hatırlayınca, uzun uzun göğüs geçirdi. — Sökülmüş bir ağaç gibi, derdimle yere serilip, saatlerce otların üstünde kaldım. Artık, dünyada hiçbir şey kalmamıştı, yalnız siz vardınız. Size sahip olamayacağım düşüncesi, beni öldürüyordu. Vücudum uyuşmaya başlamıştı, bir çılgınlık, aklımı başımdan alıyordu... Onun için dönüp geldim. Nerden geçtiğimi, bu odaya kadar nasıl geldiğimi bilmiyorum. Beni affedin, bir ara yumruklarımla kapıları yaracak, güpe gündüz pencerenize tırmanacaktım...
Anelique gölgeliydi. Felicien, ay ışığı altında, diz çökmüş onu görmüyordu; genç kız, sevgiden ve pişmanlıktan sapsarı kesilmiş, o kadar etkilenmişti ki, söz söyleyemiyordu. Felicien, onun duygusuz kaldığını sandı, ellerini bitiştirdi.
Türkçe edebiyatından 1 metin okudunuz.
Sonraki - Angelique'in Hülyası - 08
- Parçalar
- Angelique'in Hülyası - 01
- Angelique'in Hülyası - 02
- Angelique'in Hülyası - 03
- Angelique'in Hülyası - 04
- Angelique'in Hülyası - 05
- Angelique'in Hülyası - 06
- Angelique'in Hülyası - 07
- Angelique'in Hülyası - 08
- Angelique'in Hülyası - 09
- Angelique'in Hülyası - 10
- Angelique'in Hülyası - 11
- Angelique'in Hülyası - 12
- Angelique'in Hülyası - 13
- Angelique'in Hülyası - 14