27 Mayıs'tan 12 Mart'a - 7
Toplam kelime sayısı 3805
Benzersiz kelimelerin toplam sayısı 2172
26.2 kelime en yaygın 2000 kelimede yer alıyor
38.5 kelime en yaygın 5000 kelimede yer alıyor
44.8 kelime en yaygın 8000 kelimede yer alıyor
On beş ekim seçimlerinden sonra kurulan karma hükümetin uzun ömürlü olabileceğine pek inanmamıştım. Hele bu hükümetin yapıcı bir çalışma yolu tutup olumlu işler çıkarabileceğini hiç aklım kesmiyordu. aksini düşünebilmek için 27 Mayıs'ı doğuran nedenlerin 27 Mayıs'ı kovalıyan zaman parçası içinde yok edilebildiğini kabul etmek gerekirdi. Önce referandum, arkasından da seçim kampanyaları bunun yapılamadığını gösterdiğine göre, karma hükümeti yaşatmak uğruna harcanan tüm gayretler, havanda su dövmeğe benzemekten öteyi gidemiyecek gibi idi.
Altı aydır karşılaştığımız bu kaçıncı krizdir, şu dakikada sayısını hatırlıyamıyacağım. İki kanat arasında şimdiye değin patlak veren aksamaları, çok şükür devlet kuşunu yere düşürmekten geçiştirebildik. Belki bu seferki krizi de kanatlar kopmadan atlatabiliriz.
Ama neye yarar? Milletin büyük bir sabırsızlıkla sayısız dertlerine derman aradığı bir ortamda biz her işimizi bir yana bırakır da bütün çabalarımızı sadece karma hükümeti yaşatmak kaygusu üzerine toplarsak yurt hesabına dişe dokunur olumlu bir iş çıkarabilir miyiz?
Tedbirler kanununa oy veren sayın milletvekilleri, bizde çok partili hayatı korumak amacını güttüklerini söylüyorlardı. Oysa, ikide bir koalisyonun kanatlarını koparmaya çalışanlar arasında da hep o sayın milletvekillerinden bir kısmını görüyoruz.
Bir karma hükümeti yaşatmanın güçlüklerini inkâra yer yok. Bu, her şeyden önce karşılıklı fedakârlıklar istiyen bir anlaşmaya dayanmak gerekir. Şu parti bir süre için programının şu maddelerini, bu parti de bu maddelerini uygulamak isteğinden vazgeçerler. Ama bir hükümetin iki kanadını meydana getiren partiler, iktidarda kaldıkları sürece beraber gerekleştirmeğe çalışacakları bir takım maddeler üzerinde de mutlaka anlaşırlar. Kısa, ya da uzun ömürlü olsun, bir koalisyon ancak bu şartlar altında kurulur. Yaşıyabildiği kadar da ancak bu şartlar altında yaşar. 1945-1958 yılları arasında Fransa hep koalisyon hükümetleri ile yönetildi. Bunlardan biri düşüyor, ardından bir yenisi kuruluyordu. On üç yıl boyunca Fransa'da yirmiye yakın hükümet değişimi oldu Fakat aynı süre içinde bu devletin millî geliri yüzde yüzün üstünde bir artış gösterdi. Politika kararsızlığı yüzünden Fransız halkının ekonomik kalkınması büyük ölçüde aksamadı, hatta belki hiç aksamadı. Çünkü daha başlangıçta, komünistler bir yana, bütün siyasal partiler Marshall yardımının nasıl kullanılacağı hususunda bir anlaşmaya varmışlar, Monnet plânını onaylamışlardı.
Biz ise yapmamız gerekenin tam tersini yapıyoruz. Karma iktidarın bir kanadı boyuna ötekini kırmaya çalışıyor. Milletimizin değil sanki partimizin çıkarını sağlamak amacı ile Meclise girmiş gibiyiz. Acele tedbir bekliyen sayısız davalarımızdan henüz bir tekinin Mecliste görüşülüp bir karara bağlandığını görmedik. Altı aydır ön plânda lâfı edilen başlıca konu siyasî af. Siyasî af çıkmadıkça yurdumuz huzura kavuşmazmış! Bu savın ardında yüzde bir, binde bir gerçek payı payı olsa da affa itiraz edecek aramızda bir tek vatandaş bulunmazdı.
Ne yazık ki bizim huzursuzluğumuzun asıl nedeni böylesine basit yüzeylerde seçilemiyecek kadar derin ve çok cephelidir. Öe görünüşte göre bunun giderilmesi uzun sürecek, ağır fedakârlıklara mal olacaktır.
25.4.1962
O DA HAYAL, BU DA
Alman yazarı Erich-Maria Remarque'in (Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok!) adlı eseri filme alındığı sıralarda ben Viyana Üniversitesi'nde öğrenci idim. Bilindiği gibi Remarque bu eserinde harbe karşıdır; insanların ekip halinde birbirlerini boğazlamalarındaki anlamsız vahşiliği dokunaklı bir üslûpla dile getirilir. Kitap başlıca dillere çevrilir ve bütün dünyada kapış kapış satılırken göze batar hiç bir protestoya yol açmadığı halde, film olarak sinema perdelerinde gösterilmeye başlandığı, zaman, nedense dar kafalı Alman milliyetçilerini sinirlendirdi. O devirde günden güne kuvvetlenip her yerde teşkilât kuran Naziler, filmi programına aldığını duydukları sinema salonlarının önünde gösteri yürüyüşlerine kalktılar, camı çerçeveyi indirmeye yeltendiler. Polisle Naziler arasında oldukça sert çatışmalar oldu. Eserin Viyana'daki ilk gösterilişinde bu çatışmalar sokaktan sokağa kovalamaca halinde soysuzlaştı, şehir trafiği aksadı ve eğer hafızam beni aldatmıyorsa, o zamanki zayıf Avusturya hükümeti filmi yasak etmek zorunda kaldı.
O gösterilere katılan Nazilerin ezici çoğunluğu bıyığı henüz terlemiş delikanlılardı. Bunlar, şüphesiz yapılan telkinlerin etkisi altında ''savaş kötü bir şeydir'' demeyi suç sayıyorlar, gerçekten yurtsever bir insanın, gerektiği zaman, kötülüğünü bile bile harbe atılmaktan yılmayacağını hatırlarına getirmiyorlar, saldırganlık harpleri ile savunma harplerini birbirine karıştırıyorlardı. Nazi hegemonyasını Avrupa'ya yaymak sevdasında olanlar böyle istiyorlardı. Demokratik hürriyetleri tek yanlı kullanarak ortalıkta bir dehşet havası yaratmak, her türlü uyarmalara karşı gençliğin gözlerini bağlamak bunların başlıca kaygısı idi. Çıkarları bunu gerektiriyordu. Hegemonya dâvası uğruna savaş açmayı kafalarına koymuşlardı bir kez. İlkin Avrupa'yı, sonra dünyayı ele geçirmek için milyonlarca kurban vermeye kararlı idiler. İşte, gözü kapalı gösteri yürüyüşlerine sürükledikleri tüysüz delikanlılar da o kurbanlardan bir kısmı idi. Nitekim (Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok) filminin oynatılmasına karşı direnen gençler, beş on yıl sonra gittiler, hegemonya çılgınlarının komutası altında sapır sapır döküldüler. Harbi kazananlar, savaşın kötü bir şey olduğu düşüncesine karşı gelmeyen ve filmi seyretmekten korkmayan hürriyetçi milletler olmuştu.
Fakir Baykurt'un (Yılanların Öcü) yüzünden evvelki gece Ankara'da tertiplenen olaylar bana yukarıya özetlediğim geçmişi hatırlattı. Yoğunluğu ve amaçları bakımından değilse bile nitelikleri bakımından iki durum arasında yakın bir benzerlik var.
Fakir'in romanı yurdumuz gerçeklerinden bir kısmını dile getiren güçlü bir eserdir. Kitap haline getirilmezden önce Cumhuriyet'te tefrika edilmiş, ilgi ile okunmuştur. Yunus Nadi Armağanı için toplanan ve aralarında Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Falih Rıfkı Atay gibi edebî zevkinden kimsenin şüphe edemeyeceği kişiler de bulunan büyük seçiciler kurulu, oybirliğine yakın bir çoğunlukla bu esere birinciliği vermiştir. (Yılanların Öcü) sonradan kitap halinde de basılmış, hiç bir gürültüye yol açmaksızın kitapçı vitrinlerinde satışa konmuştur.
Fakat vakta ki bu eser kitap sayfalarından süzülüp sahneye ve perdeye aktarılmak istenmiş, işte o zaman işin rengi değişmiştir. Bir kısım insanlar yurt gerçeklerinin dile gelip kımıldamasından bizde öteden beri hoşlanmazlar. Hayattaki gerçeği gösterip de aksayan yanlarını düzeltecek bir ortama imkân hazırlamaktansa bunlar perdedeki gölgeleri sansür etmeyi yeğ bulurlar. Çünkü yüzyıllardır sürdüğümüz gerçek hayatın değişmesi, yurdumuzda daha aydın, daha ileri yarınlar hazırlaması işlerine gelmez. Gençlik ve halk bunu göre göre zamanla gayrete getirse bir gün rahatları kaçacağından korkarlar.
Demokrasiyi yalnız kendi çıkarları açısından kullanmak istemeleri, Atatürk ilkelerine diş bilemeleri, köy enstitülerine, halkevlerine düşman kesilmeleri, masum gençleri kışkırtıp sinema taşlatmaları, cam çerçeve kırmaları hep bundandır.
Hitler, büyük Almanya hayali uğruna Alman gençliğine kıymıştı. Bunlar ise, sadece kendi çıkarları uğruna Türk gençliğini Ortaçağa bağlamak hevesindeler. Bunlarınkisi de hayal ama, herhalde daha âdi cinsinden!.
3.5.1961
K.K.K. VE ÖTESİ
İki partinin seçkin üyelerinden kurulu K.K.K. (Koalisyonu Kuvvetlendirme Komisyonu), önceki gün yaptığı toplantıda üç alt komisyona bölünerek çeşitli meseleleri derinliğine incelemeyi uygun bulmuştur. Bular, sırasıyla A.K. (Ahenk Komisyonu), İ.M.M.K. (İktisadî ve Malî Meseleler Komisyonu) ve Y. S.K. (Yaraları Sarma Komisyonu) diye adlandırılmışlardır. Alt komisyonların, meselelere çözüm yolları K. K.K.'ya sunulacak, orada karara bağlanacaktır.
Ancak, koalisyonun bir süre daha parçalanmasını önleyeceğe benzeyen bu formül, beklendiği gibi koalisyonu kuvvetlendirebilecek midir? Bizce asıl dava, bu sorunun ardında saklıdır.
Neden saklamalı? bütün aksaklıklar karma iktidarın bünyesinden doğduğu halde bu iktidarı yaşatmaya gayret eden kimi yazarlar kusuru hep dışarıda aramaya hevesli görünüyorlar. Koalisyon iyi desteklenmiyormuş, bunu bozmakta çıkarı olanlar varmış, tarafsız basının tutumu umut verici değilmiş, falan.. Bu şikâyetlere bakarsanız, karma iktidarın en büyük düşmanları, o iktidarla hiçbir ilişiği bulunmayan muhalif, ya da partisiz çevrelerdir. Oysa, gerçek durum yukarıki iddianın tam tersidir. 15 Ekim seçimlerinden sonra binbir güçlükle koalisyon hükümeti kurulduğu zaman, gerek muhalif partiler, gerek tarafsız basın bu hükümetin rahat çalışabilmesi için elinden geleni yapmış, koalisyon zarar görmesin diye âdeta nefes almaktan çekinmiştir. Güçlerini bir araya getirip bir program üzerinde birleşen iki partinin birbirine ne denli zıt yönleri temsil ettiğini bilenler, yürekleri titreyerek, denge bozucu gayretlerden sakınmışlardır. Ama ne var ki aklın ışığında ele alındığı takdirde çaresizlik içinde başvurulan bu zoraki işbirliğinden olumlu başarılar beklemek biraz hayale benziyordu. Koalisyon hükümetinin başkanı ve koalisyon iktidarının en ateşli taraflısı sayın İnönü bile ilk zamanlar bütün gücü ile dengeyi korumaya çalışıyor, koalisyon yıkılmazsa bunu yeter bir başarı sayacakmış gibi davranıyordu. Koalisyon uğruna koalisyon, her şey uğruna koalisyon sanki vazgeçilmez bir ülkü olmuş, yüreğine girmişti sayın İnönü'nün. Sırf karma hükümeti yaşatmak için karşı tarafa verdiği tavizleri bir düşünsek akıllar durur. Öyle zamanlar olmuştur ki düşük devrin sahiden düşüp düşmediği düşüncesi vatandaşları şüpheye düşürmüştür. Her şeye rağmen sayın İnönü umudunu kesmiyor, sorumunu taşıdığı ve kuruluşunda başrolü oynadığı çok partili soyut demokrasi sisteminin bir gün yurdumuzda yapıcı ve başarılı bir şekilde yürüyeceğine inanıyordu. 22 Şubat'tan sonra onaylanan Tedbirler Kanunu ile bu inancı paylaşmamak suç sayıldı. Fakat ara yerde devrim ilkeleri sahipsiz kalıyor, ekonomik kalkınmamız için gerekli çalışmalar gecikiyor, koalisyon öbür kanadında yer alan kimi politikacılar iktidarda değil de muhalefette imişler gibi baltalayıcı gayretlerine devam ediyorlardı.
Nihayet, sayın İnönü'nün de sabrı tükenmeye yüz tuttu ve K.K.K. (Koalisyonu Kuvvetlendirme Komisyonu)'nun kurulmasına yol açan demeci ile karşı tarafı ciddî olarak durumu müzekereye çağırdı. Alt komisyonların meselelere bulacağı çözümlerden sonra birtakım prensipler üzerinde anlaşılması ihtimali, görünüşe göre kuvvetlidir. Ama kâğıt üzerinde prensip anlaşmalarına varmak, koaliyon hükümetini başarılı bir çalışma yoluna ulaştırabilecek midir?
Elden ne gelir, beklemekten gayri?
6.5.1962
SOSYALİST KURALLAR VE BAŞKALARI
Tanınmış bir İngiliz diplomatı ile konuşuyordum. Bir aralık komünizm tehlikesinden söz açıldı. Tanınmış diplomat kendi memleketi hesabına hiç bir kaygı duymuyor, buna karşılık geri kalmış ülkeler açısından tehlikeyi pek büyük görüyor, buralarda sorum yüklenen devlet adamlarının konu üzerine dikkatle ve ısrarla eğilmeleri gerektiğini söylüyordu. Bunu söylerken takındığı son derece rahat ve telâşsız halini belirtmek istedim. Yarı şaka, kendisine:
- Öyle ya, sizin için mesele yok. İktidarı ele geçirecekleri güne kadar İngiliz komünistlerinin de Kralcı olacaklarından emin görünüyorsunuz!
dedim. Kahkahayı atan tecrübeli diplomat, şaka olsun diye söylediğim sözün ardındaki gerçek payını hemen kavramıştı.
Milletleri birbirinden ayırt eden vasıfları sayarken dil birliği, din birliği, ırk birliği, ülkü birliği, rejim birliği, gibi çok kez realiteye uymayan kavramar üzerinde tartışılıyor. Ernest Renan'dan beri bu böyle. Oysa, milletlerin sosyal gelişim olayını tarih boyunca nasıl başardıkları incelense ve bu açıdan bir sıralamaya girişilse, belki daha bilimsel bir sonuca varmak mümkün olacak, böylece milletlerarası anlaşmazlıkları çözümlemek de imkân sınırları içine alınabilecektir.
İnsan toplumlarının zamanla değiştiği bir gerçekse de bu değişmenin her yerde aynı şekilde olmadığını görüyoruz. Kimi milletler devrim yaparak, yönetici sınıf veya zümreleri zorla başlarından atarak sosyal gelişmelerini sıçrama yolu ile yürütürken, birtakım milletler de aynı şeyi yavaş yavaş, âdeta belirsiz bir akışla ve şüphesiz büyük sarsıntılara uğramaksızın, tereyağından kıl çeker gibi rahat başarmaktadırlar.
İngilizleri ve genel olarak bütün Anglo-Sakson milletlerini bu sonuncular arasında sayabiliriz. Arkada bıraktığımız elli yıl boyunca dünyada âdeta taşı toprağı yerinden oynatan, dağları devirip okyanusları kabartan fırtınalar olmuş, o arada İngiliz İmparatorluğu en güvendiği, varlığı ile en fazla övündüğü sömürgelerinden olmuş, İngiliz kapitalizmi temel direklerini yitirmiş, fakat bütün bunları İngiliz milleti demokrasi ilkelerini zedelemeden atlatmasını bilmiştir. Üç yüz yıl önceki kıyafeti içinde Komün Meclisi oturumlarını açan Speaker'in karşısında İngiltere Bankası'nın, kömür ve demir madenlerinin, demir yollarının kamulaştırılması onaylanmış, yönetim şekli bozulmaksızın toplum bünyesi normal gelişimini devam ettirmiştir. Az farklarla durum öteki Anglo-Sakson memleketlerinde, örneğin İsveç'te, Danimarka'da, Birleşik Amerika ve Kanada'da da aynıdır. Bugün İsveç sosyalizmi, özel teşebbüsü yıkmaksızın, hatta Krallık müessesesinin varlığına dokunmaksızın birçok işler başarmış, sosyal adalet ilkelerini büyük ölçüde yürürlüğe koymuştur. Bir gün gelecek bu milletler, belki devrimci sosyalistlerin bile hayal saydığı bir eşitlik düzeyine varacaklar ve bunu hürriyet kurallarını zedelemeksizin başaracaklardır. Bu memleketlerde bugün kralın bisiklete, bakanların tramvaya binmesi kimseyi hayrete düşürmüyor. Yarın bir prenses bir giyim evinde satıcılık yaparsa neden hayret edilsin? Nasıl krallık müessesesini muhafaza ederek demokrasiye geçtilerse, öylece demokratik kurallara dokunmadan sosyalizme doğru adım adım yürüyor Anglo-Saksonlar.
Öteki milletler ise sosyal gelişimlerini daha ziyade devrim yolundan yürütüyorlar. Bu milletlerin yönetici sınıflarında zaman koşularına uymak için gerekli kıvraklığı ve anlayışı göremiyoruz. Hele geri kalmış toplumlarda insanların her gün daha iyi, daha eşit şartlar altında yaşaması gerektiğini, değişen dünya ortasında bu hayata özlem duymanın ve o yolda direnmenin bir hak olduğunu imtiyazlı kişiler çoğunlukla anlamak istemiyorlar. Bunlar, halk güçsüz ve bilgisizlik içinde kalırsa, kendi üstün durumlarını sürdürebileceklerini sanıyorlar. Yeniliğe ve yeni fikirlere karşı diş bilemeleri, milliyetçilik maskesi altında kalıplaşmış dogmalara sarılmaları hep bundan. Bir dereceye kadar başarı elde etmedikleri de belki söylenemez. Ama ne var ki bu başarı aldatıcı bir hayalden ibarettir ve sonunda asıl zarara uğrayacak yine kendileridir. Evrim, sâkin akan bir suya benzetilirse, devrim şelâleden şelâleye koşan, önüne ne rastlarsa ezip geçen bir nehir sayılır. Okyanusa varmadıkça durulmaz. Devrim, bütün değer yargılarını altüst eder, yeni bir düzene kavuşana kadar toplum çok acı çeker.
Evrimci ve devrimci milletler diye ileri sürdüğüm şu sıralamada eğer bir gerçek payı varsa, bir kısım toplum yöneticilerine zaman zaman kafalarını taştan taşa vurmalarını bir tabiat kanunu saymak galiba doğru olacaktır.
10.5.1962
''SOLCU'' PAŞA
Bir AP'li Senatör, önceki günkü karma grup toplantısında İsmet İnönü'yü tenkid ederken bir aralık kendini tutamamış (zaten bizde hep böyledir) başbakanın politikasını bir yana bırakarak kişiliğini yermeğe kalkışmış. Dünya gazetesinde okuduğuma göre, hırslı Senatör, İsmet İnönü'nün yurdumuzda huzur istemediğini, ortalığı karıştırmak için elinden gelini yaptığını, diktatörlüğe göz diktiğini ve.. ''sol'' eğilimli olduğunu söylemiş.
Yukarıki basmakalıp ithamların saçmalığı meydanda. Bunlardan ötürü İnönü gibi bir adamı savunmaya kalkışmak sadece yersiz bir gayretkeşlik değil, belki gülünç bir davranış da sayılabilir. Yurdu huzura kavuşturmak hususunda hükümtin başarısızlıklarından her gün sızlanıp duruyoruz. O arada hükümet başkanı sıfatı ile İnönü'ye düşen sorum payını da içimizde azımsayan yok. Huzursuzluğu böylece sürdürmekte çıkarı olanlardan bir kısmının paşaya fazlaca sokulabildiklerini de tahmin ediyoruz. Fakat sayın İnönü'nün kasten huzurdan kaçındığını söylemek ve diktatörlüğünü kendi eliyle tasfiye etmiş yetmiş sekizlik bir ihtiyarda bugün yeniden diktatörlük emelleri vehmetmek için insan sahiden ne dediğini bilemeyecek kadar hırslanmış olmalıdır.
Ne ise, ben asıl başka bir noktaya dokunmak istiyorum: Sayın senatör, İnönü'nün kötü eğilimlerini bir bir sıralarken onun ''solcu''luğundan da söz ediyor. Demek solculuk kötü, hatta kanunun suç saydığı bir davranışa belge sayılıyor. Ve bunu biz ''sosyal devlet'' ilkelerine hepimizden fazla bağlı kalması gereken bir sayın senatörün ağzından duyuyoruz. Yurdumuzun bir an önce layık olduğu hayat düzeyine ulaşması uğruna çalışanları lekelemek için kimi çıkarcılar tarafından sıralı sırasız kullanılan ve bir hakaret sözcüğü haline getirilmek istenen bu terim, gerçekle, çağımız koşullarına uygun, iyi ve saygı değer, fakat birbirinden farklı birçok ekonomi politikasına işarettir.
Solculuk nedir? Genel olarak, halkın ve çalışanların sömürülmesini önlemek amacı ile devletin ekonomi hayatına karışmasını isteyenlere solcu diyoruz. Devlet ekonomi hayatına nasıl karışır? Bunun türlü şekilleri ve dereceleri vardır. Özel teşebbüsün başaramayacağı işleri üzerine alır; özel teşebbüsle rekabet halinde yanyana çalışır; özel teşebbüse bırakılması doğru sayılmayan alanları tekel olarak işletir. Hangi işletme kolları devlete geçmeli, hangileri özel kesimde kalmalıdır? Bu sorun da yer ve zaman çerçevesi içinde türlü çözümlere uğramaktadır. Nihayet, devlet özel teşebbüsü toptan lağveder, bütün üretim araçlarını kendi eline alır, mülkiyet hakkını tanımaz, her şeyi kendi yapar, kendi satar. Çalışanlara dilediği ücreti öder, mallara dilediği fiyatı biçer. Solculuğun birinci şekli ile bu sonuncusu arasında dere, tepe, dağ, nehir değil, okyanuslar kadar fark vardır. Halkı kurtarmak, sömürgelere engel olmak parolası altında kimi devletlerin güttüğü toptancılık politikası çok kez devlet kapitalizmine ve bunun sonucu olarak yeni bir emperyalizme yol açmıştır. Faka bizde birtakım insanlar bilerek bilmeyerek bunları hep birbirine karıştırmakta ''solcu'' deyimi altında topladıkları bütün vatandaşları halka sanki kötü kişilermiş gibi tanıtmaya çalışmaktadırlar. Bu da sebepsiz değildir. Şimdiki geri kalmış ekonomi sistemimizin bir hale yola konması kimi çıkarcıları zarara sokacaktır. Bunu istemezler. İstemedikleri için de halkın iyiliği uğruna gayret harcıyan fikir ve politika adamlarını, sırf kendi çıkarlarını kurtarmak amacı ile vatan haini ilân etmekten çekinmezler. Onların gözünde en ılımlı bir solcu belki bir Moskova ajanından daha tehlikelidir. Çünkü bu sonuncular arasında çoğunluk yüzüne maske takmıştır. Milliyetçi geçinir, ırkçı geçinir, dinci ve yobaz geçinir. Az defa solcu geçinir.
İsmet İnönü'nün solculuğuna gelince: C.H.P. öğelerinden halkçılık ve devletçilik ilkelerinin heyecanla yürütüldüğü yıllarda Paşa her halde sol eğilimli bir devlet adamı olmalı idi. Çünkü o sıralarda ilkin Başbakan, sonra da tek partili Cumhurbaşkanı olarak devletin kaderi üzerinde birinci derecede rol oynuyordu. Fakat çok partili soyut demokrasi hayatına geçtiğimizden beri, bir çok inançlarıyle beraber Paşanın solculuğu da uçtu gittiye benziyor. Nerede Toprak Kanunu'nu tek Partili Meclis'e kabul ettirip fakir köylüyü umutlandıran İsmet İnönü, nerede 27 Mayıs devriminin bir kenarından başladığı toprak reformunu, iş başına gelir gelmez durduran ve elli beş ağayı tekrar Doğu'ya gönderen İnönü? Acaba Paşanın diktatörlüğü gibi solculuğu da geçici mi imiş!
1.6.1962
BAŞLIYAN DEĞİL, SÜREN BUHRAN
İsmet İnönü'nün Karma Hükümet Başkanlığı'ndan çekilmesi ile patlak veren buhran, aslında tek başına bir hükümet buhranı değil, fakat yedi aydır sürüp giden müzmin bir rejim buhranının sadece bir safhası, belki de önemsiz bir safhasıdır. Bu önemsiz olayı gözlerinde büyüten, ya da arkadan sökün edecek çok daha önemli olayları hesaplayan sayın koridor politikacılarımız, rejim buhranının şu safhasını da atlatmak uğruna hemen dün gece paçaları sıvamışlar, harıl harıl çalışmaya koyulmuşlardır. Bizdeki yedi aylık koalisyon hayatı, kanatlar arasında bir ''af'' pazarlığı üzerinde soysuzlaştığı ve karşılıklı bir taviz verip taviz koparma yarışına döküldüğü için bu sefer açılan deliği bir kaç gün, hatta bir kaç saatte elbirliği ile tıkamak imkân dışı bir olay sayılmamalıdır. Nitekim ılımlı denilen A.P.'lilerin hemen imza toplamaya başladıkları haber veriliyor. Bunlar Pala Paşayı bir yana itip İnönü'nün gönlünü alır, onu kararından caydırabilirler. Ya da Y.T.P. açıkgözleri C.H.P.'ye yanaşmak suretiyle yeni bir karma hükümet kurulmasına imkân hazırlıyabilirler. Akla pek yatkın gelmiyorsa da C.H.P.'nin muhalefette kalacağı bir başka koalisyon formülü üzerinde de belki anlaşılabilir.
Bunların hiç biri yedi aydır içine saplandığımız müzmin buhranı gidermeye yetmiyecektir. Çünkü bizim buhranın nedeni şu ya da bu politika kombizenonu ile değil, doğrudan doğruya rejimle, rejimin bünyesi ile ilgilidir. Soyut demokrasi sevdasından vazgeçip de Atatürk ilkeleri ışığında Türk demokrasisinin gerekli kıldığı şartları yeniden yaratmadıkça hiçbir zaman buhrandan kurtulamıyacağımıza artık inanmalıyız. Medeniyet ve kültür davalarını hesaba katmaksızın, bir Sofist mantığı ile d üşünürsek demokrasinin yalnız seçim temeline dayandığı tezini savunmak belki mümkün. Bu takdirde ''siz isterseniz memlekete Halifeliği geri getirirsiniz!'' sözü önünde saygı ile eğilmek gerekir. Bu söz önünde saygı ile eğilinece de Atatürk'ü vatan haini ilân etmemek, onun kurduğu Cumhuriyeti ve bütün devrimleri kanun dışı saymamak büyük bir mantıksızlık olmaz mı?
İşte, Atatürk düşmanlarının ve demokrasiyi bir oy meselesinden ibaret sayanların on altı yıldır yürütmeğe çalıştıkları kısmen de başarı ile yürüttükleri politika budur. Biz de on altı yıldır işte bu politikanın tehlikeleri üzerinde duruyoruz. Gerçek hürriyete, gerçek eşitliği ve çağdaş uygarlık düzeyine ancak devrim ilkelerine bağlı kalmak şartiyle kavuşabileceğimizi yaza yaza parmağımız nasır bağladır. Atatürk'ün bi masal olmadığını, yarattığı eser ne kadar tekmelense de onu savunacak zinde kuvvetlerin sonuna kadar seyirci kalamıyacağını söyleye söyleye dilimizde tüy bitti. 27 Mayıs'a rağmen, ne gericilere, ne de soyut demokrasi hayranlarına lâf anlatamadık.
Şimdi, memleketin yetmiş yedibin derdinden bir tekini yedi aydır ele alamıyan bir ''af'' çıkması içiçinde bugüne kadar bocalayan Parlamentomuz ne yapacaktır? Orada yer ve söz sahibi dört parti var. Sürüp giden buhranı önlemek için bunlar nasıl davranacaklardır?
Biz, çıkmazdan kurtulmanın bir tek çaresini görüyoruz: Dört partiye bölünen milletvekilleri kendilerini samimî olarak yoklasınlar. Atatürk'e ve onun devrimlerine yürekten bağlı olanlar bir yana, ötekiler de bir yana olmak üzere bunlar iki blok halinde karşılıklı cephe alsınlar. Hangi tarafı ağır basarsa hükümeti o kursun.
Böylece, ya rejim buhranını gidererek üç buçuk yıllık bir çalışma imkânına kavuşmuş, ya da gelmesinden korkulan olayları çabuklaştırmış oluruz. Umut ve kaygı bulutları arasında yıllar yılı sallanıp duracağımıza halimizin nice olduğunu bir an önce görürüz, daha iyidir.
9.6.1962
GEL DE HAYRAN OLMA!
Yıldırım hızıyle gelişen sosyal olaylar karşısında kurulu toplum düzenleri de ergeç mutlaka değişikliğe uğrar. Belli bir düzenin yürütücüsü olarak davranışlarıyla bu düşünceyi paylaşmayan kimselere iyimserliklerinden ötürü hayranımdır. Yakın zamanlara kadar bunların başında İran Şahı Majeste Heplevi'yi görüyorum. Genç Majeste, kendinden sonra memleketin kaderini eline alacak bir erkek evlât edinmeyi bir aralık iş edinmiş, bu uğurda çok sevdiği eşinden ayrılmak suretiyle katlanılması çok acı fedakârlıklarda bulunmuş, fakat sonunda İran'a bir Valiaht kazandırarak millî görevini başarmıştı. Bu demektir ki dünyanın bugünkü hızlı değişim şartları ortasında Majeste Pehlevi, bundan en az elli yıl sonra da İran'ın yine Şahlık rejimi ile, hem de rahmetli pederinin kanından gelme bir hükümdar başta olmak üzere, idare edileceğine inanmaktadır. İyimserliğin bu türlüsüne hayran olunmaz da ne yapılır?
On yedi yıllık soyut demokrasi denemelerinin büyük bir bir iflâstan sonra bir çıkmaza doğru süreklendiği şu sıralarda yeni bir karma hükümet kurabilmek uğruna harcadığı gayretlere bakarak aynı hayranlığı sayın İnönü'ye karşı da duyorum. On yedi yıl içinde yurdumuzun nüfusu on milyonun üstünde bir artış göstermiş, çözüm bekliyen sosyal ve ekonomik davalarımız yuvarlana yuvarlana çığlar gibi kabarmış, hızla kalkınan batı milletleri arasında Türkiye tehlikeli bir istisna sayılmaya başlanmıştır.
On yedi yıldır davalarımızın ciddî bir şekilde ele alındığını görmedik. Parlamentomuzda en fazla tartışma konusu olan dava hürriyet ve demokrasi davasıdır. 1946'dan 1950'ye kadar bu davayı tartıştık. 1950-1960 yılları arasında yine bu davayı tartıştık. Halk Partisi iktidarda iken Demokrat Parti hürriyetsizlikten sızlanıyordu. Demokratlar iktidara geçince şikâyet bayrağını Halkçılar ele aldılar. Nihayet hiçbir partinin tek başına devlet işlerini yürütemeyeceği bir ortamı kendi elimizle hazırladık. Bir karma hükümet kurduk. Yedi aydır koalisyonu kurtarmaya, düşerse kaldırmaya çalışıyoruz ve koro halinde hep bir ağızdan hürriyet ve demokrasi türküleri söylüyoruz.
Yıldırım hızıyle gelişen yurt ve dünya şartları ortasında on yedi yıl kaybetmenin ne demek olduğunu düşünenlerimiz pek az. On yedi yıl önce geri kalmış bir millet idiysek, bugün daha da gerilediğimiz matematik bir gerçektir. İleri ve yapıcı bir hürriyet rejimine ancak devrimler yolundan ulaşabileceğimizi söyleyenlere karşı koridor politikacıları ''çoğunluk demogajisini ileri sürmekten hâlâ vazgeçmiyorlar. Soyut demokrasi uğruna devrim ilkelerini birer birer feda ederken biz asıl demokrasiden büsbütün uzaklaştığımızı farkedemiyoruz. 15 ekim seçimlerini yerinde izlemek için büyük Batı gazeteleri yurdumuza özel muhabirler göndermişlerdi. Seçimlerin ertesi günü bunlardan biri, France-Soir, okurlarına sonuçlardan önce, en büyük puntolu başlıklarla şu haberi veriyordu: Seçmenlerin yüzde yetmişi okur yazar değil. Hangi partinin kaç milletvekili çıkardığı daha küçük puntolarla daha sonra bildiriliyordu.
Sayın İnönü yeni bir karma hükümet kurabilecek midir? O kuramazsa bu işi kim başarabilir? Partilerarası bir millî koalisyon hükûmeti mümkün müdür? A.P. parçalanırsa oradan ayrılacak mutedillerin desteğiyle İnönü yeni bir kombinezona gidemez mi?
Bu soruların her birine olumlu cevaplar verilebilir: Sayın İnönü şu ya da bu şekilde bir karma hükûmet daha kurabilir. Bu işi bir başkası da belki başarabilir. Kimi partilerin bölünmesi yüzünden bir süre C.H.P.'yi güçlendirecek istikrarlı bir denge havasına kavuşmak da mümkündür.
Fakat bütün bunlar on yedi yıldır içine saplandığımız çıkmazdan bizi kurtarmıya yeter mi? Hızla gelişen sosyal ve ekonomik olaylar karşısında şu soyut demokrasi denemeleriyle yurt davalarını ne dereceye kadar çözebiliriz?
Bu konuda ne düşündüğünü pek söylemiyorsa da, karma hükümet uğruna harcadığı iyimser gayretlere bakarak saynı İnönü'ye hayran olmamak elden gelmiyor doğrusu.
13.6.1962
SÖYLEYEN ÇOK, DİNLEYEN YOK
Sanatta olduğu gibi politikada da tenkid ile icrayı birbirine karıştırmamak gerekir. Bir senfoninin yanlış, bozuk, ruhsuz çalındığını söyleyerek orkestra şefini yeren bir musiki eleştiricisine:
- Öyle ise al eline değneyi de orkestrayı sen yönet bakalım!
Denemez. Çünkü bunlar ayrı ayrı işlerdir. İcracı, bir eseri sanat kurallarına uygun olarak ifade etmeye çalışır; eleştirici ise ''icra'' edilen eseri aynı kurallara göre değerlendirmekten sorumludur. Öğretmenlik ve yaratıcılık da böyledir. Nice edebiyat hocaları vardır ki, iki mısralık bir beyit düzemedikleri halde en ünlü şairleri iyi ve kötü yanlarıyle pekâlâ anlatırlar. Buna karşılık kendi eserini izahtan âciz nice yaratıcılar vardır. Gerçek sanatçı, eleştiriciye kızacak yerde onun uyarmalarına dikkat ederek aksayan yanlarını düzeltmeye, zamanla kendi kendini aşmaya bakar. Sanatta da, politikada da başarının yolu tenkide değer vermek, değersiz olanlarına da tahammül etmektir.
Akis dergisindeki ''Peki, çare?'' başlıklı yazı bana bu gerçekleri hatırlattı. On yedi yıllık demokrasi serüveninin yeni bir çıkmaza saplandığı şu sıralarda, sayın İnönü tarafından harcanan gayretlere bakarak açığa vurduğum kötümser düşünceleri Akis dergisi beğenmiyor:
- Öyle ise bu işler nasıl bir yoluna konabilir? Söyle bakalım! Demeye getirerek âdeta elime şef değneğini uzatıyor ve beni orkestranın başına çağırıyor. Akis'e göre ben on yedi yıl önce demokrasinin karşısında değil, yanında yer almışım, bugüne dek de hep açık rejimi savunmuşum. Şimdi durum karışık gibi olunca ''soyut demokrasi'' deyimi ile işi alaya almam doğru olmazmış! İlkin şunu söyliyeyim! On yedi yıl önce ben demokrasinin ne karşısında, ne de yanında yer almadım. Bütün vatandaşlar gibi bir gün kendimi acayip bir demokrasi vaveylasının ortasında buldum. Buldum da ne yaptım?
- Oh ne iyi oldu, şimdiye kadar istibdat içinde yaşıyorduk, çok şükür kapandı artık o devir!
Altı aydır karşılaştığımız bu kaçıncı krizdir, şu dakikada sayısını hatırlıyamıyacağım. İki kanat arasında şimdiye değin patlak veren aksamaları, çok şükür devlet kuşunu yere düşürmekten geçiştirebildik. Belki bu seferki krizi de kanatlar kopmadan atlatabiliriz.
Ama neye yarar? Milletin büyük bir sabırsızlıkla sayısız dertlerine derman aradığı bir ortamda biz her işimizi bir yana bırakır da bütün çabalarımızı sadece karma hükümeti yaşatmak kaygusu üzerine toplarsak yurt hesabına dişe dokunur olumlu bir iş çıkarabilir miyiz?
Tedbirler kanununa oy veren sayın milletvekilleri, bizde çok partili hayatı korumak amacını güttüklerini söylüyorlardı. Oysa, ikide bir koalisyonun kanatlarını koparmaya çalışanlar arasında da hep o sayın milletvekillerinden bir kısmını görüyoruz.
Bir karma hükümeti yaşatmanın güçlüklerini inkâra yer yok. Bu, her şeyden önce karşılıklı fedakârlıklar istiyen bir anlaşmaya dayanmak gerekir. Şu parti bir süre için programının şu maddelerini, bu parti de bu maddelerini uygulamak isteğinden vazgeçerler. Ama bir hükümetin iki kanadını meydana getiren partiler, iktidarda kaldıkları sürece beraber gerekleştirmeğe çalışacakları bir takım maddeler üzerinde de mutlaka anlaşırlar. Kısa, ya da uzun ömürlü olsun, bir koalisyon ancak bu şartlar altında kurulur. Yaşıyabildiği kadar da ancak bu şartlar altında yaşar. 1945-1958 yılları arasında Fransa hep koalisyon hükümetleri ile yönetildi. Bunlardan biri düşüyor, ardından bir yenisi kuruluyordu. On üç yıl boyunca Fransa'da yirmiye yakın hükümet değişimi oldu Fakat aynı süre içinde bu devletin millî geliri yüzde yüzün üstünde bir artış gösterdi. Politika kararsızlığı yüzünden Fransız halkının ekonomik kalkınması büyük ölçüde aksamadı, hatta belki hiç aksamadı. Çünkü daha başlangıçta, komünistler bir yana, bütün siyasal partiler Marshall yardımının nasıl kullanılacağı hususunda bir anlaşmaya varmışlar, Monnet plânını onaylamışlardı.
Biz ise yapmamız gerekenin tam tersini yapıyoruz. Karma iktidarın bir kanadı boyuna ötekini kırmaya çalışıyor. Milletimizin değil sanki partimizin çıkarını sağlamak amacı ile Meclise girmiş gibiyiz. Acele tedbir bekliyen sayısız davalarımızdan henüz bir tekinin Mecliste görüşülüp bir karara bağlandığını görmedik. Altı aydır ön plânda lâfı edilen başlıca konu siyasî af. Siyasî af çıkmadıkça yurdumuz huzura kavuşmazmış! Bu savın ardında yüzde bir, binde bir gerçek payı payı olsa da affa itiraz edecek aramızda bir tek vatandaş bulunmazdı.
Ne yazık ki bizim huzursuzluğumuzun asıl nedeni böylesine basit yüzeylerde seçilemiyecek kadar derin ve çok cephelidir. Öe görünüşte göre bunun giderilmesi uzun sürecek, ağır fedakârlıklara mal olacaktır.
25.4.1962
O DA HAYAL, BU DA
Alman yazarı Erich-Maria Remarque'in (Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok!) adlı eseri filme alındığı sıralarda ben Viyana Üniversitesi'nde öğrenci idim. Bilindiği gibi Remarque bu eserinde harbe karşıdır; insanların ekip halinde birbirlerini boğazlamalarındaki anlamsız vahşiliği dokunaklı bir üslûpla dile getirilir. Kitap başlıca dillere çevrilir ve bütün dünyada kapış kapış satılırken göze batar hiç bir protestoya yol açmadığı halde, film olarak sinema perdelerinde gösterilmeye başlandığı, zaman, nedense dar kafalı Alman milliyetçilerini sinirlendirdi. O devirde günden güne kuvvetlenip her yerde teşkilât kuran Naziler, filmi programına aldığını duydukları sinema salonlarının önünde gösteri yürüyüşlerine kalktılar, camı çerçeveyi indirmeye yeltendiler. Polisle Naziler arasında oldukça sert çatışmalar oldu. Eserin Viyana'daki ilk gösterilişinde bu çatışmalar sokaktan sokağa kovalamaca halinde soysuzlaştı, şehir trafiği aksadı ve eğer hafızam beni aldatmıyorsa, o zamanki zayıf Avusturya hükümeti filmi yasak etmek zorunda kaldı.
O gösterilere katılan Nazilerin ezici çoğunluğu bıyığı henüz terlemiş delikanlılardı. Bunlar, şüphesiz yapılan telkinlerin etkisi altında ''savaş kötü bir şeydir'' demeyi suç sayıyorlar, gerçekten yurtsever bir insanın, gerektiği zaman, kötülüğünü bile bile harbe atılmaktan yılmayacağını hatırlarına getirmiyorlar, saldırganlık harpleri ile savunma harplerini birbirine karıştırıyorlardı. Nazi hegemonyasını Avrupa'ya yaymak sevdasında olanlar böyle istiyorlardı. Demokratik hürriyetleri tek yanlı kullanarak ortalıkta bir dehşet havası yaratmak, her türlü uyarmalara karşı gençliğin gözlerini bağlamak bunların başlıca kaygısı idi. Çıkarları bunu gerektiriyordu. Hegemonya dâvası uğruna savaş açmayı kafalarına koymuşlardı bir kez. İlkin Avrupa'yı, sonra dünyayı ele geçirmek için milyonlarca kurban vermeye kararlı idiler. İşte, gözü kapalı gösteri yürüyüşlerine sürükledikleri tüysüz delikanlılar da o kurbanlardan bir kısmı idi. Nitekim (Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok) filminin oynatılmasına karşı direnen gençler, beş on yıl sonra gittiler, hegemonya çılgınlarının komutası altında sapır sapır döküldüler. Harbi kazananlar, savaşın kötü bir şey olduğu düşüncesine karşı gelmeyen ve filmi seyretmekten korkmayan hürriyetçi milletler olmuştu.
Fakir Baykurt'un (Yılanların Öcü) yüzünden evvelki gece Ankara'da tertiplenen olaylar bana yukarıya özetlediğim geçmişi hatırlattı. Yoğunluğu ve amaçları bakımından değilse bile nitelikleri bakımından iki durum arasında yakın bir benzerlik var.
Fakir'in romanı yurdumuz gerçeklerinden bir kısmını dile getiren güçlü bir eserdir. Kitap haline getirilmezden önce Cumhuriyet'te tefrika edilmiş, ilgi ile okunmuştur. Yunus Nadi Armağanı için toplanan ve aralarında Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Falih Rıfkı Atay gibi edebî zevkinden kimsenin şüphe edemeyeceği kişiler de bulunan büyük seçiciler kurulu, oybirliğine yakın bir çoğunlukla bu esere birinciliği vermiştir. (Yılanların Öcü) sonradan kitap halinde de basılmış, hiç bir gürültüye yol açmaksızın kitapçı vitrinlerinde satışa konmuştur.
Fakat vakta ki bu eser kitap sayfalarından süzülüp sahneye ve perdeye aktarılmak istenmiş, işte o zaman işin rengi değişmiştir. Bir kısım insanlar yurt gerçeklerinin dile gelip kımıldamasından bizde öteden beri hoşlanmazlar. Hayattaki gerçeği gösterip de aksayan yanlarını düzeltecek bir ortama imkân hazırlamaktansa bunlar perdedeki gölgeleri sansür etmeyi yeğ bulurlar. Çünkü yüzyıllardır sürdüğümüz gerçek hayatın değişmesi, yurdumuzda daha aydın, daha ileri yarınlar hazırlaması işlerine gelmez. Gençlik ve halk bunu göre göre zamanla gayrete getirse bir gün rahatları kaçacağından korkarlar.
Demokrasiyi yalnız kendi çıkarları açısından kullanmak istemeleri, Atatürk ilkelerine diş bilemeleri, köy enstitülerine, halkevlerine düşman kesilmeleri, masum gençleri kışkırtıp sinema taşlatmaları, cam çerçeve kırmaları hep bundandır.
Hitler, büyük Almanya hayali uğruna Alman gençliğine kıymıştı. Bunlar ise, sadece kendi çıkarları uğruna Türk gençliğini Ortaçağa bağlamak hevesindeler. Bunlarınkisi de hayal ama, herhalde daha âdi cinsinden!.
3.5.1961
K.K.K. VE ÖTESİ
İki partinin seçkin üyelerinden kurulu K.K.K. (Koalisyonu Kuvvetlendirme Komisyonu), önceki gün yaptığı toplantıda üç alt komisyona bölünerek çeşitli meseleleri derinliğine incelemeyi uygun bulmuştur. Bular, sırasıyla A.K. (Ahenk Komisyonu), İ.M.M.K. (İktisadî ve Malî Meseleler Komisyonu) ve Y. S.K. (Yaraları Sarma Komisyonu) diye adlandırılmışlardır. Alt komisyonların, meselelere çözüm yolları K. K.K.'ya sunulacak, orada karara bağlanacaktır.
Ancak, koalisyonun bir süre daha parçalanmasını önleyeceğe benzeyen bu formül, beklendiği gibi koalisyonu kuvvetlendirebilecek midir? Bizce asıl dava, bu sorunun ardında saklıdır.
Neden saklamalı? bütün aksaklıklar karma iktidarın bünyesinden doğduğu halde bu iktidarı yaşatmaya gayret eden kimi yazarlar kusuru hep dışarıda aramaya hevesli görünüyorlar. Koalisyon iyi desteklenmiyormuş, bunu bozmakta çıkarı olanlar varmış, tarafsız basının tutumu umut verici değilmiş, falan.. Bu şikâyetlere bakarsanız, karma iktidarın en büyük düşmanları, o iktidarla hiçbir ilişiği bulunmayan muhalif, ya da partisiz çevrelerdir. Oysa, gerçek durum yukarıki iddianın tam tersidir. 15 Ekim seçimlerinden sonra binbir güçlükle koalisyon hükümeti kurulduğu zaman, gerek muhalif partiler, gerek tarafsız basın bu hükümetin rahat çalışabilmesi için elinden geleni yapmış, koalisyon zarar görmesin diye âdeta nefes almaktan çekinmiştir. Güçlerini bir araya getirip bir program üzerinde birleşen iki partinin birbirine ne denli zıt yönleri temsil ettiğini bilenler, yürekleri titreyerek, denge bozucu gayretlerden sakınmışlardır. Ama ne var ki aklın ışığında ele alındığı takdirde çaresizlik içinde başvurulan bu zoraki işbirliğinden olumlu başarılar beklemek biraz hayale benziyordu. Koalisyon hükümetinin başkanı ve koalisyon iktidarının en ateşli taraflısı sayın İnönü bile ilk zamanlar bütün gücü ile dengeyi korumaya çalışıyor, koalisyon yıkılmazsa bunu yeter bir başarı sayacakmış gibi davranıyordu. Koalisyon uğruna koalisyon, her şey uğruna koalisyon sanki vazgeçilmez bir ülkü olmuş, yüreğine girmişti sayın İnönü'nün. Sırf karma hükümeti yaşatmak için karşı tarafa verdiği tavizleri bir düşünsek akıllar durur. Öyle zamanlar olmuştur ki düşük devrin sahiden düşüp düşmediği düşüncesi vatandaşları şüpheye düşürmüştür. Her şeye rağmen sayın İnönü umudunu kesmiyor, sorumunu taşıdığı ve kuruluşunda başrolü oynadığı çok partili soyut demokrasi sisteminin bir gün yurdumuzda yapıcı ve başarılı bir şekilde yürüyeceğine inanıyordu. 22 Şubat'tan sonra onaylanan Tedbirler Kanunu ile bu inancı paylaşmamak suç sayıldı. Fakat ara yerde devrim ilkeleri sahipsiz kalıyor, ekonomik kalkınmamız için gerekli çalışmalar gecikiyor, koalisyon öbür kanadında yer alan kimi politikacılar iktidarda değil de muhalefette imişler gibi baltalayıcı gayretlerine devam ediyorlardı.
Nihayet, sayın İnönü'nün de sabrı tükenmeye yüz tuttu ve K.K.K. (Koalisyonu Kuvvetlendirme Komisyonu)'nun kurulmasına yol açan demeci ile karşı tarafı ciddî olarak durumu müzekereye çağırdı. Alt komisyonların meselelere bulacağı çözümlerden sonra birtakım prensipler üzerinde anlaşılması ihtimali, görünüşe göre kuvvetlidir. Ama kâğıt üzerinde prensip anlaşmalarına varmak, koaliyon hükümetini başarılı bir çalışma yoluna ulaştırabilecek midir?
Elden ne gelir, beklemekten gayri?
6.5.1962
SOSYALİST KURALLAR VE BAŞKALARI
Tanınmış bir İngiliz diplomatı ile konuşuyordum. Bir aralık komünizm tehlikesinden söz açıldı. Tanınmış diplomat kendi memleketi hesabına hiç bir kaygı duymuyor, buna karşılık geri kalmış ülkeler açısından tehlikeyi pek büyük görüyor, buralarda sorum yüklenen devlet adamlarının konu üzerine dikkatle ve ısrarla eğilmeleri gerektiğini söylüyordu. Bunu söylerken takındığı son derece rahat ve telâşsız halini belirtmek istedim. Yarı şaka, kendisine:
- Öyle ya, sizin için mesele yok. İktidarı ele geçirecekleri güne kadar İngiliz komünistlerinin de Kralcı olacaklarından emin görünüyorsunuz!
dedim. Kahkahayı atan tecrübeli diplomat, şaka olsun diye söylediğim sözün ardındaki gerçek payını hemen kavramıştı.
Milletleri birbirinden ayırt eden vasıfları sayarken dil birliği, din birliği, ırk birliği, ülkü birliği, rejim birliği, gibi çok kez realiteye uymayan kavramar üzerinde tartışılıyor. Ernest Renan'dan beri bu böyle. Oysa, milletlerin sosyal gelişim olayını tarih boyunca nasıl başardıkları incelense ve bu açıdan bir sıralamaya girişilse, belki daha bilimsel bir sonuca varmak mümkün olacak, böylece milletlerarası anlaşmazlıkları çözümlemek de imkân sınırları içine alınabilecektir.
İnsan toplumlarının zamanla değiştiği bir gerçekse de bu değişmenin her yerde aynı şekilde olmadığını görüyoruz. Kimi milletler devrim yaparak, yönetici sınıf veya zümreleri zorla başlarından atarak sosyal gelişmelerini sıçrama yolu ile yürütürken, birtakım milletler de aynı şeyi yavaş yavaş, âdeta belirsiz bir akışla ve şüphesiz büyük sarsıntılara uğramaksızın, tereyağından kıl çeker gibi rahat başarmaktadırlar.
İngilizleri ve genel olarak bütün Anglo-Sakson milletlerini bu sonuncular arasında sayabiliriz. Arkada bıraktığımız elli yıl boyunca dünyada âdeta taşı toprağı yerinden oynatan, dağları devirip okyanusları kabartan fırtınalar olmuş, o arada İngiliz İmparatorluğu en güvendiği, varlığı ile en fazla övündüğü sömürgelerinden olmuş, İngiliz kapitalizmi temel direklerini yitirmiş, fakat bütün bunları İngiliz milleti demokrasi ilkelerini zedelemeden atlatmasını bilmiştir. Üç yüz yıl önceki kıyafeti içinde Komün Meclisi oturumlarını açan Speaker'in karşısında İngiltere Bankası'nın, kömür ve demir madenlerinin, demir yollarının kamulaştırılması onaylanmış, yönetim şekli bozulmaksızın toplum bünyesi normal gelişimini devam ettirmiştir. Az farklarla durum öteki Anglo-Sakson memleketlerinde, örneğin İsveç'te, Danimarka'da, Birleşik Amerika ve Kanada'da da aynıdır. Bugün İsveç sosyalizmi, özel teşebbüsü yıkmaksızın, hatta Krallık müessesesinin varlığına dokunmaksızın birçok işler başarmış, sosyal adalet ilkelerini büyük ölçüde yürürlüğe koymuştur. Bir gün gelecek bu milletler, belki devrimci sosyalistlerin bile hayal saydığı bir eşitlik düzeyine varacaklar ve bunu hürriyet kurallarını zedelemeksizin başaracaklardır. Bu memleketlerde bugün kralın bisiklete, bakanların tramvaya binmesi kimseyi hayrete düşürmüyor. Yarın bir prenses bir giyim evinde satıcılık yaparsa neden hayret edilsin? Nasıl krallık müessesesini muhafaza ederek demokrasiye geçtilerse, öylece demokratik kurallara dokunmadan sosyalizme doğru adım adım yürüyor Anglo-Saksonlar.
Öteki milletler ise sosyal gelişimlerini daha ziyade devrim yolundan yürütüyorlar. Bu milletlerin yönetici sınıflarında zaman koşularına uymak için gerekli kıvraklığı ve anlayışı göremiyoruz. Hele geri kalmış toplumlarda insanların her gün daha iyi, daha eşit şartlar altında yaşaması gerektiğini, değişen dünya ortasında bu hayata özlem duymanın ve o yolda direnmenin bir hak olduğunu imtiyazlı kişiler çoğunlukla anlamak istemiyorlar. Bunlar, halk güçsüz ve bilgisizlik içinde kalırsa, kendi üstün durumlarını sürdürebileceklerini sanıyorlar. Yeniliğe ve yeni fikirlere karşı diş bilemeleri, milliyetçilik maskesi altında kalıplaşmış dogmalara sarılmaları hep bundan. Bir dereceye kadar başarı elde etmedikleri de belki söylenemez. Ama ne var ki bu başarı aldatıcı bir hayalden ibarettir ve sonunda asıl zarara uğrayacak yine kendileridir. Evrim, sâkin akan bir suya benzetilirse, devrim şelâleden şelâleye koşan, önüne ne rastlarsa ezip geçen bir nehir sayılır. Okyanusa varmadıkça durulmaz. Devrim, bütün değer yargılarını altüst eder, yeni bir düzene kavuşana kadar toplum çok acı çeker.
Evrimci ve devrimci milletler diye ileri sürdüğüm şu sıralamada eğer bir gerçek payı varsa, bir kısım toplum yöneticilerine zaman zaman kafalarını taştan taşa vurmalarını bir tabiat kanunu saymak galiba doğru olacaktır.
10.5.1962
''SOLCU'' PAŞA
Bir AP'li Senatör, önceki günkü karma grup toplantısında İsmet İnönü'yü tenkid ederken bir aralık kendini tutamamış (zaten bizde hep böyledir) başbakanın politikasını bir yana bırakarak kişiliğini yermeğe kalkışmış. Dünya gazetesinde okuduğuma göre, hırslı Senatör, İsmet İnönü'nün yurdumuzda huzur istemediğini, ortalığı karıştırmak için elinden gelini yaptığını, diktatörlüğe göz diktiğini ve.. ''sol'' eğilimli olduğunu söylemiş.
Yukarıki basmakalıp ithamların saçmalığı meydanda. Bunlardan ötürü İnönü gibi bir adamı savunmaya kalkışmak sadece yersiz bir gayretkeşlik değil, belki gülünç bir davranış da sayılabilir. Yurdu huzura kavuşturmak hususunda hükümtin başarısızlıklarından her gün sızlanıp duruyoruz. O arada hükümet başkanı sıfatı ile İnönü'ye düşen sorum payını da içimizde azımsayan yok. Huzursuzluğu böylece sürdürmekte çıkarı olanlardan bir kısmının paşaya fazlaca sokulabildiklerini de tahmin ediyoruz. Fakat sayın İnönü'nün kasten huzurdan kaçındığını söylemek ve diktatörlüğünü kendi eliyle tasfiye etmiş yetmiş sekizlik bir ihtiyarda bugün yeniden diktatörlük emelleri vehmetmek için insan sahiden ne dediğini bilemeyecek kadar hırslanmış olmalıdır.
Ne ise, ben asıl başka bir noktaya dokunmak istiyorum: Sayın senatör, İnönü'nün kötü eğilimlerini bir bir sıralarken onun ''solcu''luğundan da söz ediyor. Demek solculuk kötü, hatta kanunun suç saydığı bir davranışa belge sayılıyor. Ve bunu biz ''sosyal devlet'' ilkelerine hepimizden fazla bağlı kalması gereken bir sayın senatörün ağzından duyuyoruz. Yurdumuzun bir an önce layık olduğu hayat düzeyine ulaşması uğruna çalışanları lekelemek için kimi çıkarcılar tarafından sıralı sırasız kullanılan ve bir hakaret sözcüğü haline getirilmek istenen bu terim, gerçekle, çağımız koşullarına uygun, iyi ve saygı değer, fakat birbirinden farklı birçok ekonomi politikasına işarettir.
Solculuk nedir? Genel olarak, halkın ve çalışanların sömürülmesini önlemek amacı ile devletin ekonomi hayatına karışmasını isteyenlere solcu diyoruz. Devlet ekonomi hayatına nasıl karışır? Bunun türlü şekilleri ve dereceleri vardır. Özel teşebbüsün başaramayacağı işleri üzerine alır; özel teşebbüsle rekabet halinde yanyana çalışır; özel teşebbüse bırakılması doğru sayılmayan alanları tekel olarak işletir. Hangi işletme kolları devlete geçmeli, hangileri özel kesimde kalmalıdır? Bu sorun da yer ve zaman çerçevesi içinde türlü çözümlere uğramaktadır. Nihayet, devlet özel teşebbüsü toptan lağveder, bütün üretim araçlarını kendi eline alır, mülkiyet hakkını tanımaz, her şeyi kendi yapar, kendi satar. Çalışanlara dilediği ücreti öder, mallara dilediği fiyatı biçer. Solculuğun birinci şekli ile bu sonuncusu arasında dere, tepe, dağ, nehir değil, okyanuslar kadar fark vardır. Halkı kurtarmak, sömürgelere engel olmak parolası altında kimi devletlerin güttüğü toptancılık politikası çok kez devlet kapitalizmine ve bunun sonucu olarak yeni bir emperyalizme yol açmıştır. Faka bizde birtakım insanlar bilerek bilmeyerek bunları hep birbirine karıştırmakta ''solcu'' deyimi altında topladıkları bütün vatandaşları halka sanki kötü kişilermiş gibi tanıtmaya çalışmaktadırlar. Bu da sebepsiz değildir. Şimdiki geri kalmış ekonomi sistemimizin bir hale yola konması kimi çıkarcıları zarara sokacaktır. Bunu istemezler. İstemedikleri için de halkın iyiliği uğruna gayret harcıyan fikir ve politika adamlarını, sırf kendi çıkarlarını kurtarmak amacı ile vatan haini ilân etmekten çekinmezler. Onların gözünde en ılımlı bir solcu belki bir Moskova ajanından daha tehlikelidir. Çünkü bu sonuncular arasında çoğunluk yüzüne maske takmıştır. Milliyetçi geçinir, ırkçı geçinir, dinci ve yobaz geçinir. Az defa solcu geçinir.
İsmet İnönü'nün solculuğuna gelince: C.H.P. öğelerinden halkçılık ve devletçilik ilkelerinin heyecanla yürütüldüğü yıllarda Paşa her halde sol eğilimli bir devlet adamı olmalı idi. Çünkü o sıralarda ilkin Başbakan, sonra da tek partili Cumhurbaşkanı olarak devletin kaderi üzerinde birinci derecede rol oynuyordu. Fakat çok partili soyut demokrasi hayatına geçtiğimizden beri, bir çok inançlarıyle beraber Paşanın solculuğu da uçtu gittiye benziyor. Nerede Toprak Kanunu'nu tek Partili Meclis'e kabul ettirip fakir köylüyü umutlandıran İsmet İnönü, nerede 27 Mayıs devriminin bir kenarından başladığı toprak reformunu, iş başına gelir gelmez durduran ve elli beş ağayı tekrar Doğu'ya gönderen İnönü? Acaba Paşanın diktatörlüğü gibi solculuğu da geçici mi imiş!
1.6.1962
BAŞLIYAN DEĞİL, SÜREN BUHRAN
İsmet İnönü'nün Karma Hükümet Başkanlığı'ndan çekilmesi ile patlak veren buhran, aslında tek başına bir hükümet buhranı değil, fakat yedi aydır sürüp giden müzmin bir rejim buhranının sadece bir safhası, belki de önemsiz bir safhasıdır. Bu önemsiz olayı gözlerinde büyüten, ya da arkadan sökün edecek çok daha önemli olayları hesaplayan sayın koridor politikacılarımız, rejim buhranının şu safhasını da atlatmak uğruna hemen dün gece paçaları sıvamışlar, harıl harıl çalışmaya koyulmuşlardır. Bizdeki yedi aylık koalisyon hayatı, kanatlar arasında bir ''af'' pazarlığı üzerinde soysuzlaştığı ve karşılıklı bir taviz verip taviz koparma yarışına döküldüğü için bu sefer açılan deliği bir kaç gün, hatta bir kaç saatte elbirliği ile tıkamak imkân dışı bir olay sayılmamalıdır. Nitekim ılımlı denilen A.P.'lilerin hemen imza toplamaya başladıkları haber veriliyor. Bunlar Pala Paşayı bir yana itip İnönü'nün gönlünü alır, onu kararından caydırabilirler. Ya da Y.T.P. açıkgözleri C.H.P.'ye yanaşmak suretiyle yeni bir karma hükümet kurulmasına imkân hazırlıyabilirler. Akla pek yatkın gelmiyorsa da C.H.P.'nin muhalefette kalacağı bir başka koalisyon formülü üzerinde de belki anlaşılabilir.
Bunların hiç biri yedi aydır içine saplandığımız müzmin buhranı gidermeye yetmiyecektir. Çünkü bizim buhranın nedeni şu ya da bu politika kombizenonu ile değil, doğrudan doğruya rejimle, rejimin bünyesi ile ilgilidir. Soyut demokrasi sevdasından vazgeçip de Atatürk ilkeleri ışığında Türk demokrasisinin gerekli kıldığı şartları yeniden yaratmadıkça hiçbir zaman buhrandan kurtulamıyacağımıza artık inanmalıyız. Medeniyet ve kültür davalarını hesaba katmaksızın, bir Sofist mantığı ile d üşünürsek demokrasinin yalnız seçim temeline dayandığı tezini savunmak belki mümkün. Bu takdirde ''siz isterseniz memlekete Halifeliği geri getirirsiniz!'' sözü önünde saygı ile eğilmek gerekir. Bu söz önünde saygı ile eğilinece de Atatürk'ü vatan haini ilân etmemek, onun kurduğu Cumhuriyeti ve bütün devrimleri kanun dışı saymamak büyük bir mantıksızlık olmaz mı?
İşte, Atatürk düşmanlarının ve demokrasiyi bir oy meselesinden ibaret sayanların on altı yıldır yürütmeğe çalıştıkları kısmen de başarı ile yürüttükleri politika budur. Biz de on altı yıldır işte bu politikanın tehlikeleri üzerinde duruyoruz. Gerçek hürriyete, gerçek eşitliği ve çağdaş uygarlık düzeyine ancak devrim ilkelerine bağlı kalmak şartiyle kavuşabileceğimizi yaza yaza parmağımız nasır bağladır. Atatürk'ün bi masal olmadığını, yarattığı eser ne kadar tekmelense de onu savunacak zinde kuvvetlerin sonuna kadar seyirci kalamıyacağını söyleye söyleye dilimizde tüy bitti. 27 Mayıs'a rağmen, ne gericilere, ne de soyut demokrasi hayranlarına lâf anlatamadık.
Şimdi, memleketin yetmiş yedibin derdinden bir tekini yedi aydır ele alamıyan bir ''af'' çıkması içiçinde bugüne kadar bocalayan Parlamentomuz ne yapacaktır? Orada yer ve söz sahibi dört parti var. Sürüp giden buhranı önlemek için bunlar nasıl davranacaklardır?
Biz, çıkmazdan kurtulmanın bir tek çaresini görüyoruz: Dört partiye bölünen milletvekilleri kendilerini samimî olarak yoklasınlar. Atatürk'e ve onun devrimlerine yürekten bağlı olanlar bir yana, ötekiler de bir yana olmak üzere bunlar iki blok halinde karşılıklı cephe alsınlar. Hangi tarafı ağır basarsa hükümeti o kursun.
Böylece, ya rejim buhranını gidererek üç buçuk yıllık bir çalışma imkânına kavuşmuş, ya da gelmesinden korkulan olayları çabuklaştırmış oluruz. Umut ve kaygı bulutları arasında yıllar yılı sallanıp duracağımıza halimizin nice olduğunu bir an önce görürüz, daha iyidir.
9.6.1962
GEL DE HAYRAN OLMA!
Yıldırım hızıyle gelişen sosyal olaylar karşısında kurulu toplum düzenleri de ergeç mutlaka değişikliğe uğrar. Belli bir düzenin yürütücüsü olarak davranışlarıyla bu düşünceyi paylaşmayan kimselere iyimserliklerinden ötürü hayranımdır. Yakın zamanlara kadar bunların başında İran Şahı Majeste Heplevi'yi görüyorum. Genç Majeste, kendinden sonra memleketin kaderini eline alacak bir erkek evlât edinmeyi bir aralık iş edinmiş, bu uğurda çok sevdiği eşinden ayrılmak suretiyle katlanılması çok acı fedakârlıklarda bulunmuş, fakat sonunda İran'a bir Valiaht kazandırarak millî görevini başarmıştı. Bu demektir ki dünyanın bugünkü hızlı değişim şartları ortasında Majeste Pehlevi, bundan en az elli yıl sonra da İran'ın yine Şahlık rejimi ile, hem de rahmetli pederinin kanından gelme bir hükümdar başta olmak üzere, idare edileceğine inanmaktadır. İyimserliğin bu türlüsüne hayran olunmaz da ne yapılır?
On yedi yıllık soyut demokrasi denemelerinin büyük bir bir iflâstan sonra bir çıkmaza doğru süreklendiği şu sıralarda yeni bir karma hükümet kurabilmek uğruna harcadığı gayretlere bakarak aynı hayranlığı sayın İnönü'ye karşı da duyorum. On yedi yıl içinde yurdumuzun nüfusu on milyonun üstünde bir artış göstermiş, çözüm bekliyen sosyal ve ekonomik davalarımız yuvarlana yuvarlana çığlar gibi kabarmış, hızla kalkınan batı milletleri arasında Türkiye tehlikeli bir istisna sayılmaya başlanmıştır.
On yedi yıldır davalarımızın ciddî bir şekilde ele alındığını görmedik. Parlamentomuzda en fazla tartışma konusu olan dava hürriyet ve demokrasi davasıdır. 1946'dan 1950'ye kadar bu davayı tartıştık. 1950-1960 yılları arasında yine bu davayı tartıştık. Halk Partisi iktidarda iken Demokrat Parti hürriyetsizlikten sızlanıyordu. Demokratlar iktidara geçince şikâyet bayrağını Halkçılar ele aldılar. Nihayet hiçbir partinin tek başına devlet işlerini yürütemeyeceği bir ortamı kendi elimizle hazırladık. Bir karma hükümet kurduk. Yedi aydır koalisyonu kurtarmaya, düşerse kaldırmaya çalışıyoruz ve koro halinde hep bir ağızdan hürriyet ve demokrasi türküleri söylüyoruz.
Yıldırım hızıyle gelişen yurt ve dünya şartları ortasında on yedi yıl kaybetmenin ne demek olduğunu düşünenlerimiz pek az. On yedi yıl önce geri kalmış bir millet idiysek, bugün daha da gerilediğimiz matematik bir gerçektir. İleri ve yapıcı bir hürriyet rejimine ancak devrimler yolundan ulaşabileceğimizi söyleyenlere karşı koridor politikacıları ''çoğunluk demogajisini ileri sürmekten hâlâ vazgeçmiyorlar. Soyut demokrasi uğruna devrim ilkelerini birer birer feda ederken biz asıl demokrasiden büsbütün uzaklaştığımızı farkedemiyoruz. 15 ekim seçimlerini yerinde izlemek için büyük Batı gazeteleri yurdumuza özel muhabirler göndermişlerdi. Seçimlerin ertesi günü bunlardan biri, France-Soir, okurlarına sonuçlardan önce, en büyük puntolu başlıklarla şu haberi veriyordu: Seçmenlerin yüzde yetmişi okur yazar değil. Hangi partinin kaç milletvekili çıkardığı daha küçük puntolarla daha sonra bildiriliyordu.
Sayın İnönü yeni bir karma hükümet kurabilecek midir? O kuramazsa bu işi kim başarabilir? Partilerarası bir millî koalisyon hükûmeti mümkün müdür? A.P. parçalanırsa oradan ayrılacak mutedillerin desteğiyle İnönü yeni bir kombinezona gidemez mi?
Bu soruların her birine olumlu cevaplar verilebilir: Sayın İnönü şu ya da bu şekilde bir karma hükûmet daha kurabilir. Bu işi bir başkası da belki başarabilir. Kimi partilerin bölünmesi yüzünden bir süre C.H.P.'yi güçlendirecek istikrarlı bir denge havasına kavuşmak da mümkündür.
Fakat bütün bunlar on yedi yıldır içine saplandığımız çıkmazdan bizi kurtarmıya yeter mi? Hızla gelişen sosyal ve ekonomik olaylar karşısında şu soyut demokrasi denemeleriyle yurt davalarını ne dereceye kadar çözebiliriz?
Bu konuda ne düşündüğünü pek söylemiyorsa da, karma hükümet uğruna harcadığı iyimser gayretlere bakarak saynı İnönü'ye hayran olmamak elden gelmiyor doğrusu.
13.6.1962
SÖYLEYEN ÇOK, DİNLEYEN YOK
Sanatta olduğu gibi politikada da tenkid ile icrayı birbirine karıştırmamak gerekir. Bir senfoninin yanlış, bozuk, ruhsuz çalındığını söyleyerek orkestra şefini yeren bir musiki eleştiricisine:
- Öyle ise al eline değneyi de orkestrayı sen yönet bakalım!
Denemez. Çünkü bunlar ayrı ayrı işlerdir. İcracı, bir eseri sanat kurallarına uygun olarak ifade etmeye çalışır; eleştirici ise ''icra'' edilen eseri aynı kurallara göre değerlendirmekten sorumludur. Öğretmenlik ve yaratıcılık da böyledir. Nice edebiyat hocaları vardır ki, iki mısralık bir beyit düzemedikleri halde en ünlü şairleri iyi ve kötü yanlarıyle pekâlâ anlatırlar. Buna karşılık kendi eserini izahtan âciz nice yaratıcılar vardır. Gerçek sanatçı, eleştiriciye kızacak yerde onun uyarmalarına dikkat ederek aksayan yanlarını düzeltmeye, zamanla kendi kendini aşmaya bakar. Sanatta da, politikada da başarının yolu tenkide değer vermek, değersiz olanlarına da tahammül etmektir.
Akis dergisindeki ''Peki, çare?'' başlıklı yazı bana bu gerçekleri hatırlattı. On yedi yıllık demokrasi serüveninin yeni bir çıkmaza saplandığı şu sıralarda, sayın İnönü tarafından harcanan gayretlere bakarak açığa vurduğum kötümser düşünceleri Akis dergisi beğenmiyor:
- Öyle ise bu işler nasıl bir yoluna konabilir? Söyle bakalım! Demeye getirerek âdeta elime şef değneğini uzatıyor ve beni orkestranın başına çağırıyor. Akis'e göre ben on yedi yıl önce demokrasinin karşısında değil, yanında yer almışım, bugüne dek de hep açık rejimi savunmuşum. Şimdi durum karışık gibi olunca ''soyut demokrasi'' deyimi ile işi alaya almam doğru olmazmış! İlkin şunu söyliyeyim! On yedi yıl önce ben demokrasinin ne karşısında, ne de yanında yer almadım. Bütün vatandaşlar gibi bir gün kendimi acayip bir demokrasi vaveylasının ortasında buldum. Buldum da ne yaptım?
- Oh ne iyi oldu, şimdiye kadar istibdat içinde yaşıyorduk, çok şükür kapandı artık o devir!
Türkçe edebiyatından 1 metin okudunuz.