Tristan ve Iseut - 6
Totalt antal ord är 3931
Totalt antal unika ord är 1971
32.4 av orden finns i de 2000 vanligaste orden
44.5 av orden finns bland de 5000 vanligaste orden
53.1 av orden finns i de 8000 vanligaste orden
Önce olağanüstülüğü anlamadı; "Ona bakanın bu denli tatlı olması, Tristan'dan geldiği içindir," diye düşünüyordu; kuşkusuz dostunun düşüncesi böylece üzüntüsünü uyuşturuyordu. Ama bir gün, onun bir büyü olduğunu, yalnızca çıngırağın çalmasının yüreğini büyülediğini anladı.
"Ah!" diye düşündü, "Tristan mutsuzken rahat içinde yaşamak bana yakışır mı? O, bu büyülü köpeği kendisinde alıkoyup her acıyı unutabilirdi; özveri göstererek, onu bana yollayıp bana neşe vermeyi, kendisiyse yine sıkıntı çekmeyi yeğledi. Ama böyle olması doğru değil; Tristan, sen acı çektikçe ben de çekeceğim."
Büyülü çıngırağı eline aldı, son kez olarak çaldı, usulca çözdü; sonra açık pencereden denize fırlattı.
XV
AK ELLİ ISEUT
Sevgililer, birbirlerinden ayrı ne yaşayabiliyor, ne de ölebiliyorlardı. Ayrı kalmaları ne yaşam, ne ölümdü; aynı zamanda da hem yaşam, hem ölümdü.
Denizlerde, adalarda, türlü ülkelerde, Tristan derdinden kaçmak istedi. Kendi yurdu olan Loonnois'ya gitti. Sözünün Eri Rohalt onu sevgi gözyaşlarıyla karşıladı. Ama Tristan, toprağında rahat içinde yaşamaya dayanamayarak, serüven peşinde, dükalıklar ve krallıklarda dolaştı. Lonnois'dan Frise'e, Frise'den Gavoie'ya, Almanya'dan İspanya'ya birçok senyöre hizmet etti, birçok serüvenli iş başardı. Ne yazık! İki yıl Cornouailles'dan hiçbir haber gelmedi, ne bir dost, ne bir haberci.
O zaman Tristan, Iseut'nün kendisinden vazgeçtiğini, unuttuğunu sandı.
Günün birinde, yanında yalnızca Corvenal ile, Tristan Brötanya toprağına geldi. Yerle bir olmuş bir ovadan geçtiler: her yerde yıkılmış duvarlar, içinde kimse kalmamış köyler, yanıp kül olmuş tarlalar görünüyordu, atları kül ve kömürlerin üzerine basarak geçiyordu. Bu ıssız ve ağaçsız topraktan geçerken Tristan şöyle düşündü:
"Yorgun ve bitkinim. Bu serüvenler neme gerek? Sevgilim uzakta, onu artık hiç görmeyeceğim. İki yıldır niye beni dolaştığım ülkelerde aratmadı? Hiçbir haber de yollamadı. Tintagel'de Kral ona saygı gösteriyor, hizmet ediyordu; mutluluk içindeydi. Doğrusu büyülü köpeğin çıngırağı etkisini göstermiş; beni unutmuş. Eski üzüntülere, eski zevklere aldırış etmiyor belki de; şu yıkılmış ülkede dolaşan zavallı, onun umurunda bile değil. Ben de beni unutanı, hiçbir zaman unutmayacak mıyım? Derdime umar olacak kimseyi bulmayacak mıyım?'
Tristan'la Gorvenal, iki gün boyunca ne bir insana, ne bir horoza, ne de bir köpeğe raslayarak tarlaları, mahalleleri geçtiler. Üçüncü gün ikindileyin, üzerinde eski bir kilisenin yükseldiği bir tepeye yaklaştılar, yakınında da kilisenin kulübesi vardı. Keşişin sırtında, dokunmuş kumaştan giysi yoktu; üstünden parça parça yünler sarkan bir koyun postu giymişti. Yere kapanmış, dizleri, dirsekleri çıplak, kurtuluş bağışlaması için Marie-Madeleine'e (9) yalvarıyordu. Yaklaşanlara "Hoş geldiniz," dedi. Gorvenal atları ahıra yerleştirirken, rahip Tristan'ın üzerinden silahlarını aldı, sonra yemeği hazırladı. Onlara seçkin yemekler veremedi. Yalnızca kaynak suyuyla küllü arpa ekmeği. Yemekten sonra karanlık basıp da ateşin çevresine oturduklarında, Tristan bu yakılıp yıkılmış toprağın neresi olduğunu sordu. Keşiş:
- Sevgili beyoğlu, dedi, Dük Hoel'in Brötanya toprağıdır bu. Önceleri güzel bir ülkeydi burası; çayır ve sürülmüş toprak bakımından zengindi. Bir yanda değirmenler, bir yanda elma ağaçları, bir yanda çiftlikler. Ama Nantesli Kont Riol hepsini yakıp yıktı; hayvanlar için ot toplamayla görevlendirilen atlılar her yeri ateşe verdiler, her yanı yağma ettiler. Artık onun adamları epey zaman zengin kalacaklardır; savaş böyledir işte.
Tristan:
- Kardeşim, dedi, niçin Kont Riol, senyörünüz Hoel'i böyle yıkıma uğrattı?
- Size bu savaşın nedenini söyleyeyim, efendim. Riol, Dük Hoel'in uyruğuydu. Dük Hoel'in bir de kızı vardır, büyük adam kızlarının arasında en güzeli... Kont onunla evlenmek istiyordu. Ama babası onu bir uyruğuna vermek istemedi; Kont Riol da kızı zorla kaçırma girişiminde bulundu. O çekişmeler yüzünden birçok adam öldü.
Tristan sordu:
- Dük Hoel hâlâ bu savaşı sürdürecek durumda mı?
- Pek zor; bununla birlikte, son kalan Carhaix Şatosu daha dayanıyor, çünkü surları sağlamdır; Dük Hoel'in oğlu mert Kaherdin de yürekli bir şövalyedir. Ama düşman onları sıkıştırıyor, açlığa sürüklüyor, uzun zaman dayanabilecekler mi bilmem.
Tristan, Carhaix Şatosu'nun ne uzaklıkta olduğunu sordu.
- İki milden çok değil, Efendim.
Ayrıldılar, uykuya yattılar. Ertesi sabah keşiş duasını okuduktan sonra arpayla külden yapılan ekmeği yiyince, Tristan iyi yürekli adamla esenleşti. Atına binerek Carhaix'ye doğru yollandı.
Kapalı surların dibinde durunca, devriye yolu üzerinde birçok insanın ayakta durduğunu gördü, Dük'ü sordu. Hoel de, oğlu Kaherdin'le birlikte bu adamların arasındaydı. Kendini tanıttı. Tristan ona şöyle dedi:
- Ben Loonnois Kralı Tristanım. Cornouailles Kralı Marc da dayım olur. Uyruklarınızın size zarar verdiğini öğrendim. Efendim, size hizmetlerimi sunmaya geldim.
- Ne yazık! Efendim Tristan, yolunuza gidin siz; Tanrı razı olsun! Sizi burada nasıl ağırlayabiliriz? Yiyeceğimiz kalmadı; buğdayımız yok, bakla ve arpadan başka bir şeyimiz yok; işte, ölmeyecek kadar.
Tristan:
- Zararı yok, dedi. Ben iki yıl bir ormanda ot, kök ve av etiyle yaşadım, o yaşamı hiç de kötü bulmadım. Buyruk verin de bana şu kapıyı açsınlar.
Bunun üzerine Kaherdin:
- Baba, bu denli yürekli olduğuna göre, onu kabul edin; iyi kötü ağırlamaya çalışırız; o da acılarımızı paylaşır.
Onu saygıyla kabul ettiler. Kaherdin konuğuna sağlam duvarları ve içinde okçuların gizlendiği tahta perdeli koruganlar bulunan ana kaleyi gezdirdi. Mazgalların arasından, ona uzakta, ovada, Dük Riol'ün kurmuş olduğu çadırları ve barakaları gösterdi. Şatoya döndükleri zaman Kaherdin Tristan'a:
- Şimdi sevgili dostum, annemin ve kızkardeşimin bulunduğu salona çıkalım, dedi; el ele tutuşarak kadınların odasına girdiler. Ana kız işlemeli bir örtünün üzerine oturmuşlar, bir İngiltere kumaşını sırmayla işliyorlar; aynı zamanda da bir elişi türküsü söylüyorlardı (10): Güzel Doette'in rüzgârda, beyaz dikenlerin altında, hâlâ gelmeyen dostu Doon'u nasıl özlediğini anlatıyordu bu türkü. Tristan onları selamladı, onlar da Tristan'ı; sonra iki şövalye kadınların yanına oturdular. Kaherdin annesinin işlediği etolü (11) göstererek:
- Bakın, sevgili dost Tristan, dedi, annem de iyi bir işçi; yoksul kiliselere vermek üzere ne güzel tapını giysileri işlemesini biliyor. Kızkardeşimin elleri de, şu ak ipek kumaş üzerinde sırma iplikleri ne güzel kovalıyor. Gerçekten, güzel kardeşim, sana "ak elli Iseut" demekte hakları var.
Adının Iseut olduğunu öğrenince Tristan gülümsedi ve ona daha tatlı bakışlarla baktı.
Kont Riol, ordugahını Carnaix'den üç mil uzağa kurmuştu ve epeyden beri Dük Hoel'in adamları oraya saldırmak için direkleri aşmayı göze alamıyorlardı. Ama, ertesi gün olur olmaz, Tristan, Kaherdin ve on iki genç şövalye Carhaix'den çıktılar; zırhlı giysilerini, tolgalarını giymişlerdi; atlarının üstünde, çam ormanlarının içinden düşman çadırlarına dek gittiler; sonra pusularından atılarak Kont Riol'ün bir taşıma bölüğünü zorla ele geçirdiler. O günden sonra, çoğu kez hileler ve yöntemleri değiştirerek Riol'ün iyi korunmamış olan çadırlarını deviriyorlar, korumanlara saldırıyorlar, adamlarını yaralıyorlar, öldürüyorlar, hiçbir zaman da Carhaix'ye eli boş dönmüyorlardı. İşte bu durumda Tristan ile Kaherdin birbirlerine öyle sevgi ve güven duymaya başladılar ki, aralarında dostluk ve arkadaşlık andı içtiler. Öykünün de bize bildireceği gibi, hiçbir zaman bu sözlerinden dönmediler.
İşte bu atlı yolculuklarından dönerken, şövalyelik ve incelik kurallarından söz ederlerken, çoğu kez Kaherdin sevgili yol arkadaşına kız kardeşi ak elli Iseut'yü, saf yürekli güzel Iseut'yü övüyordu.
Bir sabah, henüz gün doğarken, bir nöbetçi telaşla kulesinden indi, salonları dolaşarak, "Senyörler, epey uyudunuz! Kalkın! Riol saldırıyor!" diye bağırdı.
Şövalyeler, kentliler, hepsi silahlandılar, surlara koştular. Ovada zırhların parladığını gördüler. İpek bayrakları dalgalanıyor, Riol'ün bütün askerleri güzel bir alay halinde ilerliyordu. Dük Hoel ile Kaherdin, kapıların önüne derhal ilk şövalye takımlarını dizdiler. Bir ok erimine geldikleri zaman, atlarına hız verdiler, mızraklarını eğdiler, oklar da nisan yağmurları gibi üzerlerine yağıyordu.
Tristan da bir yandan nöbetçinin son uyandırdıklarıyla birlikte silahlanıyordu. Ayakkabılarını bağladı, giysisini üzerine geçirdi, çamurluklarını ve altın mahmuzlarını taktı; zırhını kuşandı, tolgasını solukluğun üzerine yerleştirdi, atına binip ovaya dek mahmuzladı ve kalkanı göğsüne dayalı, "Carhaix" diye bağırarak ortaya çıktı. Tam vaktinde gelmişti: Hoel'in adamları koruganlar arasında gerilemeye başlamışlardı. O sırada, yerlere yıkılan atların ve yaralı uyrukların birbirine geçmesi, genç şövalyelerin indirdikleri vuruşlar, ayakların altında kana boyanan otlar, görülecek bir şeydi. Kaherdin, Kont Riol'ün kardeşi olan gözüpek bir baronun karşısına dikildiğini görünce, hepsinin önünde gururlu bir davranışla durmuştu. İkisi de kargılarını indirerek çarpıştılar. Nantes'lının kargısı Kaherdin'inkini sarsmadı bile, parçalandı. Kaherdin ise, daha güvenli bir vuruşla rakibinin kalkanını yana itti ve parlatılmış kılıcını beline, bayrağın olduğu yere dek soktu. Atın üzerinde doğrulan şövalye yere düştü.
Kardeşinin çığlığı üzerine Kont Riol, doludizgin Kaherdin'in üzerine saldırdı. Ama Tristan yolunu kesti; birbirleriyle çarpışınca, Tristan'ın mızrağı sapından kırıldı, Riol'ünki de hasmının atının göğsüne dayanarak etine girdi, hayvanı çayırların üzerine ölü olarak serdi. Hemen ayağa kalkan Tristan, elinde parlak kılıcıyla:
- Alçak, diye haykırdı, sahibini bırakıp da atı yaralayan belasını bulur! Bu çayırdan canlı olarak çıkmayacaksın!
Riol atını ona doğru sürerek:
- Sanırım yanılıyorsunuz, dedi.
Ama Tristan saldırıyı savuşturdu ve kolunu kaldırarak kılıcını bütün gücüyle Riol'ün tolgasına indirdi. Kanat halkasını yerinden oynattı, burunluğunu uçurdu. Mızrak, şövalyenin omzundan atın yanına kaydı; at sendeledi, o da yere yıkıldı. Riol ondan kurtulabildi ve ayağa kalktı; ikisi de ayakta, delinmiş, yarılmış kalkanla, parçalanmış zırhlarıyla birbirlerinden ayrılmıyorlar, saldırıyorlardı; sonunda Tristan Riol'ün tolgasının armasının üzerine vurdu. Kanat halkası çözüldü, vuruş o denli güçle indirilmişti ki, baron, elleri ve dizleri üzerine düştü. Tristan ona:
- Ayağa kalkabilirsen kalk delikanlı, diye bağırdı; bu savaş alanına belanı bulmaya gelmişsin, ölmelisin!
Riol yeniden ayağa fırladı; ama Tristan, ona öyle bir darbe indirdi ki tolgası delindi, örtüsü parçalandı, kafatası ortaya çıktı. Riol, acıması, yaşamını bağışlaması için Tristan'a yalvardı. Tristan da elinden kılıcını aldı. Tam zamanında almıştı, çünkü her yandan Nanteslılar efendilerinin yardımına gelmişlerdi. Ama efendileri yenilgiyi kabul etmişti bile.
Riol, Dük Hoel'in tutukevine gideceğine, ona yeniden saygı ve güven andı içeceğine, yakılan mahalle ve köyleri eski durumuna getireceğine söz verdi. Buyruğu üzerine savaş durdu, askerleri de uzaklaştılar.
Yenenler Carhaix'ye dönünce, Kaherdin babasına:
- Efendim, dedi, Tristan'ı çağırın, yanınızda alıkoyun, ondan daha iyi bir şövalye yoktur. Ülkemizin böyle yürekli bir barona gereksinmesi var.
Dük, adamlarına danıştıktan sonra Tristan'ı çağırdı:
- Dostum, toprağımı ele vermediğiniz için sizi ne denli sevsem azdır. İşte size borcumu ödemek istiyorum. Kızım ak elli Iseut, dükler, krallar ve kraliçeler soyundandır. Alın onu, size veriyorum.
Tristan:
- Alırım, Efendim, dedi.
Ah efendilerim, niçin bu güzel sözü söyledi? İşte, bu söz yüzünden öldü.
Gün belirlendi, süre kararlaştırıldı. Dük dostlarıyla, Tristan da kendi dostlarıyla geldiler. Herkesin önünde, kilisenin kapısında, kutsal dinin yasalarına göre Tristan, ak elli Iseut ile evlendi. Düğün görkemli ve zengin oldu. Ama gece olup da uşaklar Tristan'ın giysilerini soyarken, gömleğinin biraz dar olan kolunu çıkardıkları anda, parmağındaki yeşil akik yüzüğünü, sarışın Iseut'nün yüzüğünü yere düşürdüler. Yüzük döşeme taşlarının üzerine düşerken keskin bir sesle çınladı.
O zaman Tristan, eski sevgisinin yeniden uyandığını anladı ve suçunun ayrımına vardı.
Sarışın Iseut'nün ona bu halkayı verdiği günü anımsadı: Kendisinin yüzünden o güç yaşamı geçirdiği ormandaydı. Yatakta öteki Iseut'nün yanında yatarken Morois'daki kulübe gözünün önüne geldi. Ne çılgınca bir düşünceyle dostunu ihanetle suçlamıştı! Hayır, dostu onun yüzünden her türlü güçlüğü ve acıyı çekiyordu; asıl kendisi ona ihanet etmişti.
Ama karısı Iseut'ye de acıyordu, saf yürekli güzel Iseut'ye. İki Iseut de onu sevmekle ne talihsizdiler. İkisine de verdiği sözde durmamıştı.
Ak elli Iseut ise, yanında yatan Tristan'ın iç çekmesine şaşıyordu. Sonunda biraz utanarak:
- Sevgili efendim, dedi, acaba sizi kızdıracak bir şey mi yaptım? Niçin beni bir kez öpmüyorsunuz? Söyleyin de suçumu bileyim, elimden gelirse kendimi bağışlatayım.
Tristan:
- Dostum, dedi, darılmayın, ben bir ant içtim. Daha önce başka bir ülkedeyken, bir ejderle dövüştüm, az kalsın ölüyordum; tam o sırada aklıma Meryem Ana geldi; bana yardım eder de canavardan kurtulursam, evlendiğim zaman bütün bir yıl karımı kucaklamayacağıma, öpmeyeceğime ant içtim.
Ak elli Iseut:
- Ne yapayım, öyleyse ben de razı olurum, dedi.
Ama sabahleyin hizmetçi kızlar ona evli kardınların giydiği yakalığı takarlarken üzüntülü üzüntülü gülümsedi ve bu yakalığı takmayı hak etmediğini düşündü.
XVI
KAHERDIN
Dük Hoel, birkaç gün sonra, Saray Bakanı ve bütün avcıları, Tristan, ak elli Iseut ve Kaherdin, hep birlikte şatodan çıktılar; ormana ava gittiler. Dar bir yolda, Tristan Kaherdin'in solundan gidiyordu; Kaherdin sağ eliyle ak elli Iseut'nün atının dizginlerini tutuyordu. Bir aralık, at bir su birikintisine bastı. Atın ayağı, suyu Iseut'nün giysisinin altından öyle bir sıçrattı ki kızcağız tümüyle ıslandı ve dizinden yukarısına dek soğuğu duyumsadı. Hafif bir çığlık kopardı, atını mahmuzlerken öyle yüksek ve duru bir kahkaha attı ki, Kaherdin arkasından atını koşturarak ona yetişince:
- Güzel kardeşim, neye gülüyorsunuz? diye sordu.
- Aklıma bir şey geldi de ona güldüm, sevgili kardeşim. Üzerime su sıçrayınca ona, "Ey su," dedim, "Sen yürekli Tristan'dan daha yüreklisin." İşte buna güldüm. Ama boşboğazlık ettim kardeşim. Sözümü geri alıyorum. Bunu söylediğime pişman oldum.
Şaşkınlık içinde kalan Kahardin, kızı öyle zorladı ki, o da sonunda evliliğinin içyüzünü anlattı.
O sırada Tristan yanlarına geldi, üçü de atlarının üzerinde hiç konuşmadan av evine dek gittiler. Orada Kaherdin, Tristan'ı bir yana çekerek:
- Efendim Tristan, dedi, kızkardeşim bana evliliğinizin içyüzünü söyledi. Ama siz verdiğiniz söze ihanet ettiniz, ailemin onuruyla oynadınız. Buna karşı diyeceğiniz varsa söyleyin, yoksa size dövüş öneriyorum.
Tristan yanıt verdi:
- Evet, aranıza gelmem sizin için bir talihsizlik, kara yazınız. Ama sevgili dostum, kardeşim, yoldaşım, derdimi dinle de belki bana karşı olan öfken yatışır. Benim başka bir Iseut'm var. Bütün kadınlar güzeldir, benim için bin türlü acı çekti, hâlâ da çekiyor. Evet, kız kardeşin beni seviyor, ama öteki Iseut benim hatırım için, ona verdiğim bir köpeğe senin kardeşinin bana gösterdiğinden çok özenle bakıyor. Gel şu avı bırakalım, seni götüreceğim yere benimle gel de yaşamımdaki yıkımları sana anlatayım.
Tristan dizginleri çekti, atına hız verdi. Kaherdin de kendi atını onunkinin arkasından sürdü. Hiçbir şey söylemeden ormanın derinliklerine daldılar. Orada Tristan Kaherdin'e derdini açtı. Deniz üstünde nasıl aşkı ve ölümü içtiğini söyledi; baronların ve cücenin ihanetini, Kraliçe'nin yakılmaya götürüldüğünü, cüzzamlılara verildiğini, sonra yabanıl ormandaki sevişmelerini anlattı; onu Kral Marc'a nasıl geri verdiğini, sonra ondan nasıl kaçtığını ve ak elli Iseut'yü sevmek istediğini anlattı; artık Kraliçe'den uzakta ne yaşam, ne ölüm olabileceğini anladığını da söyledi.
Kaherdin şaşkınlık içinde susuyordu. Ayrımında olmadan öfkesinin yatıştığını duyumsadı. Sonunda:
- Dostum, dedi, pek şaşırtıcı sözler duyuyorum; yüreğimi yumuşattınız, acımayla doldurdunuz; öyle acılar çekmişsiniz ki Tanrı kimseye göstermesin. Haydi Carhaix'ye dönelim; üç gün sonra, elimden gelirse, size düşüncemi söyleyeceğim.
Sarışın Iseut de, Tintagel'deki odasında, Tristan yüzünden içini çekiyor, onu çağırıyordu. Onu hep sevmek; işte bundan başka ne bir düşüncesi, ne bir umudu, ne de isteği vardı. Bütün isteği onda... Hem de iki yıldır ondan haber alamıyor. Nerede acaba? Hangi ülkede? Acaba yaşıyor mu?
Sarışın Iseut odasında oturuyor ve üzünçlü bir aşk şarkısı söylüyor. Guron adında bir âşığın, nasıl yakalanıp dünyada her şeyden çok sevdiği kadın yüzünden öldürüldüğünü, sonra hileyle kontun karısına Guron'un yüreğini nasıl yedirdiğini ve kadının acısını ezgileştiriyordu.
Kraliçe yavaş yavaş şarkıyı söylüyor. Sesini arpın sesine uyduruyor. Eller güzel, türkü güzel, alçak tonla söyleyen ses tatlı.
Derken, uzak bir adadan, Kariado adında zengin bir kont geldi. Kraliçe'ye hizmetlerini sunmak için Tintagel'e gelmişti. Tristan gittiğinden beri çok kez Kraliçe'ye aşkını da söylemişti. Ama Iseut onu geri çeviriyor, bunun çılgınlık olduğunu söylüyordu. Yakışıklı, görkemli ve gururlu bir şövalyeydi; güzel konuşuyordu ama dövüşlerden çok kadınların odalarında kendini gösterebiliyordu. Iseut'yü şarkı söyler buldu. Gülerek:
- Aman Tanrım, bu ne üzünçlü şarkı, dedi. Baykuşun ötüşü gibi... Baykuş ölümü haber vermek için öter demezler mi? Belki sizin türkünüz de benim ölümümü haber veriyor. Çünkü ben sizin aşkınızdan ölüyorum!
Iseut:
- Pek iyi, dedi. Benim şarkımın sizin ölümünüzü bildirdiğini kabul ediyorum, çünkü siz buraya, bana acıklı bir haber getirmeden gelmezsiniz. Tristan'a karşı konuşma konusunda hep baykuş ya da puhu olan sizsiniz. Bugün hangi kötü haberi getirdiniz bakalım?
Kariado yanıt verdi:
- Kraliçe, öfkelisiniz; ama neden bilmem. Ancak sözlerinizden dolayı üzülmek için, insan deli olmalı! Baykuşun bana verdiği haber ne olursa olsun, puhu kuşunun size getirdiği haber şu: Dostunuz Tristan elinizden gitti. Başka bir toprakta evlenmiş. Artık bundan sonra başkasını bulabilirsiniz, çünkü sizin aşkınızı aşağılıyor. Onurlu bir evlenme yapmış, Brötanya Dükü'nün kızı ak elli Iseut'yü almış.
Kariado, öfkeli öfkeli çıkıp gitti. Sarışın Iseut başını önüne eğdi, ağlamaya başladı.
Üç gün geçince, Kaherdin Tristan'ı çağırdı:
- Dostum, yüreğimin dediğini dinledim. Evet, bana doğruyu söyledinizse, bu toprakta geçirdiğiniz yaşam, bir delilik ve çılgınlıktır, hem bundan ne size, ne de kızkardeşim ak elli Iseut'ye bir hayır gelir. Söyleyeceğimi dinleyin. Birlikte gemiye biner, Tintagel'e gideriz. Siz Kraliçe'yi görürsünüz, sizi hâlâ arıyor mu, size bağlı kalmış mı, denersiniz. Sizi unuttuysa, belki o zaman kız kardeşim Iseut'ye, yalnızca güzel Iseut'ye gönlünüzü verirsiniz. Ben de sizinle geleceğim; dostunuz, yoldaşınız değil miyim?
Tristan:
- Kardeş, dedi, bir insan yüreği bütün bir ülkenin altınına değer derler, ne güzel söz.
Çok geçmeden, Tristan ile Kaherdin, uzak ülkelere azizlerin mezarlarını ziyarete gidiyorlarmış gibi hacı sopalarını ellerine aldılar, cüppeleri giydiler. Dük Hoel'le esenleştiler; Tristan yanında Gorvenal'i de götürüyordu. Kaherdin de yalnızca bir tek adamını almıştı. Gizlice bir gemi donattılar ve dördü, Cornouailles'a doğru yelkenleri açtılar.
Rüzgâr hafif ve uygundu. Sonunda, bir sabah gün doğmadan Tintagel'in yakınında, Lindan Şatosu'nun yanındaki ıssız bir koya yanaştılar. Orada, kuşkusuz iyi yürekli Saray Bakanı Dinas de Lidan onları evinde konuk edecek, gelişlerini de gizleyebilecekti.
Gün ağarırken dört yoldaş Dinas'a doğru gidiyorlardı. Bir de baktılar, arkalarından atının küçük adımlarıyla aynı yolu izleyen bir adamın geldiğini gördüler. Hemen ağaçların arasına saklandılar. Adam onları görmeden önlerinden geçti. Atın üzerinde uyuyordu. Tristan onu tanıdı, Kaherdin'e:
- Kardeş, diye fısıldadı, bu adam Dinas de Lidan'ın ta kendisi. Uyuyor. Belki de sevgilisinden geliyor ve hâlâ onu düşünde görüyor. Onu uyandırmak kabalık olur; sen beni uzaktan izle.
Tristan, Dinas'ın yanına geldi, yavaşça atının dizginini eline aldı ve sessizce yanından gitmeye başladı. Sonunda atının bir sendelemesi üzerine uyuyan adam uyandı. Gözlerini açıp Tristan'ı görünce şaşırdı:
- Sen mi... sen misin Tristan! Seni yeniden gördüğüm şu saati kutsuyorum. Bu saati uzun zaman bekledim!
- Dostum, Tanrı sizi korusun! Kraliçe'den bana ne haber vereceksiniz?
- Ah, ne yazık! Kötü haberler... Kral onu seviyor, her istediğini yapmak istiyor. Ama Iseut, sen uzaklara gittiğinden beri sararıp soruyor, senin için gözyaşı döküyor. Ah! Ne diye yeniden onun yanına geldin? Yine onun da, senin de ölümünüzü mü arıyorsun? Tristan, Kraliçe'ye acı, onu rahat bırak!
Tristan:
- Dostum, dedi, bana bir iyilik yapın; beni Lidan'da saklayın, ona haberimi götürün, bir kez, bir kezcik onu görmemi sağlayın!
Dinas yanıt olarak:
- Ben sevgiline acıyorum, ancak, bütün kadınlar arasında hâlâ onu sevdiğinden emin olursam, haberini götürürüm, dedi.
- Ah senyör! Bütün kadınlar arasında hâlâ onu sevdiğimi söyleyin. Doğruyu söylemiş olursunuz.
- Peki, öyleyse benimle gel Tristan. Gereğinde sana yardım ederim.
Saray Bakanı, Tristan'ı, Gorvenal'ı, Kaherdin ve adamını Lidan'da konuk etti. Tristan ona yaşamının bütün olaylarını bir bir anlattıktan sonra, Dinas, Tintagel'e saraydan haber getirmeye gitti. Üç gün sonra Kraliçe Iseut, Kral Marc, bütün saray halkı, adamları ve avcılarının Tintagel'den ayrılacaklarını öğrendi. Blanche-Lande Şatosu'na gidip yerleşeceklerdi, orada büyük av partileri düzenlenmişti. O zaman Tristan, yeşil akik yüzüğünü Saray Bakanı'na verdi, Kraliçe'ye götüreceği iletiyi de bildirdi.
XVII
DINAS DE LIDAN
Dinas yeniden Tintagel'e döndü, merdivenleri çıktı ve salona girdi. Kral Marc ile sarışın Iseut, satranç masasının önünde oturuyorlardı. Dinas Kraliçe'nin yanına, alçak bir iskemleye oturdu; oyunu seyrediyormuş gibi yaptı, iki kez de taşlara işaret ediyormuş gibi yaparak elini satranç tahtasının üzerine koydu; ikincisinde Iseut parmağındaki akik yüzüğü tanıdı. Oyunu sürdürdü. Ama Dinas'ın koluna yavaşça öyle bir çarptı ki oyun taşları birbirine karıştı. Ona:
- Gördünüz mü Saray Bakanı, oyunumu bozdunuz, düzeltemeyeceğim, dedi.
Marc salondan çıktı. Iseut de odasına çekildi, Saray Bakanı'nı yanına çağırttı:
- Dostum, Tristan'dan haber mi getiriyorsunuz?
- Evet Kraliçem, Tristan Lidan'da, şatomda saklı.
- Brötanya'da evlendiği doğru mu?
- Kraliçem, size doğruyu söylemişler. Ama Tristan size ihanet etmediğini, hiçbir gün bütün kadınlar arasında sizi sevmekten geri kalmadığını, bir kezcik olsun sizi yeniden görmezse öleceğini söylüyor; sizinle görüştüğü son gündeki sözünüzü anımsatarak, onu görmeye razı olmanızı diliyor.
Kraliçe bir an sustu, öteki Iseut'yü düşünüyordu. Sonunda yanıt verdi:
- Evet, benimle konuştuğu son gün, anımsıyorum, şöyle demiştim: "Bir gün yeşil akik yüzüğü yeniden görürsem, ne kale, ne duvar, ne de kral buyruğu dostumun isteğini yerine getirmemi engelleyebilir; bu ister akıllı, ister delice bir istek olsun...
- Kraliçem, bundan iki gün sonra, saray halkı, Blanche-Lande'a gitmek üzere Tintagel'den ayrılacak; Tristan yolda dikenli bir çalılığa gizleneceğini size haber veriyor. Ona acımanızı sizden rica ediyor.
- Söyledim ya. Ne kale, ne duvar, ne de kıral buyruğu dostumun isteğini yerine getirmeme engel olabilir.
İki gün sonra, Kral Marc'ın saray halkı Tintagel'den ayrılmaya hazırlanırken, Tristan, Corvenal, Kaherdin ve adamı, zırhlarını kuşandılar, kılıçlarını, kalkanlarını aldılar; gizli yollardan, kararlaştırılan yere doğru yollandılar. Ormanın arasından Blanche-Lande'a giden iki yol vardı: Biri güzel ve taş döşeli bir yoldu, alay oradan geçecekti. Ötekiyse taşlı ve bırakılmış bir durumdaydı. Tristan ile Kaherdin, adamlarını bu yolda beklettiler, atlarını ve kalkanlarını koruyacaklar, efendilerini orada bekleyeceklerdi. Kendileri ağaçlar arasına daldılar, sık ağaçlık bir yere saklandılar. Tristan, bu ağaçlık yerin önündeki yola, üzerinde ince sarmaşık sarılı olan bir fındık dalı koydu.
Çok geçmeden topluluk yolda göründü. Önden Kral Marc'ın alayı geliyordu; güzel bir sıra içinde konakçı subaylar, mareşaller, ahçılar, içki görevlileri, av köpeklerini götüren köpek uşakları, sol yumrukları üzerinde şahinleri tutan doğancılar, sonra şövalyeler, avcılar, baronlar; hepsi ağır ağır gidiyor, değerli taşlarla süslenmiş eyerli atları üzerinde ikişer ikişer gidişleri göze pek hoş görünüyordu. Sonra Kral Marc geçti; çevresinde, ikisi bir yanda, ikisi öbür yanda, sırmalı ve erguvan renkli giysileriyle kralın yakınlarını görünce Kaherdin hayran oldu.
Derken Kraliçe'nin alayı yaklaştı. Oda hizmetçileri önden geliyor, sonra baron ve kontların karıları ve kızları birer birer geçiyorlar, her birine bir genç şövalye eşlik ediyordu. Sonunda Kaherdin'in o güne dek görmediği derecede güzel bir kadının bindiği bir at yaklaştı; kadının boyu bosu da, yüzü de güzeldi, kalçaları biraz aşağıda, kaşlarının güzel bir çizgisi, gülen gözleri, küçücük dişleri vardı; kırmızı ipek bir giysi giymiş, saf altından değerli taşlarla süslü zincir, mermer gibi alnını süslüyordu. Kaherdin alçak sesle:
- Kraliçe, dedi.
- Kraliçe mi? Hayır, bu Camille'dir, hizmetçisi.
O sırada benekli bir atın üzerinde başka bir genç kız göründü. Şubat karından beyaz, gülden taze; parlak gözleri suyun içinde yıldızlar gibi ışıldıyordu. Kaherdin:
- İşte şimdi görüyorum, kraliçe bu, der.
Tristan:
- Yok canım, bu sadık Brangien, diye yanıt verdi.
O sırada, sanki güneş koca ağaçların yapraklarının arasından saçılıyormuş gibi, yol birdenbire aydınlandı. Sarışın Iseut gözüktü. Dük Andret, Tanrı kahretsin, atının üzerinde, sağından gidiyordu..
Derken, dikenli ağaçlıkların arasından çalıkuşu ve tarlakuşu sesleri yükseldi. Tristan bu ezgilere bütün sevgisini koyuyordu. Kraliçe dostunun işaretini anladı. Yolun üzerinde, sarmaşık dalının sıkıca sarıldığı fındık ağacı dalını gördü; için için şöyle düşündü:
"İşte dostum, biz de böyleyiz; ne siz bensiz, ne ben sizsiz." Atını durdurdu, yere indi, değerli taşlarla süslü bir köpek kulübesi taşıyan kısrağa doğru yaklaştı, orada, kırmızı bir halının üzerinde köpeği Petit Cru yatıyordu; onu kollarının arasına aldı, eliyle sevdi, ermin mantosuyla okşadı, türlü cilveler yaptı. Köpeği yeniden yuvasına koyduktan sonra dikenli çalılıklara döndü ve yüksek sesle şunları söyledi.
- Ey bu ormanın kuşları, beni şarkılarınızla kendimden geçirdiniz, Tanrı sizden razı olsun. Efendim Marc Blanche-Lande'a dek gidecek, ama ben Saint-Lubin Şatosu'nda mola vermek istiyorum. Kuşlar, benimle birlikte oraya dek gelsenize. Bu gece sizi bol bol ödüllendiririm, iyi çalgıcılara yapıldığı gibi.
Tristan bu sözleri aklından çıkarmadı. Ama alçak Andret kuşkulanmaya başlamıştı. Kraliçe'yi atına bindirdi, topluluk uzaklaştı.
Şimdi aaksi bir olayı dinleyin. Kral'ın topluluğu geçerken, ötede, Gorvenal ve Kaherdin'in adamının efendilerinin atlarını bekledikleri öteki yolda, Bleheri adında silahlı bir şövalye göründü. Uzaktan Gorvenal'ı ve Tristan'ın kalkanını tanıdı. Kendi kendisine: "Ne o gördüğüm?" dedi, "İşte Gorvenal, öteki de Tristan'ın ta kendisi." Atını onlara doğru mahmuzlayarak sürdü, "Tristan" diye bağırdı. Ama iki atlı geri dönmüşler, kaçmaya başlamışlardı. Arkalarından kovalayan Bleheri, durmadan, "Tristan dur," diyordu, "Yiğitliğin adına durmanı rica ediyorum."
Ama atlılar arkalarına dönmediler. O zaman Bleheri:
- Tristan, diye bağırdı. Sarışın Iseut adına dur diyorum sana!
Kaçanlara, üç kez sarışın Iseut adına rica etti. Hiç aldırmadılar, yitip gittiler. Bleheri ancak atlarından birini yakalıyabildi, onu tuttu, alıp götürdü. Kraliçe yerleşmiş olduğu sırada şatoya geldi. Yalnız olduğunu görünce;
- Kraliçem, dedi, Tristan burada. Onu şimdi kullanılmayan Tintagel yolunda gördüm. Kaçtı. Üç kez sarışın Iseut adına durması için bağırdım, ama korkmuştu, beni beklemeyi göze alamadı.
- Sevgili Efendim, söylediğiniz sözler yalan ve saçma. Tristan nasıl bu ülkede olabilir? Sizden nasıl kaçar? Sonra benim adım söylenince nasıl olur da durmaz?
- Ama Kraliçem, onu gördüğümü kanıtlamak için atlarından birini de aldığımı söyleyebilirim. Bakın nasıl eyeriyle orada, alanda duruyor.
Ama Bleheri, Iseut'nün öfkelendiğini gördü; üzüldü; çünkü Tristan'ı da, Kraliçe'yi de severdi. Kraliçe'nin yanından ayrıldı. Söylediklerine pişman oldu.
Iseut ağlamaya başladı. Kendi kendine:
"Zavallı ben! Tristan'ın benimle alay edip küçük düşüreceği günü öleydim de görmeeydim. Eskiden benim adım söylenince çarpışmayacağı hangi düşman vardı? Tristan kendine güvenir. Bleheri'den kaçtıysa, dostunun adını duyunca durmaya gönül indirmediyse, ah! Demek ki öteki Iseut'nün etkisi altında! Ne diye döndü sanki? Bana ihanet etmişti, üstelik beni aşağılamak da istedi. Eski üzüntülerim ona yetmiyor muydu? Şimdi o aşağılansın da ak elli Iseut'ye dönsün!
Sadık Perinis'i çağırdı, Bleheri'nin getirdiği haberi ona yineledi. Şu sözleri de ekledi:
- Dostum, Tintagel'den Saint-Lubin'e giden, şimdi kullanılmayan o yolda Tristan'ı ara. Ona selamımı söyleme, bana yaklaşmak cüretinde bulunmasın, onu uşaklarıma, adamlarıma kovdururum.
"Ah!" diye düşündü, "Tristan mutsuzken rahat içinde yaşamak bana yakışır mı? O, bu büyülü köpeği kendisinde alıkoyup her acıyı unutabilirdi; özveri göstererek, onu bana yollayıp bana neşe vermeyi, kendisiyse yine sıkıntı çekmeyi yeğledi. Ama böyle olması doğru değil; Tristan, sen acı çektikçe ben de çekeceğim."
Büyülü çıngırağı eline aldı, son kez olarak çaldı, usulca çözdü; sonra açık pencereden denize fırlattı.
XV
AK ELLİ ISEUT
Sevgililer, birbirlerinden ayrı ne yaşayabiliyor, ne de ölebiliyorlardı. Ayrı kalmaları ne yaşam, ne ölümdü; aynı zamanda da hem yaşam, hem ölümdü.
Denizlerde, adalarda, türlü ülkelerde, Tristan derdinden kaçmak istedi. Kendi yurdu olan Loonnois'ya gitti. Sözünün Eri Rohalt onu sevgi gözyaşlarıyla karşıladı. Ama Tristan, toprağında rahat içinde yaşamaya dayanamayarak, serüven peşinde, dükalıklar ve krallıklarda dolaştı. Lonnois'dan Frise'e, Frise'den Gavoie'ya, Almanya'dan İspanya'ya birçok senyöre hizmet etti, birçok serüvenli iş başardı. Ne yazık! İki yıl Cornouailles'dan hiçbir haber gelmedi, ne bir dost, ne bir haberci.
O zaman Tristan, Iseut'nün kendisinden vazgeçtiğini, unuttuğunu sandı.
Günün birinde, yanında yalnızca Corvenal ile, Tristan Brötanya toprağına geldi. Yerle bir olmuş bir ovadan geçtiler: her yerde yıkılmış duvarlar, içinde kimse kalmamış köyler, yanıp kül olmuş tarlalar görünüyordu, atları kül ve kömürlerin üzerine basarak geçiyordu. Bu ıssız ve ağaçsız topraktan geçerken Tristan şöyle düşündü:
"Yorgun ve bitkinim. Bu serüvenler neme gerek? Sevgilim uzakta, onu artık hiç görmeyeceğim. İki yıldır niye beni dolaştığım ülkelerde aratmadı? Hiçbir haber de yollamadı. Tintagel'de Kral ona saygı gösteriyor, hizmet ediyordu; mutluluk içindeydi. Doğrusu büyülü köpeğin çıngırağı etkisini göstermiş; beni unutmuş. Eski üzüntülere, eski zevklere aldırış etmiyor belki de; şu yıkılmış ülkede dolaşan zavallı, onun umurunda bile değil. Ben de beni unutanı, hiçbir zaman unutmayacak mıyım? Derdime umar olacak kimseyi bulmayacak mıyım?'
Tristan'la Gorvenal, iki gün boyunca ne bir insana, ne bir horoza, ne de bir köpeğe raslayarak tarlaları, mahalleleri geçtiler. Üçüncü gün ikindileyin, üzerinde eski bir kilisenin yükseldiği bir tepeye yaklaştılar, yakınında da kilisenin kulübesi vardı. Keşişin sırtında, dokunmuş kumaştan giysi yoktu; üstünden parça parça yünler sarkan bir koyun postu giymişti. Yere kapanmış, dizleri, dirsekleri çıplak, kurtuluş bağışlaması için Marie-Madeleine'e (9) yalvarıyordu. Yaklaşanlara "Hoş geldiniz," dedi. Gorvenal atları ahıra yerleştirirken, rahip Tristan'ın üzerinden silahlarını aldı, sonra yemeği hazırladı. Onlara seçkin yemekler veremedi. Yalnızca kaynak suyuyla küllü arpa ekmeği. Yemekten sonra karanlık basıp da ateşin çevresine oturduklarında, Tristan bu yakılıp yıkılmış toprağın neresi olduğunu sordu. Keşiş:
- Sevgili beyoğlu, dedi, Dük Hoel'in Brötanya toprağıdır bu. Önceleri güzel bir ülkeydi burası; çayır ve sürülmüş toprak bakımından zengindi. Bir yanda değirmenler, bir yanda elma ağaçları, bir yanda çiftlikler. Ama Nantesli Kont Riol hepsini yakıp yıktı; hayvanlar için ot toplamayla görevlendirilen atlılar her yeri ateşe verdiler, her yanı yağma ettiler. Artık onun adamları epey zaman zengin kalacaklardır; savaş böyledir işte.
Tristan:
- Kardeşim, dedi, niçin Kont Riol, senyörünüz Hoel'i böyle yıkıma uğrattı?
- Size bu savaşın nedenini söyleyeyim, efendim. Riol, Dük Hoel'in uyruğuydu. Dük Hoel'in bir de kızı vardır, büyük adam kızlarının arasında en güzeli... Kont onunla evlenmek istiyordu. Ama babası onu bir uyruğuna vermek istemedi; Kont Riol da kızı zorla kaçırma girişiminde bulundu. O çekişmeler yüzünden birçok adam öldü.
Tristan sordu:
- Dük Hoel hâlâ bu savaşı sürdürecek durumda mı?
- Pek zor; bununla birlikte, son kalan Carhaix Şatosu daha dayanıyor, çünkü surları sağlamdır; Dük Hoel'in oğlu mert Kaherdin de yürekli bir şövalyedir. Ama düşman onları sıkıştırıyor, açlığa sürüklüyor, uzun zaman dayanabilecekler mi bilmem.
Tristan, Carhaix Şatosu'nun ne uzaklıkta olduğunu sordu.
- İki milden çok değil, Efendim.
Ayrıldılar, uykuya yattılar. Ertesi sabah keşiş duasını okuduktan sonra arpayla külden yapılan ekmeği yiyince, Tristan iyi yürekli adamla esenleşti. Atına binerek Carhaix'ye doğru yollandı.
Kapalı surların dibinde durunca, devriye yolu üzerinde birçok insanın ayakta durduğunu gördü, Dük'ü sordu. Hoel de, oğlu Kaherdin'le birlikte bu adamların arasındaydı. Kendini tanıttı. Tristan ona şöyle dedi:
- Ben Loonnois Kralı Tristanım. Cornouailles Kralı Marc da dayım olur. Uyruklarınızın size zarar verdiğini öğrendim. Efendim, size hizmetlerimi sunmaya geldim.
- Ne yazık! Efendim Tristan, yolunuza gidin siz; Tanrı razı olsun! Sizi burada nasıl ağırlayabiliriz? Yiyeceğimiz kalmadı; buğdayımız yok, bakla ve arpadan başka bir şeyimiz yok; işte, ölmeyecek kadar.
Tristan:
- Zararı yok, dedi. Ben iki yıl bir ormanda ot, kök ve av etiyle yaşadım, o yaşamı hiç de kötü bulmadım. Buyruk verin de bana şu kapıyı açsınlar.
Bunun üzerine Kaherdin:
- Baba, bu denli yürekli olduğuna göre, onu kabul edin; iyi kötü ağırlamaya çalışırız; o da acılarımızı paylaşır.
Onu saygıyla kabul ettiler. Kaherdin konuğuna sağlam duvarları ve içinde okçuların gizlendiği tahta perdeli koruganlar bulunan ana kaleyi gezdirdi. Mazgalların arasından, ona uzakta, ovada, Dük Riol'ün kurmuş olduğu çadırları ve barakaları gösterdi. Şatoya döndükleri zaman Kaherdin Tristan'a:
- Şimdi sevgili dostum, annemin ve kızkardeşimin bulunduğu salona çıkalım, dedi; el ele tutuşarak kadınların odasına girdiler. Ana kız işlemeli bir örtünün üzerine oturmuşlar, bir İngiltere kumaşını sırmayla işliyorlar; aynı zamanda da bir elişi türküsü söylüyorlardı (10): Güzel Doette'in rüzgârda, beyaz dikenlerin altında, hâlâ gelmeyen dostu Doon'u nasıl özlediğini anlatıyordu bu türkü. Tristan onları selamladı, onlar da Tristan'ı; sonra iki şövalye kadınların yanına oturdular. Kaherdin annesinin işlediği etolü (11) göstererek:
- Bakın, sevgili dost Tristan, dedi, annem de iyi bir işçi; yoksul kiliselere vermek üzere ne güzel tapını giysileri işlemesini biliyor. Kızkardeşimin elleri de, şu ak ipek kumaş üzerinde sırma iplikleri ne güzel kovalıyor. Gerçekten, güzel kardeşim, sana "ak elli Iseut" demekte hakları var.
Adının Iseut olduğunu öğrenince Tristan gülümsedi ve ona daha tatlı bakışlarla baktı.
Kont Riol, ordugahını Carnaix'den üç mil uzağa kurmuştu ve epeyden beri Dük Hoel'in adamları oraya saldırmak için direkleri aşmayı göze alamıyorlardı. Ama, ertesi gün olur olmaz, Tristan, Kaherdin ve on iki genç şövalye Carhaix'den çıktılar; zırhlı giysilerini, tolgalarını giymişlerdi; atlarının üstünde, çam ormanlarının içinden düşman çadırlarına dek gittiler; sonra pusularından atılarak Kont Riol'ün bir taşıma bölüğünü zorla ele geçirdiler. O günden sonra, çoğu kez hileler ve yöntemleri değiştirerek Riol'ün iyi korunmamış olan çadırlarını deviriyorlar, korumanlara saldırıyorlar, adamlarını yaralıyorlar, öldürüyorlar, hiçbir zaman da Carhaix'ye eli boş dönmüyorlardı. İşte bu durumda Tristan ile Kaherdin birbirlerine öyle sevgi ve güven duymaya başladılar ki, aralarında dostluk ve arkadaşlık andı içtiler. Öykünün de bize bildireceği gibi, hiçbir zaman bu sözlerinden dönmediler.
İşte bu atlı yolculuklarından dönerken, şövalyelik ve incelik kurallarından söz ederlerken, çoğu kez Kaherdin sevgili yol arkadaşına kız kardeşi ak elli Iseut'yü, saf yürekli güzel Iseut'yü övüyordu.
Bir sabah, henüz gün doğarken, bir nöbetçi telaşla kulesinden indi, salonları dolaşarak, "Senyörler, epey uyudunuz! Kalkın! Riol saldırıyor!" diye bağırdı.
Şövalyeler, kentliler, hepsi silahlandılar, surlara koştular. Ovada zırhların parladığını gördüler. İpek bayrakları dalgalanıyor, Riol'ün bütün askerleri güzel bir alay halinde ilerliyordu. Dük Hoel ile Kaherdin, kapıların önüne derhal ilk şövalye takımlarını dizdiler. Bir ok erimine geldikleri zaman, atlarına hız verdiler, mızraklarını eğdiler, oklar da nisan yağmurları gibi üzerlerine yağıyordu.
Tristan da bir yandan nöbetçinin son uyandırdıklarıyla birlikte silahlanıyordu. Ayakkabılarını bağladı, giysisini üzerine geçirdi, çamurluklarını ve altın mahmuzlarını taktı; zırhını kuşandı, tolgasını solukluğun üzerine yerleştirdi, atına binip ovaya dek mahmuzladı ve kalkanı göğsüne dayalı, "Carhaix" diye bağırarak ortaya çıktı. Tam vaktinde gelmişti: Hoel'in adamları koruganlar arasında gerilemeye başlamışlardı. O sırada, yerlere yıkılan atların ve yaralı uyrukların birbirine geçmesi, genç şövalyelerin indirdikleri vuruşlar, ayakların altında kana boyanan otlar, görülecek bir şeydi. Kaherdin, Kont Riol'ün kardeşi olan gözüpek bir baronun karşısına dikildiğini görünce, hepsinin önünde gururlu bir davranışla durmuştu. İkisi de kargılarını indirerek çarpıştılar. Nantes'lının kargısı Kaherdin'inkini sarsmadı bile, parçalandı. Kaherdin ise, daha güvenli bir vuruşla rakibinin kalkanını yana itti ve parlatılmış kılıcını beline, bayrağın olduğu yere dek soktu. Atın üzerinde doğrulan şövalye yere düştü.
Kardeşinin çığlığı üzerine Kont Riol, doludizgin Kaherdin'in üzerine saldırdı. Ama Tristan yolunu kesti; birbirleriyle çarpışınca, Tristan'ın mızrağı sapından kırıldı, Riol'ünki de hasmının atının göğsüne dayanarak etine girdi, hayvanı çayırların üzerine ölü olarak serdi. Hemen ayağa kalkan Tristan, elinde parlak kılıcıyla:
- Alçak, diye haykırdı, sahibini bırakıp da atı yaralayan belasını bulur! Bu çayırdan canlı olarak çıkmayacaksın!
Riol atını ona doğru sürerek:
- Sanırım yanılıyorsunuz, dedi.
Ama Tristan saldırıyı savuşturdu ve kolunu kaldırarak kılıcını bütün gücüyle Riol'ün tolgasına indirdi. Kanat halkasını yerinden oynattı, burunluğunu uçurdu. Mızrak, şövalyenin omzundan atın yanına kaydı; at sendeledi, o da yere yıkıldı. Riol ondan kurtulabildi ve ayağa kalktı; ikisi de ayakta, delinmiş, yarılmış kalkanla, parçalanmış zırhlarıyla birbirlerinden ayrılmıyorlar, saldırıyorlardı; sonunda Tristan Riol'ün tolgasının armasının üzerine vurdu. Kanat halkası çözüldü, vuruş o denli güçle indirilmişti ki, baron, elleri ve dizleri üzerine düştü. Tristan ona:
- Ayağa kalkabilirsen kalk delikanlı, diye bağırdı; bu savaş alanına belanı bulmaya gelmişsin, ölmelisin!
Riol yeniden ayağa fırladı; ama Tristan, ona öyle bir darbe indirdi ki tolgası delindi, örtüsü parçalandı, kafatası ortaya çıktı. Riol, acıması, yaşamını bağışlaması için Tristan'a yalvardı. Tristan da elinden kılıcını aldı. Tam zamanında almıştı, çünkü her yandan Nanteslılar efendilerinin yardımına gelmişlerdi. Ama efendileri yenilgiyi kabul etmişti bile.
Riol, Dük Hoel'in tutukevine gideceğine, ona yeniden saygı ve güven andı içeceğine, yakılan mahalle ve köyleri eski durumuna getireceğine söz verdi. Buyruğu üzerine savaş durdu, askerleri de uzaklaştılar.
Yenenler Carhaix'ye dönünce, Kaherdin babasına:
- Efendim, dedi, Tristan'ı çağırın, yanınızda alıkoyun, ondan daha iyi bir şövalye yoktur. Ülkemizin böyle yürekli bir barona gereksinmesi var.
Dük, adamlarına danıştıktan sonra Tristan'ı çağırdı:
- Dostum, toprağımı ele vermediğiniz için sizi ne denli sevsem azdır. İşte size borcumu ödemek istiyorum. Kızım ak elli Iseut, dükler, krallar ve kraliçeler soyundandır. Alın onu, size veriyorum.
Tristan:
- Alırım, Efendim, dedi.
Ah efendilerim, niçin bu güzel sözü söyledi? İşte, bu söz yüzünden öldü.
Gün belirlendi, süre kararlaştırıldı. Dük dostlarıyla, Tristan da kendi dostlarıyla geldiler. Herkesin önünde, kilisenin kapısında, kutsal dinin yasalarına göre Tristan, ak elli Iseut ile evlendi. Düğün görkemli ve zengin oldu. Ama gece olup da uşaklar Tristan'ın giysilerini soyarken, gömleğinin biraz dar olan kolunu çıkardıkları anda, parmağındaki yeşil akik yüzüğünü, sarışın Iseut'nün yüzüğünü yere düşürdüler. Yüzük döşeme taşlarının üzerine düşerken keskin bir sesle çınladı.
O zaman Tristan, eski sevgisinin yeniden uyandığını anladı ve suçunun ayrımına vardı.
Sarışın Iseut'nün ona bu halkayı verdiği günü anımsadı: Kendisinin yüzünden o güç yaşamı geçirdiği ormandaydı. Yatakta öteki Iseut'nün yanında yatarken Morois'daki kulübe gözünün önüne geldi. Ne çılgınca bir düşünceyle dostunu ihanetle suçlamıştı! Hayır, dostu onun yüzünden her türlü güçlüğü ve acıyı çekiyordu; asıl kendisi ona ihanet etmişti.
Ama karısı Iseut'ye de acıyordu, saf yürekli güzel Iseut'ye. İki Iseut de onu sevmekle ne talihsizdiler. İkisine de verdiği sözde durmamıştı.
Ak elli Iseut ise, yanında yatan Tristan'ın iç çekmesine şaşıyordu. Sonunda biraz utanarak:
- Sevgili efendim, dedi, acaba sizi kızdıracak bir şey mi yaptım? Niçin beni bir kez öpmüyorsunuz? Söyleyin de suçumu bileyim, elimden gelirse kendimi bağışlatayım.
Tristan:
- Dostum, dedi, darılmayın, ben bir ant içtim. Daha önce başka bir ülkedeyken, bir ejderle dövüştüm, az kalsın ölüyordum; tam o sırada aklıma Meryem Ana geldi; bana yardım eder de canavardan kurtulursam, evlendiğim zaman bütün bir yıl karımı kucaklamayacağıma, öpmeyeceğime ant içtim.
Ak elli Iseut:
- Ne yapayım, öyleyse ben de razı olurum, dedi.
Ama sabahleyin hizmetçi kızlar ona evli kardınların giydiği yakalığı takarlarken üzüntülü üzüntülü gülümsedi ve bu yakalığı takmayı hak etmediğini düşündü.
XVI
KAHERDIN
Dük Hoel, birkaç gün sonra, Saray Bakanı ve bütün avcıları, Tristan, ak elli Iseut ve Kaherdin, hep birlikte şatodan çıktılar; ormana ava gittiler. Dar bir yolda, Tristan Kaherdin'in solundan gidiyordu; Kaherdin sağ eliyle ak elli Iseut'nün atının dizginlerini tutuyordu. Bir aralık, at bir su birikintisine bastı. Atın ayağı, suyu Iseut'nün giysisinin altından öyle bir sıçrattı ki kızcağız tümüyle ıslandı ve dizinden yukarısına dek soğuğu duyumsadı. Hafif bir çığlık kopardı, atını mahmuzlerken öyle yüksek ve duru bir kahkaha attı ki, Kaherdin arkasından atını koşturarak ona yetişince:
- Güzel kardeşim, neye gülüyorsunuz? diye sordu.
- Aklıma bir şey geldi de ona güldüm, sevgili kardeşim. Üzerime su sıçrayınca ona, "Ey su," dedim, "Sen yürekli Tristan'dan daha yüreklisin." İşte buna güldüm. Ama boşboğazlık ettim kardeşim. Sözümü geri alıyorum. Bunu söylediğime pişman oldum.
Şaşkınlık içinde kalan Kahardin, kızı öyle zorladı ki, o da sonunda evliliğinin içyüzünü anlattı.
O sırada Tristan yanlarına geldi, üçü de atlarının üzerinde hiç konuşmadan av evine dek gittiler. Orada Kaherdin, Tristan'ı bir yana çekerek:
- Efendim Tristan, dedi, kızkardeşim bana evliliğinizin içyüzünü söyledi. Ama siz verdiğiniz söze ihanet ettiniz, ailemin onuruyla oynadınız. Buna karşı diyeceğiniz varsa söyleyin, yoksa size dövüş öneriyorum.
Tristan yanıt verdi:
- Evet, aranıza gelmem sizin için bir talihsizlik, kara yazınız. Ama sevgili dostum, kardeşim, yoldaşım, derdimi dinle de belki bana karşı olan öfken yatışır. Benim başka bir Iseut'm var. Bütün kadınlar güzeldir, benim için bin türlü acı çekti, hâlâ da çekiyor. Evet, kız kardeşin beni seviyor, ama öteki Iseut benim hatırım için, ona verdiğim bir köpeğe senin kardeşinin bana gösterdiğinden çok özenle bakıyor. Gel şu avı bırakalım, seni götüreceğim yere benimle gel de yaşamımdaki yıkımları sana anlatayım.
Tristan dizginleri çekti, atına hız verdi. Kaherdin de kendi atını onunkinin arkasından sürdü. Hiçbir şey söylemeden ormanın derinliklerine daldılar. Orada Tristan Kaherdin'e derdini açtı. Deniz üstünde nasıl aşkı ve ölümü içtiğini söyledi; baronların ve cücenin ihanetini, Kraliçe'nin yakılmaya götürüldüğünü, cüzzamlılara verildiğini, sonra yabanıl ormandaki sevişmelerini anlattı; onu Kral Marc'a nasıl geri verdiğini, sonra ondan nasıl kaçtığını ve ak elli Iseut'yü sevmek istediğini anlattı; artık Kraliçe'den uzakta ne yaşam, ne ölüm olabileceğini anladığını da söyledi.
Kaherdin şaşkınlık içinde susuyordu. Ayrımında olmadan öfkesinin yatıştığını duyumsadı. Sonunda:
- Dostum, dedi, pek şaşırtıcı sözler duyuyorum; yüreğimi yumuşattınız, acımayla doldurdunuz; öyle acılar çekmişsiniz ki Tanrı kimseye göstermesin. Haydi Carhaix'ye dönelim; üç gün sonra, elimden gelirse, size düşüncemi söyleyeceğim.
Sarışın Iseut de, Tintagel'deki odasında, Tristan yüzünden içini çekiyor, onu çağırıyordu. Onu hep sevmek; işte bundan başka ne bir düşüncesi, ne bir umudu, ne de isteği vardı. Bütün isteği onda... Hem de iki yıldır ondan haber alamıyor. Nerede acaba? Hangi ülkede? Acaba yaşıyor mu?
Sarışın Iseut odasında oturuyor ve üzünçlü bir aşk şarkısı söylüyor. Guron adında bir âşığın, nasıl yakalanıp dünyada her şeyden çok sevdiği kadın yüzünden öldürüldüğünü, sonra hileyle kontun karısına Guron'un yüreğini nasıl yedirdiğini ve kadının acısını ezgileştiriyordu.
Kraliçe yavaş yavaş şarkıyı söylüyor. Sesini arpın sesine uyduruyor. Eller güzel, türkü güzel, alçak tonla söyleyen ses tatlı.
Derken, uzak bir adadan, Kariado adında zengin bir kont geldi. Kraliçe'ye hizmetlerini sunmak için Tintagel'e gelmişti. Tristan gittiğinden beri çok kez Kraliçe'ye aşkını da söylemişti. Ama Iseut onu geri çeviriyor, bunun çılgınlık olduğunu söylüyordu. Yakışıklı, görkemli ve gururlu bir şövalyeydi; güzel konuşuyordu ama dövüşlerden çok kadınların odalarında kendini gösterebiliyordu. Iseut'yü şarkı söyler buldu. Gülerek:
- Aman Tanrım, bu ne üzünçlü şarkı, dedi. Baykuşun ötüşü gibi... Baykuş ölümü haber vermek için öter demezler mi? Belki sizin türkünüz de benim ölümümü haber veriyor. Çünkü ben sizin aşkınızdan ölüyorum!
Iseut:
- Pek iyi, dedi. Benim şarkımın sizin ölümünüzü bildirdiğini kabul ediyorum, çünkü siz buraya, bana acıklı bir haber getirmeden gelmezsiniz. Tristan'a karşı konuşma konusunda hep baykuş ya da puhu olan sizsiniz. Bugün hangi kötü haberi getirdiniz bakalım?
Kariado yanıt verdi:
- Kraliçe, öfkelisiniz; ama neden bilmem. Ancak sözlerinizden dolayı üzülmek için, insan deli olmalı! Baykuşun bana verdiği haber ne olursa olsun, puhu kuşunun size getirdiği haber şu: Dostunuz Tristan elinizden gitti. Başka bir toprakta evlenmiş. Artık bundan sonra başkasını bulabilirsiniz, çünkü sizin aşkınızı aşağılıyor. Onurlu bir evlenme yapmış, Brötanya Dükü'nün kızı ak elli Iseut'yü almış.
Kariado, öfkeli öfkeli çıkıp gitti. Sarışın Iseut başını önüne eğdi, ağlamaya başladı.
Üç gün geçince, Kaherdin Tristan'ı çağırdı:
- Dostum, yüreğimin dediğini dinledim. Evet, bana doğruyu söyledinizse, bu toprakta geçirdiğiniz yaşam, bir delilik ve çılgınlıktır, hem bundan ne size, ne de kızkardeşim ak elli Iseut'ye bir hayır gelir. Söyleyeceğimi dinleyin. Birlikte gemiye biner, Tintagel'e gideriz. Siz Kraliçe'yi görürsünüz, sizi hâlâ arıyor mu, size bağlı kalmış mı, denersiniz. Sizi unuttuysa, belki o zaman kız kardeşim Iseut'ye, yalnızca güzel Iseut'ye gönlünüzü verirsiniz. Ben de sizinle geleceğim; dostunuz, yoldaşınız değil miyim?
Tristan:
- Kardeş, dedi, bir insan yüreği bütün bir ülkenin altınına değer derler, ne güzel söz.
Çok geçmeden, Tristan ile Kaherdin, uzak ülkelere azizlerin mezarlarını ziyarete gidiyorlarmış gibi hacı sopalarını ellerine aldılar, cüppeleri giydiler. Dük Hoel'le esenleştiler; Tristan yanında Gorvenal'i de götürüyordu. Kaherdin de yalnızca bir tek adamını almıştı. Gizlice bir gemi donattılar ve dördü, Cornouailles'a doğru yelkenleri açtılar.
Rüzgâr hafif ve uygundu. Sonunda, bir sabah gün doğmadan Tintagel'in yakınında, Lindan Şatosu'nun yanındaki ıssız bir koya yanaştılar. Orada, kuşkusuz iyi yürekli Saray Bakanı Dinas de Lidan onları evinde konuk edecek, gelişlerini de gizleyebilecekti.
Gün ağarırken dört yoldaş Dinas'a doğru gidiyorlardı. Bir de baktılar, arkalarından atının küçük adımlarıyla aynı yolu izleyen bir adamın geldiğini gördüler. Hemen ağaçların arasına saklandılar. Adam onları görmeden önlerinden geçti. Atın üzerinde uyuyordu. Tristan onu tanıdı, Kaherdin'e:
- Kardeş, diye fısıldadı, bu adam Dinas de Lidan'ın ta kendisi. Uyuyor. Belki de sevgilisinden geliyor ve hâlâ onu düşünde görüyor. Onu uyandırmak kabalık olur; sen beni uzaktan izle.
Tristan, Dinas'ın yanına geldi, yavaşça atının dizginini eline aldı ve sessizce yanından gitmeye başladı. Sonunda atının bir sendelemesi üzerine uyuyan adam uyandı. Gözlerini açıp Tristan'ı görünce şaşırdı:
- Sen mi... sen misin Tristan! Seni yeniden gördüğüm şu saati kutsuyorum. Bu saati uzun zaman bekledim!
- Dostum, Tanrı sizi korusun! Kraliçe'den bana ne haber vereceksiniz?
- Ah, ne yazık! Kötü haberler... Kral onu seviyor, her istediğini yapmak istiyor. Ama Iseut, sen uzaklara gittiğinden beri sararıp soruyor, senin için gözyaşı döküyor. Ah! Ne diye yeniden onun yanına geldin? Yine onun da, senin de ölümünüzü mü arıyorsun? Tristan, Kraliçe'ye acı, onu rahat bırak!
Tristan:
- Dostum, dedi, bana bir iyilik yapın; beni Lidan'da saklayın, ona haberimi götürün, bir kez, bir kezcik onu görmemi sağlayın!
Dinas yanıt olarak:
- Ben sevgiline acıyorum, ancak, bütün kadınlar arasında hâlâ onu sevdiğinden emin olursam, haberini götürürüm, dedi.
- Ah senyör! Bütün kadınlar arasında hâlâ onu sevdiğimi söyleyin. Doğruyu söylemiş olursunuz.
- Peki, öyleyse benimle gel Tristan. Gereğinde sana yardım ederim.
Saray Bakanı, Tristan'ı, Gorvenal'ı, Kaherdin ve adamını Lidan'da konuk etti. Tristan ona yaşamının bütün olaylarını bir bir anlattıktan sonra, Dinas, Tintagel'e saraydan haber getirmeye gitti. Üç gün sonra Kraliçe Iseut, Kral Marc, bütün saray halkı, adamları ve avcılarının Tintagel'den ayrılacaklarını öğrendi. Blanche-Lande Şatosu'na gidip yerleşeceklerdi, orada büyük av partileri düzenlenmişti. O zaman Tristan, yeşil akik yüzüğünü Saray Bakanı'na verdi, Kraliçe'ye götüreceği iletiyi de bildirdi.
XVII
DINAS DE LIDAN
Dinas yeniden Tintagel'e döndü, merdivenleri çıktı ve salona girdi. Kral Marc ile sarışın Iseut, satranç masasının önünde oturuyorlardı. Dinas Kraliçe'nin yanına, alçak bir iskemleye oturdu; oyunu seyrediyormuş gibi yaptı, iki kez de taşlara işaret ediyormuş gibi yaparak elini satranç tahtasının üzerine koydu; ikincisinde Iseut parmağındaki akik yüzüğü tanıdı. Oyunu sürdürdü. Ama Dinas'ın koluna yavaşça öyle bir çarptı ki oyun taşları birbirine karıştı. Ona:
- Gördünüz mü Saray Bakanı, oyunumu bozdunuz, düzeltemeyeceğim, dedi.
Marc salondan çıktı. Iseut de odasına çekildi, Saray Bakanı'nı yanına çağırttı:
- Dostum, Tristan'dan haber mi getiriyorsunuz?
- Evet Kraliçem, Tristan Lidan'da, şatomda saklı.
- Brötanya'da evlendiği doğru mu?
- Kraliçem, size doğruyu söylemişler. Ama Tristan size ihanet etmediğini, hiçbir gün bütün kadınlar arasında sizi sevmekten geri kalmadığını, bir kezcik olsun sizi yeniden görmezse öleceğini söylüyor; sizinle görüştüğü son gündeki sözünüzü anımsatarak, onu görmeye razı olmanızı diliyor.
Kraliçe bir an sustu, öteki Iseut'yü düşünüyordu. Sonunda yanıt verdi:
- Evet, benimle konuştuğu son gün, anımsıyorum, şöyle demiştim: "Bir gün yeşil akik yüzüğü yeniden görürsem, ne kale, ne duvar, ne de kral buyruğu dostumun isteğini yerine getirmemi engelleyebilir; bu ister akıllı, ister delice bir istek olsun...
- Kraliçem, bundan iki gün sonra, saray halkı, Blanche-Lande'a gitmek üzere Tintagel'den ayrılacak; Tristan yolda dikenli bir çalılığa gizleneceğini size haber veriyor. Ona acımanızı sizden rica ediyor.
- Söyledim ya. Ne kale, ne duvar, ne de kıral buyruğu dostumun isteğini yerine getirmeme engel olabilir.
İki gün sonra, Kral Marc'ın saray halkı Tintagel'den ayrılmaya hazırlanırken, Tristan, Corvenal, Kaherdin ve adamı, zırhlarını kuşandılar, kılıçlarını, kalkanlarını aldılar; gizli yollardan, kararlaştırılan yere doğru yollandılar. Ormanın arasından Blanche-Lande'a giden iki yol vardı: Biri güzel ve taş döşeli bir yoldu, alay oradan geçecekti. Ötekiyse taşlı ve bırakılmış bir durumdaydı. Tristan ile Kaherdin, adamlarını bu yolda beklettiler, atlarını ve kalkanlarını koruyacaklar, efendilerini orada bekleyeceklerdi. Kendileri ağaçlar arasına daldılar, sık ağaçlık bir yere saklandılar. Tristan, bu ağaçlık yerin önündeki yola, üzerinde ince sarmaşık sarılı olan bir fındık dalı koydu.
Çok geçmeden topluluk yolda göründü. Önden Kral Marc'ın alayı geliyordu; güzel bir sıra içinde konakçı subaylar, mareşaller, ahçılar, içki görevlileri, av köpeklerini götüren köpek uşakları, sol yumrukları üzerinde şahinleri tutan doğancılar, sonra şövalyeler, avcılar, baronlar; hepsi ağır ağır gidiyor, değerli taşlarla süslenmiş eyerli atları üzerinde ikişer ikişer gidişleri göze pek hoş görünüyordu. Sonra Kral Marc geçti; çevresinde, ikisi bir yanda, ikisi öbür yanda, sırmalı ve erguvan renkli giysileriyle kralın yakınlarını görünce Kaherdin hayran oldu.
Derken Kraliçe'nin alayı yaklaştı. Oda hizmetçileri önden geliyor, sonra baron ve kontların karıları ve kızları birer birer geçiyorlar, her birine bir genç şövalye eşlik ediyordu. Sonunda Kaherdin'in o güne dek görmediği derecede güzel bir kadının bindiği bir at yaklaştı; kadının boyu bosu da, yüzü de güzeldi, kalçaları biraz aşağıda, kaşlarının güzel bir çizgisi, gülen gözleri, küçücük dişleri vardı; kırmızı ipek bir giysi giymiş, saf altından değerli taşlarla süslü zincir, mermer gibi alnını süslüyordu. Kaherdin alçak sesle:
- Kraliçe, dedi.
- Kraliçe mi? Hayır, bu Camille'dir, hizmetçisi.
O sırada benekli bir atın üzerinde başka bir genç kız göründü. Şubat karından beyaz, gülden taze; parlak gözleri suyun içinde yıldızlar gibi ışıldıyordu. Kaherdin:
- İşte şimdi görüyorum, kraliçe bu, der.
Tristan:
- Yok canım, bu sadık Brangien, diye yanıt verdi.
O sırada, sanki güneş koca ağaçların yapraklarının arasından saçılıyormuş gibi, yol birdenbire aydınlandı. Sarışın Iseut gözüktü. Dük Andret, Tanrı kahretsin, atının üzerinde, sağından gidiyordu..
Derken, dikenli ağaçlıkların arasından çalıkuşu ve tarlakuşu sesleri yükseldi. Tristan bu ezgilere bütün sevgisini koyuyordu. Kraliçe dostunun işaretini anladı. Yolun üzerinde, sarmaşık dalının sıkıca sarıldığı fındık ağacı dalını gördü; için için şöyle düşündü:
"İşte dostum, biz de böyleyiz; ne siz bensiz, ne ben sizsiz." Atını durdurdu, yere indi, değerli taşlarla süslü bir köpek kulübesi taşıyan kısrağa doğru yaklaştı, orada, kırmızı bir halının üzerinde köpeği Petit Cru yatıyordu; onu kollarının arasına aldı, eliyle sevdi, ermin mantosuyla okşadı, türlü cilveler yaptı. Köpeği yeniden yuvasına koyduktan sonra dikenli çalılıklara döndü ve yüksek sesle şunları söyledi.
- Ey bu ormanın kuşları, beni şarkılarınızla kendimden geçirdiniz, Tanrı sizden razı olsun. Efendim Marc Blanche-Lande'a dek gidecek, ama ben Saint-Lubin Şatosu'nda mola vermek istiyorum. Kuşlar, benimle birlikte oraya dek gelsenize. Bu gece sizi bol bol ödüllendiririm, iyi çalgıcılara yapıldığı gibi.
Tristan bu sözleri aklından çıkarmadı. Ama alçak Andret kuşkulanmaya başlamıştı. Kraliçe'yi atına bindirdi, topluluk uzaklaştı.
Şimdi aaksi bir olayı dinleyin. Kral'ın topluluğu geçerken, ötede, Gorvenal ve Kaherdin'in adamının efendilerinin atlarını bekledikleri öteki yolda, Bleheri adında silahlı bir şövalye göründü. Uzaktan Gorvenal'ı ve Tristan'ın kalkanını tanıdı. Kendi kendisine: "Ne o gördüğüm?" dedi, "İşte Gorvenal, öteki de Tristan'ın ta kendisi." Atını onlara doğru mahmuzlayarak sürdü, "Tristan" diye bağırdı. Ama iki atlı geri dönmüşler, kaçmaya başlamışlardı. Arkalarından kovalayan Bleheri, durmadan, "Tristan dur," diyordu, "Yiğitliğin adına durmanı rica ediyorum."
Ama atlılar arkalarına dönmediler. O zaman Bleheri:
- Tristan, diye bağırdı. Sarışın Iseut adına dur diyorum sana!
Kaçanlara, üç kez sarışın Iseut adına rica etti. Hiç aldırmadılar, yitip gittiler. Bleheri ancak atlarından birini yakalıyabildi, onu tuttu, alıp götürdü. Kraliçe yerleşmiş olduğu sırada şatoya geldi. Yalnız olduğunu görünce;
- Kraliçem, dedi, Tristan burada. Onu şimdi kullanılmayan Tintagel yolunda gördüm. Kaçtı. Üç kez sarışın Iseut adına durması için bağırdım, ama korkmuştu, beni beklemeyi göze alamadı.
- Sevgili Efendim, söylediğiniz sözler yalan ve saçma. Tristan nasıl bu ülkede olabilir? Sizden nasıl kaçar? Sonra benim adım söylenince nasıl olur da durmaz?
- Ama Kraliçem, onu gördüğümü kanıtlamak için atlarından birini de aldığımı söyleyebilirim. Bakın nasıl eyeriyle orada, alanda duruyor.
Ama Bleheri, Iseut'nün öfkelendiğini gördü; üzüldü; çünkü Tristan'ı da, Kraliçe'yi de severdi. Kraliçe'nin yanından ayrıldı. Söylediklerine pişman oldu.
Iseut ağlamaya başladı. Kendi kendine:
"Zavallı ben! Tristan'ın benimle alay edip küçük düşüreceği günü öleydim de görmeeydim. Eskiden benim adım söylenince çarpışmayacağı hangi düşman vardı? Tristan kendine güvenir. Bleheri'den kaçtıysa, dostunun adını duyunca durmaya gönül indirmediyse, ah! Demek ki öteki Iseut'nün etkisi altında! Ne diye döndü sanki? Bana ihanet etmişti, üstelik beni aşağılamak da istedi. Eski üzüntülerim ona yetmiyor muydu? Şimdi o aşağılansın da ak elli Iseut'ye dönsün!
Sadık Perinis'i çağırdı, Bleheri'nin getirdiği haberi ona yineledi. Şu sözleri de ekledi:
- Dostum, Tintagel'den Saint-Lubin'e giden, şimdi kullanılmayan o yolda Tristan'ı ara. Ona selamımı söyleme, bana yaklaşmak cüretinde bulunmasın, onu uşaklarıma, adamlarıma kovdururum.
Du har läst 1 text från Turkiska litteratur.