Tristan ve Iseut - 5
Totalt antal ord är 3944
Totalt antal unika ord är 2004
31.8 av orden finns i de 2000 vanligaste orden
44.8 av orden finns bland de 5000 vanligaste orden
52.1 av orden finns i de 8000 vanligaste orden
Gece yarısına doğru, Tristan Blanche-Lande'ı geçti, mektubu buldu, mühürlü olarak keşiş Ogrin'e götürdü. Keşiş yazılanları ona okudu: Baronlarının salık vermesi üzerine Marc, Iseut'yü geri almaya razı oluyor, ama Tristan'ı hizmetinde alıkoymuyordu; Tristan üç güne dek Kraliçe'yi Tehlikeli Geçit'te Kral Marc'a teslim edecek, ondan sonra da denizaşırı gidecekti.
Tristan:
- Ah, dedi, sizi yitirmek ne acı sevgilim! Ama her şeye karşın bunu yapmak gerek; şimdi benim yüzümden çektiğiniz acıdan sizi kurtarabilmek elimde olduğuna göre, ayrılma zamanımız gelince, size sevgimin belirtisi olan bir armağan vereceğim. Gideceğim bilinmeyen ülkeden size bir haberci yollarım, gelip bana isteğinizi söyler; dostum, ben de ilk çağırışınızda uzak ellerden koşar gelirim.
Iseut içini çekti:
- Tristan, dedi, bana köpeğin Husdent'ı bırak. Ona değerli bir av köpeği gibi özenle bakarım. Onu görünce seni anımsarın, üzüntüm azalır. Dostum, yeşil akikten bir yüzüğüm var, onu benim hatırım için al, parmağına tak: Herhangi bir haberci, senin gönderdiğini söylerse, ne yaparsa yapsın, ne derse desin şu halkayı göstermedikçe ona inanmam. Ama bunu görür görmez, hiçbir güç, hiçbir Kral yasağı, benden istediğini yapmama engel olamaz. İstediğin ister akılcı, ister çılgınca bir şey olsun.
- Dostum, size Husdent'ı veriyorum.
- Sevgilim, siz de karşılık olarak bu yüzüğü alın.
İkisi de birbirlerini dudaklarından öptüler.
Bir yandan da Rahip Ogrin, sevgilileri kulübesinde bırakarak, koltuk değneğiyle Mont'a kadar gitmiş; oradan, mavi benekli, kül rengi kakım derileri, erguvan ve lâl renginde ipekli kumaşlar, zambaktan daha beyaz bir gömlek ve ağır ağır yürüyen, koşumlu bir at almıştı. Bu şaşırtıcı ve görkemli eşyaları almak için uzun zamandır topladığı paralarını harcadığını görenler, onunla alay ediyorlardı; ama yaşlı adam değerli kumaşları atın üzerine yükledi, Iseut'nün yanına döndü:
- Kraliçem, dedi, giysileriniz lime lime olmuş, şu armağanları kabul edin de Tehlikeli Geçit'e gittiğiniz gün daha güzel olasınız; korkarım beğenmeyeceksiniz de; ben böyle süslü şeyler seçmekte pek usta değilim.
Öte yandan da Kral, Cornouailles'ın her yerinde üç gün sonra Kraliçe'yle Tehlikeli Geçit'te barışacağı konusunda tellal bağırttı. Kadınlar, şövalyeler, akın akın, kalabalık içinde bu toplantıya gittiler; hepsi Kraliçe Iseut'yü yeniden görmek istiyorlardı; hepsi onu seviyordu, alçaklardan sağ kalmış olan üçü dışında...
Ama bu üçünden biri kılıçla, öteki bir okla ölecek; üçüncü de suda boğulacaktır; orman bekçisine gelince; onu da, açık sözlü sarışın Perinis ormanda sopayla gebertecek. Böylelikle haksızlığı sevmeyen Tanrı, sevgililerin öcünü düşmanlarından alacaktır.
Toplantı için karar verilen gün, Tehlikeli Geçit'te, baronların değerli çadırlarıyla süslenen geniş çayır uzakta parıldıyordu. Ormanda Tristan, Iseut ile birlikte atla gidiyordu. Bir tuzaktan korktuğu için parça parça olan giysilerinin altına zırhlı giysilerini giymişti. Birdenbire ikisi de ormanın kıyısında gözüktüler; uzakta, baronların arasında, Kral Marc'ı gördüler. Tristan:
- Dostum, dedi, işte Kral efendimiz, şövalyeleriyle, uyruklarıyla bize doğru geliyor; biraz sonra artık birbirimizle konuşamayacağız. Gücü her şeye yeten, büyük Tanrı adına size yalvarıyorum; bir haber gönderirsem, istediğimi yapın!
- Dostum Tristan, yeşil akik yüzüğü görür görmez, ne kale, ne duvar, ne sağlam şato sevgilimin isteğini yerine getirmeme engel olamaz.
- Iseut, Tanrı senden razı olsun!
Atları yanyana yürüyordu; Tristan Iseut'yü kendine doğru çekti, kolları arasına aldı. Iseut:
- Dostum, dedi, son ricamı dinle; sen bu ülkeyi bırakıp gideceksin; hiç olmazsa birkaç gün bekle, bir yere gizlen de Kral bana nasıl davranıyor, öfkeyle mi, iyilikle mi, öğren!... Ben yalnızım, beni alçaklara karşı kim savunacak? Korkuyorum! Orman bekçisi Ori, seni gizlice evinde yatırır, gece yıkık kilere dek sessizce gel. Perinis'i oraya yollarım, bana kötü davranan olursa, sana onunla bildiririm.
- Dostum, kimse bunu göze alamaz. Ben Ori'nin yanında gizli kalacağım; seni aşağılayan olursa, düşmandan sakınır gibi benden sakınsın!
İki topluluk selamlaşacak denli birbirine yaklaşmıştı. Kral Marc, adamlarından bir ok atımı önde, atının üzerinde, mert bir tavırla gidiyordu; yanında Dinas de Lidan vardı.
Baronlar da yaklaşınca, Tristan, Iseut'nün atını dizginlerinden tutarak Kral'ı selamladı:
- Kralım, dedi, sana sarışın Iseut'yü geri veriyorum. Senin toprağının adamları önünde, senden bir dileğim var; sarayında kendimi savunmama izin ver. Hiç yargılanmadım. Bırak da dövüşle hakkımı kazanayım; yenilirsem, beni kükürt içinde yak; zafer kazanırsam da yanında alıkoy; alıkoymak istemezsen, uzak bir ülkeye gideyim.
Kimse Tristan'ın dövüşme önerisini kabul etmedi. O zaman Marc Iseut'nün atının dizginlerini eline aldı, onu Dinas'a teslim ederek, akıl danışmak için bir yana çekildi.
Sevinç içinde olan Dinas, Kraliçe'ye pek çok saygı gösterdi, güzel sözler söyledi. Görkemli kırmızı kaftanını üzerinden aldı, Iseut'nün vücudu, ince gömleği, geniş ipek giysisi içinde bütün inceliğiyle ortaya çıktı. Kraliçe "denier"lerini esirgemeyen yaşlı keşişi anımsayarak gülümsedi. Giysisi görkemli, eli ayağı zarif, gözleri menevişli, saçları gün ışığı gibi aydınlıktı.
Alçaklar onu eskisi gibi güzel ve saygıya değer görünce hırslandılar, atlarını Kral'a doğru sürdüler. O sırada, Andre de Nikole adlı baron Kral'ın düşüncesini değiştirmeye çalışıyordu:
- Efendim, diyordu, Tristan'ı yanında alıkoy; onun sayesinde daha etkili bir kral olursun.
Marc'ın yüreği yavaş yavaş yumuşuyordu; ama alçaklar karşıdan geldiler:
- Kral, dediler, sana bağlı baronların olarak verdiğimiz şu öğüdü dinle. Kraliçe için haksız yere çok şey söylendi, kabul ediyoruz; ama Tristan'la birlikte saraya dönerlerse, yine söz olur. Daha iyisi, bırak, Tristan bir zaman buradan uzaklaşsın. Kuşkusuz, bir gün onu yine çağırırsın.
Marc da öyle yaptı; vakit geçirmeden uzaklaşsın diye Tristan'a baronlarıyla haber yolladı. Bunun üzerine Tristan Kraliçe'ye yaklaştı, esenleşti. Bakıştılar. Kraliçe kalabalıktan utandı ve kızardı.
Kralın acıması bırakmadı; yeğenine ilk kez seslenerek:
- Bu üzerinden dökülen giysilerinle nereye gideceksin? dedi. Hazinemden istediğini al; altın, gümüş ya da kürk.
Tristan:
- Kralım, dedi, oradan hiçbir şey almayacağım, zengin Frise Kralı'na gidecek, elimden geldiğince seve seve hizmet edeceğim.
Atını çevirdi, denize doğru indi; Iseut onu gözleriyle izledi. Gözden yitinceye dek başını çevirmedi.
Barış haberi üzerine büyük, küçük, erkek, kadın, çoluk çocuk, büyük bir kalabalık, kent dışına Iseut'yü karşılamaya koştular; Tristan'ın ülkeden uzaklaştırılmasına üzülüyor, Kraliçelerine kavuştuklarına da seviniyorlardı. Çan sesleri arasında, çiçekler serpili, halılar serili yollarda, kral, kontlar ve prensler ona eşlik ediyorlardı; sarayın kapıları ardına dek açıldı; zengini yoksulu yiyip içip oturdular ve Marc bugünün onuruna tutsaklarından yüzünü özgür bıraktı; eliyle silahlandırdığı yirmi şövalye adayına da kılıç ve zırh dağıttı.
Tristan, gece olunca Kraliçe'ye söz verdiği gibi, sessizce orman bekçisi Ori'nin oturduğu yere geldi; Ori onu gizlice yıkık kilere yatırdı. Haydi bakalım, şimdi de alçaklar sakınsınlar.
XII
KIZGIN DEMİRLE ANT İÇME
Artık Denoalen, Andret ve Gondoine güvende olduklarını sandılar. Belki de Tristan, yaşamını onlara erişemeyecek denli uzak, deniz aşırı bir ülkede sürüyordu. Bir av günü, Kral, köpeklerinin havlamalarını dinleyerek atını bir yanda tutarken, üçü de atları üzerinde ona doğru geldiler.
- Bizi dinle Kral, dediler. Sen Kraliçeyi yargısız mahkum etmiştin. Bu yanlış bir davranıştı. Bugün de yine yargısız bağışlıyorsun; yine yanlış yapmıyor musun? Hiç kendini savunmadı, ülkesinin baronları ikinizi de ayıplıyor. Ona söyle de, Tanrı'nın kararını istesin. Azizlerin kutsal kemikleri üzerine ant içerse, suçsuzsa ne yitirir? Suçsuzsa, ateşte kızdırılmış bir demiri tutamaz mı? Görenek böyledir ve bu kolay denemeyle eski kuşkular, sonsuza dek yok olacaktır.
Marc, öfkeyle yanıt verdi:
- Tanrı sizi yok etsin, Cornouailles soyluları, durmadan beni lekelemeyi düşünüyorsuuz. Sizin için yeğenimi kovdum; daha ne istiyorsunuz? Kraliçeyi de İrlanda'ya mı kovayım? Yeni yakınmalarınız nedir? Eski suçlamalarınıza karşı Tristan onu savunmayı önermedi mi? Kraliçenin suçsuz olduğunu kanıtlamak için size dövüş önerdi; hepiniz işittiniz... Ne diye ona karşı mızraklarınızı, kalkanlarınızı ele almadınız? Efendiler, artık bu kadarı çok oluyor; sizin için kovduğum adamı geri çağırmamdan korkun!
O zaman alçaklar titrediler; sanki Tristan geri gelmiş de, kanlarını son damlasına dek akıtmıştı; öylesine korktular.
- Efendim, size mertçe öğüt vermek istedik, onurunuzu düşünerek, size bağlı adamlarınıza yakışır yolda; ama bundan sonra susacağız. Öfkenizi unutun, bizimle yine barışın!
Marc, eyerinin üzerinde irkildi:
- Defolun alçaklar! Sizinle artık barışamam. Sizin için Tristan'ı kovdum, şimdi sıra sizde, gidin toprağımdan!
- Pek iyi, sevgili Efendim! Şatolarımız sağlamdır, çevreleri sağlam parmaklıklarla kaplıdır, çıkması güç kayalar üzerindedir.
Sonra, selam vermeden, dönüp gittiler.
Köpekleri, avları beklemeden, Marc atını Tintagel'e doğru sürdü, salonun merdivenlerini çıktı; kraliçe telaşlı adımlarının taşların üzerinde çınladığını duydu.
Ayağa kalktı, onu karşılamaya gitti; her zaman yaptığı gibi, kılıcını elinden aldı, ayaklarına dek eğildi, Marc onu ellerinden tutup kaldırırken, Iseut gözlerini ona çevirdi; yüzünün soylu çizgilerinin, öfkeden alt üst olduğunu gördü; işte odun ateşinin önünde de bir zaman, ona böyle öfkeli görünmüştü.
- Ah! diye düşündü, dostum keşfedildi, Kral onu yakaladı!
Yüreği göğsünde buz kesildi, bir tek söz söylemeden Kral'ın ayaklarının önüne yıkılıverdi. Kral onu kollarının arasına aldı, usulca öptü; Iseut yavaş yavaş kendine geliyordu. Kral:
- Dostum, dedi, nedir derdiniz?
- Korkuyorum, efendim; sizi öyle öfkeli gördüm ki!
- Evet, avda biraz canım sıkıldı.
- Ah senyör, avcılarınız sizi kızdırdıysa, av dargınlıkları bu denli ciddiye alınır mı hiç?
Marc bu sözlere gülümsedi:
- Hayır dostum, avcılarım değil, ne zamandır bizi çekemeyen üç alçak beni kızdıran. Onları tanırsın: Andret, Denoalen ve Gondoine. Toprağımdan kovdum onları.
- Efendim, benim için ne söylediler size?
- Sana ne canım? Onları kovdum işte.
- Herkes düşüncesini söylemekte haklıdır, Efendim. Ama benim de, bana yüklenen suçu öğrenmek hakkım. Sizden öğrenmezsem kimden öğreneceğim? Bu yabancı ülkede yalnızım, efendim, sizden başka beni savunacak kimse yok ki.
- Pek iyi. İleri sürdüklerine göre senin ant içerek ve kızgın demir deneyiyle suçsuzluğunu kanıtlaman gerekiyormuş. Dediler ki, "Kraliçenin bu kızgın demirle yargıyı kendisinin istemesi gerekmez mi? Suçsuzluğundan emin olan için bu denemeler hiçtir. Ne yitirecek? Son yargı Tanrı'nındır, bütün suçlamaları ortadan ancak o kaldırır..." İşte savları buydu. Ama bırakalım şunları. Kovdum onları diyorum sana.
Iseut ürperdi; Kral'a baktı:
- Efendim, onlara haber yollayın sarayınıza dönsünler. Ben antla hakkımı savunacağım.
- Ne zaman?
- On gün sonra.
- Bu süre kısa, dostum.
- Hayır, uzun bile. Ama istediğim şu; o zamana dek siz Kral Artur'e haber yollayın, Monsenyör Gauvain, Girflet, Saray Bakanı Ké ve şövalyelerinden yüzü, toprağınızın sınırı olan Blanche Lande'da, krallıklarınızı ayıran ırmağa dek atlarıyla gelsinler. İşte orada, onların önünde ant içeceğim, yalnızca sizin baronlarınızın önünde değil; çünkü baronlarınız, ben ant içer içmez, sizden, beni başka bir yolla denemenizi isteyecekler, üzüntüleriniz hiç bitmeyecek. Ama Artur ve şövalyeleri, yargıda kefil olurlarsa, ötekiler artık bir şey söylemeyi göze alamazlar.
Bir yandan, Marc'ın Kral Artur'e yolladığı silahlı haberciler hızla Carduel'e giderlerken, Iseut, uşağı sarışın, sadık Perinis'i gizlice Tristan'a yolladı.
Perinis, ormanın ortasında ıssız yollardan, orman bekçisi Ori'nin kulübesine kadar koştu; Tristan kaç gündür onu orada bekliyordu. Perinis olan biteni anlattı, yeni alçaklığı, yargı gününü, belirlenen saati ve yeri söyledi:
- Efendim, hanımım dedi ki, karar verilen günde bir maşlah giyecek, kimsenin tanımayacağı bir biçimde kılık değiştirerek, silahsız, Blanche Lande'a geleceksiniz; onun, yargı yerine gitmek için ırmağı kayıkla geçmesi gerekiyor; siz karşı kıyıda, kral Artur'ün şövalyelerinin bulunacağı yerde onu bekleyeceksiniz. Sanırım, o zaman ona yardım edebileceksiniz. Hanımım o yargı gününden pek korkuyor; ama korkmasına karşın, onu daha önce cüzzamlıların elinden kurtaran Tanrı'nın iyiliğine de inanıyor.
- Aziz dostum Perinis, git Kraliçe'ye söyle, istediğini yapacağım.
İşte senyörler, Perinis Tintagel'e dönerken, raslantıyla bir ağaçlığın arasında, bir gün sevgilileri uyurken yakalayıp da gidip Kral'a haber veren orman bekçisini gördü. Bir gün sarhoşluğu sırasında bu ihanetiyle övünmüştü. Adam toprağa derin bir çukur kazmış, kurt ve domuz yakalamak için üzerini ustalıkla ince dallarla örtüyordu. Kraliçe'nin uşağının üzerine doğru atıldığını görünce kaçmak istedi. Ama Perinis onu tuzağın kıyısına dek getirerek:
- Casus seni, dedi, Kraliçe'yi ele verdin, ne kaçıyorsun? Burada kal, elinle kazdığın mezarının yanında!
Sopa vınlayarak havada döndü. Değnek de, kafatası da aynı zamanda parçalandı. Sadık sarışın Perinis, cesedi ayağıyla dallarla örtülü çukurun içine itti.
Ant içme için karar verilen günde, Kral Marc, Iseut ve Cornouailles baronları Blanche-Lande'a dek atla giderek, ırmağa doğru ilerlediler.
Karşı kıyı boyunca toplanan Artur ve şövalyeleri, parıldayan bayraklarıyla onları selamladılar.
Önlerinde kıyının yamacında oturmuş, üzerinde deniz kabukları sarkan bir cüppeye sarılı, üstü başı dökülen bir hacı duruyordu, elindeki tahta kabını uzatarak, keskin ve acı dolu bir sesle dileniyordu.
Cornouailles kayıkları, çalakürek yaklaşıyorlardı. Yanaşacakları sırada Iseut şövalyelere:
- Senyörler, dedi, uzun giysilerimi şu bataklıkta kirletmeden karaya nasıl çıkabilirim? Bir kayıkçı gelse de geçmeme yardım etse.
Şövalyelerden biri hacıya seslendi:
- Dostum, örtünü topla da suya in, Kraliçe'yi taşı, ama bu bitkin halinle yarı yolda düşmekten korkmuyorsan.
Adam Kraliçe'yi kolları arasına aldı. Iseut ona usulca: "Dostum," dedi. Sonra yine usulca, "Kumun üzerine kendini bırakıver" diye ekledi.
Kıyıya varınca adam sendeledi, yere düştü; kolları arasında Kraliçe'yi sımsıkı tutuyordu. Seyislerle kayıkçılar küreklerle, kancalarla zavallı yoksulu kovalıyorlardı.
Kraliçe:
- Bırakın onu, dedi, sanırım uzun bir yolculuk yapıp yorulmuş olacak.
Ve saf altından bir tokayı üzerinden çözerek hacıya attı.
Artur'ün yerleştiği bölmenin önüne, yeşil otun üzerine, Nicée ipeğinden değerli bir örtü serilmişti, onun üzerine de kutulardan ve sandıklardan çıkarılan azizlerin kutsal andaçları dizilmişti. Soylu Gauvain ve Girflet ile Saray Bakanı Ké onları koruyorlardı.
Kraliçe Tanrı'ya dua ettikten sonra boynundan, ellerinden mücevherlerini çıkardı, dilencilere verdi; erguvan rengi mantosunu, yakalığını çıkardı, verdi; yeleğini, giysisini ve değerli taşlarla süslü ayakkabılarını da verdi; üzerinde yalnızca kolsuz bir gömlek bıraktı, bu durumda ve yalınayak iki kralın önüne doğru ilerledi. Çevrede baronlar onu sessizce seyrediyor, ağlıyorlardı. Kutsal eşyaların yanında bir mangal yanıyordu. Iseut titreyerek sağ elini azizlerin kemiklerine doğru uzattı ve şöyle dedi:
- Logres Kralı, Cornouailles Kralı, siz Efendim Gauvain, Efendim Ké, Efendim Girflet, bana kefil olacak olan hepiniz, bu kutsal eşyalar ve bu dünyada kutsal olan her şey üzerine ant içiyorum ki, efendim Kral Marc ve demin gözlerinizin önünde yere düşen hacıdan başka insanoğlu, hiçbir erkek, beni kollarının arasında tutmamıştır. Kral Marc, bu ant size yeter mi?
- Evet Kraliçe, Tanrı da gerçek yargısını versin!
Iseut:
- Amin, dedi.
Mangala yaklaştı, yüzünde renk kalmamıştı, sendeliyordu. Herkes susuyordu. Demir kızdırılmıştı. O zaman Iseut, çıplak kollarını korun içine soktu, demir çubuğu yakaladı, onu ellerinde tutarak dokuz adım attı, sonra elinden attı ve avuçları açık olarak ellerini haç biçiminde uzattı. Herkes gördü ki tenine hiçbir şey olmamıştı.
O zaman bütün yüreklerden Tanrı'ya bir şükran seslenişi yükseldi.
XIII
BÜLBÜL SESİ
Tristan orman bekçisi Oti'nin kulübesine dönünce, sopasını atıp hacı örtüsünden sıyrıldıktan sonra, Kral'a verdiği sözü yerine getirmek ve Cornouailles ülkesinden uzaklaşmak zamanının geldiğini açıkça duyumsadı.
Artık neden gecikiyordu? Kraliçe kendini savunmuştu; Kral ona sevgi ve saygı gösteriyordu. Artur gerekirse onu korumasına alacaktı; bundan sonra artık hiçbir hainlik onu etkilemezdi. Tintagel'in çevresinde artık ne diye dolaşsın? Boşu boşuna kendi yaşamını, orman bekçisinin yaşamını ve Iseut'nün rahatını tehlikeye koyuyordu. Evet gidecekti. Blance-Lande'da, hacı kılığıyla, Iseut'nün vücudunun kolları arasında son kez ürperdiğini duyumsamıştı.
Üç gün daha geçti, Kraliçe'nin yaşadığı ülkeden bir türlü ayrılamıyordu. Dördüncü gün gelince, onu kulübesinde konuk eden orman bekçisiyle esenleşti, Gorvenal'e:
- Hocam, dedi, işte uzun yolculuğun saati geldi; Galles topraklarına gideceğiz.
Gecenin karanlığında dertli dertli yola koyuldular. Yolları bir zamanlar Tristan'ın sevgilisini beklediği meyve bahçesinin yanından geçiyordu. Gece duruydu, pırıl pırıl parlıyordu. Yolun dönemecinde Tristan, parmaklığa yakın bir yerde, büyük çam ağacının kalın gövdesinin göğün aydınlığı içinde yükseldiğini gördü.
- Sevgili hocam, şu ilerdeki ağaçlıkların altında beni bekle; çok geçmeden gelirim.
- Nereye gidiyorsun? Deli misin? Başına bela mı almak istiyorsun?
Ama Tristan güvenli bir sıçrayışla tahta parmaklığı aşmıştı. Ak mermer merdivenin yanına, büyük çam ağacının altına geldi. Güzel yontulmuş tahta parçalarını suya atmak şimdi neye yarardı? Iseut artık gelmeyecekti. Çevik ve sakıngan adımlarla, eskiden Kraliçe'nin izlediği yoldan şatoya yaklaştı.
Odasında, uyuyan Marc'ın kolları arasında, Iseut uyanık yatıyordu. Birdenbire, ay ışığının titrediği aralık duran pencereden bir bülbül sesi geldi.
Iseut, geceyi büyüleyen coşkun sesi dinliyordu. Ses de öyle yakınan bir ezgiyle yükseliyordu ki, en hain yüreği, adam öldüren birinin yüreğini bile yumuşatabilirdi. Kraliçe, "Acaba bu ezgi nereden geliyor?" diye düşündü; Sonra birdenbire anladı: "Ah, bu Tristan olmalı! Morois Ormanı'nda, beni eğlendirmek için, ötücü kuşlara böyle öykünürdü. Gidiyordu, işte bu da onun son selamı. Nasıl da yakınıyor! Yaz sonunda, bülbülün istemeye istemeye yerinden ayrılması gibi. Dostum! Artık sesini hiç duyamayacağım!
Bülbül sesi daha yanık geldi:
- Ah! Ne istiyorsun? Gelmemi mi? Hayır! Keşiş Ogrin'i, içtiğimiz antları anımsa. Sus, ölüm bizi kolluyor... Ölüm umurumda mı? Sen beni çağırıyorsun, beni istiyorsun, geliyorum!
Kral'ın kucağından kendini kurtardı, hemen hemen çıplak olan vücudunun üzerine kül rengi kürkle kuşatılmış bir manto giydi. Her gece sırayla on şövalyenin nöbet beklediği bitişik salondan geçmesi gerekiyordu; beş tanesi uyurken öteki beşi kapılar ve pencerelerin önünde silahlı olarak dışarısını kollardı. Ama raslantıya bakın; hepsi uyumuşlardı, beşi yatakların, beşi de döşemelerin üzerinde. Iseut, yerde serili vücutların üzerinden atladı, kapının sürgüsünü kaldırdı. Halka çınladı, ama bekçilerden hiçbirini uyandırmadı. Kapının eşiğini geçti, o zaman ses sustu.
Ağaçların altında, Tristan, hiçbir söz söylemeden onu göğsüne bastırdı; kolları, birbirlerinin vücuduna sıkıca sarıldı, gün doğuncaya dek iplerle bağlanmış gibi birbirlerinden çözülmediler. Kral'a karşın, kolculara karşın, sevgililer uzun zaman haz ve aşk coşkusu içinde kaldılar.
O gece, sevgilileri çıldırttı; sonraki günlerde de Kral, Saint-Lubin'de mahkemelerde bulunmak için Tintagel'den ayrıldığından, yeniden Ori'nin yanına gelen Tristan, her sabah, ay ışığında, meyve bahçesinden doğru, sessizce kadınların odalarına dek girmeyi göze alabiliyordu.
Bir tutsak onu gördü. Gidip Andret, Denoalen ve Gondoine'i buldu:
- Beylerim, dedi, gitti sandığınız hayvan, inine dönmüş.
- Kim?
- Tristan.
- Ne zaman gördün?
- Bu sabah, hem de iyi tanıdım. Siz de benim gibi, yarın sabah gün doğarken geldiğini görebilirsiniz; kılıcı belinde, bir elinde yay, öteki elinde iki okla.
- Nerede göreceğiz?
- Bildiğim bir pencere var, orada. Ama onu size gösterirsem, bana ne kadar para verirsiniz?
- Sana otuz gümüş mark veririz, zengin bir tüccar olursun.
Tutsak:
- Öyleyse dinleyin, dedi. Kraliçe'nin odasının içi, yukarıda bulunan dar bir pencereden görünür, çünkü bu pencere duvarda çok yükseğe delinmiştir. Ancak, gerili büyük bir perde bu deliğin önünü kapar. Yarın, üçünüzden biri, güzelce meyve bahçesine girsin; uzun bir diken dalını kessin, ucunu sivriltsin, sonra o yüksek pencereye dek tırmansın, değneği bir iğne gibi perdenin kumaşına batırsın. Böylece onu hafifçe yana çekebilir. Beylerim, perdenin arkasında size söylediğimi görmezseniz beni cayır cayır yaktırın.
Andret, Gondoine ve Denoalen, içlerinden hangisinin bunu ilk olarak görmek onuruna ulaşacağını tartıştılar; sonunda, bunu önce Gondoine'e bırakmaya karar verdiler. Ayrıldılar; ertesi sabah gün doğarken buluşacaklardı. Yarın gün doğarken, hey gidi beyoğulları, kendinizi Tristan'dan iyi koruyun.
Ertesi gün, daha ortalık ağarmadan, Tristan, orman bekçisi Ori'nin kulübesinden ayrılarak, sık dikenlerin arasından sürüne sürüne şatoya doğru ilerledi. Bir çalılığın arasından çıktığı sırada, ormanın açıklık yerine bakınca, Gondoine'in, evinden doğru geldiğini gördü. Tristan kendini dikenlerin arasına attı, pusuda büzülüp bekledi:
"Aman Tanrım! Ne olur şu yaklaşan, beni tam zamanından önce görmesin!" diye düşündü.
Kılıcı elinde, bekliyordu; ama raslantıyla Gondoine başka bir yola saptı, uzaklaştı. Tristan çalılığın arkasından çıktı, umudu boşa gitmişti, yayını gerdi, nişanı aldı: Yazık! Adam erişilmeyecek denli uzaklaşmıştı.
O anda uzaktan, küçük, kara ve rahvan bir atın üzerinde Denoalen görünmez mi? Arkasından da iki büyük tazı geliyordu. Tristan bir elma ağacının arkasına gizlenerek, onu gözetledi. Bir çalılığın arasına gizlenen yaban domuzunu dışarı çıkartmak için köpeklerini eyleme geçirmeye çalışıyordu. Ama, daha tazılar onu yatağından çıkarmadan, efendileri öyle bir yara alacaktı ki, onu hiçbir hekim iyileştiremeyecekti. Denoalen yakınına gelince Tristan harmanisini üzerinden attı, bir sıçradı, düşmanının önüne dikildi; adam, "Vuruldum" diye bağıramadı bile; attan düştü. Tristan onun başını kesti, yüzünün çevresinden sarkan saç örgülerini kırptı, ayakkabısının içine yerleştirdi; İseut'ye gösterip onu sevindirmek istiyordu. "Ne yazık," diye düşünüyordu, "Acaba Gondoine ne oldu? Elimden kaçtı; ne diye ona da aynı biçimde hakkını vermedim!"
Kılıcını sildi, kınına soktu, bir ağaç kütüğünü sürükleyerek cesedin yanına getirdi ve onu kanlar içinde bıraktı. Başlığını başına geçirdi, dostuna doğru yürüdü.
Gondoine,Tintagel Şatosuna ondan önce gitmişti; yüksek pencereye tırmanıp dikenli sopasını perdeye batırmış, kumaşın iki kenarını hafifçe ayırmış, yerlerde çiçekler serpili olan odanın içine bakıyordu. Önce Perinis'ten başkasını görmedi; sonra Brangien geldi; biraz önce altın saçlı Kraliçe'nin saçlarını taradığı tarağı tutuyordu.
Sonra İseut odaya girdi, daha sonra da Tristan. Bir elinde ak söğütten yayıyla iki ok taşıyordu; öteki elinde de iki uzun erkek saçı örgüsü tutuyordu.
Harmanisini arkasından attı, güzel vücudu ortaya çıktı. Sarışın Iseut ona selam vermek için eğildi; doğrulurken başını kaldırınca, perdenin üzerinde Gondoine'in başının gölgesini gördü, tam o anda da Tristan:
- Şu güzel örgüleri görüyor musun? diyordu. Denoalen'in saçları. Ondan senin öcünü aldım. Artık bundan sonra, onun için, kalkan ve mızrak işleri bitti.
- Çok iyi efendim, ama şu yayı gerer misiniz lütfen; görmek istiyorum, gerilmesi kolay mı?
Tristan yayı gerdi, ama şaşkınlık içindeydi, iyice anlamamıştı. Iseut iki oktan birini aldı, yayın ipine yerleştirdi. İp sağlam mı diye yokladı, sonra yavaş sesle ve aceleyle:
- Hoşuma gitmiyen bir şey görüyorum. İyi nişan al, Tristan!
Tristan konumunu aldı, başını kaldırdı, perdenin ta yükseğinden Gondoine'in başının gölgesini gördü, "Okuma yolunu Tanrı göstersin!" dedi; bunu der demez duvara doğru dönüp oku fırlattı. Uzun ok havada vınladı, (ne doğan, ne güvercin böyle hızla uçabilir) hainin gözünü patlattı; bir elmanın içinden geçer gibi beyninden geçti, kafatasına, tireşimler içinde saplandı. Gondoine ses çıkaramadan yere yıkıldı, bir kazığın üzerine düştü.
O zaman Iseut, Tristan'a şöyle dedi:
- Artık kaç, dostum! Görüyorsun ya alçaklar senin gizlendiğin yeri biliyorlar! Andret henüz yaşıyor, Kral'a bildirecektir; artık senin için orman bekçisinin kulübesinde de güven yok! Kaç dostum! Sadık Perinis bu cesedi ormana saklar, Kral hiçbir şey duymaz. Ama sen, kendi esenliğin için, benim esenliğim için bu ülkeden uzaklaş!
Tristan:
- Nasıl yaşıyabilirim? dedi.
- Evet, dost Tristan, bizim yaşamlarımız birbirine bağlı; ya ben nasıl yaşayabilirim? Kendim burada kalıyorum, ama yüreğim seninle.
- Iseut, dostum, gidiyorum, bilmem hangi ülkeye. Ama bir gün yeşil akik yüzüğü gönderirsem, onunla senden isteyeceğimi yapacak mısın?
- Evet, biliyorsun; yeşil akik yüzüğü görünce ne kale, ne sağlam şato, ne de Kral yasağı, dostumun isteğini yerine getirmeme engel olabilir. İstediği şey, ister bir çılgınlık olsun, ister akılcı...
- Dostum, Tanrı senden razı olsun.
- Tanrı seni korusun, dostum.
XIV
SİHİRLİ ÇINGIRAK
Tristan, Galles'e, soylu Dük Gilain'in toprağına sığındı. Dük, genç, etkili, iyi yürekli bir adamdı; Tristan'ı kendi konuğu gibi kabul etti. Onu ağırlamakta hiçbir şeyden kaçınmadı; ama, ne oyunlar, ne de şenlikler giderebildi Tristan'ın üzüntüsünü...
Bir gün genç Dük'ün yanında otururken, yüreği öyle acılarla doluydu ki hiç ayrımına varmadan içini çekiyordu. Dük onun derdini hafifletmek için odasından, kendi üzünçlü saatlerinde büyüsüyle gözlerini ve yüreğini dinlendirdiği çok sevgili oyununu getirmelerini buyurdu. Soylu ve değerli bir erguvan rengi örtüyle kaplı olan masanın üzerine, köpeği Petit Crü'yü koydular. Bu büyülü bir köpekti; Dük'e Avalon Adası'ndan gelmişti; onu bir peri, Dük'e bir aşk simgesi olarak göndermişti. Kimse onun özünü ve güzelliğini tanımlamak için yeterince uygun sözcük bulamaz. Tüylerinin öyle olağanüstü bir renk zenginliği vardı ki, neresinin ne renk olduğu söylenemezdi; ilk bakışta boynu kardan daha ak, arkası yonca yaprağından yeşil, bir yanı erguvan gibi kırmızı, öteki yanı safran gibi sarı, karnı firuze gibi mavi, sırtı da pembe görünürdü; ama uzun zaman bakınca bütün bu renkler insanın gözünün önünde oynuyor ve değişiyordu; sırayla ak, yeşil, sarı, mavi, erguvan rengi, karanlık ya da parlak oluyordu. Boynunda ince altın bir zincire bağlı bir çıngırak vardı; bu çıngırağın sesi öyle neşeli, öyle duru, öyle tatlıydı ki, işitir işitmez Tristan'ın yüreği yumuşadı, yatıştı, üzüntüsü dağıldı. Kraliçe için çektiği bütün acıları unutuverdi. Bu çıngırağın büyülü özelliği böyleydi: İnsanın yüreği, onun bu tatlı, neşeli, duru çalışını duyunca bütün üzüntüleri unutuyordu. Tristan büyünün etkisiyle, bütün üzüntüsünü alan ve elinin altında tüylerinin dokunuşu ipek kumaş gibi gelen küçük sihirli hayvanı okşarken, bu hayvanın Iseut için güzel bir armağan olacağını düşünüyordu. Ama ne yapmalıydı? Dük Gilain, Petit Crü'yü her şeyden çok seviyordu; ne hileyle, ne de ricayla, kimse onu elinden alamazdı.
Bir gün Tristan Dük'e şöyle dedi:
- Efendim, sizden o denli ağır vergiler isteyen dev Kıllı Urgan'dan toprağınızı kurtaran olursa ne verirsiniz?
- Doğrusu, onu yenene, bütün servetimin arasından en çok değer verdiğim şeyi seçmesine izin veririm; ama kimse deve saldırmayı göze alamaz.
Tristan sözünü sürdürerek:
- Bunlar büyük sözler. Ama bir ülkeye, ancak serüvenlerle gönenç gelebilir. Pavie'nin bütün altınını bana verseler, devle dövüşme isteğimden vazgeçemem.
Dük Gilain:
- Öyleyse, dedi, Tanrı sizinle birlikte olsun, sizi korusun!
Tristan, Kıllı Urgan'ı ininde yakaladı. Uzun zaman, öldüresiye dövüştüler; sonunda, beceri güce, çelik kılıç da ağır çomağa üstün geldi; Tristan devin sağ yumruğunu keserek düke getirdi.
- Efendim, ödül olarak, söz verdiğiniz gibi, bana sihirli köpeğiniz Petit Crü'yü verin!
- Dostum, ne istedin? Onu bana bırak da, kızkardeşimle toprağımın yarısını al.
- Kızkardeşiniz güzel, toprağınız da güzel, ama ben Kıllı Urgan'la sizin peri köpeğinizi kazanmak için dövüştüm. Verdiğiniz sözü anımsayın.
- Al öyleyse; ama bil ki, gözlerimin ışığını yüreğimin neşesini alıp götürüyorsun!
Tristan, köpeği akıllı ve kurnaz bir çalgıcıya teslim etti. O da onu Tristan'ın adına Cornouailles'a götürdü. Tintagel'e geldi, köpeği gizlice Brangien'e verdi. Kraliçe bu armağandan pek çok hoşlandı, ödül olarak çalgıcıya on altın mark verdi, Kral'a da, bu değerli armağanı, annesi İrlanda Kraliçesi'nin yolladığını söyledi. Bir kuyumcuya, köpek için, altın ve değerli taşlar kakılı bir kulübe yaptırdı; her gittiği yere, dostunun andacı olarak onu taşıyordu. Ona her bakışında üzünç, iç sıkıntısı, özlem, hepsi yüreğinden siliniyordu.
Tristan:
- Ah, dedi, sizi yitirmek ne acı sevgilim! Ama her şeye karşın bunu yapmak gerek; şimdi benim yüzümden çektiğiniz acıdan sizi kurtarabilmek elimde olduğuna göre, ayrılma zamanımız gelince, size sevgimin belirtisi olan bir armağan vereceğim. Gideceğim bilinmeyen ülkeden size bir haberci yollarım, gelip bana isteğinizi söyler; dostum, ben de ilk çağırışınızda uzak ellerden koşar gelirim.
Iseut içini çekti:
- Tristan, dedi, bana köpeğin Husdent'ı bırak. Ona değerli bir av köpeği gibi özenle bakarım. Onu görünce seni anımsarın, üzüntüm azalır. Dostum, yeşil akikten bir yüzüğüm var, onu benim hatırım için al, parmağına tak: Herhangi bir haberci, senin gönderdiğini söylerse, ne yaparsa yapsın, ne derse desin şu halkayı göstermedikçe ona inanmam. Ama bunu görür görmez, hiçbir güç, hiçbir Kral yasağı, benden istediğini yapmama engel olamaz. İstediğin ister akılcı, ister çılgınca bir şey olsun.
- Dostum, size Husdent'ı veriyorum.
- Sevgilim, siz de karşılık olarak bu yüzüğü alın.
İkisi de birbirlerini dudaklarından öptüler.
Bir yandan da Rahip Ogrin, sevgilileri kulübesinde bırakarak, koltuk değneğiyle Mont'a kadar gitmiş; oradan, mavi benekli, kül rengi kakım derileri, erguvan ve lâl renginde ipekli kumaşlar, zambaktan daha beyaz bir gömlek ve ağır ağır yürüyen, koşumlu bir at almıştı. Bu şaşırtıcı ve görkemli eşyaları almak için uzun zamandır topladığı paralarını harcadığını görenler, onunla alay ediyorlardı; ama yaşlı adam değerli kumaşları atın üzerine yükledi, Iseut'nün yanına döndü:
- Kraliçem, dedi, giysileriniz lime lime olmuş, şu armağanları kabul edin de Tehlikeli Geçit'e gittiğiniz gün daha güzel olasınız; korkarım beğenmeyeceksiniz de; ben böyle süslü şeyler seçmekte pek usta değilim.
Öte yandan da Kral, Cornouailles'ın her yerinde üç gün sonra Kraliçe'yle Tehlikeli Geçit'te barışacağı konusunda tellal bağırttı. Kadınlar, şövalyeler, akın akın, kalabalık içinde bu toplantıya gittiler; hepsi Kraliçe Iseut'yü yeniden görmek istiyorlardı; hepsi onu seviyordu, alçaklardan sağ kalmış olan üçü dışında...
Ama bu üçünden biri kılıçla, öteki bir okla ölecek; üçüncü de suda boğulacaktır; orman bekçisine gelince; onu da, açık sözlü sarışın Perinis ormanda sopayla gebertecek. Böylelikle haksızlığı sevmeyen Tanrı, sevgililerin öcünü düşmanlarından alacaktır.
Toplantı için karar verilen gün, Tehlikeli Geçit'te, baronların değerli çadırlarıyla süslenen geniş çayır uzakta parıldıyordu. Ormanda Tristan, Iseut ile birlikte atla gidiyordu. Bir tuzaktan korktuğu için parça parça olan giysilerinin altına zırhlı giysilerini giymişti. Birdenbire ikisi de ormanın kıyısında gözüktüler; uzakta, baronların arasında, Kral Marc'ı gördüler. Tristan:
- Dostum, dedi, işte Kral efendimiz, şövalyeleriyle, uyruklarıyla bize doğru geliyor; biraz sonra artık birbirimizle konuşamayacağız. Gücü her şeye yeten, büyük Tanrı adına size yalvarıyorum; bir haber gönderirsem, istediğimi yapın!
- Dostum Tristan, yeşil akik yüzüğü görür görmez, ne kale, ne duvar, ne sağlam şato sevgilimin isteğini yerine getirmeme engel olamaz.
- Iseut, Tanrı senden razı olsun!
Atları yanyana yürüyordu; Tristan Iseut'yü kendine doğru çekti, kolları arasına aldı. Iseut:
- Dostum, dedi, son ricamı dinle; sen bu ülkeyi bırakıp gideceksin; hiç olmazsa birkaç gün bekle, bir yere gizlen de Kral bana nasıl davranıyor, öfkeyle mi, iyilikle mi, öğren!... Ben yalnızım, beni alçaklara karşı kim savunacak? Korkuyorum! Orman bekçisi Ori, seni gizlice evinde yatırır, gece yıkık kilere dek sessizce gel. Perinis'i oraya yollarım, bana kötü davranan olursa, sana onunla bildiririm.
- Dostum, kimse bunu göze alamaz. Ben Ori'nin yanında gizli kalacağım; seni aşağılayan olursa, düşmandan sakınır gibi benden sakınsın!
İki topluluk selamlaşacak denli birbirine yaklaşmıştı. Kral Marc, adamlarından bir ok atımı önde, atının üzerinde, mert bir tavırla gidiyordu; yanında Dinas de Lidan vardı.
Baronlar da yaklaşınca, Tristan, Iseut'nün atını dizginlerinden tutarak Kral'ı selamladı:
- Kralım, dedi, sana sarışın Iseut'yü geri veriyorum. Senin toprağının adamları önünde, senden bir dileğim var; sarayında kendimi savunmama izin ver. Hiç yargılanmadım. Bırak da dövüşle hakkımı kazanayım; yenilirsem, beni kükürt içinde yak; zafer kazanırsam da yanında alıkoy; alıkoymak istemezsen, uzak bir ülkeye gideyim.
Kimse Tristan'ın dövüşme önerisini kabul etmedi. O zaman Marc Iseut'nün atının dizginlerini eline aldı, onu Dinas'a teslim ederek, akıl danışmak için bir yana çekildi.
Sevinç içinde olan Dinas, Kraliçe'ye pek çok saygı gösterdi, güzel sözler söyledi. Görkemli kırmızı kaftanını üzerinden aldı, Iseut'nün vücudu, ince gömleği, geniş ipek giysisi içinde bütün inceliğiyle ortaya çıktı. Kraliçe "denier"lerini esirgemeyen yaşlı keşişi anımsayarak gülümsedi. Giysisi görkemli, eli ayağı zarif, gözleri menevişli, saçları gün ışığı gibi aydınlıktı.
Alçaklar onu eskisi gibi güzel ve saygıya değer görünce hırslandılar, atlarını Kral'a doğru sürdüler. O sırada, Andre de Nikole adlı baron Kral'ın düşüncesini değiştirmeye çalışıyordu:
- Efendim, diyordu, Tristan'ı yanında alıkoy; onun sayesinde daha etkili bir kral olursun.
Marc'ın yüreği yavaş yavaş yumuşuyordu; ama alçaklar karşıdan geldiler:
- Kral, dediler, sana bağlı baronların olarak verdiğimiz şu öğüdü dinle. Kraliçe için haksız yere çok şey söylendi, kabul ediyoruz; ama Tristan'la birlikte saraya dönerlerse, yine söz olur. Daha iyisi, bırak, Tristan bir zaman buradan uzaklaşsın. Kuşkusuz, bir gün onu yine çağırırsın.
Marc da öyle yaptı; vakit geçirmeden uzaklaşsın diye Tristan'a baronlarıyla haber yolladı. Bunun üzerine Tristan Kraliçe'ye yaklaştı, esenleşti. Bakıştılar. Kraliçe kalabalıktan utandı ve kızardı.
Kralın acıması bırakmadı; yeğenine ilk kez seslenerek:
- Bu üzerinden dökülen giysilerinle nereye gideceksin? dedi. Hazinemden istediğini al; altın, gümüş ya da kürk.
Tristan:
- Kralım, dedi, oradan hiçbir şey almayacağım, zengin Frise Kralı'na gidecek, elimden geldiğince seve seve hizmet edeceğim.
Atını çevirdi, denize doğru indi; Iseut onu gözleriyle izledi. Gözden yitinceye dek başını çevirmedi.
Barış haberi üzerine büyük, küçük, erkek, kadın, çoluk çocuk, büyük bir kalabalık, kent dışına Iseut'yü karşılamaya koştular; Tristan'ın ülkeden uzaklaştırılmasına üzülüyor, Kraliçelerine kavuştuklarına da seviniyorlardı. Çan sesleri arasında, çiçekler serpili, halılar serili yollarda, kral, kontlar ve prensler ona eşlik ediyorlardı; sarayın kapıları ardına dek açıldı; zengini yoksulu yiyip içip oturdular ve Marc bugünün onuruna tutsaklarından yüzünü özgür bıraktı; eliyle silahlandırdığı yirmi şövalye adayına da kılıç ve zırh dağıttı.
Tristan, gece olunca Kraliçe'ye söz verdiği gibi, sessizce orman bekçisi Ori'nin oturduğu yere geldi; Ori onu gizlice yıkık kilere yatırdı. Haydi bakalım, şimdi de alçaklar sakınsınlar.
XII
KIZGIN DEMİRLE ANT İÇME
Artık Denoalen, Andret ve Gondoine güvende olduklarını sandılar. Belki de Tristan, yaşamını onlara erişemeyecek denli uzak, deniz aşırı bir ülkede sürüyordu. Bir av günü, Kral, köpeklerinin havlamalarını dinleyerek atını bir yanda tutarken, üçü de atları üzerinde ona doğru geldiler.
- Bizi dinle Kral, dediler. Sen Kraliçeyi yargısız mahkum etmiştin. Bu yanlış bir davranıştı. Bugün de yine yargısız bağışlıyorsun; yine yanlış yapmıyor musun? Hiç kendini savunmadı, ülkesinin baronları ikinizi de ayıplıyor. Ona söyle de, Tanrı'nın kararını istesin. Azizlerin kutsal kemikleri üzerine ant içerse, suçsuzsa ne yitirir? Suçsuzsa, ateşte kızdırılmış bir demiri tutamaz mı? Görenek böyledir ve bu kolay denemeyle eski kuşkular, sonsuza dek yok olacaktır.
Marc, öfkeyle yanıt verdi:
- Tanrı sizi yok etsin, Cornouailles soyluları, durmadan beni lekelemeyi düşünüyorsuuz. Sizin için yeğenimi kovdum; daha ne istiyorsunuz? Kraliçeyi de İrlanda'ya mı kovayım? Yeni yakınmalarınız nedir? Eski suçlamalarınıza karşı Tristan onu savunmayı önermedi mi? Kraliçenin suçsuz olduğunu kanıtlamak için size dövüş önerdi; hepiniz işittiniz... Ne diye ona karşı mızraklarınızı, kalkanlarınızı ele almadınız? Efendiler, artık bu kadarı çok oluyor; sizin için kovduğum adamı geri çağırmamdan korkun!
O zaman alçaklar titrediler; sanki Tristan geri gelmiş de, kanlarını son damlasına dek akıtmıştı; öylesine korktular.
- Efendim, size mertçe öğüt vermek istedik, onurunuzu düşünerek, size bağlı adamlarınıza yakışır yolda; ama bundan sonra susacağız. Öfkenizi unutun, bizimle yine barışın!
Marc, eyerinin üzerinde irkildi:
- Defolun alçaklar! Sizinle artık barışamam. Sizin için Tristan'ı kovdum, şimdi sıra sizde, gidin toprağımdan!
- Pek iyi, sevgili Efendim! Şatolarımız sağlamdır, çevreleri sağlam parmaklıklarla kaplıdır, çıkması güç kayalar üzerindedir.
Sonra, selam vermeden, dönüp gittiler.
Köpekleri, avları beklemeden, Marc atını Tintagel'e doğru sürdü, salonun merdivenlerini çıktı; kraliçe telaşlı adımlarının taşların üzerinde çınladığını duydu.
Ayağa kalktı, onu karşılamaya gitti; her zaman yaptığı gibi, kılıcını elinden aldı, ayaklarına dek eğildi, Marc onu ellerinden tutup kaldırırken, Iseut gözlerini ona çevirdi; yüzünün soylu çizgilerinin, öfkeden alt üst olduğunu gördü; işte odun ateşinin önünde de bir zaman, ona böyle öfkeli görünmüştü.
- Ah! diye düşündü, dostum keşfedildi, Kral onu yakaladı!
Yüreği göğsünde buz kesildi, bir tek söz söylemeden Kral'ın ayaklarının önüne yıkılıverdi. Kral onu kollarının arasına aldı, usulca öptü; Iseut yavaş yavaş kendine geliyordu. Kral:
- Dostum, dedi, nedir derdiniz?
- Korkuyorum, efendim; sizi öyle öfkeli gördüm ki!
- Evet, avda biraz canım sıkıldı.
- Ah senyör, avcılarınız sizi kızdırdıysa, av dargınlıkları bu denli ciddiye alınır mı hiç?
Marc bu sözlere gülümsedi:
- Hayır dostum, avcılarım değil, ne zamandır bizi çekemeyen üç alçak beni kızdıran. Onları tanırsın: Andret, Denoalen ve Gondoine. Toprağımdan kovdum onları.
- Efendim, benim için ne söylediler size?
- Sana ne canım? Onları kovdum işte.
- Herkes düşüncesini söylemekte haklıdır, Efendim. Ama benim de, bana yüklenen suçu öğrenmek hakkım. Sizden öğrenmezsem kimden öğreneceğim? Bu yabancı ülkede yalnızım, efendim, sizden başka beni savunacak kimse yok ki.
- Pek iyi. İleri sürdüklerine göre senin ant içerek ve kızgın demir deneyiyle suçsuzluğunu kanıtlaman gerekiyormuş. Dediler ki, "Kraliçenin bu kızgın demirle yargıyı kendisinin istemesi gerekmez mi? Suçsuzluğundan emin olan için bu denemeler hiçtir. Ne yitirecek? Son yargı Tanrı'nındır, bütün suçlamaları ortadan ancak o kaldırır..." İşte savları buydu. Ama bırakalım şunları. Kovdum onları diyorum sana.
Iseut ürperdi; Kral'a baktı:
- Efendim, onlara haber yollayın sarayınıza dönsünler. Ben antla hakkımı savunacağım.
- Ne zaman?
- On gün sonra.
- Bu süre kısa, dostum.
- Hayır, uzun bile. Ama istediğim şu; o zamana dek siz Kral Artur'e haber yollayın, Monsenyör Gauvain, Girflet, Saray Bakanı Ké ve şövalyelerinden yüzü, toprağınızın sınırı olan Blanche Lande'da, krallıklarınızı ayıran ırmağa dek atlarıyla gelsinler. İşte orada, onların önünde ant içeceğim, yalnızca sizin baronlarınızın önünde değil; çünkü baronlarınız, ben ant içer içmez, sizden, beni başka bir yolla denemenizi isteyecekler, üzüntüleriniz hiç bitmeyecek. Ama Artur ve şövalyeleri, yargıda kefil olurlarsa, ötekiler artık bir şey söylemeyi göze alamazlar.
Bir yandan, Marc'ın Kral Artur'e yolladığı silahlı haberciler hızla Carduel'e giderlerken, Iseut, uşağı sarışın, sadık Perinis'i gizlice Tristan'a yolladı.
Perinis, ormanın ortasında ıssız yollardan, orman bekçisi Ori'nin kulübesine kadar koştu; Tristan kaç gündür onu orada bekliyordu. Perinis olan biteni anlattı, yeni alçaklığı, yargı gününü, belirlenen saati ve yeri söyledi:
- Efendim, hanımım dedi ki, karar verilen günde bir maşlah giyecek, kimsenin tanımayacağı bir biçimde kılık değiştirerek, silahsız, Blanche Lande'a geleceksiniz; onun, yargı yerine gitmek için ırmağı kayıkla geçmesi gerekiyor; siz karşı kıyıda, kral Artur'ün şövalyelerinin bulunacağı yerde onu bekleyeceksiniz. Sanırım, o zaman ona yardım edebileceksiniz. Hanımım o yargı gününden pek korkuyor; ama korkmasına karşın, onu daha önce cüzzamlıların elinden kurtaran Tanrı'nın iyiliğine de inanıyor.
- Aziz dostum Perinis, git Kraliçe'ye söyle, istediğini yapacağım.
İşte senyörler, Perinis Tintagel'e dönerken, raslantıyla bir ağaçlığın arasında, bir gün sevgilileri uyurken yakalayıp da gidip Kral'a haber veren orman bekçisini gördü. Bir gün sarhoşluğu sırasında bu ihanetiyle övünmüştü. Adam toprağa derin bir çukur kazmış, kurt ve domuz yakalamak için üzerini ustalıkla ince dallarla örtüyordu. Kraliçe'nin uşağının üzerine doğru atıldığını görünce kaçmak istedi. Ama Perinis onu tuzağın kıyısına dek getirerek:
- Casus seni, dedi, Kraliçe'yi ele verdin, ne kaçıyorsun? Burada kal, elinle kazdığın mezarının yanında!
Sopa vınlayarak havada döndü. Değnek de, kafatası da aynı zamanda parçalandı. Sadık sarışın Perinis, cesedi ayağıyla dallarla örtülü çukurun içine itti.
Ant içme için karar verilen günde, Kral Marc, Iseut ve Cornouailles baronları Blanche-Lande'a dek atla giderek, ırmağa doğru ilerlediler.
Karşı kıyı boyunca toplanan Artur ve şövalyeleri, parıldayan bayraklarıyla onları selamladılar.
Önlerinde kıyının yamacında oturmuş, üzerinde deniz kabukları sarkan bir cüppeye sarılı, üstü başı dökülen bir hacı duruyordu, elindeki tahta kabını uzatarak, keskin ve acı dolu bir sesle dileniyordu.
Cornouailles kayıkları, çalakürek yaklaşıyorlardı. Yanaşacakları sırada Iseut şövalyelere:
- Senyörler, dedi, uzun giysilerimi şu bataklıkta kirletmeden karaya nasıl çıkabilirim? Bir kayıkçı gelse de geçmeme yardım etse.
Şövalyelerden biri hacıya seslendi:
- Dostum, örtünü topla da suya in, Kraliçe'yi taşı, ama bu bitkin halinle yarı yolda düşmekten korkmuyorsan.
Adam Kraliçe'yi kolları arasına aldı. Iseut ona usulca: "Dostum," dedi. Sonra yine usulca, "Kumun üzerine kendini bırakıver" diye ekledi.
Kıyıya varınca adam sendeledi, yere düştü; kolları arasında Kraliçe'yi sımsıkı tutuyordu. Seyislerle kayıkçılar küreklerle, kancalarla zavallı yoksulu kovalıyorlardı.
Kraliçe:
- Bırakın onu, dedi, sanırım uzun bir yolculuk yapıp yorulmuş olacak.
Ve saf altından bir tokayı üzerinden çözerek hacıya attı.
Artur'ün yerleştiği bölmenin önüne, yeşil otun üzerine, Nicée ipeğinden değerli bir örtü serilmişti, onun üzerine de kutulardan ve sandıklardan çıkarılan azizlerin kutsal andaçları dizilmişti. Soylu Gauvain ve Girflet ile Saray Bakanı Ké onları koruyorlardı.
Kraliçe Tanrı'ya dua ettikten sonra boynundan, ellerinden mücevherlerini çıkardı, dilencilere verdi; erguvan rengi mantosunu, yakalığını çıkardı, verdi; yeleğini, giysisini ve değerli taşlarla süslü ayakkabılarını da verdi; üzerinde yalnızca kolsuz bir gömlek bıraktı, bu durumda ve yalınayak iki kralın önüne doğru ilerledi. Çevrede baronlar onu sessizce seyrediyor, ağlıyorlardı. Kutsal eşyaların yanında bir mangal yanıyordu. Iseut titreyerek sağ elini azizlerin kemiklerine doğru uzattı ve şöyle dedi:
- Logres Kralı, Cornouailles Kralı, siz Efendim Gauvain, Efendim Ké, Efendim Girflet, bana kefil olacak olan hepiniz, bu kutsal eşyalar ve bu dünyada kutsal olan her şey üzerine ant içiyorum ki, efendim Kral Marc ve demin gözlerinizin önünde yere düşen hacıdan başka insanoğlu, hiçbir erkek, beni kollarının arasında tutmamıştır. Kral Marc, bu ant size yeter mi?
- Evet Kraliçe, Tanrı da gerçek yargısını versin!
Iseut:
- Amin, dedi.
Mangala yaklaştı, yüzünde renk kalmamıştı, sendeliyordu. Herkes susuyordu. Demir kızdırılmıştı. O zaman Iseut, çıplak kollarını korun içine soktu, demir çubuğu yakaladı, onu ellerinde tutarak dokuz adım attı, sonra elinden attı ve avuçları açık olarak ellerini haç biçiminde uzattı. Herkes gördü ki tenine hiçbir şey olmamıştı.
O zaman bütün yüreklerden Tanrı'ya bir şükran seslenişi yükseldi.
XIII
BÜLBÜL SESİ
Tristan orman bekçisi Oti'nin kulübesine dönünce, sopasını atıp hacı örtüsünden sıyrıldıktan sonra, Kral'a verdiği sözü yerine getirmek ve Cornouailles ülkesinden uzaklaşmak zamanının geldiğini açıkça duyumsadı.
Artık neden gecikiyordu? Kraliçe kendini savunmuştu; Kral ona sevgi ve saygı gösteriyordu. Artur gerekirse onu korumasına alacaktı; bundan sonra artık hiçbir hainlik onu etkilemezdi. Tintagel'in çevresinde artık ne diye dolaşsın? Boşu boşuna kendi yaşamını, orman bekçisinin yaşamını ve Iseut'nün rahatını tehlikeye koyuyordu. Evet gidecekti. Blance-Lande'da, hacı kılığıyla, Iseut'nün vücudunun kolları arasında son kez ürperdiğini duyumsamıştı.
Üç gün daha geçti, Kraliçe'nin yaşadığı ülkeden bir türlü ayrılamıyordu. Dördüncü gün gelince, onu kulübesinde konuk eden orman bekçisiyle esenleşti, Gorvenal'e:
- Hocam, dedi, işte uzun yolculuğun saati geldi; Galles topraklarına gideceğiz.
Gecenin karanlığında dertli dertli yola koyuldular. Yolları bir zamanlar Tristan'ın sevgilisini beklediği meyve bahçesinin yanından geçiyordu. Gece duruydu, pırıl pırıl parlıyordu. Yolun dönemecinde Tristan, parmaklığa yakın bir yerde, büyük çam ağacının kalın gövdesinin göğün aydınlığı içinde yükseldiğini gördü.
- Sevgili hocam, şu ilerdeki ağaçlıkların altında beni bekle; çok geçmeden gelirim.
- Nereye gidiyorsun? Deli misin? Başına bela mı almak istiyorsun?
Ama Tristan güvenli bir sıçrayışla tahta parmaklığı aşmıştı. Ak mermer merdivenin yanına, büyük çam ağacının altına geldi. Güzel yontulmuş tahta parçalarını suya atmak şimdi neye yarardı? Iseut artık gelmeyecekti. Çevik ve sakıngan adımlarla, eskiden Kraliçe'nin izlediği yoldan şatoya yaklaştı.
Odasında, uyuyan Marc'ın kolları arasında, Iseut uyanık yatıyordu. Birdenbire, ay ışığının titrediği aralık duran pencereden bir bülbül sesi geldi.
Iseut, geceyi büyüleyen coşkun sesi dinliyordu. Ses de öyle yakınan bir ezgiyle yükseliyordu ki, en hain yüreği, adam öldüren birinin yüreğini bile yumuşatabilirdi. Kraliçe, "Acaba bu ezgi nereden geliyor?" diye düşündü; Sonra birdenbire anladı: "Ah, bu Tristan olmalı! Morois Ormanı'nda, beni eğlendirmek için, ötücü kuşlara böyle öykünürdü. Gidiyordu, işte bu da onun son selamı. Nasıl da yakınıyor! Yaz sonunda, bülbülün istemeye istemeye yerinden ayrılması gibi. Dostum! Artık sesini hiç duyamayacağım!
Bülbül sesi daha yanık geldi:
- Ah! Ne istiyorsun? Gelmemi mi? Hayır! Keşiş Ogrin'i, içtiğimiz antları anımsa. Sus, ölüm bizi kolluyor... Ölüm umurumda mı? Sen beni çağırıyorsun, beni istiyorsun, geliyorum!
Kral'ın kucağından kendini kurtardı, hemen hemen çıplak olan vücudunun üzerine kül rengi kürkle kuşatılmış bir manto giydi. Her gece sırayla on şövalyenin nöbet beklediği bitişik salondan geçmesi gerekiyordu; beş tanesi uyurken öteki beşi kapılar ve pencerelerin önünde silahlı olarak dışarısını kollardı. Ama raslantıya bakın; hepsi uyumuşlardı, beşi yatakların, beşi de döşemelerin üzerinde. Iseut, yerde serili vücutların üzerinden atladı, kapının sürgüsünü kaldırdı. Halka çınladı, ama bekçilerden hiçbirini uyandırmadı. Kapının eşiğini geçti, o zaman ses sustu.
Ağaçların altında, Tristan, hiçbir söz söylemeden onu göğsüne bastırdı; kolları, birbirlerinin vücuduna sıkıca sarıldı, gün doğuncaya dek iplerle bağlanmış gibi birbirlerinden çözülmediler. Kral'a karşın, kolculara karşın, sevgililer uzun zaman haz ve aşk coşkusu içinde kaldılar.
O gece, sevgilileri çıldırttı; sonraki günlerde de Kral, Saint-Lubin'de mahkemelerde bulunmak için Tintagel'den ayrıldığından, yeniden Ori'nin yanına gelen Tristan, her sabah, ay ışığında, meyve bahçesinden doğru, sessizce kadınların odalarına dek girmeyi göze alabiliyordu.
Bir tutsak onu gördü. Gidip Andret, Denoalen ve Gondoine'i buldu:
- Beylerim, dedi, gitti sandığınız hayvan, inine dönmüş.
- Kim?
- Tristan.
- Ne zaman gördün?
- Bu sabah, hem de iyi tanıdım. Siz de benim gibi, yarın sabah gün doğarken geldiğini görebilirsiniz; kılıcı belinde, bir elinde yay, öteki elinde iki okla.
- Nerede göreceğiz?
- Bildiğim bir pencere var, orada. Ama onu size gösterirsem, bana ne kadar para verirsiniz?
- Sana otuz gümüş mark veririz, zengin bir tüccar olursun.
Tutsak:
- Öyleyse dinleyin, dedi. Kraliçe'nin odasının içi, yukarıda bulunan dar bir pencereden görünür, çünkü bu pencere duvarda çok yükseğe delinmiştir. Ancak, gerili büyük bir perde bu deliğin önünü kapar. Yarın, üçünüzden biri, güzelce meyve bahçesine girsin; uzun bir diken dalını kessin, ucunu sivriltsin, sonra o yüksek pencereye dek tırmansın, değneği bir iğne gibi perdenin kumaşına batırsın. Böylece onu hafifçe yana çekebilir. Beylerim, perdenin arkasında size söylediğimi görmezseniz beni cayır cayır yaktırın.
Andret, Gondoine ve Denoalen, içlerinden hangisinin bunu ilk olarak görmek onuruna ulaşacağını tartıştılar; sonunda, bunu önce Gondoine'e bırakmaya karar verdiler. Ayrıldılar; ertesi sabah gün doğarken buluşacaklardı. Yarın gün doğarken, hey gidi beyoğulları, kendinizi Tristan'dan iyi koruyun.
Ertesi gün, daha ortalık ağarmadan, Tristan, orman bekçisi Ori'nin kulübesinden ayrılarak, sık dikenlerin arasından sürüne sürüne şatoya doğru ilerledi. Bir çalılığın arasından çıktığı sırada, ormanın açıklık yerine bakınca, Gondoine'in, evinden doğru geldiğini gördü. Tristan kendini dikenlerin arasına attı, pusuda büzülüp bekledi:
"Aman Tanrım! Ne olur şu yaklaşan, beni tam zamanından önce görmesin!" diye düşündü.
Kılıcı elinde, bekliyordu; ama raslantıyla Gondoine başka bir yola saptı, uzaklaştı. Tristan çalılığın arkasından çıktı, umudu boşa gitmişti, yayını gerdi, nişanı aldı: Yazık! Adam erişilmeyecek denli uzaklaşmıştı.
O anda uzaktan, küçük, kara ve rahvan bir atın üzerinde Denoalen görünmez mi? Arkasından da iki büyük tazı geliyordu. Tristan bir elma ağacının arkasına gizlenerek, onu gözetledi. Bir çalılığın arasına gizlenen yaban domuzunu dışarı çıkartmak için köpeklerini eyleme geçirmeye çalışıyordu. Ama, daha tazılar onu yatağından çıkarmadan, efendileri öyle bir yara alacaktı ki, onu hiçbir hekim iyileştiremeyecekti. Denoalen yakınına gelince Tristan harmanisini üzerinden attı, bir sıçradı, düşmanının önüne dikildi; adam, "Vuruldum" diye bağıramadı bile; attan düştü. Tristan onun başını kesti, yüzünün çevresinden sarkan saç örgülerini kırptı, ayakkabısının içine yerleştirdi; İseut'ye gösterip onu sevindirmek istiyordu. "Ne yazık," diye düşünüyordu, "Acaba Gondoine ne oldu? Elimden kaçtı; ne diye ona da aynı biçimde hakkını vermedim!"
Kılıcını sildi, kınına soktu, bir ağaç kütüğünü sürükleyerek cesedin yanına getirdi ve onu kanlar içinde bıraktı. Başlığını başına geçirdi, dostuna doğru yürüdü.
Gondoine,Tintagel Şatosuna ondan önce gitmişti; yüksek pencereye tırmanıp dikenli sopasını perdeye batırmış, kumaşın iki kenarını hafifçe ayırmış, yerlerde çiçekler serpili olan odanın içine bakıyordu. Önce Perinis'ten başkasını görmedi; sonra Brangien geldi; biraz önce altın saçlı Kraliçe'nin saçlarını taradığı tarağı tutuyordu.
Sonra İseut odaya girdi, daha sonra da Tristan. Bir elinde ak söğütten yayıyla iki ok taşıyordu; öteki elinde de iki uzun erkek saçı örgüsü tutuyordu.
Harmanisini arkasından attı, güzel vücudu ortaya çıktı. Sarışın Iseut ona selam vermek için eğildi; doğrulurken başını kaldırınca, perdenin üzerinde Gondoine'in başının gölgesini gördü, tam o anda da Tristan:
- Şu güzel örgüleri görüyor musun? diyordu. Denoalen'in saçları. Ondan senin öcünü aldım. Artık bundan sonra, onun için, kalkan ve mızrak işleri bitti.
- Çok iyi efendim, ama şu yayı gerer misiniz lütfen; görmek istiyorum, gerilmesi kolay mı?
Tristan yayı gerdi, ama şaşkınlık içindeydi, iyice anlamamıştı. Iseut iki oktan birini aldı, yayın ipine yerleştirdi. İp sağlam mı diye yokladı, sonra yavaş sesle ve aceleyle:
- Hoşuma gitmiyen bir şey görüyorum. İyi nişan al, Tristan!
Tristan konumunu aldı, başını kaldırdı, perdenin ta yükseğinden Gondoine'in başının gölgesini gördü, "Okuma yolunu Tanrı göstersin!" dedi; bunu der demez duvara doğru dönüp oku fırlattı. Uzun ok havada vınladı, (ne doğan, ne güvercin böyle hızla uçabilir) hainin gözünü patlattı; bir elmanın içinden geçer gibi beyninden geçti, kafatasına, tireşimler içinde saplandı. Gondoine ses çıkaramadan yere yıkıldı, bir kazığın üzerine düştü.
O zaman Iseut, Tristan'a şöyle dedi:
- Artık kaç, dostum! Görüyorsun ya alçaklar senin gizlendiğin yeri biliyorlar! Andret henüz yaşıyor, Kral'a bildirecektir; artık senin için orman bekçisinin kulübesinde de güven yok! Kaç dostum! Sadık Perinis bu cesedi ormana saklar, Kral hiçbir şey duymaz. Ama sen, kendi esenliğin için, benim esenliğim için bu ülkeden uzaklaş!
Tristan:
- Nasıl yaşıyabilirim? dedi.
- Evet, dost Tristan, bizim yaşamlarımız birbirine bağlı; ya ben nasıl yaşayabilirim? Kendim burada kalıyorum, ama yüreğim seninle.
- Iseut, dostum, gidiyorum, bilmem hangi ülkeye. Ama bir gün yeşil akik yüzüğü gönderirsem, onunla senden isteyeceğimi yapacak mısın?
- Evet, biliyorsun; yeşil akik yüzüğü görünce ne kale, ne sağlam şato, ne de Kral yasağı, dostumun isteğini yerine getirmeme engel olabilir. İstediği şey, ister bir çılgınlık olsun, ister akılcı...
- Dostum, Tanrı senden razı olsun.
- Tanrı seni korusun, dostum.
XIV
SİHİRLİ ÇINGIRAK
Tristan, Galles'e, soylu Dük Gilain'in toprağına sığındı. Dük, genç, etkili, iyi yürekli bir adamdı; Tristan'ı kendi konuğu gibi kabul etti. Onu ağırlamakta hiçbir şeyden kaçınmadı; ama, ne oyunlar, ne de şenlikler giderebildi Tristan'ın üzüntüsünü...
Bir gün genç Dük'ün yanında otururken, yüreği öyle acılarla doluydu ki hiç ayrımına varmadan içini çekiyordu. Dük onun derdini hafifletmek için odasından, kendi üzünçlü saatlerinde büyüsüyle gözlerini ve yüreğini dinlendirdiği çok sevgili oyununu getirmelerini buyurdu. Soylu ve değerli bir erguvan rengi örtüyle kaplı olan masanın üzerine, köpeği Petit Crü'yü koydular. Bu büyülü bir köpekti; Dük'e Avalon Adası'ndan gelmişti; onu bir peri, Dük'e bir aşk simgesi olarak göndermişti. Kimse onun özünü ve güzelliğini tanımlamak için yeterince uygun sözcük bulamaz. Tüylerinin öyle olağanüstü bir renk zenginliği vardı ki, neresinin ne renk olduğu söylenemezdi; ilk bakışta boynu kardan daha ak, arkası yonca yaprağından yeşil, bir yanı erguvan gibi kırmızı, öteki yanı safran gibi sarı, karnı firuze gibi mavi, sırtı da pembe görünürdü; ama uzun zaman bakınca bütün bu renkler insanın gözünün önünde oynuyor ve değişiyordu; sırayla ak, yeşil, sarı, mavi, erguvan rengi, karanlık ya da parlak oluyordu. Boynunda ince altın bir zincire bağlı bir çıngırak vardı; bu çıngırağın sesi öyle neşeli, öyle duru, öyle tatlıydı ki, işitir işitmez Tristan'ın yüreği yumuşadı, yatıştı, üzüntüsü dağıldı. Kraliçe için çektiği bütün acıları unutuverdi. Bu çıngırağın büyülü özelliği böyleydi: İnsanın yüreği, onun bu tatlı, neşeli, duru çalışını duyunca bütün üzüntüleri unutuyordu. Tristan büyünün etkisiyle, bütün üzüntüsünü alan ve elinin altında tüylerinin dokunuşu ipek kumaş gibi gelen küçük sihirli hayvanı okşarken, bu hayvanın Iseut için güzel bir armağan olacağını düşünüyordu. Ama ne yapmalıydı? Dük Gilain, Petit Crü'yü her şeyden çok seviyordu; ne hileyle, ne de ricayla, kimse onu elinden alamazdı.
Bir gün Tristan Dük'e şöyle dedi:
- Efendim, sizden o denli ağır vergiler isteyen dev Kıllı Urgan'dan toprağınızı kurtaran olursa ne verirsiniz?
- Doğrusu, onu yenene, bütün servetimin arasından en çok değer verdiğim şeyi seçmesine izin veririm; ama kimse deve saldırmayı göze alamaz.
Tristan sözünü sürdürerek:
- Bunlar büyük sözler. Ama bir ülkeye, ancak serüvenlerle gönenç gelebilir. Pavie'nin bütün altınını bana verseler, devle dövüşme isteğimden vazgeçemem.
Dük Gilain:
- Öyleyse, dedi, Tanrı sizinle birlikte olsun, sizi korusun!
Tristan, Kıllı Urgan'ı ininde yakaladı. Uzun zaman, öldüresiye dövüştüler; sonunda, beceri güce, çelik kılıç da ağır çomağa üstün geldi; Tristan devin sağ yumruğunu keserek düke getirdi.
- Efendim, ödül olarak, söz verdiğiniz gibi, bana sihirli köpeğiniz Petit Crü'yü verin!
- Dostum, ne istedin? Onu bana bırak da, kızkardeşimle toprağımın yarısını al.
- Kızkardeşiniz güzel, toprağınız da güzel, ama ben Kıllı Urgan'la sizin peri köpeğinizi kazanmak için dövüştüm. Verdiğiniz sözü anımsayın.
- Al öyleyse; ama bil ki, gözlerimin ışığını yüreğimin neşesini alıp götürüyorsun!
Tristan, köpeği akıllı ve kurnaz bir çalgıcıya teslim etti. O da onu Tristan'ın adına Cornouailles'a götürdü. Tintagel'e geldi, köpeği gizlice Brangien'e verdi. Kraliçe bu armağandan pek çok hoşlandı, ödül olarak çalgıcıya on altın mark verdi, Kral'a da, bu değerli armağanı, annesi İrlanda Kraliçesi'nin yolladığını söyledi. Bir kuyumcuya, köpek için, altın ve değerli taşlar kakılı bir kulübe yaptırdı; her gittiği yere, dostunun andacı olarak onu taşıyordu. Ona her bakışında üzünç, iç sıkıntısı, özlem, hepsi yüreğinden siliniyordu.
Du har läst 1 text från Turkiska litteratur.
Nästa - Tristan ve Iseut - 6
- Delar
- Tristan ve Iseut - 1Varje stapel representerar procentandelen ord per 1000 vanligaste ord.Totalt antal ord är 3890Totalt antal unika ord är 208630.9 av orden finns i de 2000 vanligaste orden44.1 av orden finns bland de 5000 vanligaste orden51.3 av orden finns i de 8000 vanligaste orden
- Tristan ve Iseut - 2Varje stapel representerar procentandelen ord per 1000 vanligaste ord.Totalt antal ord är 3952Totalt antal unika ord är 199432.7 av orden finns i de 2000 vanligaste orden45.3 av orden finns bland de 5000 vanligaste orden52.7 av orden finns i de 8000 vanligaste orden
- Tristan ve Iseut - 3Varje stapel representerar procentandelen ord per 1000 vanligaste ord.Totalt antal ord är 3889Totalt antal unika ord är 200332.8 av orden finns i de 2000 vanligaste orden46.9 av orden finns bland de 5000 vanligaste orden54.1 av orden finns i de 8000 vanligaste orden
- Tristan ve Iseut - 4Varje stapel representerar procentandelen ord per 1000 vanligaste ord.Totalt antal ord är 3893Totalt antal unika ord är 202430.9 av orden finns i de 2000 vanligaste orden45.0 av orden finns bland de 5000 vanligaste orden52.6 av orden finns i de 8000 vanligaste orden
- Tristan ve Iseut - 5Varje stapel representerar procentandelen ord per 1000 vanligaste ord.Totalt antal ord är 3944Totalt antal unika ord är 200431.8 av orden finns i de 2000 vanligaste orden44.8 av orden finns bland de 5000 vanligaste orden52.1 av orden finns i de 8000 vanligaste orden
- Tristan ve Iseut - 6Varje stapel representerar procentandelen ord per 1000 vanligaste ord.Totalt antal ord är 3931Totalt antal unika ord är 197132.4 av orden finns i de 2000 vanligaste orden44.5 av orden finns bland de 5000 vanligaste orden53.1 av orden finns i de 8000 vanligaste orden
- Tristan ve Iseut - 7Varje stapel representerar procentandelen ord per 1000 vanligaste ord.Totalt antal ord är 3879Totalt antal unika ord är 197731.8 av orden finns i de 2000 vanligaste orden45.5 av orden finns bland de 5000 vanligaste orden52.4 av orden finns i de 8000 vanligaste orden
- Tristan ve Iseut - 8Varje stapel representerar procentandelen ord per 1000 vanligaste ord.Totalt antal ord är 808Totalt antal unika ord är 54641.1 av orden finns i de 2000 vanligaste orden54.3 av orden finns bland de 5000 vanligaste orden61.4 av orden finns i de 8000 vanligaste orden