27 Mayıs'tan 12 Mart'a - 8
Totalt antal ord är 3704
Totalt antal unika ord är 2203
26.6 av orden finns i de 2000 vanligaste orden
39.6 av orden finns bland de 5000 vanligaste orden
47.3 av orden finns i de 8000 vanligaste orden
Diye sevinç çığlıkları mı kopardım? Yoksa, artık herkes istediğini yazabilir düşüncesi ile tek parti devrine veryansın hücuma mı geçtim? Hayır, bunların hiçbirini yapmadım. Tam tersine, sağduyuyu elden bırakmamaya dikkat ederek ilgilileri rejim dâvasını serin kanla incelemeye çağırdım. Değişmeyen inancım şudur: Türkiye'de devrim ilkeleri ile hürriyet ve demokrasi düzenini birbirinden ayırmaya imkân yoktur. Yurdumuz gerçek hukuk devleti şartlarına kavuşturulmak isteniyorsa, bu ancak Atatürk devrimlerini sapsağlam ayakta tutmak, onları zedelenmekten korumak suretiyle mümkün olabilecektir. Bu düşünceyi ilk günden itibaren, ''hürriyet!'' çığlıkları henüz ortalığı gürültüye boğmadığı sıralarda ısrarla savundum. Serbest Fırka denemesini örnek göstererek o günlerin acı hayal kırıklıklarını ortaya koydum. Akis yöneticileri Millî Kitaplıktaki Cumhuriyet kolleksiyonunu karıştırırlarsa 8 Ağustos 1946 tarihli sayıda bu konuya dokunan önemli bir belge bulacaklardır. Devrim ilkeleri ışığında o gün ne demişsem, ondan sonra da aynı şeyleri söyledim, bugün de başka türlü konuşmuyorum. Tuttuğum yolda yalnız da değilim. Falih'inden Çetin'ine kadar bütün Atatürkçü yazarlar, oy kaygusu ile devrim ilkelerini safra gibi atan bir demokrasi balonunun hiçbir zaman yükselip yol alamıyacağını ve bir gün mutlaka buruşarak söneceğini yıllar yılı haykırıp duruyoruz. Bu durum karşısında hâlâ;
- Çaresi ne ? Gelin söyleyin!
Demek, musiki eleştiricisini orkestra idare etmeye zorlamaktan farksız sayılsa gerektir.
Bugün yaşadığımız dramın en acıklı yanı, devlet kaderi üzerinde rol oynayan sorumlu politikacılarımızın Atatürk'ü, devrimleri, hattâ 27 Mayıs'ı iyi anlayamamış olmalarıdır. Türkiye'yi çağdaş uygarlık düzeyine doğru hızla yaklaştıran 15 yılılk mucizesinden sonra, biz on yedi yıldır eski ''Tanzimat'' zihniyetine geri dönmüş, üzücü ve yıpratıcı bir ''idare-i maslahat'' politikası ile günlerimizi gün etmeye çalışıyoruz.
Karma hükümet kurulsa da kurulmasa da bu gidiş iflâsa mahkûmdur. Devrim ilkelerinin pazarlık konusu yapılmasını demekrosi ''icabat''ından sayan bir zihniyet iş başında kaldıkça bu memleket hiçbir zaman gerçek demokrasiye kavuşamıyacaktır.
17.6.1962
TEŞBİHTE HATA OLMAZ
İngiltere'yi tanımayan, İngiliz sosyal disiplinine yabancı kalmış bir adam farzediniz. Bu adam ilk defa Londra'ya gittiği zaman, bir süre, benzerine başka yerlerde rastlamadığı bir baskı havası altında boğulur gibi olabilir. Daha Victoria Garı'na ayak basar basmaz; kuyrukta sıra bekleyen boş taksilerden birine binmek isterse, iki metre boyundaki heybetli polisin demir eliyle yakasına yapıştığını görür. Taksiye binebilmek için garın çıkış kapısına kadar yürümek, orada kendisi de kuyruğa girip sırasını beklemek zorundadır. Bu adam, saat on yediden önce genel yerlerde alkollü içki satılmadığını öğrenerek bu yasağı hürriyet ilkelerine aykırı bulabilir. Hele on yediye beş kala ısmarladığı bir kadeh bir şeyi ancak beş dakika sonra içebileceğini garsondan duyunca İngiltere'yi göze görünmez bir despotun idare ettiği zannına kapılabilir. Aynı adam bir tiyatronun gala gecesinde bulunmak üzere yer ayırtmış olsun. Akşam kıyafeti kuralına aldırış etmeyerek salona girebileceğini umuyorsa yandı demektir. Parasını ödemiş, bileti cebine atmış da olsa, kapıdan döndürülecektir.
İngiliz sosyal düzenine alışmayan bir adam, bunlar gibi düzinelerle yasak arasında ilk günler bunalabilir. Oysa, bir kez o düzenle uyuştuktan sonra İngiliz toplum hayatının bireylere ne denli geniş bir özgürlük sağladığını yakından görmemeye imkân yoktur. İlk bakışta sağduyuya aykırı sayılan kimi yasaklar, çok defa bireyle toplum arasındaki dengenin en sağlam dayanaklarıdır. Bunların politika ile hiçbir ilişkisi yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır. Muhafazakârından işçisine ve komünistine kadar bütün İngilizler bu basit kuralları benimsemişler ve gelenekselleştirmişlerdir. Bernard Shaw'ın birer zekâ oyunundan başka bir şey olmayan paradoksal hicivleri bir yana, bunlar üzerinde tartışılmaz, hatta konuşulmaz bile. Özel bankaların kamulaştırılması, ya da veraset vergisinin miras müessesesini ortadan kaldırırcasına ağırlaştırılması gerektiği hakkında nutuklar çeken İşçi Partisi sözcüleri, resmî bir tören yerine giderken, tıpkı Muhafazakâr arkadaşları gibi, gerekli kıyafet ne ise onu giyinirler; ayaklarına tulum ya da sırtlarına pijama geçirmezler.
Bizim açımızdan ele aldığımız zaman, gönül isterdi ki Türkiye'de kurulan bütün siyasal partiler de Atatürk ilkelerini işte böyle, İngilizlerin sosyal geleneklerini benimsedikleri gibi yürekten benimsesinler, onların tartışmasını kendilerine mal etsinler, aralarındaki iktidar savaşını da Batı'da olduğu gibi yalnız fikir ve sınıf ayrıntıları üzerine toplayabilsinler. Demokrasiden beklediğimiz, yurtta sosyal ve ekonomik kalkınmayı en kısa yoldan başaracak, metodları beraberce arayıp bulmak değil midir? Bu ise herşeyden önce elverişli bir ortam ister. Kapalı rejim dedikleri Atatürk devri bu ortamın yaratılma gayretleri içinde geçmiştir ve tarihimizin gerçekte en açık rejimi sayılsa yeridir. Soyut demokrasi şampiyonlarımız çok partili hayatın kapılarını açarken, devrim ilkelerini partilerarası bir tartışma konusu yapmakla, İngiliz geleneklerine yabancı kalmış bir adama Londra'da dilediği gibi yaşayabileceğini vaadeder duruma düşmüşler, yani Türkiye'de kurulması özlenen demokratik ortamı kendi davranışlarıyla, daha başlangıçta mahkûm etmişlerdir. Böylece ''vicdan hürriyeti'' feryatları arasında laiklik ilkesi güme gitmiş, eğitim birliği ortadan kaldırılmış, akıl yolu ile davalarımıza çözüm arama imkânları gittikçe güçleşir bir hal almış; zavallı halk koridor politikacılarının elinde bir oyuncak haline getirilmiştir.
İkinci koalisyon hükûmeti de devrim ilkelerini politikanın üstüne çıkaramayacaksa, biz artık üçüncü bir koalisyonu tecrübeye bile değer bulmayanlarla beraberiz.
23.6.1962
İNSANLAR VE OLAYLAR
Hükûmet kurmaktan vazgeçme kararına sebep olarak sayın İnönü karşı tarafın ''zihniyet''i üzerinde durmuş, bu ''zihniyet''le bağdaşamayacağını, bundan ötürü de koalisyon denemelerini artık bıraktığını ve ''tam çekildiğini'' açığa vurmuştu. Şimdi, bir buçuk gün gibi kısa bir süre içinde sayın İnönü'nün kararnı değiştirmesi kimi çevreleri hayrete düşürüyor.
- Nasıl olur? diyorlar, bağdaşamayacağını daha dün açıkça belirttiği bir zihniyetin temsilcileriyle, umudunu kestiği yeni bir işbirliği denemesine Paşa ne maksatla girişir? Bu davranışın altında bilinmedik bir takım gerçekler olmasın?
Bizim görüşümüze göre, ortada bilinmedik hiçbir şey yoktur. Ortada apaçık duran gerçek, paşanın, olaylara hâkim olacak yerde, tam tersine, olayların baskısı altına girdiği ve bizdeki şu acayip demokrasi rejimi çıkmazdan kurtarmak kaygusu ile, kimi zaruretlere çaresiz boyun eğdiğidir. Yurdumuz hesabına durumun asıl hazin olan tarafı da galiba budur. Çünkü, hangi rejime dayanırsa dayansın, bir hükûmetten beklenen, olaylara hükmedebilmek ve onları yurt çıkarının gerektirdiği yöne çevirebilmek gücünü taşımasıdır. Olup bitenlerin rüzgârı ile bir hazan yaprağı gibi sallanan, kendi yapısı içinde bir fikir birliğinden yoksun, varlığı pamuk ipliğine bağlı, dünkü vaadini bugün yerine getiremeyen, yarın başına ne geleceği bilinmeyn bir hükûmet, devlet işlerini nasıl yürütür, halka nasıl hizmet edebilir?
Yedi aylık bir süre boyunca sayın İnönü yurdumuzda istikrarlı bir çalışma düzeyi yaratılması uğruna gerçekten takdire değer bir çaba gösterdi. Hatta idare-i maslahat politikasında ölçüyü de aşarak karşı tarafa taviz üstüne taviz verdi. Bir ara öyle bir durumla karşılaştık ki, 27 Mayıs öncesi ile 27 Mayıs sonrasını birbirinden ayırt etmekte güçlük çeker olduk. Nihayet, olayların sürüklediği yolun çıkar yol olmadığını sayın İnönü gördü ve birinci koalisyon böylece dağıldı. Üç haftalık gayretlerden sonra, ikinci koalisyon denemesinin de daha başarılı bir sonuç veremeyeceği anlaşılınca, sayın İnönü de artık baş edemediği olayların baskısı altında daha fazla bocalamaya tahammül edemeyerek, uzun bir süreden beri belki ilk defa, enerjik bir kararla hükûmet kurmaktan vazgeçtiğini ilân etti. O, gerçi 17 yıldan beri olaylara gerekli yönü bir türlü verememişti; fakat hiç değilse bundan böyle olayların buyruğu altında sürüklenmekten kurtulacaktı.
Biz ikinci koalisyon çalışmalarının bu denli uzayacağını başlangıçta tahmin etmiyorduk. Büyük Millet Meclisi'nde Atatürkçülüğe, ilerici ve yapıcı gayretlere karşı cephe alan çeşitli gruplar, davranışlarında hiçbir zaman içten olmadıklarından, bunlar kâğıt üzerinde önlerine sürülen her şartı, ileride ilk fırsatta baltalamak kararıyla, pekâlâ kabul edebilirlerdi. Nedense çalışmalar, sabrımızı taşıracak, ismet Paşa'yı hükûmet kurmaktan caydıracak kadar uzadı.
İşte nihayet olayların zoru ile Paşa da yeni koalisyon ortakları da tekrar aynı masa etrafında buluşup görüşmeye başladılar. Bu seferki karma hükûmetin ötekinden daha verimli, daha başarılı bir yol tutabilmesi için parlamentomuzda partilerarası elverişli bir ortam yaratılabileceğini biz pek sanmıyoruz. Bununla beraber, bu uğurda harcanacak olumlu gayretleri yürekten desteklemeye hazırız.
18.7.1962
HELE BİR ŞU SEÇİMLER...
1950 seçimlerine üç dört ay kala, o zamanki Dışişleri Bakanı rahmetli Necmettin Sadak, bir akşam birkaç bakan arkadaşı ile beni Hariciye Köşkü'ne, yemeğe çağırmıştı. Sofrada Nihat Erim, Vedat Dicleli, Cemil Sait Barlas gibi CHP'nin aydın ve ilerici kanadını temsil eden hükûmet üyeleri vardı. Yemek neşeli geçti. Üzücü konulara pek değinmeksizin nefis bir kuru fasulyenin üzerine yaydığımız enfes pilavı, kırmızı Fransız şarapları eşliğinde, bol bol atıştırdık. Yemekten çok iyi anlayan rahmetli üstatla buna benzer sayısız buluşmalarımız olduğu halde, çevrenin sıcaklığından mı nedir, o akşamın tadını bir türlü unutamam. Sofra faslı kapanıp da kahveler içilince ben bir aralık Nihat Erim'le bir köşede sohbete daldım. Aynı kuşaktan olduğumuz için kolay anlaşabiliyorduk. Öteden beri içimi burkan bir kayguyu CHP hükûmetinin Başbakan Yardımcısına damdan düşercesine açtım: Seçim, demokrasi, çok partili hayat, evet, bunlar güzel şeylerdi. Fakat devrimler ne olacaktı? Atatürk'ün temelini attığı medeniyet düzeni bir defa sarsılırsa, demokrasiyi yürütmek için gerekli ortam da daha başlangıçta elimizden kaçmaz mı idi? Seçim tarihi yaklaştıkça partiler arasında gericiliğe bir taviz eğilimi günden güne artıyordu. Vaktinde kontrol altına alınmazsa bu ileride çok tehlikeli gelişmelere yol açabilirdi. Halk Partisi hükûmetinin bu konudaki durgunluğunu anlayamıyordum.
Nihat Erim durumu şöyle izah etti: CHP, her zaman olduğu gibi Atatürk devrimlerine bağlı idi. Gericiliğe taviz vermek söz konusu olamazdı. Ne var ki seçimlere şunun şurasında pek az bir zaman kalmıştı. Şimdiden harekete geçilir de devrim ilkelerine atıp tutanlara karşı sert tedbirler alınırsa bu, Halk Partisi'nin toplayacağı oy sayısını, düşürebilirdi. İlkin seçimler kazanılsındı, ondan sonra devrim ilkelerinin ne büyük bir güçle korunacağını gözlerimizle görecektik.
Nihat Erim böyle konuştu idi o akşam. Bu sözleri ben şüphe ile dinlemiş, fakak böyle bir politikanın yurdumuzdaki demokrasi mücadelesini birkaç yıl içinde çıkmaza sürükleyebileceğini doğrusu iyice tahmin edememiştim. Nihayet karşı tarafın başında da Atatürkçü geçinen, Halk Partisi'nden yetişme yaşlı başlı kimseler vardı. Devrim ilkelerinin soysuzlaşmasına onlar da göz yumamak durumunda idiler. Seçimleri kazanırlarsa onlar da derlenip toplanır, gericilere ''dur!'' diyebilirlerdi.
Yazık ki olaylar böyle gelişmezdi. 1946'dan, hatta daha öncelerden başlayarak bugüne değin Atatürk ilkeleri hep ihmale uğradı. Gerçi kimse çıkıp da ''Arap yazısını geri getirelim, dört kadınla evlenilebileceğine dair Medenî Kanuna madde ekleyelim. Ramazanda oruç yiyenleri hapse atalım. Cuma namazını mecburî kılalım'' diye resmen bir teklifte bulunmuyur. Görünüşe göre hepimiz Atatürkçüyüz. Kaygılarımızı dile getirdiniz mi, sorumluların cevabı hazır:
- Efendim nasıl olur? Bundan sonra artık eski yazıya dönülür mü?
diyorlar. Ama beri yanda bir türlü ilkokula kavuşturamadığımız masum yavruların yüz binlercesi sağdan sola ''elif üstün e''meşk ediyor. Medenî Kanuna göre suç sayılması gereken çok kadınla evlilik müessesesi eskiye kıyasla bugün belki daha da rağbette. Kimse kimsenin ibadetine karışmaz deriz, fakat ramazanda lokantaların otuz gün kapatılması, birçok şehirlerde artık millî geleneklerimiz arasına girmiştir. Meşhur alaturkacı artistlerimiz bu süre içinde (icra-yi lû-biyat) etmeyeceklerine dair gazetelere ilân vererek kendilerine yeni bir reklâm metodu bile bulmuşlardır. Abdest alırken fotoğraf çıkartmak suretiyle aynı metodu bir kısım politikacılarımız da benimsemiş görünüyorlar.
Bu şartlar altında istediğimiz kadar ''Atatürk ilkeleri yürürlüktedir'' diye haykıralım, kimseyi kandıramayız. Kandırsak da ne çıkar? Atatürk ilkeleri dışında gerçekten demokratik bir düzenin kurulmasına imkân var mıdır?
22.7.1962
AÇIK VEYA KAPALI, GERÇEK BU!
Kapalı rejim derken, eğer Sayın İnönü kendi cumhurbaşkanlığı devrini kastediyorsa ona bir şey denemez; fakat Kurtuluş Savaşı'ndan Atatürk'ün ölümüne kadar geçen''çağ değişimi'' diyebileceğimiz ihtilâl ve inkılâp yıllarını kapalı rejimler arasında saymaya hakkımız yoktur. Böyle bir düşünceyi benimsediği takdirde, biz o yılar boyunca ikinci adam olarak memlekete büyük hizmetleri dokunduğunu bildiğimiz İsmet İnönü'yü 1938'den sonra Millî Şef, cumhurbaşkanı, muhalefet lideri sıfatlarını kazadan ve nihayet döne dolaşa koalisyon hükûmeti başkanlığına ulaşan Sayın İnönü'ye karşı savunma zorunda kalırız.
Yurdumuzda bir dikta rejimini özleyen gerçek bir Atatürkçü bulunabileceğini havsala almaz. Çünkü gerçek Atatürkçüler Atatürk devrinin bir dikta idaresi olmadığına emindirler. 1950 seçimleriyle kurulan sözüm ona açık rejim şartları içinde hayretle gördüğümüz, okuduğumuz ve duyduğumuz nüfuz suistimalciliğine, din ve vicdan sömürücülüğüne, hazine soygunculuğuna ve millet malı yağmacılığına Atatürk devrinde göz yumulmamıştır. Atatürk devrinde mahkemelere baskı yapılarak masum adamlar zindana gönderilmemiş, hoşa gitmeyen davranışlarından ötürü ''görülen lüzum üzerine'' gerekçesi ile yargıçlar, yüksek memurlar emekliye ayrılmamıştır.
Atatürk devri bir ihtilâl ve inkılâp devri idi. Bu devre, milletimizi çağdaş uygarlık düzeyine ulaştıracak, akıl yolu ile kendi meselelerini çözümleyecek şartların yaratılması çabaları içinde geçmiş, şartları engelleyen gelenek ve görenekler, bu devrede yıkılmış, ya da sindirilmiştir. Atatürk ilkeleri dediğimiz yasalar ve yasaklar düzeninden hiç biri keyfi bir dikta hevesinden doğmamıştır. Tüm olarak ele alındığı zaman bu ilkeler, çağdaş uygarlığa ayak udurmamızın vazgeçilmez öğeleridir. Vatandaş hürriyetleri de, halk egemenliği de ancak bu ilkeler dimdik ayakta tutulabildiği takdirde gerçekleşebilir. Bugünkü siyasal ortamda Atatürk ilkelerini yaşatma, yürütme, ileriye doğru geliştirme görevi başlıca CHP'nin omuzlarına yüklenmiştir. Bu konuda aciz göstermek, ya da tavizlerde bulunmak tehlikelidir.
Bu itibarla, Sayın İnönü'nün küçük kurultay toplantısında yaptığı konuşmayı biz devrim ilkeleri açısından doğru bulmadığımızı söyleyeceğiz. İçinde bulunduğumuz koalisyon yönetimini yaşatmak imkânlarından söz açan Sayın lider bunu karşılıklı bir uzlaşma, bir hoşgörü zaruretine bağlamış ve kendini örnek diye göstererek arkadaşlarına sabırlı olmalarını tavsiye etmiştir.
Karma hükûmetlerin ancak uzlaşma yolu ile kurulabileceği meydanda bir gerçektir. Bir parti devletçidir, devletçiliğinden bir miktar fedakârlık eder, bir başkası özel teşebbüsçüsüdür, kimi alanlarda devletçiliğe boyun eğer, böylece karma hükûmet kurulabilir. Nitekim Avusturya'da, Belçika'da, Danimarka'da bu sistemin başarı ile yürütüldüğünü görüyoruz. Fakat bir devrimin eseri olan, hayatını doğrudan doğruya o devrime borçlu sayılması gereken bir rejimde temel ilkeler hiç bir şekilde tartışma konusu edilmemek gerekir. Anayasanın mahkûm ettiği bir idarenin özlemi içinde öç alma duygularını gizlemeyenlerle nasıl uzlaşılabilir? Devletin laiklik ilkesini hiçe sayarak yürürlükteki kanunları çiğnemek pahasına öğretim birliğini bozanları hoş görmeye imkân var mıdır? Vicdan sömürücülüğüne açıkça karşı koymanın karma hükûmeti dağıtacağını, ya da gelecek seçimlerde oy kaybına yol açacağını düşünerek elleri böğründe ''ya sabır!'' çekmek olumlu bir politika mıdır?
Biz bu davranışların ne CHP'ye, ne de Türk demokrasisine yararlı olduğu inancındayız. Açık rejim, her şeyden önce kendine hayat veren temel ilkelere kesin olarak sarılmak zorundadır. İçinden pazarlıklı kimselere vakit kazanmak maksadıyla el uzatılırsa, buna -Batılı anlamı ile- uzlaşma değil, olsa olsa idare-i maslahat politikası denir. Tarih boyunca zevahiri kurtarmaktan gayri hiç bir işe yaradığını görmediğimiz bu politikaya bel bağlanamayacağını artık öğrenmeliyiz. Önümüzdeki kısa süre içinde CHP kendini toparlamalı, varlığının kaynağı olan devrim ilkelerine yeniden dört ele sarılmalı, çok partili hayatı ancak bu ilkeleri yaşatarak yürütebileceğimizi ispat etmelidir.
Atatürk: devrinin olduğu gibi geri gelmesi diye bir düşünceye bugün aklı başında hiç bir vatandaş kapılamaz. O devre damgasını vuran kuşak göçmüş, yerini başka kuşaklara ve başka bir devre bırakmıştır. Normal gelişim şartları içinde bize düşen görev, büyük eseri ileriye doğru götürmektir.
Bu davada en büyük sorum şüphesiz CHP'nin omuzlarına yığılı duruyor. Altından kalkamazsa Atatürk'ün kurduğu parti kendi (hikmet-i vücut)ünü yitirmiş olacaktır.
29.7.1962
BİZİ DEĞİL, BARİ ONLARI DİNLESELER
Türkiye olaylarını yakından izleyen ağırbaşlı yabancı gazetelerin bir süredir hakkımızda hiç de iyimser sayılamayacak yorumlara başvurduklarını görüyoruz. Son fıkralarından birinde arkadaşımız İlhan Selçuk bu yorumlara dair kısa örnekler veriyordu. Ayrı memleketlerde yaşayan, ayrı gazetelerde çalışan, belki Türkiye'ye de ayrı açılardan bakan, fakat tarafsızlıklarından şüphe edemeyeceğimiz birtakım yazarlar, aralarında söz birliği etmişçesine, hep şu düşünceyi açığa vuruyorlar: ''Ekonomisini kalkındırabilmek ve günümüz şartlarına ayak uydurabilmek için Türkiye birtakım temelli reform hareketlerine girişmek zorundadır. Oysa, Türk hükûmeti bir türlü karar verip harekete geçememekte, bu yüzden de memleketin içinde çırpındığı güçlükler günden güne ağırlaşma tehlikesi göstermektedir.''
Yabancı basının sözünü ettiği temelli reformlar nelerdir, bunları aramızda bilmeyen yoktur. Millî gelir dağılışındaki adaletsizliği azaltacak, üretim gücümüzü arttıracak, toprağımızın kayıp gitmesini önleyecek, yurdumuzdaki iş gücünü değerlendirecek teknik ve sosyal bütün tedbirler, özlenen reformların çerçevesi içine girmektedir. Şimdiye değin bu hususta sayısız komisyonlar kurulmuş, güzel sözler söylenmiş, parlak raporlar hazırlanmış, meseleler teker teker enine boyuna tartışılmış, fakat bugünkü demokratik ortamın insanı kötürüm edici baskısı altında ileriye doğru henüz bir adım atılamamıştır. Bizim koalisyon iktidarının göze görünür vasfı statükoculuktur. Memleket davalarını çözmekten sorumlu liderler, şimdilik daha ziyade durumu idare ederek vakit kazanmaya önem veriyor gibidirler. Yurdumuzun bugünkü şartları bakımından herhangi olumlu bir reform hareketi, elbette bir azınlığın çıkarını zedeleyecek, hatta bir süre için belki büyük çoğunluğun da çıkarını zedelemiş olacaktır. Reform zaruretine inanmış olsalar bile, bugünkü yöneticilerin çoğu böyle bir ihtimal karşısında cesaretlerini yitirmekte, yerlerinden kımıldayamamaktadırlar.
Aslına bakarsanız bu görünürdeki hareketsizlik birtakım politikacıların toplumu adım adım geriye doğru sürüklemelerine engel olmamaktadır. Yani gerçek anlamı ile bugün Türkiye'nin yerinde saydığını söylemek bile doğru değildir. Görünmez bir kuvvet bizi eteğimizden yakalamış bilinmez bir karanlığa çekmektedir. Bu tehlikeye işaret ettiniz mi, İsmet Paşa demokrasinin kahraman bekçileri derhal şahlanmakta ve dikta rejimi taraflısı diye sizi suçlandırmaktadırlar.
Oysa, ekonomi alanında gerekli reformlara girişemediğimiz için bizi tenkit eden Batılı gazeteler, bundan on yıl önce Atatürk reformlarına sırt çevirdiğimizden ötürü bizi yine tenkit ediyorlardı. Şunu unutmayalım ki, devrim ilkeleri yürürlüğe konduğu zaman bu gazetelerden hiç biri Atatürk'ün demokrasi ilkelerine aykırı davrandığını iddia etmemiş, onu kamu oyuna bir diktatör olarak tanıtmamıştı. Tam tersine, gerçek demokrasinin savunucusu bildiğimiz bütün Batı aydınları Atatürk devrimlerini tarihte benzerine az rastlanır bir uygarlık savaşı olarak yürekten alkışlamışlardı. Biz, yapıcı bir hürriyet düzeninin yurdumuzda yerleşebilmesini ancak devrim ilkelerini ayakta tutan kanunlara sıkı sıkıya bağlılıkta görüyorduk. Öyle davransaydık, bugün özlenen reform hareketlerine başlamakta bu kadar gecikmez, böylesine (idare-i maslahatçı) bir yol tutup sürekli bir bocalama krizine yakalanmazdık. Demokrasiyi yanlış anladığımızı ileri sürerek bize hücum eden statükoculara tavsiye ederiz, hür dünya basınına ara sıra bir göz atsınlar. Demokratik düzenin yurdumuzda işleyebilmesi için Atatürk ilkelerini yaşatmanın, ayrıca bu ilkeleri birtakım iktisadî ve sosyal reformlarla güçlendirmenin şart olduğunu göreceklerdir.
Geri kalmış ülkelerde ''demokrasi yapıyorum'' diye gericiliğe taviz veren iktidarlar bu metodla ne demokrasiyi ne de memleketi bir karış ilerletemeyeceklerini yi bilmelidirler.
2.8.1962
GÜN IŞIĞINDA MUMLA...
Bize cesur devlet adamları lâzım. Gözünü budaktan sakınmayan, yurt gerçeklerini dobra dobra halk önünde açıklamaktan yılmayan, ne pahasına olursa olsun halkı uyarmayı bir namus borcu bilen devlet adamlarına şiddetle ihtiyacımız var.
On yedi yıldır denediğimiz sözüm ona şu açık rejimi, başlangıçta, fikirlerimizi korkusuzca savunabileceğimiz bir ortam yaratmak amacı ile kurmamış mı idik? Demokrasi, fikir hürriyetini herkese mal eden sistemin adıdır, diyorduk. Oysa on yedi yıldır ne görüyoruz? Bir korku, bir aldatmaca, bir kaşkariko deryasının ortasında bocaladığımızı inkâr edemilir miyiz? Kolay tarafından iktidara gelmenin yolu bir çıkarcı azınlığa hoş görünmek formülünde bulunduğu için demokratik sistem daha ilk adımda tersine işler bir çark halini almaya başlamıştır. Bu çıkarcı azınlığın desteği olmaksızın seçim kazanamayacaklarını anlayan partiler, on yedi yıldır baş döndürücü bir taviz yarışından bir türlü yakalarını kurtaramamaktadırlar. İçlerinden en ülkücü bildiğimiz C.H.P.'yi ele alalım. Bu parti adına konuşan liderlerin bugüne değin bir kez olsun toprak reformundan, orman kanunundan, ya da öğretim birliğinden söz açtığını duydunuz mu? Sayısız seçim konuşmaları yapan Sayın İnönü ''İktidarı kazanırsak yüksek tarım gelirlerini vergiye bağlayacağız, ormanları yakılıp yıkılmaktan kurtaracağız, layikliğe aykırı hafız okullarını kapatacağız'' anlamına gelebilecek bir tek nutuk söyledi mi?
Ne yazık ki söylemedi, söyleyemedi. Çıkarcı azınlığın hışmına uğrayıp seçimleri kaybetmek korkusu ile mühürlenen diller sadece karşı tarafı yermek maksadı ile döndürüldü.
- Elma bahçelerinizi Amerikalılara satacaklar! gibilerden aşırı suçlamalara başvuruldu, memleket realitelerine göz yumuldu ve daha ziyade yuvarlak laflar edildi.
Üç beş yazar alemi ellerine alıp ilgilileri ara sıra dürtüklemeye çalışmış, beş on gönüllü halk önünde düşündüğünü açıklamaktan çekinmemiş, bunun ne önemi var? Bu kadarına kapalı rejimlerde de raslamak daima mümkündür. Bize bugün lazım olan, sorum yüklenebilecek bir devlet adamının, sözüne güvenilecek bir parti ledirinin ortaya çıkması ve seçimleri ebediyen kaybetmek pahasına da olsa, Türkiye'mizi kalkındırmak uğruna devlete ve vatandaşlara düşen görevleri korkusuzca, açık açık söylemesi, bıkmadan, usanmadan bunları tekrarlamasıdır.
Toplum hayatında öyle anlar oluyor ki, bir tek cesur devlet adamı, davranışı ile milletin kaderi üzerinde ölçülemeyecek derecede yapıcı bir rol oynayabiliyor. Jefferson'u düşününüz, Clemenceau'yu, Churchill'i düşününüz. Doğru sözlükleri ve cesaretleri sayesinde bu devlet adamı altından kalkılamaz sanılan güçlükleri yenmişler, yalnız seçimleri değil, hayatlarını kaybetmeyi göze almakla vatanlarına olduğu kadar demokrasi ülküsüne de eşsiz hizmetlerde bulunmuşlardır.
Evet, bize cesur devlet adamları lazım. Gözünü budaktan sakınmayan, inandığı davayı her zaman ve her yerde açıkça savunmaktan yılmayan, yurt gerçeklerini yüksek sesle haykırmayı bir namus borcu bilen devlet adamlarına şiddetle ihtiyacımız var.
Kimbilir çektiğimiz sancılar belki de bu ihtiyacın dışa vurmuş belirtilerinden ibarettir.
10.8.1962
PLANDAN DA TAVİZ VERİLİRSE..
Son günlerde tertiplediği radyo konuşmaları ve basın toplantıları ile Sayın Başbakan, hürriyet içinde planlı kalkınma düşüncesini yurt düzeyine geniş ölçüde yaymaya gayret ediyor. Bu gayretleri takdirle karşılarız. Demokratik bir ortamda iş gören hükûmetler, güttükleri politikayı elbette daha başlangıçta vatandaşa beğendirmek isteyeceklerdir. Onların doğal haklarından biridir bu. Hele bizim gibi kısa zamanda çok mesafe almak durumunda bulunan ve giriştiği hamle başarısızlığa uğrarsa büyük krizlerle karşılaşacak, belki de hürriyet rejimine uzun bir süre veda etmek zorunda kalacak olan bir memleket hesabına Sayın İnönü'nün harcadığı titiz gayretleri hiç yadırgamadığımızı söylemeliyiz. Daha önce de birkaç kez açıkladık, ekonomik kalkınmamızı bir an önce gerçekleştirmek amacını güden bütün çalışmaları, biz desteklemeye hazırız. Birtakım dogmalar, ön yargılar, ya da duygusal eğilimlerin etkisi altında her yapılana otomatik olarak dudak bükmeyi doğru bulmuyoruz.
Yalnız her fırsatta tekrarlamaktan bıkmadığımız bir noktaya burada bir daha dokunalım: Türkiye'nin bugünkü koşulları altında olumlu işler başarmak isteyen bir hükûmet, davranışlarını seçim kaygılarına göre ayarlamak huyundan mutlaka vazgeçmelidir. Onyedi yıllık demokrasi denemesi bu yolun bir çıkmaz olduğunu bize açıkça göstermiş olmak gerekir. Seçim kaygısını bir yana atacağız ve memleket ekonomisinin kalkınması için neler yapmak zorunda olduğumuzu kararlaştıracağız. Bunu kararlaştırırken de iki hususa özellikle dikkat edeceğiz: Bilimsel gerçekler neyi emrediyorsa ona boyun eğmek ve yurttaşlardan isteyeceğimiz fedakârlıkta eşitlik prensibini zedelememek.
Oysa Sayın İnönü'nün gayretlerine paralel olarak hükûmet çalışmalarında yukarıki hususlara önem verildiğini pek göremiyoruz. Seçim kaygısının her şeye rağmen bir korkunç hayalet gibi karma iktidarı her kanadı ile sardığını inkâr edebilir miyiz? Üç yıl sonra karşılaşacakları fırtınayı atlatmanın telaşı içinde, sorumlu politikacılarımız davranışlarını daha şimdiden planın başarısını değil de seçmenin oyunu sağlamak amacına göre ayarlamışa benziyorlar. Maliye Bakanı Sayın Melen'in açıkladığı Gelir Vergisi Kanunu ile ilgili son tasarı bu konuda bütün iyimser duyguları sarsacak kadar ağır tepkilere yol açmıştır. Dar gelirli vatandaşları durumunda hiçbir ferahlatıcı tedbire başvurulmaksızın tarım sektörünün fiilen vergi dışı bırakılmasını, yatırımları teşvik parolası altında da yüksek gelirlerden indirim yoluna gidilmesini başka türlü yorumlamaya imkân var mıdır?
Bu durum gösteriyor ki, iktidarın kuruluş tarzı ne olursa olsun, statükocular oraya her zaman hâkimdirler ve istediklerini hükûmete dikte etmek yeteneğini eskisi gibi ellerinde tutmaktadırlar.
Bizce Sayın İnönü'nün anlamadığı nokta şudur: C.H.P. 'nin önümüzdeki seçimlerde çoğunluk sağlayabilmesi, ancak ''Hürriyet içinde Planlı Kalkınma'' hamlesinin gözle görülür, elle tutulur sonuçlar vermeye başlaması ile mümkün olabilecektir. Bunun dışında hiçbir taviz politikası bu partiyi seçmene şirin göstermeye yetmeyecektir. Oysa planın muhtemel başarısı da her şeyden önce plancıların hazırladıkları esaslara bağlı kalmak, planı yürütecek olan gelir kaynakları üzerinde tehlikeli değişikliklere başvurmamak suretiyle gerçekleşebilecektir.
Şunu da unutmayalım ki, içine girmeye çalıştığımız planlı kalkınma hareketi titiz bir dikkatle uygulansa bile, bunun yüzde yüz başarı ile yürüyeceğine dair elimizde herhangi bir teminat yoktur. Bin türlü faktöre dayanan, bunlardan bir tanesi unutulduğu veya aksadığı takdirde başımıza büyük güçlükler çıkarmasını bekleyeceğimiz bir sistemi, politik kaygılarla daha başlangıçta kendimiz zedelersek, yarın elbette sadece hayal kırıklığına uğrarız.
23.9.1962
HASTALIK VE BELİRTİLERİ
Bir memlekette ekonomik denge bozulursa bunun belirtilerini fasulye çuvalları üzerine iliştirilen etiketlere bakarak izlemeliyiz. Ekonomik çöküntünün en şaşmaz göstergelerini toplum hayatının çeşitli alanlarıyla ilgili istatistik rakamlarında aramak gerekir. Bir yerde hırsızlık, cinayet, soygunculuk vakaları artıyor mu? Kadınlara, kızlara karşı işlenen saldırı suçları tehlikeli bir hal mi almıştır? Kötü yola sapan kadın ve kızların sayısında yükselme mi vardır? Verem gibi kaynağını sefaletten alan hastalıklar çoğalmakta mıdır? Aile geçimsizlikleri, boşanmalar, intiharlar eskiye kıyasla daha mı fazladır. İstatistik rakamları, bu soruların çoğunu doğruluyorsa artık bu olayları grup grup ele alıp her birine tıp, hukuk, polis, ya da jandarma tedbirleriyle çareler aramak manasız bir şey olur.
Sayın İçişleri Bakanı Doğudaki eşkıyaları bastırmak için oralara vagonlar dolusu kuvvet gönderebilir, Sayın Sağlık Bakanı belli sosyal hastalıklara karşı amansız bir savaş açabilir. Sayın Adalet Bakanı ırz düşmanları hakkında Meclisten idam kanunları çıkartabilir. Bu tedbirlerden az çok fayda da beklenebilir, fakat yurdun ekonomik dengesini düzeltmek uğruna gerekli reform hareketlerine başvurulmazsa öteki bütün tedbirler yarım kalmaya mahkûmdur.
- Çaresi ne ? Gelin söyleyin!
Demek, musiki eleştiricisini orkestra idare etmeye zorlamaktan farksız sayılsa gerektir.
Bugün yaşadığımız dramın en acıklı yanı, devlet kaderi üzerinde rol oynayan sorumlu politikacılarımızın Atatürk'ü, devrimleri, hattâ 27 Mayıs'ı iyi anlayamamış olmalarıdır. Türkiye'yi çağdaş uygarlık düzeyine doğru hızla yaklaştıran 15 yılılk mucizesinden sonra, biz on yedi yıldır eski ''Tanzimat'' zihniyetine geri dönmüş, üzücü ve yıpratıcı bir ''idare-i maslahat'' politikası ile günlerimizi gün etmeye çalışıyoruz.
Karma hükümet kurulsa da kurulmasa da bu gidiş iflâsa mahkûmdur. Devrim ilkelerinin pazarlık konusu yapılmasını demekrosi ''icabat''ından sayan bir zihniyet iş başında kaldıkça bu memleket hiçbir zaman gerçek demokrasiye kavuşamıyacaktır.
17.6.1962
TEŞBİHTE HATA OLMAZ
İngiltere'yi tanımayan, İngiliz sosyal disiplinine yabancı kalmış bir adam farzediniz. Bu adam ilk defa Londra'ya gittiği zaman, bir süre, benzerine başka yerlerde rastlamadığı bir baskı havası altında boğulur gibi olabilir. Daha Victoria Garı'na ayak basar basmaz; kuyrukta sıra bekleyen boş taksilerden birine binmek isterse, iki metre boyundaki heybetli polisin demir eliyle yakasına yapıştığını görür. Taksiye binebilmek için garın çıkış kapısına kadar yürümek, orada kendisi de kuyruğa girip sırasını beklemek zorundadır. Bu adam, saat on yediden önce genel yerlerde alkollü içki satılmadığını öğrenerek bu yasağı hürriyet ilkelerine aykırı bulabilir. Hele on yediye beş kala ısmarladığı bir kadeh bir şeyi ancak beş dakika sonra içebileceğini garsondan duyunca İngiltere'yi göze görünmez bir despotun idare ettiği zannına kapılabilir. Aynı adam bir tiyatronun gala gecesinde bulunmak üzere yer ayırtmış olsun. Akşam kıyafeti kuralına aldırış etmeyerek salona girebileceğini umuyorsa yandı demektir. Parasını ödemiş, bileti cebine atmış da olsa, kapıdan döndürülecektir.
İngiliz sosyal düzenine alışmayan bir adam, bunlar gibi düzinelerle yasak arasında ilk günler bunalabilir. Oysa, bir kez o düzenle uyuştuktan sonra İngiliz toplum hayatının bireylere ne denli geniş bir özgürlük sağladığını yakından görmemeye imkân yoktur. İlk bakışta sağduyuya aykırı sayılan kimi yasaklar, çok defa bireyle toplum arasındaki dengenin en sağlam dayanaklarıdır. Bunların politika ile hiçbir ilişkisi yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır. Muhafazakârından işçisine ve komünistine kadar bütün İngilizler bu basit kuralları benimsemişler ve gelenekselleştirmişlerdir. Bernard Shaw'ın birer zekâ oyunundan başka bir şey olmayan paradoksal hicivleri bir yana, bunlar üzerinde tartışılmaz, hatta konuşulmaz bile. Özel bankaların kamulaştırılması, ya da veraset vergisinin miras müessesesini ortadan kaldırırcasına ağırlaştırılması gerektiği hakkında nutuklar çeken İşçi Partisi sözcüleri, resmî bir tören yerine giderken, tıpkı Muhafazakâr arkadaşları gibi, gerekli kıyafet ne ise onu giyinirler; ayaklarına tulum ya da sırtlarına pijama geçirmezler.
Bizim açımızdan ele aldığımız zaman, gönül isterdi ki Türkiye'de kurulan bütün siyasal partiler de Atatürk ilkelerini işte böyle, İngilizlerin sosyal geleneklerini benimsedikleri gibi yürekten benimsesinler, onların tartışmasını kendilerine mal etsinler, aralarındaki iktidar savaşını da Batı'da olduğu gibi yalnız fikir ve sınıf ayrıntıları üzerine toplayabilsinler. Demokrasiden beklediğimiz, yurtta sosyal ve ekonomik kalkınmayı en kısa yoldan başaracak, metodları beraberce arayıp bulmak değil midir? Bu ise herşeyden önce elverişli bir ortam ister. Kapalı rejim dedikleri Atatürk devri bu ortamın yaratılma gayretleri içinde geçmiştir ve tarihimizin gerçekte en açık rejimi sayılsa yeridir. Soyut demokrasi şampiyonlarımız çok partili hayatın kapılarını açarken, devrim ilkelerini partilerarası bir tartışma konusu yapmakla, İngiliz geleneklerine yabancı kalmış bir adama Londra'da dilediği gibi yaşayabileceğini vaadeder duruma düşmüşler, yani Türkiye'de kurulması özlenen demokratik ortamı kendi davranışlarıyla, daha başlangıçta mahkûm etmişlerdir. Böylece ''vicdan hürriyeti'' feryatları arasında laiklik ilkesi güme gitmiş, eğitim birliği ortadan kaldırılmış, akıl yolu ile davalarımıza çözüm arama imkânları gittikçe güçleşir bir hal almış; zavallı halk koridor politikacılarının elinde bir oyuncak haline getirilmiştir.
İkinci koalisyon hükûmeti de devrim ilkelerini politikanın üstüne çıkaramayacaksa, biz artık üçüncü bir koalisyonu tecrübeye bile değer bulmayanlarla beraberiz.
23.6.1962
İNSANLAR VE OLAYLAR
Hükûmet kurmaktan vazgeçme kararına sebep olarak sayın İnönü karşı tarafın ''zihniyet''i üzerinde durmuş, bu ''zihniyet''le bağdaşamayacağını, bundan ötürü de koalisyon denemelerini artık bıraktığını ve ''tam çekildiğini'' açığa vurmuştu. Şimdi, bir buçuk gün gibi kısa bir süre içinde sayın İnönü'nün kararnı değiştirmesi kimi çevreleri hayrete düşürüyor.
- Nasıl olur? diyorlar, bağdaşamayacağını daha dün açıkça belirttiği bir zihniyetin temsilcileriyle, umudunu kestiği yeni bir işbirliği denemesine Paşa ne maksatla girişir? Bu davranışın altında bilinmedik bir takım gerçekler olmasın?
Bizim görüşümüze göre, ortada bilinmedik hiçbir şey yoktur. Ortada apaçık duran gerçek, paşanın, olaylara hâkim olacak yerde, tam tersine, olayların baskısı altına girdiği ve bizdeki şu acayip demokrasi rejimi çıkmazdan kurtarmak kaygusu ile, kimi zaruretlere çaresiz boyun eğdiğidir. Yurdumuz hesabına durumun asıl hazin olan tarafı da galiba budur. Çünkü, hangi rejime dayanırsa dayansın, bir hükûmetten beklenen, olaylara hükmedebilmek ve onları yurt çıkarının gerektirdiği yöne çevirebilmek gücünü taşımasıdır. Olup bitenlerin rüzgârı ile bir hazan yaprağı gibi sallanan, kendi yapısı içinde bir fikir birliğinden yoksun, varlığı pamuk ipliğine bağlı, dünkü vaadini bugün yerine getiremeyen, yarın başına ne geleceği bilinmeyn bir hükûmet, devlet işlerini nasıl yürütür, halka nasıl hizmet edebilir?
Yedi aylık bir süre boyunca sayın İnönü yurdumuzda istikrarlı bir çalışma düzeyi yaratılması uğruna gerçekten takdire değer bir çaba gösterdi. Hatta idare-i maslahat politikasında ölçüyü de aşarak karşı tarafa taviz üstüne taviz verdi. Bir ara öyle bir durumla karşılaştık ki, 27 Mayıs öncesi ile 27 Mayıs sonrasını birbirinden ayırt etmekte güçlük çeker olduk. Nihayet, olayların sürüklediği yolun çıkar yol olmadığını sayın İnönü gördü ve birinci koalisyon böylece dağıldı. Üç haftalık gayretlerden sonra, ikinci koalisyon denemesinin de daha başarılı bir sonuç veremeyeceği anlaşılınca, sayın İnönü de artık baş edemediği olayların baskısı altında daha fazla bocalamaya tahammül edemeyerek, uzun bir süreden beri belki ilk defa, enerjik bir kararla hükûmet kurmaktan vazgeçtiğini ilân etti. O, gerçi 17 yıldan beri olaylara gerekli yönü bir türlü verememişti; fakat hiç değilse bundan böyle olayların buyruğu altında sürüklenmekten kurtulacaktı.
Biz ikinci koalisyon çalışmalarının bu denli uzayacağını başlangıçta tahmin etmiyorduk. Büyük Millet Meclisi'nde Atatürkçülüğe, ilerici ve yapıcı gayretlere karşı cephe alan çeşitli gruplar, davranışlarında hiçbir zaman içten olmadıklarından, bunlar kâğıt üzerinde önlerine sürülen her şartı, ileride ilk fırsatta baltalamak kararıyla, pekâlâ kabul edebilirlerdi. Nedense çalışmalar, sabrımızı taşıracak, ismet Paşa'yı hükûmet kurmaktan caydıracak kadar uzadı.
İşte nihayet olayların zoru ile Paşa da yeni koalisyon ortakları da tekrar aynı masa etrafında buluşup görüşmeye başladılar. Bu seferki karma hükûmetin ötekinden daha verimli, daha başarılı bir yol tutabilmesi için parlamentomuzda partilerarası elverişli bir ortam yaratılabileceğini biz pek sanmıyoruz. Bununla beraber, bu uğurda harcanacak olumlu gayretleri yürekten desteklemeye hazırız.
18.7.1962
HELE BİR ŞU SEÇİMLER...
1950 seçimlerine üç dört ay kala, o zamanki Dışişleri Bakanı rahmetli Necmettin Sadak, bir akşam birkaç bakan arkadaşı ile beni Hariciye Köşkü'ne, yemeğe çağırmıştı. Sofrada Nihat Erim, Vedat Dicleli, Cemil Sait Barlas gibi CHP'nin aydın ve ilerici kanadını temsil eden hükûmet üyeleri vardı. Yemek neşeli geçti. Üzücü konulara pek değinmeksizin nefis bir kuru fasulyenin üzerine yaydığımız enfes pilavı, kırmızı Fransız şarapları eşliğinde, bol bol atıştırdık. Yemekten çok iyi anlayan rahmetli üstatla buna benzer sayısız buluşmalarımız olduğu halde, çevrenin sıcaklığından mı nedir, o akşamın tadını bir türlü unutamam. Sofra faslı kapanıp da kahveler içilince ben bir aralık Nihat Erim'le bir köşede sohbete daldım. Aynı kuşaktan olduğumuz için kolay anlaşabiliyorduk. Öteden beri içimi burkan bir kayguyu CHP hükûmetinin Başbakan Yardımcısına damdan düşercesine açtım: Seçim, demokrasi, çok partili hayat, evet, bunlar güzel şeylerdi. Fakat devrimler ne olacaktı? Atatürk'ün temelini attığı medeniyet düzeni bir defa sarsılırsa, demokrasiyi yürütmek için gerekli ortam da daha başlangıçta elimizden kaçmaz mı idi? Seçim tarihi yaklaştıkça partiler arasında gericiliğe bir taviz eğilimi günden güne artıyordu. Vaktinde kontrol altına alınmazsa bu ileride çok tehlikeli gelişmelere yol açabilirdi. Halk Partisi hükûmetinin bu konudaki durgunluğunu anlayamıyordum.
Nihat Erim durumu şöyle izah etti: CHP, her zaman olduğu gibi Atatürk devrimlerine bağlı idi. Gericiliğe taviz vermek söz konusu olamazdı. Ne var ki seçimlere şunun şurasında pek az bir zaman kalmıştı. Şimdiden harekete geçilir de devrim ilkelerine atıp tutanlara karşı sert tedbirler alınırsa bu, Halk Partisi'nin toplayacağı oy sayısını, düşürebilirdi. İlkin seçimler kazanılsındı, ondan sonra devrim ilkelerinin ne büyük bir güçle korunacağını gözlerimizle görecektik.
Nihat Erim böyle konuştu idi o akşam. Bu sözleri ben şüphe ile dinlemiş, fakak böyle bir politikanın yurdumuzdaki demokrasi mücadelesini birkaç yıl içinde çıkmaza sürükleyebileceğini doğrusu iyice tahmin edememiştim. Nihayet karşı tarafın başında da Atatürkçü geçinen, Halk Partisi'nden yetişme yaşlı başlı kimseler vardı. Devrim ilkelerinin soysuzlaşmasına onlar da göz yumamak durumunda idiler. Seçimleri kazanırlarsa onlar da derlenip toplanır, gericilere ''dur!'' diyebilirlerdi.
Yazık ki olaylar böyle gelişmezdi. 1946'dan, hatta daha öncelerden başlayarak bugüne değin Atatürk ilkeleri hep ihmale uğradı. Gerçi kimse çıkıp da ''Arap yazısını geri getirelim, dört kadınla evlenilebileceğine dair Medenî Kanuna madde ekleyelim. Ramazanda oruç yiyenleri hapse atalım. Cuma namazını mecburî kılalım'' diye resmen bir teklifte bulunmuyur. Görünüşe göre hepimiz Atatürkçüyüz. Kaygılarımızı dile getirdiniz mi, sorumluların cevabı hazır:
- Efendim nasıl olur? Bundan sonra artık eski yazıya dönülür mü?
diyorlar. Ama beri yanda bir türlü ilkokula kavuşturamadığımız masum yavruların yüz binlercesi sağdan sola ''elif üstün e''meşk ediyor. Medenî Kanuna göre suç sayılması gereken çok kadınla evlilik müessesesi eskiye kıyasla bugün belki daha da rağbette. Kimse kimsenin ibadetine karışmaz deriz, fakat ramazanda lokantaların otuz gün kapatılması, birçok şehirlerde artık millî geleneklerimiz arasına girmiştir. Meşhur alaturkacı artistlerimiz bu süre içinde (icra-yi lû-biyat) etmeyeceklerine dair gazetelere ilân vererek kendilerine yeni bir reklâm metodu bile bulmuşlardır. Abdest alırken fotoğraf çıkartmak suretiyle aynı metodu bir kısım politikacılarımız da benimsemiş görünüyorlar.
Bu şartlar altında istediğimiz kadar ''Atatürk ilkeleri yürürlüktedir'' diye haykıralım, kimseyi kandıramayız. Kandırsak da ne çıkar? Atatürk ilkeleri dışında gerçekten demokratik bir düzenin kurulmasına imkân var mıdır?
22.7.1962
AÇIK VEYA KAPALI, GERÇEK BU!
Kapalı rejim derken, eğer Sayın İnönü kendi cumhurbaşkanlığı devrini kastediyorsa ona bir şey denemez; fakat Kurtuluş Savaşı'ndan Atatürk'ün ölümüne kadar geçen''çağ değişimi'' diyebileceğimiz ihtilâl ve inkılâp yıllarını kapalı rejimler arasında saymaya hakkımız yoktur. Böyle bir düşünceyi benimsediği takdirde, biz o yılar boyunca ikinci adam olarak memlekete büyük hizmetleri dokunduğunu bildiğimiz İsmet İnönü'yü 1938'den sonra Millî Şef, cumhurbaşkanı, muhalefet lideri sıfatlarını kazadan ve nihayet döne dolaşa koalisyon hükûmeti başkanlığına ulaşan Sayın İnönü'ye karşı savunma zorunda kalırız.
Yurdumuzda bir dikta rejimini özleyen gerçek bir Atatürkçü bulunabileceğini havsala almaz. Çünkü gerçek Atatürkçüler Atatürk devrinin bir dikta idaresi olmadığına emindirler. 1950 seçimleriyle kurulan sözüm ona açık rejim şartları içinde hayretle gördüğümüz, okuduğumuz ve duyduğumuz nüfuz suistimalciliğine, din ve vicdan sömürücülüğüne, hazine soygunculuğuna ve millet malı yağmacılığına Atatürk devrinde göz yumulmamıştır. Atatürk devrinde mahkemelere baskı yapılarak masum adamlar zindana gönderilmemiş, hoşa gitmeyen davranışlarından ötürü ''görülen lüzum üzerine'' gerekçesi ile yargıçlar, yüksek memurlar emekliye ayrılmamıştır.
Atatürk devri bir ihtilâl ve inkılâp devri idi. Bu devre, milletimizi çağdaş uygarlık düzeyine ulaştıracak, akıl yolu ile kendi meselelerini çözümleyecek şartların yaratılması çabaları içinde geçmiş, şartları engelleyen gelenek ve görenekler, bu devrede yıkılmış, ya da sindirilmiştir. Atatürk ilkeleri dediğimiz yasalar ve yasaklar düzeninden hiç biri keyfi bir dikta hevesinden doğmamıştır. Tüm olarak ele alındığı zaman bu ilkeler, çağdaş uygarlığa ayak udurmamızın vazgeçilmez öğeleridir. Vatandaş hürriyetleri de, halk egemenliği de ancak bu ilkeler dimdik ayakta tutulabildiği takdirde gerçekleşebilir. Bugünkü siyasal ortamda Atatürk ilkelerini yaşatma, yürütme, ileriye doğru geliştirme görevi başlıca CHP'nin omuzlarına yüklenmiştir. Bu konuda aciz göstermek, ya da tavizlerde bulunmak tehlikelidir.
Bu itibarla, Sayın İnönü'nün küçük kurultay toplantısında yaptığı konuşmayı biz devrim ilkeleri açısından doğru bulmadığımızı söyleyeceğiz. İçinde bulunduğumuz koalisyon yönetimini yaşatmak imkânlarından söz açan Sayın lider bunu karşılıklı bir uzlaşma, bir hoşgörü zaruretine bağlamış ve kendini örnek diye göstererek arkadaşlarına sabırlı olmalarını tavsiye etmiştir.
Karma hükûmetlerin ancak uzlaşma yolu ile kurulabileceği meydanda bir gerçektir. Bir parti devletçidir, devletçiliğinden bir miktar fedakârlık eder, bir başkası özel teşebbüsçüsüdür, kimi alanlarda devletçiliğe boyun eğer, böylece karma hükûmet kurulabilir. Nitekim Avusturya'da, Belçika'da, Danimarka'da bu sistemin başarı ile yürütüldüğünü görüyoruz. Fakat bir devrimin eseri olan, hayatını doğrudan doğruya o devrime borçlu sayılması gereken bir rejimde temel ilkeler hiç bir şekilde tartışma konusu edilmemek gerekir. Anayasanın mahkûm ettiği bir idarenin özlemi içinde öç alma duygularını gizlemeyenlerle nasıl uzlaşılabilir? Devletin laiklik ilkesini hiçe sayarak yürürlükteki kanunları çiğnemek pahasına öğretim birliğini bozanları hoş görmeye imkân var mıdır? Vicdan sömürücülüğüne açıkça karşı koymanın karma hükûmeti dağıtacağını, ya da gelecek seçimlerde oy kaybına yol açacağını düşünerek elleri böğründe ''ya sabır!'' çekmek olumlu bir politika mıdır?
Biz bu davranışların ne CHP'ye, ne de Türk demokrasisine yararlı olduğu inancındayız. Açık rejim, her şeyden önce kendine hayat veren temel ilkelere kesin olarak sarılmak zorundadır. İçinden pazarlıklı kimselere vakit kazanmak maksadıyla el uzatılırsa, buna -Batılı anlamı ile- uzlaşma değil, olsa olsa idare-i maslahat politikası denir. Tarih boyunca zevahiri kurtarmaktan gayri hiç bir işe yaradığını görmediğimiz bu politikaya bel bağlanamayacağını artık öğrenmeliyiz. Önümüzdeki kısa süre içinde CHP kendini toparlamalı, varlığının kaynağı olan devrim ilkelerine yeniden dört ele sarılmalı, çok partili hayatı ancak bu ilkeleri yaşatarak yürütebileceğimizi ispat etmelidir.
Atatürk: devrinin olduğu gibi geri gelmesi diye bir düşünceye bugün aklı başında hiç bir vatandaş kapılamaz. O devre damgasını vuran kuşak göçmüş, yerini başka kuşaklara ve başka bir devre bırakmıştır. Normal gelişim şartları içinde bize düşen görev, büyük eseri ileriye doğru götürmektir.
Bu davada en büyük sorum şüphesiz CHP'nin omuzlarına yığılı duruyor. Altından kalkamazsa Atatürk'ün kurduğu parti kendi (hikmet-i vücut)ünü yitirmiş olacaktır.
29.7.1962
BİZİ DEĞİL, BARİ ONLARI DİNLESELER
Türkiye olaylarını yakından izleyen ağırbaşlı yabancı gazetelerin bir süredir hakkımızda hiç de iyimser sayılamayacak yorumlara başvurduklarını görüyoruz. Son fıkralarından birinde arkadaşımız İlhan Selçuk bu yorumlara dair kısa örnekler veriyordu. Ayrı memleketlerde yaşayan, ayrı gazetelerde çalışan, belki Türkiye'ye de ayrı açılardan bakan, fakat tarafsızlıklarından şüphe edemeyeceğimiz birtakım yazarlar, aralarında söz birliği etmişçesine, hep şu düşünceyi açığa vuruyorlar: ''Ekonomisini kalkındırabilmek ve günümüz şartlarına ayak uydurabilmek için Türkiye birtakım temelli reform hareketlerine girişmek zorundadır. Oysa, Türk hükûmeti bir türlü karar verip harekete geçememekte, bu yüzden de memleketin içinde çırpındığı güçlükler günden güne ağırlaşma tehlikesi göstermektedir.''
Yabancı basının sözünü ettiği temelli reformlar nelerdir, bunları aramızda bilmeyen yoktur. Millî gelir dağılışındaki adaletsizliği azaltacak, üretim gücümüzü arttıracak, toprağımızın kayıp gitmesini önleyecek, yurdumuzdaki iş gücünü değerlendirecek teknik ve sosyal bütün tedbirler, özlenen reformların çerçevesi içine girmektedir. Şimdiye değin bu hususta sayısız komisyonlar kurulmuş, güzel sözler söylenmiş, parlak raporlar hazırlanmış, meseleler teker teker enine boyuna tartışılmış, fakat bugünkü demokratik ortamın insanı kötürüm edici baskısı altında ileriye doğru henüz bir adım atılamamıştır. Bizim koalisyon iktidarının göze görünür vasfı statükoculuktur. Memleket davalarını çözmekten sorumlu liderler, şimdilik daha ziyade durumu idare ederek vakit kazanmaya önem veriyor gibidirler. Yurdumuzun bugünkü şartları bakımından herhangi olumlu bir reform hareketi, elbette bir azınlığın çıkarını zedeleyecek, hatta bir süre için belki büyük çoğunluğun da çıkarını zedelemiş olacaktır. Reform zaruretine inanmış olsalar bile, bugünkü yöneticilerin çoğu böyle bir ihtimal karşısında cesaretlerini yitirmekte, yerlerinden kımıldayamamaktadırlar.
Aslına bakarsanız bu görünürdeki hareketsizlik birtakım politikacıların toplumu adım adım geriye doğru sürüklemelerine engel olmamaktadır. Yani gerçek anlamı ile bugün Türkiye'nin yerinde saydığını söylemek bile doğru değildir. Görünmez bir kuvvet bizi eteğimizden yakalamış bilinmez bir karanlığa çekmektedir. Bu tehlikeye işaret ettiniz mi, İsmet Paşa demokrasinin kahraman bekçileri derhal şahlanmakta ve dikta rejimi taraflısı diye sizi suçlandırmaktadırlar.
Oysa, ekonomi alanında gerekli reformlara girişemediğimiz için bizi tenkit eden Batılı gazeteler, bundan on yıl önce Atatürk reformlarına sırt çevirdiğimizden ötürü bizi yine tenkit ediyorlardı. Şunu unutmayalım ki, devrim ilkeleri yürürlüğe konduğu zaman bu gazetelerden hiç biri Atatürk'ün demokrasi ilkelerine aykırı davrandığını iddia etmemiş, onu kamu oyuna bir diktatör olarak tanıtmamıştı. Tam tersine, gerçek demokrasinin savunucusu bildiğimiz bütün Batı aydınları Atatürk devrimlerini tarihte benzerine az rastlanır bir uygarlık savaşı olarak yürekten alkışlamışlardı. Biz, yapıcı bir hürriyet düzeninin yurdumuzda yerleşebilmesini ancak devrim ilkelerini ayakta tutan kanunlara sıkı sıkıya bağlılıkta görüyorduk. Öyle davransaydık, bugün özlenen reform hareketlerine başlamakta bu kadar gecikmez, böylesine (idare-i maslahatçı) bir yol tutup sürekli bir bocalama krizine yakalanmazdık. Demokrasiyi yanlış anladığımızı ileri sürerek bize hücum eden statükoculara tavsiye ederiz, hür dünya basınına ara sıra bir göz atsınlar. Demokratik düzenin yurdumuzda işleyebilmesi için Atatürk ilkelerini yaşatmanın, ayrıca bu ilkeleri birtakım iktisadî ve sosyal reformlarla güçlendirmenin şart olduğunu göreceklerdir.
Geri kalmış ülkelerde ''demokrasi yapıyorum'' diye gericiliğe taviz veren iktidarlar bu metodla ne demokrasiyi ne de memleketi bir karış ilerletemeyeceklerini yi bilmelidirler.
2.8.1962
GÜN IŞIĞINDA MUMLA...
Bize cesur devlet adamları lâzım. Gözünü budaktan sakınmayan, yurt gerçeklerini dobra dobra halk önünde açıklamaktan yılmayan, ne pahasına olursa olsun halkı uyarmayı bir namus borcu bilen devlet adamlarına şiddetle ihtiyacımız var.
On yedi yıldır denediğimiz sözüm ona şu açık rejimi, başlangıçta, fikirlerimizi korkusuzca savunabileceğimiz bir ortam yaratmak amacı ile kurmamış mı idik? Demokrasi, fikir hürriyetini herkese mal eden sistemin adıdır, diyorduk. Oysa on yedi yıldır ne görüyoruz? Bir korku, bir aldatmaca, bir kaşkariko deryasının ortasında bocaladığımızı inkâr edemilir miyiz? Kolay tarafından iktidara gelmenin yolu bir çıkarcı azınlığa hoş görünmek formülünde bulunduğu için demokratik sistem daha ilk adımda tersine işler bir çark halini almaya başlamıştır. Bu çıkarcı azınlığın desteği olmaksızın seçim kazanamayacaklarını anlayan partiler, on yedi yıldır baş döndürücü bir taviz yarışından bir türlü yakalarını kurtaramamaktadırlar. İçlerinden en ülkücü bildiğimiz C.H.P.'yi ele alalım. Bu parti adına konuşan liderlerin bugüne değin bir kez olsun toprak reformundan, orman kanunundan, ya da öğretim birliğinden söz açtığını duydunuz mu? Sayısız seçim konuşmaları yapan Sayın İnönü ''İktidarı kazanırsak yüksek tarım gelirlerini vergiye bağlayacağız, ormanları yakılıp yıkılmaktan kurtaracağız, layikliğe aykırı hafız okullarını kapatacağız'' anlamına gelebilecek bir tek nutuk söyledi mi?
Ne yazık ki söylemedi, söyleyemedi. Çıkarcı azınlığın hışmına uğrayıp seçimleri kaybetmek korkusu ile mühürlenen diller sadece karşı tarafı yermek maksadı ile döndürüldü.
- Elma bahçelerinizi Amerikalılara satacaklar! gibilerden aşırı suçlamalara başvuruldu, memleket realitelerine göz yumuldu ve daha ziyade yuvarlak laflar edildi.
Üç beş yazar alemi ellerine alıp ilgilileri ara sıra dürtüklemeye çalışmış, beş on gönüllü halk önünde düşündüğünü açıklamaktan çekinmemiş, bunun ne önemi var? Bu kadarına kapalı rejimlerde de raslamak daima mümkündür. Bize bugün lazım olan, sorum yüklenebilecek bir devlet adamının, sözüne güvenilecek bir parti ledirinin ortaya çıkması ve seçimleri ebediyen kaybetmek pahasına da olsa, Türkiye'mizi kalkındırmak uğruna devlete ve vatandaşlara düşen görevleri korkusuzca, açık açık söylemesi, bıkmadan, usanmadan bunları tekrarlamasıdır.
Toplum hayatında öyle anlar oluyor ki, bir tek cesur devlet adamı, davranışı ile milletin kaderi üzerinde ölçülemeyecek derecede yapıcı bir rol oynayabiliyor. Jefferson'u düşününüz, Clemenceau'yu, Churchill'i düşününüz. Doğru sözlükleri ve cesaretleri sayesinde bu devlet adamı altından kalkılamaz sanılan güçlükleri yenmişler, yalnız seçimleri değil, hayatlarını kaybetmeyi göze almakla vatanlarına olduğu kadar demokrasi ülküsüne de eşsiz hizmetlerde bulunmuşlardır.
Evet, bize cesur devlet adamları lazım. Gözünü budaktan sakınmayan, inandığı davayı her zaman ve her yerde açıkça savunmaktan yılmayan, yurt gerçeklerini yüksek sesle haykırmayı bir namus borcu bilen devlet adamlarına şiddetle ihtiyacımız var.
Kimbilir çektiğimiz sancılar belki de bu ihtiyacın dışa vurmuş belirtilerinden ibarettir.
10.8.1962
PLANDAN DA TAVİZ VERİLİRSE..
Son günlerde tertiplediği radyo konuşmaları ve basın toplantıları ile Sayın Başbakan, hürriyet içinde planlı kalkınma düşüncesini yurt düzeyine geniş ölçüde yaymaya gayret ediyor. Bu gayretleri takdirle karşılarız. Demokratik bir ortamda iş gören hükûmetler, güttükleri politikayı elbette daha başlangıçta vatandaşa beğendirmek isteyeceklerdir. Onların doğal haklarından biridir bu. Hele bizim gibi kısa zamanda çok mesafe almak durumunda bulunan ve giriştiği hamle başarısızlığa uğrarsa büyük krizlerle karşılaşacak, belki de hürriyet rejimine uzun bir süre veda etmek zorunda kalacak olan bir memleket hesabına Sayın İnönü'nün harcadığı titiz gayretleri hiç yadırgamadığımızı söylemeliyiz. Daha önce de birkaç kez açıkladık, ekonomik kalkınmamızı bir an önce gerçekleştirmek amacını güden bütün çalışmaları, biz desteklemeye hazırız. Birtakım dogmalar, ön yargılar, ya da duygusal eğilimlerin etkisi altında her yapılana otomatik olarak dudak bükmeyi doğru bulmuyoruz.
Yalnız her fırsatta tekrarlamaktan bıkmadığımız bir noktaya burada bir daha dokunalım: Türkiye'nin bugünkü koşulları altında olumlu işler başarmak isteyen bir hükûmet, davranışlarını seçim kaygılarına göre ayarlamak huyundan mutlaka vazgeçmelidir. Onyedi yıllık demokrasi denemesi bu yolun bir çıkmaz olduğunu bize açıkça göstermiş olmak gerekir. Seçim kaygısını bir yana atacağız ve memleket ekonomisinin kalkınması için neler yapmak zorunda olduğumuzu kararlaştıracağız. Bunu kararlaştırırken de iki hususa özellikle dikkat edeceğiz: Bilimsel gerçekler neyi emrediyorsa ona boyun eğmek ve yurttaşlardan isteyeceğimiz fedakârlıkta eşitlik prensibini zedelememek.
Oysa Sayın İnönü'nün gayretlerine paralel olarak hükûmet çalışmalarında yukarıki hususlara önem verildiğini pek göremiyoruz. Seçim kaygısının her şeye rağmen bir korkunç hayalet gibi karma iktidarı her kanadı ile sardığını inkâr edebilir miyiz? Üç yıl sonra karşılaşacakları fırtınayı atlatmanın telaşı içinde, sorumlu politikacılarımız davranışlarını daha şimdiden planın başarısını değil de seçmenin oyunu sağlamak amacına göre ayarlamışa benziyorlar. Maliye Bakanı Sayın Melen'in açıkladığı Gelir Vergisi Kanunu ile ilgili son tasarı bu konuda bütün iyimser duyguları sarsacak kadar ağır tepkilere yol açmıştır. Dar gelirli vatandaşları durumunda hiçbir ferahlatıcı tedbire başvurulmaksızın tarım sektörünün fiilen vergi dışı bırakılmasını, yatırımları teşvik parolası altında da yüksek gelirlerden indirim yoluna gidilmesini başka türlü yorumlamaya imkân var mıdır?
Bu durum gösteriyor ki, iktidarın kuruluş tarzı ne olursa olsun, statükocular oraya her zaman hâkimdirler ve istediklerini hükûmete dikte etmek yeteneğini eskisi gibi ellerinde tutmaktadırlar.
Bizce Sayın İnönü'nün anlamadığı nokta şudur: C.H.P. 'nin önümüzdeki seçimlerde çoğunluk sağlayabilmesi, ancak ''Hürriyet içinde Planlı Kalkınma'' hamlesinin gözle görülür, elle tutulur sonuçlar vermeye başlaması ile mümkün olabilecektir. Bunun dışında hiçbir taviz politikası bu partiyi seçmene şirin göstermeye yetmeyecektir. Oysa planın muhtemel başarısı da her şeyden önce plancıların hazırladıkları esaslara bağlı kalmak, planı yürütecek olan gelir kaynakları üzerinde tehlikeli değişikliklere başvurmamak suretiyle gerçekleşebilecektir.
Şunu da unutmayalım ki, içine girmeye çalıştığımız planlı kalkınma hareketi titiz bir dikkatle uygulansa bile, bunun yüzde yüz başarı ile yürüyeceğine dair elimizde herhangi bir teminat yoktur. Bin türlü faktöre dayanan, bunlardan bir tanesi unutulduğu veya aksadığı takdirde başımıza büyük güçlükler çıkarmasını bekleyeceğimiz bir sistemi, politik kaygılarla daha başlangıçta kendimiz zedelersek, yarın elbette sadece hayal kırıklığına uğrarız.
23.9.1962
HASTALIK VE BELİRTİLERİ
Bir memlekette ekonomik denge bozulursa bunun belirtilerini fasulye çuvalları üzerine iliştirilen etiketlere bakarak izlemeliyiz. Ekonomik çöküntünün en şaşmaz göstergelerini toplum hayatının çeşitli alanlarıyla ilgili istatistik rakamlarında aramak gerekir. Bir yerde hırsızlık, cinayet, soygunculuk vakaları artıyor mu? Kadınlara, kızlara karşı işlenen saldırı suçları tehlikeli bir hal mi almıştır? Kötü yola sapan kadın ve kızların sayısında yükselme mi vardır? Verem gibi kaynağını sefaletten alan hastalıklar çoğalmakta mıdır? Aile geçimsizlikleri, boşanmalar, intiharlar eskiye kıyasla daha mı fazladır. İstatistik rakamları, bu soruların çoğunu doğruluyorsa artık bu olayları grup grup ele alıp her birine tıp, hukuk, polis, ya da jandarma tedbirleriyle çareler aramak manasız bir şey olur.
Sayın İçişleri Bakanı Doğudaki eşkıyaları bastırmak için oralara vagonlar dolusu kuvvet gönderebilir, Sayın Sağlık Bakanı belli sosyal hastalıklara karşı amansız bir savaş açabilir. Sayın Adalet Bakanı ırz düşmanları hakkında Meclisten idam kanunları çıkartabilir. Bu tedbirlerden az çok fayda da beklenebilir, fakat yurdun ekonomik dengesini düzeltmek uğruna gerekli reform hareketlerine başvurulmazsa öteki bütün tedbirler yarım kalmaya mahkûmdur.
Du har läst 1 text från Turkiska litteratur.
Nästa - 27 Mayıs'tan 12 Mart'a - 9
- Delar
- 27 Mayıs'tan 12 Mart'a - 1Varje stapel representerar procentandelen ord per 1000 vanligaste ord.Totalt antal ord är 3671Totalt antal unika ord är 215727.8 av orden finns i de 2000 vanligaste orden39.7 av orden finns bland de 5000 vanligaste orden48.1 av orden finns i de 8000 vanligaste orden
- 27 Mayıs'tan 12 Mart'a - 2Varje stapel representerar procentandelen ord per 1000 vanligaste ord.Totalt antal ord är 3728Totalt antal unika ord är 218026.1 av orden finns i de 2000 vanligaste orden38.4 av orden finns bland de 5000 vanligaste orden45.4 av orden finns i de 8000 vanligaste orden
- 27 Mayıs'tan 12 Mart'a - 3Varje stapel representerar procentandelen ord per 1000 vanligaste ord.Totalt antal ord är 3732Totalt antal unika ord är 216526.1 av orden finns i de 2000 vanligaste orden37.5 av orden finns bland de 5000 vanligaste orden44.4 av orden finns i de 8000 vanligaste orden
- 27 Mayıs'tan 12 Mart'a - 4Varje stapel representerar procentandelen ord per 1000 vanligaste ord.Totalt antal ord är 3711Totalt antal unika ord är 209525.6 av orden finns i de 2000 vanligaste orden38.4 av orden finns bland de 5000 vanligaste orden46.0 av orden finns i de 8000 vanligaste orden
- 27 Mayıs'tan 12 Mart'a - 5Varje stapel representerar procentandelen ord per 1000 vanligaste ord.Totalt antal ord är 3658Totalt antal unika ord är 210827.5 av orden finns i de 2000 vanligaste orden38.4 av orden finns bland de 5000 vanligaste orden46.1 av orden finns i de 8000 vanligaste orden
- 27 Mayıs'tan 12 Mart'a - 6Varje stapel representerar procentandelen ord per 1000 vanligaste ord.Totalt antal ord är 3790Totalt antal unika ord är 212928.2 av orden finns i de 2000 vanligaste orden39.7 av orden finns bland de 5000 vanligaste orden47.1 av orden finns i de 8000 vanligaste orden
- 27 Mayıs'tan 12 Mart'a - 7Varje stapel representerar procentandelen ord per 1000 vanligaste ord.Totalt antal ord är 3805Totalt antal unika ord är 217226.2 av orden finns i de 2000 vanligaste orden38.5 av orden finns bland de 5000 vanligaste orden44.8 av orden finns i de 8000 vanligaste orden
- 27 Mayıs'tan 12 Mart'a - 8Varje stapel representerar procentandelen ord per 1000 vanligaste ord.Totalt antal ord är 3704Totalt antal unika ord är 220326.6 av orden finns i de 2000 vanligaste orden39.6 av orden finns bland de 5000 vanligaste orden47.3 av orden finns i de 8000 vanligaste orden
- 27 Mayıs'tan 12 Mart'a - 9Varje stapel representerar procentandelen ord per 1000 vanligaste ord.Totalt antal ord är 3787Totalt antal unika ord är 218826.4 av orden finns i de 2000 vanligaste orden38.0 av orden finns bland de 5000 vanligaste orden45.8 av orden finns i de 8000 vanligaste orden
- 27 Mayıs'tan 12 Mart'a - 10Varje stapel representerar procentandelen ord per 1000 vanligaste ord.Totalt antal ord är 212Totalt antal unika ord är 16844.5 av orden finns i de 2000 vanligaste orden58.0 av orden finns bland de 5000 vanligaste orden64.9 av orden finns i de 8000 vanligaste orden