Zeytindağı - 1

Общее количество слов 3829
Общее количество уникальных слов составляет 2151
29.7 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
42.3 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
49.6 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
İÇiNDEKiLER
Önsöz
1915-1918
BAZI HATIRALAR
Kukla
Lider
Bir Tanışma
Savaş

ZEYTİNDAĞI
Mısır Sıtması
Karargâh
Bizim İmparatorluk
Arapsaçı
Üç Ayak
Bir Suvare
Şeyh Esad
Muhammed'in Mezarı
Hacı
İsa'nın Mezarı
Musa Oğulları
Portreler
Yanlış Kapı
Çadır
Altın ve Odun
Bir Suvare
Visrua
Kanun
Konak ve Konuklarımız
Çadır Devleti
Krösnah
Altı Nişan
Çatlak
Allaha Ismarladık
Son

ÇÖL DESTANI
ATEŞ VE GÜNEŞ
Birinci Defter
Bozgun
İkinci Defter
İstanbul

ÖNSÖZ
Büyük Harp'in son aylarında "Ateş ve Güneş"i yazmıştım. Cemal Paşa Şam'dan İstanbul'a gelmiş, artık yalnız Bahriye Nazırı idi. Kendisini gördüm ve yayınlanmasını uygun bulup bulmadığını anlamak istedim.
"Ateş ve Güneş" çöl ordusunun kahramanlık ve ıstırap hikâyelerinden ibaretti. Nazırım bir gün sonra müsveddeleri geri verdi.
- Bastırmasanız iyi olur, dedi.
"Ateş ve Güneş" de birkaç subay ve neferden başka hiç kimsenin ismi yoktu. Eski Dördüncü Ordu Kumandanı'nın dört yıl yanında çalışan bir yazardan beklediği belki, bu değildi. O kitabımda kendini aramıştı.
Büyük Harp'te Suriye idaresi için hiçbir satır yazı yazmamıştım, çünkü yalnız beğendiğim şeylerden bahsetmek lazımdı.
Mütarekede ise, yalnız beğenmediğim şeyleri yazabileceğim için, Suriye hatıralarını yine bir yana bıraktım.
Bugün her ikisini de söylemek mümkün olduğundan, "Zeytindağı'nı bastırıyorum.
Biz, şimdi kırkına yaklaşanlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun son gençleriyiz. 1914'te üç, beş, yedi yaşında bulunan çocuklar, bugün, yeni Türkiye'nin gençleri olmuşlardır ve hatıralarında imparatorluktan hiçbir iz kalmamıştı, işte onlara, saltanatın, Suriye'de, Filistin ve Hicaz'daki son yıllarını anlatmak istiyorum.
Bizden Belgrad'ı aldıkları zaman, düşman delegeleri Niş kasabasını da istemişlerdi. Osmanlı delegesi ayağa kalkarak:
- Ne hacet, dedi, İstanbul'u da size verelim.
Babalarımız için Niş, İstanbul'a o kadar yakındı.
Biz eğer Vardar'ı, Trablus'u, Girit'i ve Medine'yi bırakırsak, Türk milleti yaşayamaz sanıyorduk.
Çocuklarımızın Avrupası Marmara ve Meriç'te bitiyor.
Batış ve kurtuluş gibi, bir milletin tarihinde ikisi tek yüzyıl içine pek az defa sığmış olan ve yalnız biri milli tarihin bir büyük faslı olan iki hadiseyi dört, beş yıl içinde görüp geçirmiş, en büyük acıyı ve en büyük milli sevinci tatmış olanların hikâyeleri okunmaya değer.
*
Zeytindağı'nı kumandanıma karşı saygısızlık eseri diye gösterenler olmuştur. Onlar, bir kumandanın yanında dört yıl çalışan bir subay tarafından, böyle bir hareketi kimbilir nasıl muhakeme etmişlerdir?
Zeytindağı için sonradan bir tenkid yazan Hüseyin Cahit, diyor ki: "Bu eseri Cemal Paşa aleyhinde telakki edenler Falih Rıfkı'yı seciyesizlikle itham ediyorlardı. O vakit bundan hayret ve teessür duymuştum. Şimdi bir kere daha görüyorum ki, okuduğunu anlamak ne zormuş ve bu zorluğu bilebilen insanlar ne kadar azmış. Falih Rıfkı, Cemal Paşa'yı suni, cansız uydurma bir kalıp gibi medih ve tasvir etmiyor. Onu zaafları ve meziyetleri ile gerçekten bir insan gibi karşımızda canlandırıyor. Herhalde bu canlanış, eski Dördüncü Ordu Kumandanı için çok şereflidir."
Hür bir fikir eğitimi görmeyenlerle anlaşmak imkânı var mıdır? Onlar da gerçeğin yüzde yüz yergi ile yüzde yüz övgünün belki de tam ortasında olduğunu bilmez değillerdir. Fakat eski zamanların kulluk ahlakına esirdirler. Yerme, yahut övme, iyilik yahut kötülük gördüğünüze göre bu ikisini yapmakta, onların ahlakına göre haklısınız. Tarihte gerçeğin ne lüzumu var?..
Osmanlı tarihi, bu sebeple, bir yalan âlemi olmuştur. Yalan, Şark'ta ayıp değildir.
Zeytindağı'nda tarihin hakkını tarihe, Cemal Paşa'nın hakkını Cemal Paşa'ya verdim. Eserimde Cemal Paşa'nın, sırası geldikçe büyüyüp parladığı görülür. Zaten doğrusunu isterseniz, Meşrutiyet şahsiyetlerinde eser yazılmak değeri görenlerden değilim. Fakat, Meşrutiyetin kendisini anlatmak lazımdır. Zeytindağı'nı bu maksatla yazdım. Cemal Paşa'dan çok bahsedişim, başka türlü yazmaya imkân olmamaktandır.
*
Bu kitapta sözü geçen şahsiyet ve hadiselerle yetki bakımından temasımın ne olduğunu şimdiden söylemeliyim. Bazılarına niçin uzaktan dokunduğumu, bazılarını ise niçin daha derin karşıladığımı bilseniz: 1912 yılında Sadaret kaleminde kâtip, "Tanin" gazetesinde Cumartesi Konuşmaları yazan bir muharrirdim. İlk Trakya seyahatimi, gazeteci olarak yaptım. Yine aynı yıl Dahiliye Nezareti'nde Talât Paşa'nın Hususi Kalem memuru oldum, ikinci Trakya ve Bükreş seyahatlerimi hem bu sıfatla, hem de gazeteci olarak yaptım. Büyük Harp'in ilk yıllarında Dördüncü Ordu Karargâhı İkinci Şubesi'nde idim. İhtiyat zabiti isem de, bütün siyasi ve idari işlere bakan bu şubenin şefiydim. Harbin son yılında da Bahriye Nezareti Hususi Kalem Müdür Muavini oldum.
Falih Rıfkı Atay


1915-1918


Zeytindağı- 1915
Cemal Paşa'nın ismini, herkesin adı gibi söyleyerek ve işiterek İstanbul'dan çıkmıştım. Adana'da ses temposu hafifledi ve isim ikileşti: Büyük Cemal Paşa, Küçük Cemal Paşa.
Küçüğü tümen kumandanı idi.
Haleb'i geçtikten sonra "Paşa"nın (P)'si düştü. (B) oldu, ve:
- Ahmet Bey, der gibi serbestçe ağızdan düşüveren "- Cemal Paşa" kelimesi bir çeşit imtiyaz, insanın ona yakınlığını gösteren, insanı esrarlaştıran bir şey oldu.
Dördüncü Ordu Karargâhı'na gidiş, hele Şam'dan sonra, artık bir mabede çıkılıyor gibi, baş döndürür: Bir terör havası vardır. Ses daha pestir ve Cemal ismi, Tevrat'tan, İncil'den alınma, mukaddes bir ada benzer.
Sirkeci'deki ve Harbiye Mektebi'nin havuz başındaki, biraz gururlu ise de, yine sade ve sevimli olan Cemal Paşa'nın içime alıştırdığım hayali sönerek, onun yerine, artık yeniden tanıyacağım, çizgileri kırışık, başka bir adam geldi.
Karargâh Kudüs'te, Zeytindağı'nın tepesindeki Alman misafirhanesinde idi. Şehre vardığım zaman iki gümüş çeyrekten başka param yoktu. Hemen karargâha yerleşmezsem, ne geri dönebilir, ne de otelde kalabilirdim.
Arabacıya:
- Cemal Paşa'nın karargâhına! emrini verdim. Arabacı gözünü açtı:
- Ne Cemal Başa!
Zeytindağı'nı göstererek anlattım. Adamcağız:
- Tafaddal! derken, atlarının bile tutum değiştirdiğini sanıyordum.
Tertemiz, ezici ve büyük bir Alman, yapısı! Herkes, subay veya nefer, ayağının ucuna basıyor ve ara sıra, geniş koridordan, yatak odalarına ve sofraya bakan sivesterler geçiyor.
Yaverin yanına çıktım. Odasında sarıklı sarıksız, kırkından yetmişine kadar, eşraf kılıklı epey bir kalabalık vardı. Yaver, subay namzedi esvabıma bakarak:
- Kimsiniz, ne istiyorsunuz? diye sordu.
- Kumandan Paşa Hazretlerinin, Başkumandanlıktan istediği Falih Rıfkı’yım.
İçeri girdi: "Buyurunuz!" dedi.
Ne olacaktım, nereye gidecektim, Cemal Paşa'yı nasıl bulacaktım, anlaşılmaz bir sıkıntı içindeydim.
Büyük bir oda: Solda Şeria Nehri ve Lût Gölü, sağda Kudüs şehri, önde Moskofiye denilen Rus yapı ve bahçeleri vardı. Cemal Paşa, Şeria'ya bakan pencere ile Moskofiye'ye bakan pencerenin üçgeni arasında, arkası bize dönük, kâğıt imzalamakla meşgul. Yalnız sakallı sert profilinin bir parçasını görebiliyoruz. Benden başka, koltuğu defterli üç subay daha var. Bir aralık başını çevirdi, gözü benim üstümden sıyrılarak ikinci subaya gitti, ekşi bir sesle:
- Yaver Beye söyleyiniz; Nablus eşrafını çağırsın dedi.
Kalabalığın kapıdan girişi garip bir haldi. Hayat ve ölüm kararını bir kelime ile verebilir bir adamın kapısı eşiğinde, her biri bir müddet duruyor ve içerideki odada başladığı duasını bitirip yüzünü sıvadıktan sonra giriyordu. Duasını henüz bitirmiyen, kendini arkasından iten arkadaşına dayatıyordu.
Yirmi kişi kadar, Kudüs şehri tarafındaki pencerelerin önüne sıralandılar. Kumandan dönüp bakmadı bile... îmza defterlerinin her yaprağı üstünde duruyor, çiziyor, yazıyor, ara sıra ağzından:
- Bu nedir?
- Böyle cevap istemem.
- Bunu Erkânı Harbiye Reisi'ne götürünüz! gibi kısa sual ve emirler dökülüyordu.
Zaman geçtikçe Nablus'luların yüzlerinin daha sarardığını seziyordum. Cemal Paşa'nın her yeni sesi çıktıkça, hepsinin sarığından, sakalından ve cübbesinden bir sarsıntı geçiyordu.
Poz bilmem ne kadar sürdü? Kumandan defteri kapadı, koltuğunun iki yanından tutarak Nablus safına doğru döndü. Bir buyrultu üslubu ile söze başladı:
- Devlet-i metbuanıza karşı irtikâp etmiş olduğunuz cinayetlerin ne kadar vahim olduğunu biliyor musunuz?
Kimi ellerini, kimi boynunu oynatarak, safın arasından:
- Estağfirullah...
- Estaizübillah, gibi birtakım kelimeler duyuldu. Kumandan bir bakışta bu mırıltıyı keserek:
- Susunuz diye bağırdı ve devam etti:
- Bu cinayetlerin cezasının ne olduğunu bilir misiniz? Nablusluların rengi, asılmış adamların rengine döndü, dudakları kısıldı.
- İdamdır, idam dedi; fakat Devlet-i Aliyye-i Osmaniye'nin ulüvv-ü merhametine dua ediniz. Şimdilik sizleri ve ailelerinizi Anadolu'ya nefyetmekle iktifa ediyorum.
Hepsi, secdeye kapanır gibi olarak, ellerini kaldırıp duaya, hamde ve şükre başladılar. Köklerinden sökülmek karanna karşı, Nablus eşrafının minnet ve şükranlarına sınır yoktu.
- Gidebilirsiniz! dedi.
Üstüste yığılarak, hayata çıkar gibi, dışarı uğradılar. Rol bitmişti. Cemal Paşa subayları savarak, eski gülüşü, muhafız ve nazır gülüşü ile bana döndü:
- Ne yaparsın, dedi, burada böyle söküyor? Sonra İstanbul haberleri sordu.
Kasımpaşa- 1918
Talat Paşa ile birlikte Berlin'den İstanbul'a dönen Ayan azasından Abdurrahman Paşa, Perapalas Oteli'nin alt kat salonunda bana şu fıkrayı anlatmıştı:
- Talat Paşa, sofya istasyonunda trenden indi; Bulgar nazırlarıyla görüştü. Tekrar vagona girdiği zaman, derin derin içini çekerek:
"- Keşke bugün ölmüş bulunsaydım..." dedi.
Sadrazamın Sofya İstasyonu'nda aldığı haber, Bulgar bozgunu idi.
Harp kabinesi çekilmek üzeredir. Bahriye'deki kâğıtlarımı topluyorum. Bütün gençler gibi, askerlikten sonra ne yapacağımı ben de bilmiyorum.
Karargâha yirmi yaşında gitmiştim; şimdi yirmi dört yaşındayım. Ümit, hayal, ve iyimserlikten yoğrulan bu altın çağ, bir dede başı kadar yıpranmış, çileden geçmiş ve ağırlaşmış, onu omuzlarımın üstünde güç tutuyordum.
Kulaktan kulağa bir fısıltı: "- Bahriye'ye Rauf Bey geliyor!"
Dostu, yabancısı, Bahriyelilerin birçoğunda onu karşılamak ve ona iyi görünmek hazırlığı var. Ben Heybeliada Çarkçı Mektebi'nin Türkçe hocalığını isteyip alıyorum.
Tam ayrılacağım gün, öğleye doğru, Kasımpaşa üstünden nazır otomobilinin sert düdüğü öttü; herkes: "Geliyor!" diye telaşlanarak aşağı koştu. Mızıka selam havası çalmak için büyük kapı önünde sıralandı, marşın ilk sesleri arasında otomobil durdu ve... içinden Cemal Paşa indi.
Karşılayıcılar onun kadar sarardılar. Mızıka bozuk düzen kesildi. Bu levhayı yukarı pencereden seyrediyordum.
Cemal Paşa'nın arkasından ben de odasına girdim. Koltuğuna oturdu, Haliç'in bulanık sularına daldı. Başı omuzları içine çökmüş gibi idi.
Şeria ve Moskofiye'ye bakan pencere üçgeninin arasındaki 1915 profilini hatırladım.
"- Herşey bitti mi Paşam?" diye sordum. Gözlerinden kırları artan sakalına bir iki damla yaş düştü.
Biraz sonra kendine gelir gibi oldu. O günkü gazeteleri gözden geçirdi. Henüz sert hücumlar yoktu. Fakat atılgan gençlerden biri, Nüzhet Sabit, ilk tecavüz broşürünü çıkarmıştı. Bahriye Nazırı telefonla polis müdürünü bularak:
- Neden neşriyata dikkat etmiyorsunuz? Bu muharriri tevkif etmelisiniz... diyordu.
Kim kimi, kimin için ve niçin tutacaktı?
En sağlam sütunlar üstünde durduğu sanılan devir, bir karton kale gibi yıkılmıştı.
Çoğu taksi otomobilleriyle Babıâli'ye gelen yeni kabineyi, devlet otomobilleri içinde tebrik etmeye giden harp kabinesini uyandırmak için konak ve yalılarının garajlarına adam gönderip arabalarını geri almak lazım geldi. Cemal Paşa yaverine:
- Rauf Bey'e söyleyiniz. Otomobilim bana hediyedir ve kendi malımdır, diyordu.
Yeni Bahriye Nazırı beni çağırmış:
- Cemal Paşa'nın Türk Ocakları'na yolladığı 15 bin lirayı Halide Hanım geri getirmezse, hepinizi gazetelere vereceğim, diyordu.
Aynı gün Büyükada Yat Kulübü'nün iskelesine yanaşan devlet çatanasından eski bir nazırın çıktığını gören bahçe halkı hayret içinde kaldı. Fakat üç gün sonra, Cemal Paşa, Ali Kemal'in iftirasına yalnız "evet" veya "hayır!" diye cevap vermek için hiçbir gazetede üç satırlık yer bulmaya muvaffak olamadı. Herkes kendi öz başının kaygısında idi. Eski kumandanımı son olarak Boyacıköyü'ndeki yalısında gördüm:
- Param olmadığını bilirsin, dedi. Enver Paşa kendi elindeki kırk bin altından bir kısmını Talat'la bana verdi. Bunun birazını (isimlerini sayarak) üç muharrire vermek istiyorum. Hiç olmazsa onlar beni müdafaa ederler.
Cemal Paşa bir iki gün sonra arkadaşlarıyla Karadeniz'e gitti. Bu haberi en önce, bütün harp yılları Cemal Paşa'dan yardım gören üç yazardan birinin gazetesinde ve en ağır hücumlarla karışık olarak okudum: Ferre, yefürrü, firara!


BAZI HATIRALAR


KUKLA
Bütün bir devlet iktidarını teslim alıp da, hükümeti eski devir adamlarına bırakan başka bir devrin partisi tarihte görülmüş müdür, bilmiyorum, İttihat ve Terakki, Büyük Harp'in ortalarına kadar bir türlü sadrazamlığı kendine layık görmemişti.
Kâmil ve Sait Paşalar yüzde yüz eski adamlardı, İttihat ve Terakki iki yeni adam buldu: Mahmut Şevket Paşa, Sait Halim Paşa. Bunlar dahi Osmanlı - İslam vezirleri idi. Biri Bağdatlı, biri Mısırlı idi.
Mahmut Şevket Paşa öldürüldükten sonra Talat Bey'in hususi kalemine girmiştim. Bir gün, öğle üstü müdürden bir tebliğ aldım: "- Nazır Bey'le hemen Edirne'ye hareket edeceksiniz!"
Vaka şuydu: Mahmut Şevket Paşa'yı öldüren Kavaklı Mustafa, memleketten kaçmaya muvaffak olmuştu. Eceli mi ayağına dolaştı, ne idi, bu katil bir Rus vapuruna binmiş, Romanya'ya gitmek üzere İstanbul'dan geçiyordu. Osmanlı devletinin Rus sancağını taşıyan vapurdan hiç kimseyi almaya hakkı yoktu, İttihatçılar, polis müdürü Azmi Bey'in cüretine başvurdular. Azmi Bey, bir kolayını bularak Kavaklı Mustafa'yı vapurdan kaçırdı ve hapsetti. Rus Büyükelçisi'nin Babıâli'ye gelerek, Kavaklı Mustafa'yı geri isteyeceğine şüphe yoktu, işte bu kaygı ile Talat Bey ve Sadrazam Sait Halim Paşa, birlikte Edirne'ye gitmeye karar vermişlerdi. Büyükelçi Babıâli'de kimseyi bulamayacak ve Kavaklı Mustafa hapishanede o gece boğulacaktı.
Seyahat için de bahane bulunmuştu: Devlet adamları sınırda Bulgar Hariciye Nazırı ile görüşeceklerdi.
Edirne'de Sadrazamı hükümet konağına misafir ettiler.
Kendisini ilk defa yakından akşam sofrasında gördüm. Pek protokolcü olduğu için yemek sessiz geçiyordu, İttihatçıların halk Nazırı, prensin yanında bir lalayı hatırlatıyordu.
- Evet efendimiz...
- Ne buyruldu efendimiz...
İçini görmeye imkân var mı idi. Fakat bu hal, onu ilk defa giyilen katı gömlek gibi sıkıyordu. Bir aralık dayanamadı; hani şöyle yakalığını fırlatır, göğsünü açar gibi:
- Getirin bakalım köfteleri!., dedi.
Edirne'nin tadını unutmadığı köftelerinden ısmarlamıştı. Bir kayık tabak dolusu getirdiler. Bir çatalda ikisini birden avlıyordu. Mısır prensi, alt dudağını bıyığının içine geçirmiş, gözleri fırlak, sanki Nil kıyılarında bir timsaha bakıyordu:
- Ooh... Paşam, bir tadını bilseniz... Emsalsizdir, vesselam!
Ve iki tanesini:
- Buyurunuz, tecrübe buyurunuz...
Diyerek Sadrazamın tabağına sıyırıp bıraktı.
Neden sonra geç vakit, bize hazırlanan eve dönmek üzere merdivenden inerken, üst sahanlıkta Sadrazamın, beli kuşaklı bir entari ve kısa alacalı bir hırka ile, -hemen hemen Cem'in bir karikatüründe görüldüğü gibi- hazım dolaşması yaptığını gördüm.
Talat Bey'e, Kavaklı Mustafa'nın boğulduğu haberi gelmişti. Ertesi gün Ruslar, Azmi Bey'i polis müdürlüğünden azlettirecekler, hükümet onu Adana valisi yapacak, Ruslar bunu da kabul etmeyerek, Azmi Bey'in bir daha devlet hizmetinde kullanılmamasını emredecekler ve istedikleri olacaktı.
*
Osmanlı Matbuat Müdürü Hikmet Bey, Dahiliye'de tanıdığımdı. Hikâyeyi ondan işittim. Muharrirlerden biri şair Abdülhak Hamit'i tenkit eder. Hamit, Sait Halim Paşa'ya sızlanır. O da Hikmet Bey'i çağırıp:
- Bir gazetecinin ayan azay-ı kiramından bir zata dil uzatmak ne haddi? Hemen dersini ver! buyurur.
Herkes için, elçi olsa da, milletvekili veya ayan olsa da, şairden başka bir şey olmayan Hamit, Mısır kuklası için sadece ayan âzây-ı kiramı idi.
LiDER
Balkan Harbi'nin sonlarındayız. Ordu Çatalca'da, Bulgarlar zafer ortaklarıyla bozuşup harbe tutuşmuşlar.
Ben Tanin'de çalışıyorum. Bir akşamüstü Babanzade İsmail Hakkı başmakalesini bize teslim etti ve dedi ki:
- Bunun neşrolunup olunmayacağını kabine toplantısından sonra Dahiliye Nazırı Talat Bey'e sorarsınız. Eğer zamanı değilse, Talat Bey'den bir başmakale mevzuu ister, siz yazarsınız.
Nazırlar, Başkumandan Vekili Ahmet İzzet Paşa ile tartışıyorlardı. Çatalca'da bulunan ordu, Edirne üzerine yürüsün mü, yürümesin mi? Genç askerler, Bulgarların müttefikleriyle harpe girişmiş olmasından faydalanmak fikrindedirler. Ahmet tzzet Paşa ihtiyatlıdır.
Tanin yazıişleri odasında bir hayli bekledik. Nihayet nazırlar dağıldılar. Talat bey de beni ve arkadaşımı Sultanahmet taraflarında oturmakta olduğu evine çağırdı.
İhtilal partisinin liderini yakından ilk defa tanıyacaktım. Sivil polisle, fedai ve hizmetçi arasında bir adam bizi içeri aldı ve küçük bir odaya soktu. Yerde kenarı bükülmüş bir seccade vardı: Evdekilerden biri henüz yatsı namazını kılmış olacaktı.
Bir müddet sonra Talat Bey, çıplak ayağında terlik, üstünde beyaz patiska entarisi, çıplak göğsünü kaşıyarak geldi:
- Ne var, ne yok bakalım? işimizi anlattık.
- Ha... dedi, o makaleyi belki öbür gün koyarsınız.
- Yarın için bir mevzu?
- Mevzu, mevzu... Durunuz, dedi ve köşe minderi üstünde yanlamasına uzanarak, kesik kesik, yan bitmiş cümlelerle bize bir mevzu verdi: "Ruslarla dostuz, şüphesiz komşu büyük devlet de bizim terakkimizi ister, o-nun için öyle ümit ediyoruz ki, Ankara'dan ileri şark vilayetlerine doğru demiryolu yapılmasına artık müsaade edecektir."
- Haydi bakalım, bir şeye benzetirsiniz, dedi ve bir de: "Uğurlar olsun!" savurup esneyerek odadan çıktı.
Benim ilk yazdığım gündelik gazete başmakalesi budur. O vakitler Tanin'de her cumartesi bir "İstanbul Mektubu" çıkardı.
Bir müddet sonra Talat Bey'in hususi kalemine kâtip oldum. Kendisiyle bir defa Romanya'ya, bir defa Edirne'ye seyahat ettim, ilk Avrupa yolculuğum bu seyahattir ve ilk uçağa binişim de Bükreş'te olmuştur.
Kendisine memur olurken, beni, gene evindeki gibi, sevimli ve külfetsiz karşılamıştı:
- Ne kadar aylık alacaksın?
- On lira, efendim.
- Çok yahu... Biz senin yaşında iken iki altına takla atardık!
Talat Bey'in hayat ve şahsiyetine dair tahlillerde bulunacağımı sananlar, aldanacaklar. Çünkü parti liderinin ne parti, ne de devlet içindeki hususi faaliyetlerini takip edebilmekliğime imkân vardı. Fakat kendisinin imlasını bizim düzeltebileceğimiz kadar Türkçemiz, işde aldatıcı, politikada süratle etraf yapabilir, Şark ahlakınca faziletinde şüphe edilmez bir şef olduğunu öğrenmiştim. Sözün "ahlak" kelimesinin başındaki şarka dikkat ediniz: Bu ahlak doğruluğu ve fazileti gayet dar bir ölçüde benimser. Hususi ve şahsi ayıplar ve menfaate ait yolsuzluklar için müsamahasızdır. Ancak ne yalanı, ne de zulmü ahlaksızlık sayar. Talat Bey, Meşrutiyet'in birçok adamı gibi bir Şarklı, üstünde Tanzimat cilası bile olmayan bir Şarklı idi. Fikre benzer bir sözü hatırımda kalmıştır? Romanya'yı gezip dolaştıktan sonra, dönüşte, bir Ermeni gazetesine hasbihal kılıklı demişti ki:
- Biz devlet sosyalizmi yapmalıyız! Bir gün yine kalemden çağırtmıştı. Yanında bir müracaatçı vardı:
- İzmit mutasarrıfına bir mektup yazınız, Beyefendinin işini mutlaka yapmasını tavsiye ediniz, demişti.
Yazıp götürdüm, imzaladı, adamcağız mektubu aldı ve teşekkürler ederek gitti. Biraz sonra nazırın yine beni istediğini söylediler. Gittim:
- İzmit mutasarrıfına bir şifre yaz. Gönderdiğim mektubun bir ehemmiyeti yoktur, diye bildir, dedi.
BİR TANIŞMA
Tanin gazetesinde çalışıyordum, İzzet Paşa Harbiye Nazırı, Cemal Bey İstanbul muhafızıdır.
Her şeyi büyük ve yeni bir Osmanlı ordusundan ve bu orduyu kendi gençliğinden bekliyorduk. Az süren bir Tanin gençliği vardır. Hafız Hakkı'nın "Ordu ve Gençlik" yazıları, parti gazetesinin işte o politikacılık günlerinde çıkmıştır.
Bir gün Harbiye Nezareti'nden Vicdanî imzalı "Ordu ve Gençlik" makalelerini men eden bir emir geldi. Son müsveddeleri çantasına koyarak bize veda eden Hafız Hakkı:
- Kalemle yaptıramadıklarımızı, silahla yapacağız, diyordu.
Arkasından ümit ve şevk ile baka kalmıştık. O zamanın gençliği; çabuk sever, çabuk inanır ve bağlanırdık.
Bir akşam Zeki Bey'in kemanını ve bir Alman şarkıcı kadınını dinlemek için Tötonya salonuna gitmiştim. Benden başka Türk olarak bir de Halid Ziya Bey vardı.
Bir aralık kapı açıldı ve içeriye, elinde balık mendili ile kılıcını iki tarafa çarparak, sarhoş bir zabit girdi. Burasını bir çalgılı kahve zannetmiş olacaktı. Ben utançımdam kulaklarıma kadar kızardım. Zabit efendi sıraların birine oturdu; bir müddet, Alman kadının göğsünden çıkan garip seslere daldı. Sigara içmesini men ettiklerinden, bir şarkının ortasında, gene kılıcını iki tarafa çarparak, çıktı gitti.
Tanin gazetesine her cumartesi günü, şimdi bana çocukça görünen, İstanbul Mektupları yazardım. O hafta birtakım anekdotlar arasında bundan da bahsettim.
Cemal Bey'le bu yüzden tanıştık.
*
Bulgarları Edirne'den kovmuştuk. Veliahd Yusuf İzzettin Efendi, Trakya'da seyahat edecekti. Ben de Tanin muhabiri olarak aynı trenle gidecektim, istasyonda Veliahdı uğurlayanlar arasında İstanbul muhafızı da vardı. Yanıma gelerek:
- Falih Rıfkı Bey siz misiniz? dedi.
- Evet, efendim.
- Tötonya salonu için bir yazı yazmışsınız. Harbiye Nazırı bir zabitten böyle bahsedişinize çok kızdı; sizi takip etmeklığimi söyledi. Fakat biz zaten orduyu böyle zabitlerden kurtarmaya çalışıyoruz. Bilakis ben sizi tebrik ederim. Devam ediniz ve bize yardım ediniz.
O vakitler, bu kadarcık ümit ve teşvik, bizi heyecanlandırmaya yeterdi. Üsküdar'dan entariyi kaldırmak, Merkez Kumandanlığı koğuşunda kadın dövdürmemek, yahut sokakta aynı arabaya binen kadın ve erkeklerden karı-koca vesikası sormak, hemen hemen devrimcilik gibi ilen davranışlardı. Gözleri Mustafa Kemal gününde açılmış olanlara, 1913 avuntuları ne kadar gülünç gelir.
*
İlk defa bir prensi yine o trende görmüştüm. Teşrifatçı:
- Kapıdan girerken bir defa, ortada bir daha eğiliniz; yer gösterdiği zaman oturunuz. Veliaht hazretleri ayağa kalktığı vakit mülakat bitmiş olur, diyordu.
Sahneden, şimdi hatırımda şu fıkra kalmıştır:
- Çok bahtiyarım, dedi. (Ellerini kaldırarak) Osmanlı ordusuna teşekkür etmeliyiz, (kaşlarını çatarak) kabahat, cürüm Kâmil Paşa'nındır.
Ve bir faslı tespit ettiğini gösterir ehemmiyetli bir tavırla:
- O bana, devletler Balkanlar'da statükoyu muhafaza edecekler, demişti; ben ona, İngiliz elçisinden senet al, dedim, almadı.
Ve başını sallayarak ayağa kalktı. Rumeli'yi bunun için kaybetmiştik.
Trakya'dan döndüğümüz zaman, Cemal Bey istasyonda bana şunu dedi:
- Size bir yazıdan bahsetmiştim. Harbiye Nazırı inat edip durdu. Ben eski fikrimdeyim. Fakat siz de artık böyle tenkitlerde bulunmayınız. Biraz daha sabrediniz, zaten biz izzet Paşa'dan da orduyu kurtaracağız.
Biraz şaşaladım. Fakat ne yapmalı, İttihat ve Terakki'de görüşmüş olduğum siviller, Cemal Bey'in yanında sekiz kat sanklı hocalardı.
İşte Cemal Paşa'yı böyle bir kararsızlık havası içinde tanımıştım. Tevkifler, sürgünler, ip ve zindan çerçevesi içinde bana korkunç bir yeniçeri gibi görünen Cemal Bey'in kendisini velev biraz bu türlü ve karışık, fakat genç hareketlerle az çok ilgili görmek de büyük bir şeydi.
Biz bu kadarla doymaya ve kanmaya alışmıştık.
Çünkü o zamanki devrimci, kırmızı ve uzun Mısır fesini başı üstüne yakıştıracak kadar duygusuz ve donuk, prensiplerini en eski Osmanlı kafalarının kalıbında dökecek kadar şuur düşkünü idi.
1913'te bir Mustafa Kemal, yüzyıl sonrası için bile hayaldi, fantazi romanlarında bile yeri yoktu.
Harbe nasıl, niçin ve ne hesapla girmiştik? Bunu bir adam biliyor: Enver!
Enver'i, binbaşı iken, Edirne'de bir arkadaşının Salâhattin Âdil'in tavsiyesi ile tanımıştım. Edirne'yi henüz almıştık. Ben karargâha gittiğim vakit sınırdan dönmüştü.
- Bizim halimize bakınız. Şimdi Mustafa Paşa'da köylüler bana ihtiyar bir adam getirdiler. Kız arayan Bulgarlara köylü kızları haber verip teslim etmiş. Siz olsanız bu adama ne yaparsınız?
O vakitler pek de yukarı kıvrık olmayan bıyıkları altından gülümseyerek:
- Beni günaha soktu. Dayanamadım, öldürmeye mecbur oldum, dedi.
Sonra Vah Hacı Âdil'in yanında buluştuk. Bir saate yakın süren yemek sırasında, ilk gençliğin bütün merakı ile, yeni devrin kahramanlarını anlamaya çalışıyordum. Korkusuz, sözlerinde kati, fakat pek basit bir zabitti. Onun bir nazır, nihayet imparatorluk diktatörü olacağını, anlar, alırım! Hatırınızı kırmak istemiyorum." Enver gittikten sonra, Hacı Âdil, tecrübesinden faydalanılmak istenmeyen yaşlı adamların derin ahım çekerek:
- Çocuk! dedi.
O günlerde Hacı Âdil devre çıkıyordu. Tanin gazetesine mektuplar yazmaklığım için beni de yanına aldı, Enver, bir tümenin kurmay başkanı idi. Tertip bakımından, zaten boşalmış olan Edirne'ye onun tümeni girmeyecekmiş. Fethi Bey'in Kurmay Başkanı olduğu tümen girecekmiş. Enver, Balkan Savaşının tek fetih şerefini rakiplerine bırakmamak için, süvarisini olanca hızı ile ileri atmış, bu yüzden eski arkadaşları ile arası açılmış. Hacı Âdil, Dimetoka'ya uğrayarak, bu soğukluğu gidermeye çalışacakmış. Bunları parça parça etraftan öğreniyordum. Yoksa böyle politika sırları kendisine söylenecek yaşta ve yerde değildim.
Dimetoka'da genişçe bir salonda toplanıldığını hatırlıyorum. Epey kalabalık var. Hacı Âdil, tümenin komutasına Fahri Paşa, Fethi Bey, hep üst saftadırlar. Aşağıya doğru öteki misafirlerin arasında bir kurmay göze çarpıyordu. Sarışın, sert ve bakınırken gözlerine takılmamak imkânsız! Hacı Âdil, ara sıra ona dönüyor. Belli ki, rütbesi ile nisbetsiz bir önemi var. Biz meşrutiyetin komitacılık âleminde bu önemlere alışmıştık. Salondan çıktıktan sonra, Hacı Âdil'e bu zatın kim olduğunu sordum.
- Mustafa Kemal Bey, dedi.
Sonra biraz şaşıca gözlerini manalaştırarak, ilave etti:
- Yamandır!
*
1914'de İstanbul havası, Enver'le kaplı, onunla aydınlık, onunla kapanıktı. Mukaddes cihad, askerlik zorunu, bir de taassup baskısı ile artırıyordu. Bıyığını kesen bir zabitin merkez kumandanlığında dövüldüğünü işitiyorduk.
Hususi kaleminde çalıştığım ve bana o kadar kudretli gelen Talat Bey'in bile onun gölgesinde kaldığını seziyordum. Esasen ona fikirci bir adam olarak bir değer vermemiştim. Bana göre bizim gençliğin aradığı hürriyetleri, kadın, tefekkür ve hayat hürriyetini ancak Cemal Paşa'dan ve eğer varsa, onun kafasında olanlardan beklemek gerekti. Enver'le Müslüman ortaçağı, bütün yeşilliği ile devam edecekti.
Zafer bile neye yarayacaktı? Bir cinayet olan bu soru, Anadolu ve Suriye'de Almanların nasıl bir maksatla çalıştıklarını gördükçe, sık sık zihnimden geçer oldu.
Hayır, Türkiye'yi kurtarmak için, Alman zaferi yetmezdi. Enver'den ve Almanlardan kurtulmak da lazımdı. Bunu kim yapacaktı?
20'den 24 yaşına kadar, bütün harpte hep bunu düşünüyordum.
*
Atatürk'ün umumi kâtibi Hasan Rıza Soyak'ın babası Necip Bey, Üsküp eşrafından pek dürüst bir efendi idi. 1908 hürriyet savaşından önce, İttihatçılarla münasebette bulunduğu vakit, Enver Bey de ona defalarca misafir olmuştu. Kendisini pek sayar, gördükçe elini öperdi. Bir sultanla evlendikten sonra da eşini yabancı erkek olarak yalnız onun yanına çıkarmıştı.
İttihat ve Terakki umumi merkezi Birinci Dünya Savaşı 'nın son yılında artık zaferden tamamıyla umut kesmişti. Rusya da yıkıldığına göre, tekli barış yapma imkânı aramak fikri hepsini sarmıştı. Fakat Enver Paşa'ya bu bahsi açmaya hiçbirinin cesareti yoktu.
Birgün Necip Bey'i merkeze çağırdılar. Durumu ve düşündükleri son çareyi anlattıktan sonra:
- Dinlese dinlese, seni dinler? Bir vatan vazifesidir, teşebbüs et, dediler.
Necip Bey, Enver'in yalısına gideceği günün sabahı, evdekilere:
- Bugün çok ehemmiyetli bir vazife yapmaya gidiyorum, inşallah muvaffak olurum, dedi.
Enver kendisini öğle yemeğine alıkoydu. Sofrada Necip Bey bahsi açtı, dili döndüğü kadar konuştu. Enver sonuna kadar dinledikten sonra:
- Vah Necip Bey vah, dedi, seni de zehirlemişler. Sen ki maneviyata inanırsın, bilmiş ol ki, ben Allah tarafından büyük Türk hakanlığını kurmaya "müekkel"im. Git evinde rahat uyu!
Necip Bey eve döndüğü vakit, şöyle diyordu:
- Eğer bu adam Harbiye Nazırı, Başkumandan Vekili ve Yaver-i hazret-i şehriyarî olmasa, yeri doğrudan doğruya tımarhanedir.

SAVAŞ
Вы прочитали 1 текст из Турецкий литературы.
Следующий - Zeytindağı - 2
  • Части
  • Zeytindağı - 1
    Общее количество слов 3829
    Общее количество уникальных слов составляет 2151
    29.7 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    42.3 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    49.6 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
  • Zeytindağı - 2
    Общее количество слов 3797
    Общее количество уникальных слов составляет 2151
    27.1 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    39.4 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    46.8 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
  • Zeytindağı - 3
    Общее количество слов 3902
    Общее количество уникальных слов составляет 2375
    27.2 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    40.0 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    47.9 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
  • Zeytindağı - 4
    Общее количество слов 3906
    Общее количество уникальных слов составляет 2158
    28.3 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    41.8 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    49.5 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
  • Zeytindağı - 5
    Общее количество слов 3789
    Общее количество уникальных слов составляет 2180
    27.6 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    39.5 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    46.1 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
  • Zeytindağı - 6
    Общее количество слов 4017
    Общее количество уникальных слов составляет 2250
    29.1 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    42.0 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    49.0 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
  • Zeytindağı - 7
    Общее количество слов 3895
    Общее количество уникальных слов составляет 2264
    26.4 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    39.6 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    46.5 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
  • Zeytindağı - 8
    Общее количество слов 2200
    Общее количество уникальных слов составляет 1336
    31.6 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    44.3 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    51.5 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов