Tristan ve Iseut - 1
Общее количество слов 3890
Общее количество уникальных слов составляет 2086
30.9 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
44.1 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
51.3 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
SUNUŞ
Cumhuriyet'le başlayan Türk Aydınlanma Devrimi'nde, dünya klasiklerinin Hasan Âli Yücel öncülüğünde dilimize çevrilmesinin, kuşkusuz önemli payı vardır.
Cumhuriyet gazetesi olarak, Cumhuriyetimizin 75. yılında, bu etkinliği yineleyerek, Türk okuruna bir "Aydınlanma Kitaplığı'' kazandırmak istedik.
Bu çerçevede, 1940'lı yıllardan başlayarak Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanan dünya klasiklerini okurlarımıza sunmaya başladık.
Büyük ilgi gören bu etkinliği Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanmamış -ancak Aydınlanma Devrimi yarıda kalmasaydı yayınlanacağına kesinlikle inandığımız- dünya klasiklerini de katarak sürdürüyoruz.
Cumhuriyet
TRISTAN VE ISEUT
I
TRISTAN'IN ÇOCUKLUK YILLARI
Bir güzel aşk ve ölüm masalı dinlemek ister misiniz efendilerim? Tristan'la Kraliçe Iseut'nün masalı. Dinleyin bakın, birbirlerini hem ne büyük bir sevinç, hem de ne büyük bir üzünçle sevdiler. Sonra da nasıl birbirleri için aynı gün öldüler.
Bir zamanlar, Cornouailles'da Marc adında bir kral egemendi. Düşmanlarının Marc'a savaş açtığını öğrenen Loonnois Kralı Rivalen, ona yardım için denizler deryalar aştı. Hem kılıcıyla, hem de sözleriyle Kral Marc'a öyle candan hizmet etti ki, ona bağlı bir uyruk (1) bile daha çoğunu yapamazdı. Kral Marc ona, ödül olarak, kızkardeşini, Kral Rivalen'in deli gibi sevdiği o güzel Blanchefleur'ü verdi.
Kral Rivalen kızla Tintagel Manastırı'nda evlendi. Evlenir evlenmez de, baş düşmanı Dük Morgan'ın Loonnois'ya saldırıp tarlalarının, kentlerinin altını üstüne getirdiğini haber aldı. Çarçabuk gemilerini hazırlattı, gebe karısı Blanchefleur'ü de aldı, ülkesinin uzak bir yöresine götürdü. Kanoel Şatosu'nun önüne gelince, onu mareşali Rohalt'ya teslim etti; Rohalt öyle doğru bir adamdı ki bütün dünya onu "Sözünün Eri" diye anardı. Sonra Rivalen bütün baronlarını yanına alıp savaşa gitti.
Blanchefleur onu çok bekledi; ama boşuna! Rivalen dönmeyecekti. Günlerden bir gün, Dük Morgan'ın onu haince öldürdüğünü haber aldı. Hiç ağlamadı; ne ah etti, ne çığlık attı. Gelgelelim elinde ayağında güç diye bir şeycik de kalmadı. Ölmek istedi; gerçekten ölmek. Rohalt onu avutmaya çalışıyordu:
"Kraliçem," diyordu, "Üzüntüyü artırmanın bir yararı yoktur; eninde sonunda hepimiz ölecek değil miyiz? Tanrı geride kalanlara ömür versin; ölenlere de bağışlayıcı olsun."
Ne var ki, bu sözler kadına hiç işlemedi. Sevgili efendiciğine kavuşmak için topu topu üç gün bekleyebildi. Dördüncü gün dünyaya bir oğlan çocuk getirdi. Onu kollarına alarak:
"Yavrum," dedi, "Seni dünya gözüyle, bir kez olsun görmeyi çok istedim. Tanrı hiçbir anaya böylesine güzel bir yavru vermemiştir. Seni üzüntüyle doğurdum; sana yaptığım ilk şenlik de üzüntülü oldu; bugünkü ölesiye üzüntüm de senin yüzünden. Dünyaya gelişin baştan aşağı üzüntü olduğuna göre, adın da üzüntüyle ilgili olsun; Tristan (2) olsun.
Sözünü bitirince oğlunu bir kez öptü, arkasından da hemen öldü.
Sözünün Eri Rohalt öksüzü aldı. Dük Morgan'ın adamları Kanoel Şatosu'nu sarmaya başlamışlardı. Rohalt nasıl olacak da uzun boylu savaşabilecekti? Boşuna dememişler, "yiğitlik düşüncesizlik değildir" diye! İster istemez Dük Morgan'a teslim oldu. Morgan, Rivalen'in oğlunu öldürmesin diye de, çocuğu kendi öz oğluymuş gibi gösterdi, kendi oğullarıyla birlikte büyüttü.
Aradan yedi yıl geçip de onu kadınların elinden alma zamanı gelince, Rohalt, Tristan'ı bilgili bir eğiticiye, iyi yürekli adamı Gorvenal'e teslim etti. Gorvenal onu birkaç yıl içinde, baronlara uygun sanatlarda eğitti. Mızrak, kılıç, kalkan ve yay kullanmasını; taştan diskler atmasını; bir sıçrayışta en geniş hendekleri atlamasını gösterdi. Bütün yalanlardan, bütün hilelerden nefret etmesini, zayıflara yardım etmesini, verilen sözü tutmasını öğretti; türlü ezgi biçimlerini, arp çalmasını belletti; öyle ki, genç binicilerin arasından atıyla şöyle bir geçecek olsa, atı, silahları, kendisi, birbirinden ayrılmazdı. Onu öyle soylu, gururlu, geniş omuzlu, dar kalçalı, güçlü, bağlılığı içten ve babayiğit gördükçe, herkes, böyle bir oğlu var diye Rohalt'yı kıskanıyordu. Rohalt ise, Rivalen'le Blanchefleur'ün gençlik ve inceliklerinin onda yaşadığını düşünür, onu oğlu gibi sever, gizliden gizliye de efendisinin yerine koyup ona saygı duyardı.
Günün birinde Norveçli korsanlar Tristan'ı gemilerine atıp bir kelepir gibi kaçırdılar. İşte o gün Rohalt'nın bütün neşesi alt üst oldu. Bilinmedik ülkelere doğru yol alırlarken, Tristan tuzağa düşmüş bir kurt yavrusu gibi çırpınıyordu. Ama çok denenmiştir. Bütün denizciler de bilirler ya; deniz içi kötülük dolu gemileri pek taşımaz; adam kaçırmalara, ihanetlere falan kolay kolay yardım etmez. Çok geçmeden sular kudurup kabardı, gemiyi karanlıklara boğdu; sekiz gün, sekiz gece öteye beriye sürükledi durdu. Sonunda, günlerden bir gün, gemiciler sisler arasında, kayalıklı dik bir kıyı gördüler. Denizin niyeti, belki de, teknelerini oraya sürüklemek, o kayalarda parçalamak olmalıydı. Pişman oldular; ne diye şeytana uymuş, bu çocuğu alıp kaçırmışlardı? Denizin hışmına işte bu yüzden uğruyorlardı. Çocuğu bırakacaklarına ant içtiler. Onu kıyıya götürecek bir kayık hazırladılar. Rüzgâr hemen durdu, deniz yatıştı, hava açtı; Norveçlilerin gemisi uzaklarda yiterken, dinginleşen neşeli dalgalar Tristan'ın teknesini bir kıyının kumsalına götürüyordu.
Tristan güçlükle kıyıdaki kayalığın üstüne çıktı. Bir de baktı ki, ıssız bir koyağın ötesinde, alabildiğine bir orman uzanıyor; Gorvenal'i, babası Rohalt'yı, Loonnois toprağını düşünerek umutsuzluğa kapılır ve üzülürken, bir sürek avının uzaklardan gelen gürültüsü yüreğini sevinçle doldurdu. Tam o sırada ormanın kıyısından güzel bir geyik çıkıverdi. Bir sürü köpekle avcı peşine takılmışlar, bağrışmalarla, boru sesleriyle onun izinden yokuş aşağı koşuyorlardı. Sonunda, koca koca av köpekleri başına üşüşüp ensesinden yakaladıkları gibi, hayvan, Tristan'ın birkaç adım ötesinde diz çöktü; kendini umarsız ölüme bıraktı. Avcının biri bu işi kargısıyla tamamladı. Avcıların bir bölümü halka olmuşlar, borular çalıyorlardı; o sırada avcıbaşı sanki geyiğin kafasını koparacakmış gibi boynunu öyle bir yarış yardı ki, bu işe şaşıp kalan Tristan dayanamadı:
- Ne yapıyorsunuz efendim! diye haykırdı; böyle soylu bir hayvan böyle boğazlanır, parçalanır mı? Domuz mu bu? Görenek böyle midir yoksa bu ülkede?
Avcı:
- Kardeşim, dedi, bunda şaşacak ne var? Hayvanın, ilkin kafasını koparıyorum, sonra da gövdesini dörde böleceğim; bu parçaları eğerlerimizin kuburluklarına asıp, böylece efendimiz Kral Marc'a götüreceğiz. Göreneğimiz böyledir. Ta eski avcıların zamanından beri, Cornouailleslılar hep böyle yaparlar. Ama sen daha iyi bir yöntem biliyorsan, başka; işte bıçak, göster nasıl yapılacağını da öğrenelim.
Tristan yere diz çöktü, geyiği parçalamadan önce derisini yüzdü, ondan sonra parçaladı; sağrı kemiğine dokunmadı; öyle görmüştü. Sevilen parçalarını, burnunu, husyelerini, yürek damarını çıkardı.
Avcılarla haykırıcılar eğilmiş, hayran hayran onu seyrediyorlardı. Avcıbaşı:
- Arkadaş dedi, bunlar ne güzel yöntemler! Nereden öğrendin bunları? Nerelisin? Adın ne?
- Efendiciğim, adım Tristan'dır; bu yöntemi Loonnois'da öğrendim; oralıyım.
Avcı:
- Tristan, dedi, seni bu kadar yaman yetiştiren babadan Tanrı razı olsun. Sanırım zengin, güçlü bir baron olmalı, değil mi?
Konuşmanın da, susmanın da yerini pek iyi bilen Tristan kurnazca:
- Hayır; efendim, dedi, babam bir tüccardır. Ben de, kimseye haber vermeden, alışveriş için uzaklara giden bir gemiye atlayıp onun evinden kaçtım. Yabancı ülkelerin adamları nasıl yaşarlar, öğrenmek istedim. Beni aranıza almaya razı olursanız, seve seve peşinize takılır, size ne av oyunları öğretirim.
- Güzel Tristan, başka yerde savaşçı oğullarının bile bilmedikleri şeyleri, sizin ülkede, nasıl oluyor da tüccar oğulları biliyor? Demek böyle ülke de varmış? Şaşılacak şey doğrusu! Ama sen gel bizimle; kendin de istediğine göre, başımızla birlikte; seni efendimiz Kral Marc'a götürelim.
Tristan geyiği parçalayıp bitirdi. Yüreğini, beynini ve bağırsaklarını köpeklere dağıttı; sonra avcılara, köpeklerin nasıl çağırılıp barsakların nasıl dağıtılacağını öğretti. Daha sonra, eti eşit parçalara ayırdı, kargılara geçirip bütün avcılara paylaştırdı; kimine başı, kimine sırtı ya da filetoları, kimine omuzları, kimine oylukları, kimine de karın parçaları düştü. Kargılarına takılan av parçalarının soyluluğuna göre sıraya girip at üzerinde nasıl ikişer ikişer gideceklerini de bir güzel anlattı.
Böylece, konuşa konuşa yola düzüldüler. Derken karşılarına güzel bir şato çıktı. Çevresinde çayırlar, meyve bahçeleri, akarsular, dalyanlar, tarlalar vardı. Limana alay alay gemiler giriyordu. Bütün saldırılara, bütün silahlara karşı adamakıllı donanımlı olan bu sağlam ve güzel şato, deniz üzerindeydi. Ana kalesini, bir zamanlar devler yapmıştı. Taştandı. Yeşilli mavili taşlar, tıpkı bir dama tahtası gibi düzenli olarak dizilmişti.
Tristan şatonun adını sordu.
- Güzel delikanlı, ona Tintagel Şatosu derler.
Tristan:
- Tintagel, diye bağırdı; Tanrı seni de, içindekileri de korusun.
Saygıdeğer okurlarım, bir zamanlar babası Rivalen, Blanchefleur ile işte orada evlenmiş, orada mutlu olmuştu. Ama ne yazık, Tristan bunu bilmiyordu.
Burcun eteklerine vardıklarında, avcıların boru sesleri, baronları, dahası, Kral Marc'ı bile, kapılara koşturdu.
Avcıların başı, olanı biteni anlatınca, Marc, bu güzel yürüyüşe, bu düzenli parçalanmış geyiğe ve bu çok yerinde av yöntemlerine hayran olduğunu söyledi. Ama o asıl, güzel yabancı çocuğa hayrandı; gözlerini ondan ayıramıyordu. Bu birdenbire doğan sevginin nedeni neydi acaba? Kral yüreğini yokluyor, ama bir türlü anlayamıyordu. Efendilerim, konuşan kanıydı; bir zamanlar kızkardeşi Blanchefleur'e duyduğu sevgi vardı ya. İşte o sevgiydi içinden seslenen.
Akşam sofralar kaldırıldıktan sonra, sanatının ustası bir Gallesli çalgıcı baronların arasından ilerledi, arp çalıp türküler söyledi. Tristan Kral'ın ayak ucuna oturmuştu. Arpçı tam yeni bir havaya başlamak üzereyken, Tristan ona:
- Usta, dedi, bu türkü hepsinden güzel; bir zamanlar onu Brötanyalılar, Graelent'in sevdasını söylemek için yapmışlar. Havası da, sözleri de tatlıdır. Sesin güzel usta, şunu bir iyi çal bakalım.
Gallesli türküsünü bitirdi, sonra yanıt verdi:
- Oğul, sen çalgıların dilinden anlar mısın? Eğer Loonnois tüccarları oğullarına aynı zamanda arplar, rotelar, vielleler (3) çalmasını da öğretiyorlarsa, aşk olsun! Kalk öyleyse, al şu arpı, göster becerini.
Tristan arpı elinden aldı; öyle güzel çaldı ki, dinleyenler kendilerinden geçtiler. Bir zamanlar Rivalen'in Blanchefleur'ü alıp götürdüğü o Loonois ülkesinden gelen bu arpçıya Marc da hayran olmuştu.
Türkü bitti. Kral uzun zaman bir şey söylemedi. Sonunda:
- Oğul, dedi, sana bunu hangi usta öğrettiyse Tanrı ondan razı olsun, sen de sağ ol. Tanrı iyi türkü söyleyenleri sever. Onların sesiyle arpın sesi insanların yüreğine gider, tatlı anılarını canlandırır, onlara birçok üzüntüyü, birçok kötülüğü unutturur. Sen buraya, bize neşe vermek için geldin. Uzun zaman yanımda kal, dostum.
Tristan:
- Sevinerek efendim, diye yanıt verdi. Size hem arpçınız, hem avcınız, hem de uyruğunuz olarak hizmet ederim.
Dediği gibi de yaptı; üç yıl birbirlerini gittikçe artan bir sevgiyle sevdiler. Gündüzleri Tristan, Marc'la birlikte ya mahkemelere gidiyordu, ya da ava. Geceleri Kral'ın bütün yakınlarıyla birlikte, Marc'ın odasında yatardı; Kral neşesiz olduğunda Tristan ona arp çalar, üzüntüsünü unuttururdu. Tristan'ı baronlar da seviyordu, en çok seveni de, biraz sonra öğreneceksiniz ya, Saray Bakanı (4) Dinas de Lidan'dı. Ama baronların da, Dinas de Lidan'ın da, hiçbirinin sevgisi Kral'ınkine benzemezdi. Aslında, bütün bu sevgilere karşın Tristan, babası Rohalt ile hocası Gorvenal'i yitirmiş olmanın acısını bir türlü unutamıyordu. Üstelik Loonnois toprağını da özlemeye başlamıştı.
Efendilerim, sözü uzatmayalım; Sözünün Eri Rohalt az gitti, uz gitti, dere tepe düz gitti, Cornouailles'a çıktı, Tristan'ı buldu. Kral'a bir zamanlar kızkardeşi Blanchefleur'e düğün armağanı olarak verdiği kızıl yakutu göstererek:
- Marc, dedi, bu çocuk Loonnoisli Tristan'dır, kızkardeşiniz Blanchefleur ile Kral Rivalen'in oğlu; yani yeğeniniz. Dük Morgan haksız yere onun toprağını ele geçirdi. Artık bu toprakların asıl sahibine geçmesinin zamanı gelmiştir.
Tristan, dayısının verdiği şövalye silahlarını alarak Cornouailles gemilerine bindi, denizler aştı, babasının eski adamlarına kendisini tanıtarak Rivalen'in katiline meydan okudu; onu öldürüp topraklarını yeniden ele geçirdi.
Sonra Kral Marc'ın onsuz yaşayamayacağını düşündü; zaten soylu ruhu ona hep doğru yolu gösterirdi; kontlarını, baronlarını topladı, onlara şöyle dedi:
- Loonnois'nın beyoğulları, önce Tanrı'nın, sonra da sizin yardımınızla bu ülkeyi yeniden elde edip Kral Rivalen'in öcünü aldım. Böylelikle babamın onurunu da kurtardım. Ama iki insan var: Rohalt ile Cornouailleslı Kral Marc; bunlar yurtsuz, öksüz bir çocuğu korudular, ben onlara da baba demeliyim; onlara da aynı yolla borcumu ödemeliyim.. bu benim görevim. Soylu bir adamın kendisinin olan iki şey vardır; biri yurdu, biri canı. Rohalt, toprağımı size bırakıyorum; babam olduğunuza göre, ona sahip olun; sizden sonra da oğlunuz. Bedenimi de kıral Marc'a bırakacağım; pek sevdiğim bu ülkeyi bırakıp Cornouailles'a, efendim Marc'a hizmet etmeye gideceğim. Benim niyetim bu; ama siz de uyruklarım olduğunuza göre, Loonnois soyluları, bana görüşlerinizi söylemelisiniz; içinizde, bana başka bir şey salık verecek kimse varsa kalksın söylesin!
Bütün baronlar, gözyaşları arasında, onun her isteğinin yerinde olacağını söylediler. Tristan da, yanına yalnızca Gorvenal'i aldı, gemisine binip Kral Marc'ın ülkesine gitmek üzere yola çıktı.
II
İRLANDALI MORHOLT
Tristan Cornouailles'a vardığı zaman Marc'ı da, baronlarını da, büyük bir üzüntü içinde buldu; nedeni de şuydu: İrlanda Kralı bir nota vermiş, Kral Marc'ın, öteden beri ödenmesi görenek olduğu halde, on beş yıldır vermediği bir vergiyi ödemesini istemiş; ödemezse Cornouailles'ı yakıp yıkacağını, bu iş için de büyük bir filo hazırladığını bildirmişti. O eski anlaşmaya göre de Cornouailleslıların İrlandalılara vermek zorunda olduğu vergi, ilk yıl için üç yüz bakır, ikinci yıl için üç yüz gümüş, üçüncü yıl için de üç yüz altın liraydı. Dördüncü yılsa Cornouailleslı aileler aralarından ad çekerek üç yüz erkek, üç yüz de kız çocuk seçip İrlanda'ya göndereceklerdi. Bunlar on beşer yaşında olmalıydılar. İrlanda Kralı, bu öneriyi bildirmek üzere, Tintagel'e Morholt adında dev gibi bir şövalye yolladı. Kralın kızkardeşiyle evli olan bu şövalyeyi, dövüşte, şimdiye dek hiç kimse yenememişti. Kral Marc, oylarını almak üzere, ülkesinin bütün baronlarını, mühürlü mektuplarla yanına çağırdı.
Belirlenen gün gelince, baronlar, sarayın kubbeli salonunda toplandılar. Kral Marc tahtına oturdu. Mortholt şunları söyledi:
- Kral Marc; İrlanda Kralı efendimin isteğini son kez olarak söylüyorum. Kendisine borçlu olduğun vergiyi artık ödeyeceksin. Öyle buyuruyor. Uzun zamandır vermeye yanaşmadığın üç yüz erkekle üç yüz kız çocuğu bugün hemen alacağım. Cornauailleslı aileler bu çocukları ad çekimiyle belirleyecekler. Tintagel limanında demirli duran gemim onları tutsaklarımız olarak götürecek. Bununla birlikte -bu ayrıcayı da yalnız senin için yapıyorum Kral Marc, çünkü buna layıksın - baronlarının arasında, İrlanda Kralının bu vergiyi haksız aldığını söyleyen, bu hakkı benimle dövüşerek geri alacağına güvenen kimse varsa, çıksın ortaya. İçinizden hanginiz, Cornouailleslı soylular, bu ülkenin özgürlüğü için dövüşmeyi göze alır?
Baronlar kaçamak bakışlarla birbirlerine bakıyor, sonra başlarını önlerine eğiyorlardı. Kimi kendi kendisine, "Hey gidi zavallı hey," diyordu, "Adamdaki kalıbı görmüyor musun? Dört tane çam yarmasından daha beter. Şu kılıcına bir baksana. Haberin yok mu; İrlanda Kralının yıllardan beri derebeylik topraklarına meydan okumaya yolladığı adam hep bu adamdır işte; bu kılıçtır, en kabadayı savaşçıların bile kafalarını uçuran sihirli kılıç, bilmiyor musun? Belanı mı arıyorsun, budala? Tanrının buyruğuna karşı koyabilir misin?" Bir başkası da şöyle düşünüyordu: "Sevgili oğullarım; sizi, köle olasınız diye mi yetiştirdim; ya sizi sevgili kızlarım, orta malı olasınız diye mi büyüttüm? Ama ölsem de kurtulamazsınız". Hepsi susuyorlardı.
Morholt şunları da ekledi:
- Cornouailles senyörleri, aranızdan hanginiz önerimi kabul ediyor? Güzel bir dövüş öneriyorum. Üç gün sonra kayıklarla Tintagel açıklarındaki Saint Samson Adası'na gideceğiz. Orada, sizin şövalyenizle ben, karşı karşıya dövüşeceğiz ve onun bu dövüşü denemiş olması bile bütün ailesine onur verecektir.
Onlar hâlâ susuyorlardı. Morholt, tıpkı küçük kuşlarla aynı kafese konmuş bir doğana benziyordu; doğan içeri girer girmez bütün kuşların sesi kesilir.
Morholt üçüncü kez konuştu:
- Pek iyi, sayın Cornouailles soyluları; bu davranış size en soylu davranış olarak göründüğüne göre, çocuklarınız için ad çekimi yapın da alıp götüreyim! Doğrusu bu ülkede köleden başka kimse bulunmadığını bilmiyordum.
O anda Tristan, Kral Marc'ın ayakları önünde diz çöküp:
- Kralım, izin verirseniz ben dövüşeyim, dedi.
Kral onu vazgeçirmeye çalıştı. Ama boşuna. Tristan henüz genç bir şövalyeydi; ataklığı neye yarıyacaktı? Ama Tristan, Morholt'ya dövüşeceği konusunda güvence verdi; Morholt da kabul etti.
Karar verilen günde, Tristan kırmızı parlak ipek kumaştan bir örtüye büründü, silahlarını kuşandı. Parlatılmış çelikten zırhlı giysisiyle miğferini giydi. Baronlar bu mert gence, hem acıdıkları, hem de kendi durumlarından utandıkları için ağlıyorlardı. İçlerinden, "Ah Tristan!" diyorlardı, "Yürekli baron, güzel gençlik! Keşke senin yerine bu dövüşe ben girseydim! Benim ölümümün yası öyle büyük de olmazdı!.." Çanlar çalmaya başladı. Herkes, baron ailesi olsun, küçük ailelerden olsun, genç, yaşlı, çoluk çocuk, kadın erkek, ağlaya ağlaya, dua ede ede Tristan'ı kıyıya dek götürdüler. Daha umuyorlardı; umut, insanların yüreğinde pek az besinle de yaşar.
Tristan yalnız başına bir kayığa bindi, Saint-Samson Adası'na doğru yol aldı. Morholt kayığının direğine erguvan rengi, değerli bir kumaştan yelken çekmişti; adaya ilkin o yanaştı. Kayığını kıyıya bağlarken, Tristan da karaya ayak bastı ve kayığını ayağıyla denize itti.
Morholt:
- Delikanlı, ne yapıyorsun? dedi. Neden benim gibi kayığını bir iple kıyıya bağlamadın?
Tristan:
- Ne olacak, diye yanıt verdi, buradan yalnızca bir kişi sağ dönecek, ona bir tek kayık yetmez mi?
İkisi de aşağılayıcı sözlerle birbirlerini kızıştırarak adanın içerlerine daldılar.
Bu yaman savaşı kimse görmedi; ama üç kez rüzgâr kıyıya korkunç bir çığlık getirir gibi oldu. O zaman yas belirtisi olarak kadınlar hep birden avuçlarını dövüyorlardı; ilerde, çadırlarının önünde toplanmış duran Morholt'nun arkadaşlarıysa gülüyorlardı. Sonunda, saat dokuza doğru, uzakta erguvan rengi yelkenin çekildiği görüldü; İrlandalı'nın kayığı adadan ayrıldı ve acı bir çığlık koptu: "Mortholt! Mortholt!" Ama kayık yaklaşıp da birdenbire bir dalganın tepesinde yükselince, burunda ayakta duran şövalye göründü; iki eliyle iki kılıcı havaya kaldırmış tutuyordu; bu şövalye, Tristan'dı. Hemen yirmi kayık onu karşılamaya çıktı, gençler denize atlamışlar, yüze yüze gidiyorlardı. Yiğit kumun üzerine atladı, analar önünde diz çökerek, demir ayakkabılarını öperlerken, o Morholt'nun arkadaşlarına:
- İrlanda senyörleri, diye bağırdı, Morholt güzel dövüştü. Bakın kılıcım parçalandı, çeliğin bir parçası onun kafatasının içinde kaldı. Bu çelik parçasını götürün senyörler; işte Cornouailles'ın vergisi budur.
Sonra Tintagel'e doğru yola çıktı. Yoldan geçerken, yaşamları kurtarılan çocuklar bağrışarak ellerinde yeşil dallar sallıyorlardı, pencerelere değerli perdeler asılmıştı. Tristan, bu sevinç türküleri, Tanrı'nın gök gürültüsünü bile örtecek kadar gürültülü çan ve boru sesleri arasında şatoya vardı; Kral Marc'ın kolları arasına yıkılıverdi. Yaralarından sel gibi kan akıyordu.
Morholt'un arkadaşları büyük bir hoşnutsuzluk içinde İrlanda kıyısına vardılar. Eskiden Morholt, Weeisefort limanına döndüğü zaman, adamlarının onu kalabalık bir durumda, sevinçle karşıladıklarını, sonra kızkardeşi kraliçeyi, güzelliği gün gibi ışıldamaya başlıyan yeğeni, altın saçlı sarışın Iseut'yü görünce sevinç duyardı. Bu kadınlar onu sevecenlikle karşılarlar, yarası olduğu zaman iyi ederlerdi; çünkü onlar, ölüm halinde olan yaralıları bile dirilten merhemler ve şuruplar yapmasını bilirlerdi. Ama şimdi o sihirli bileşimler, tam zamanında koparılmış otlar, büyülü içkiler neye yarayacaktı? Morholt, bir geyik derisine sarılı, ölü olarak yerde yatıyordu, düşman kılıcının parçası da hâlâ beyninde saplı duruyordu. Sarışın Iseut onu çekip çıkardı, sevgili bir andaç olarak fildişi bir çekmecenin içine sakladı. Koca cesedin üzerine eğilmiş duran ana kız durmadan ölünün övgüsünü yapıyor, durmadan onu öldürene ileniyor, kadınlar arasına yas salıyorlardı. İşte o günden beri sarışın Iseut, Loonoislı Tristan adından nefret etmeye başladı.
Tristan ise Tintagel'de sararıp soluyordu; yaralarından zehirli bir kan akıyordu. Hekimler, vücuduna, Morholt'nun zehirli bir mızrak sapladığını anladılar. Kendi ilaçlarıyla zehire karşı sürdükleri macunlarının kurtaramadığı kahramanı, Tanrı'nın iyileştirmesine bıraktılar. Yaralarından çevreye öyle iğrenç bir koku yayılıyordu ki, bütün yakın dostları ondan kaçıyorlardı; Kral Marc ile Dinas de Lidan dışında, hepsi. Yalnızca onlar, Tristan'ın baş ucunda durabiliyor, sevgileri iğrenmelerini yeniyordu. Sonunda Tristan kendisini, herkesten uzakta, kıyıda bir kulübeye taşıttırdı. Dalgaların karşısında, yattığı yerde ölümü bekliyordu. Şöyle düşünüyordu: "Ey Kral Marc, beni gözden çıkardınız mı? Ben ki ülkenizin onurunu kurtardım. Hayır sevgili dayıcığım, yaşamımı kurtarmak için canınızı bile vereceğinizi biliyorum; ama sizin sevginiz bana ne yapabilir? Ölümden kurtulamayacağım. Buna karşın, güneşi görmek ne tatlı şey; yüreğimde daha cesaret var. Serüven dolu denize atılmak istiyorum. Beni yapayalnız uzaklara götürsün istiyorum. Hangi topraklara? Bilmem, ama belki derdime umar bulacak insana raslayacağım bir yere götürür. Belki, sevgili dayıcığım, bir gün yine size arpçınız, avcınız ve size bağlı kulunuz olarak hizmet ederim."
Öyle yalvardı ki, sonunda kıral Marc boyun eğdi. Onu yelkensiz, küreksiz bir kayığın içine koydu. Tristan, yanına yalnızca arpını koymalarını istedi. Kollarının açamayacağı yelkenler neye yarardı? Kılıç neye yarardı? Uzun bir deniz yolculuğunda, bir gemicinin, eski bir arkadaşının cesedini gemiden denize atması gibi, Gorvenal titreyen kollarıyla içinde sevgili oğlunun serili yattığı kayığı denize doğru itti, deniz de onu alıp götürdü.
Deniz tekneyi, yedi gün yedi gece, yavaş yavaş sürükledi. Arada sırada Tristan üzüntüsünü avutmak için arp çalıyordu. Sonunda, haberi olmadan deniz onu bir kıyıya yaklaştırdı. İşte o gece balıkçılar, ağlarını açıklara atmak için limandan ayrılmışlardı. Kürek çekerlerken birdenbire tatlı, gür ve canlı bir ezginin dalgaları yalayarak geçtiğini duydular. Kımıldamadan, küreklerini havada tutarak dinliyorlardı. Günün ilk aydınlığı içinde başıboş dolaşan kayığı gördüler. Birbirlerine, "İşte," dediler, sütbeyaz bir deniz üzerinde Fortunées Adaları'na yollanırken, "Aziz Bredan'ın gemisinin çevresini de böyle sihirli bir müzik sarmıştı." Kayığa yaklaşmak için küreklere sarıldılar, tekne akıntıya kapılmış gidiyordu. İçinde sanki arp sesinden başka canlı bir şey yoktu; onlar yaklaştıkça ezgi hafifledi, sonunda sustu; kayığa yanaştıklarında Tristan'ın elleri, arpın hâlâ ürperen telleri üzerine cansız düşmüştü. Tristan'ı kayığından çıkardılar, belki iyileşir diye, yufkayürekli hanımlarına götürmek üzere, limana döndüler.
Ama işe bakın ki, bu liman Morholt'nun cesedinin yattığı Weisefort'du, hanımları da sarışın Iseut'ydü. Sihirli içkileri yalnızca o bilir, Tristan'ı kurtarmak yalnızca onun elinden gelirdi; ama kadınlar arasında onun ölümünü isteyen de yalnızca oydu. Tristan onun becerisiyle canlanıp kendisine gelince dalgaların kendisini tehlikeli bir toprağa attığını anladı. Ama o hâlâ, içinde kendisini koruyabilecek kadar yüreklilik buluyordu. Hemen güzel, kurnaz sözler buldu. Bir tüccar gemisiyle yolculuk eden bir çalgıcı olduğunu söyledi; yıldızları okuma bilimini öğrenmek için İspanya'ya gidiyordu; korsanlar gemiyi ele geçirmişler, o da yaralı olarak bu kayıkla kaçmıştı. İnandılar. Zehir, yüzünün çizgilerini öyle çirkinleştirmişti ki, Morholt'nun arkadaşlarından hiçbiri Saint Samson Adası'ndaki güzel şövalyeyi tanımadı. Ama Tristan, kırk gün sonra altın saçlı Iseut'nün eliyle iyileşip de uyuşmuş vücudunda gençliğin yeniden canlanmıya başladığını duyunca, gitmek zamanının geldiğini anladı; kaçtı, bin bir serüvenden sonra, sonunda, Kral Marc'ın sarayına vardı.
III
ALTIN SAÇLI GÜZELİN PEŞİNDE
Kral Marc'ın sarayında insanların en alçağı dört baron vardı. Bunlar, yiğitliği, bir de Kral'ın ona olan sevgisi yüzünden, Tristan'a pek büyük bir kin besliyorlardı. Size adlarını da söyleyebilirim: Andret, Guenelon, Gondoine, Denoalen. Dük Andret, Tristan gibi, Kral Marc'ın yeğeni oluyordu. Kral Marc'ın, toprağını Tristan'a bırakmak için çocuksuz yaşlanmaya karar verdiğini öğrenince, bu baronların kıskançlık duyguları ayaklandı. Yalanlar uydurarak Cornouailles'ın ileri gelenlerini Tristan'a karşı kışkırtmaya başladılar. Bu kancıklar şöyle diyorlardı:
- Yaşamında ne olmayacak olaylar var! Ama sizler akıllı insanlarsınız, beyler, sanırım bu işin içyüzünü anlarsınız. Morholt'yu yenmesi, aslında büyük bir tansık; ama hangi büyülerin etkisiyle, ölecek durumda, yapayalnız denizlerde dolaşabildi? Beyler, hangimiz bir gemiyi yelkensiz küreksiz yönetebiliriz? Bunu yapsa yapsa, büyücüler yapar. Sonra hangi büyücü ülkede yaralarını iyileştirdi? Evet, bunun da büyücü olduğu kesin; kayığı büyülüydü, kılıcı da öyle; her gün Kral Marc'ın yüreğini büyüleyen arpı da! Bu yüreği büyüyle, nasıl kendisine benzetti. Beyler! Tristan günün birinde kral olacak, sizin de topraklarınız, böylece bir büyücünün eline geçecek.
Baronların çoğunu kandırdılar; bu baronlar bilmiyorlardı ki bir büyücünün yapabileceği işi yürek de başarabilir; hele hele içinde sevgiyle yiğitlik olursa. İşte bunun için baronlar, Kral Marc'ı, kendisine varis getirecek bir kral kızıyla evlenmesi için zorladılar; istemeyecek olursa, sıkı korunan şatolarına çekilip ona savaş açacaklardı. Kral razı olmuyor, içinden ant içiyordu; sevgili yeğeni sağ kaldıkça, yatağına, hiçbir kral kızı girmeyecekti. Ama, dayısını çıkarı için sevmekle suçlanmaktan utanan Tristan Kral'ı zorladı. Baronların isteğini yerine getirmek gerekirdi; yoksa saraydan ayrılacak, gidip zengin Gavoie Kralı'na hizmet edecekti. Bunun üzerine Marc baronlarına bir süre verdi; kırk gün sonra düşüncesini bildirecekti.
Kral Marc, kararlaştırılan günde, odasında yalnız, onları bekliyor; üzüntülü üzüntülü düşünüyordu: "Öyle uzaklarda, öyle erişilmez bir kral kızını nereden bulayım ki, onunla evlenmek istemem salt yapmacık bir istek olsun?"
O sırada, denize bakan pencereden, yuvalarını yapmakta olan iki güvercin, kavga ede ede odaya girdi, sonra birden korkarak kaçtılar. Ama gagalarından güneş ışını gibi parıldayan, ipek ipliğinden ince bir kadın saçı teli düşmüştü.
Marc onu eline alarak baronlarıyla Tristan'ı yanına çağırdı:
- Beyler, dedi, istediğiniz olsun diye evleneceğim. Ancak, benim seçtiğim kadını bana getirmeye razı olursanız.
- Elbette, sevgili efendimiz; seçtiğiniz kim acaba?
- Şu altın saçın sahibi kimse, onu alacağım. Haberiniz olsun, başkasını istemem.
- Peki, bu altın tel size nereden geldi, sevgili efendimiz? Onu size kim, hangi ülkeden getirdi?
- Beyler, bu saç bana altın saçlı bir güzelden geliyor, onu bana iki güvercin getirdi, hangi ülkeden olduğunu onlar bilirler.
Baronlar, kendileriyle alay edildiğini, aldatıldıklarını anladılar. Tristan'a kızgın kızgın baktılar; bu hileyi onun salık vermiş olmasından kuşkulanıyorlardı. Tristan altın saça bakar bakmaz, sarışın Iseut'yü anımsadı. Gülümseyerek dedi ki:
- Kral Marc, bu yaptığınızda haksızsınız; görmüyor musunuz, bu beyoğullarının bütün kuşkuları bende? Beni suçlu olarak görüyorlar; siz bu oyunu boş yere hazırladınız. Ben gidip size altın saçlı güzeli getireceğim. Bilin ki bu araştırma tehlikeli olacaktır. Onun ülkesinden dönmek, benim için, Morholt'yu öldürdüğüm adadan dönmekten daha güç olacak. Bununla birlikte, sevgili dayıcığım, sizin için yaşamımı yeniden tehlikeye atmak istiyorum. Size, nasıl çıkarsız bir sevgiyle bağlı olduğumu baronlarınızın öğrenmeleri için, ant içiyorum; bu uğurda ya öleceğim ya da sarı saçlı kraliçeyi şu Tintagel Şatosu'na getireceğim.
Güzel bir gemi hazırladı. İçine buğday, şarap, bal ve her türlü erzak yerleştirdi. Gorvenal'dan başka, en korkusuzları, en soyluları arasından seçilmiş yüz genç şövalyeyi gemiye bindirdi; tüccarlara benzemeleri için de kaba kumaşlardan giysiler giydirdi. Güçlü bir kralın adamlarına yakışacak sırmalı, ipekli, erguvan rengi değerli giysilerini, başaltında saklıyorlardı.
Gemi kıyıdan açılınca kaptan sordu:
- Efendimiz, hangi yöne?
- İrlanda'ya dostum, doğru Weisefort limanına.
Kaptan ürperdi. Morholt'nun öldürülmesinden beri İrlanda Kralı'nın Cornouailles gemilerini izlettiğini Tristan bilmiyor muydu? Eline geçen gemiciyi kazıklara vurduruyordu. Ama kaptan buyruğa uydu; o tehlikeli kıyıya yanaştı.
Cumhuriyet'le başlayan Türk Aydınlanma Devrimi'nde, dünya klasiklerinin Hasan Âli Yücel öncülüğünde dilimize çevrilmesinin, kuşkusuz önemli payı vardır.
Cumhuriyet gazetesi olarak, Cumhuriyetimizin 75. yılında, bu etkinliği yineleyerek, Türk okuruna bir "Aydınlanma Kitaplığı'' kazandırmak istedik.
Bu çerçevede, 1940'lı yıllardan başlayarak Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanan dünya klasiklerini okurlarımıza sunmaya başladık.
Büyük ilgi gören bu etkinliği Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanmamış -ancak Aydınlanma Devrimi yarıda kalmasaydı yayınlanacağına kesinlikle inandığımız- dünya klasiklerini de katarak sürdürüyoruz.
Cumhuriyet
TRISTAN VE ISEUT
I
TRISTAN'IN ÇOCUKLUK YILLARI
Bir güzel aşk ve ölüm masalı dinlemek ister misiniz efendilerim? Tristan'la Kraliçe Iseut'nün masalı. Dinleyin bakın, birbirlerini hem ne büyük bir sevinç, hem de ne büyük bir üzünçle sevdiler. Sonra da nasıl birbirleri için aynı gün öldüler.
Bir zamanlar, Cornouailles'da Marc adında bir kral egemendi. Düşmanlarının Marc'a savaş açtığını öğrenen Loonnois Kralı Rivalen, ona yardım için denizler deryalar aştı. Hem kılıcıyla, hem de sözleriyle Kral Marc'a öyle candan hizmet etti ki, ona bağlı bir uyruk (1) bile daha çoğunu yapamazdı. Kral Marc ona, ödül olarak, kızkardeşini, Kral Rivalen'in deli gibi sevdiği o güzel Blanchefleur'ü verdi.
Kral Rivalen kızla Tintagel Manastırı'nda evlendi. Evlenir evlenmez de, baş düşmanı Dük Morgan'ın Loonnois'ya saldırıp tarlalarının, kentlerinin altını üstüne getirdiğini haber aldı. Çarçabuk gemilerini hazırlattı, gebe karısı Blanchefleur'ü de aldı, ülkesinin uzak bir yöresine götürdü. Kanoel Şatosu'nun önüne gelince, onu mareşali Rohalt'ya teslim etti; Rohalt öyle doğru bir adamdı ki bütün dünya onu "Sözünün Eri" diye anardı. Sonra Rivalen bütün baronlarını yanına alıp savaşa gitti.
Blanchefleur onu çok bekledi; ama boşuna! Rivalen dönmeyecekti. Günlerden bir gün, Dük Morgan'ın onu haince öldürdüğünü haber aldı. Hiç ağlamadı; ne ah etti, ne çığlık attı. Gelgelelim elinde ayağında güç diye bir şeycik de kalmadı. Ölmek istedi; gerçekten ölmek. Rohalt onu avutmaya çalışıyordu:
"Kraliçem," diyordu, "Üzüntüyü artırmanın bir yararı yoktur; eninde sonunda hepimiz ölecek değil miyiz? Tanrı geride kalanlara ömür versin; ölenlere de bağışlayıcı olsun."
Ne var ki, bu sözler kadına hiç işlemedi. Sevgili efendiciğine kavuşmak için topu topu üç gün bekleyebildi. Dördüncü gün dünyaya bir oğlan çocuk getirdi. Onu kollarına alarak:
"Yavrum," dedi, "Seni dünya gözüyle, bir kez olsun görmeyi çok istedim. Tanrı hiçbir anaya böylesine güzel bir yavru vermemiştir. Seni üzüntüyle doğurdum; sana yaptığım ilk şenlik de üzüntülü oldu; bugünkü ölesiye üzüntüm de senin yüzünden. Dünyaya gelişin baştan aşağı üzüntü olduğuna göre, adın da üzüntüyle ilgili olsun; Tristan (2) olsun.
Sözünü bitirince oğlunu bir kez öptü, arkasından da hemen öldü.
Sözünün Eri Rohalt öksüzü aldı. Dük Morgan'ın adamları Kanoel Şatosu'nu sarmaya başlamışlardı. Rohalt nasıl olacak da uzun boylu savaşabilecekti? Boşuna dememişler, "yiğitlik düşüncesizlik değildir" diye! İster istemez Dük Morgan'a teslim oldu. Morgan, Rivalen'in oğlunu öldürmesin diye de, çocuğu kendi öz oğluymuş gibi gösterdi, kendi oğullarıyla birlikte büyüttü.
Aradan yedi yıl geçip de onu kadınların elinden alma zamanı gelince, Rohalt, Tristan'ı bilgili bir eğiticiye, iyi yürekli adamı Gorvenal'e teslim etti. Gorvenal onu birkaç yıl içinde, baronlara uygun sanatlarda eğitti. Mızrak, kılıç, kalkan ve yay kullanmasını; taştan diskler atmasını; bir sıçrayışta en geniş hendekleri atlamasını gösterdi. Bütün yalanlardan, bütün hilelerden nefret etmesini, zayıflara yardım etmesini, verilen sözü tutmasını öğretti; türlü ezgi biçimlerini, arp çalmasını belletti; öyle ki, genç binicilerin arasından atıyla şöyle bir geçecek olsa, atı, silahları, kendisi, birbirinden ayrılmazdı. Onu öyle soylu, gururlu, geniş omuzlu, dar kalçalı, güçlü, bağlılığı içten ve babayiğit gördükçe, herkes, böyle bir oğlu var diye Rohalt'yı kıskanıyordu. Rohalt ise, Rivalen'le Blanchefleur'ün gençlik ve inceliklerinin onda yaşadığını düşünür, onu oğlu gibi sever, gizliden gizliye de efendisinin yerine koyup ona saygı duyardı.
Günün birinde Norveçli korsanlar Tristan'ı gemilerine atıp bir kelepir gibi kaçırdılar. İşte o gün Rohalt'nın bütün neşesi alt üst oldu. Bilinmedik ülkelere doğru yol alırlarken, Tristan tuzağa düşmüş bir kurt yavrusu gibi çırpınıyordu. Ama çok denenmiştir. Bütün denizciler de bilirler ya; deniz içi kötülük dolu gemileri pek taşımaz; adam kaçırmalara, ihanetlere falan kolay kolay yardım etmez. Çok geçmeden sular kudurup kabardı, gemiyi karanlıklara boğdu; sekiz gün, sekiz gece öteye beriye sürükledi durdu. Sonunda, günlerden bir gün, gemiciler sisler arasında, kayalıklı dik bir kıyı gördüler. Denizin niyeti, belki de, teknelerini oraya sürüklemek, o kayalarda parçalamak olmalıydı. Pişman oldular; ne diye şeytana uymuş, bu çocuğu alıp kaçırmışlardı? Denizin hışmına işte bu yüzden uğruyorlardı. Çocuğu bırakacaklarına ant içtiler. Onu kıyıya götürecek bir kayık hazırladılar. Rüzgâr hemen durdu, deniz yatıştı, hava açtı; Norveçlilerin gemisi uzaklarda yiterken, dinginleşen neşeli dalgalar Tristan'ın teknesini bir kıyının kumsalına götürüyordu.
Tristan güçlükle kıyıdaki kayalığın üstüne çıktı. Bir de baktı ki, ıssız bir koyağın ötesinde, alabildiğine bir orman uzanıyor; Gorvenal'i, babası Rohalt'yı, Loonnois toprağını düşünerek umutsuzluğa kapılır ve üzülürken, bir sürek avının uzaklardan gelen gürültüsü yüreğini sevinçle doldurdu. Tam o sırada ormanın kıyısından güzel bir geyik çıkıverdi. Bir sürü köpekle avcı peşine takılmışlar, bağrışmalarla, boru sesleriyle onun izinden yokuş aşağı koşuyorlardı. Sonunda, koca koca av köpekleri başına üşüşüp ensesinden yakaladıkları gibi, hayvan, Tristan'ın birkaç adım ötesinde diz çöktü; kendini umarsız ölüme bıraktı. Avcının biri bu işi kargısıyla tamamladı. Avcıların bir bölümü halka olmuşlar, borular çalıyorlardı; o sırada avcıbaşı sanki geyiğin kafasını koparacakmış gibi boynunu öyle bir yarış yardı ki, bu işe şaşıp kalan Tristan dayanamadı:
- Ne yapıyorsunuz efendim! diye haykırdı; böyle soylu bir hayvan böyle boğazlanır, parçalanır mı? Domuz mu bu? Görenek böyle midir yoksa bu ülkede?
Avcı:
- Kardeşim, dedi, bunda şaşacak ne var? Hayvanın, ilkin kafasını koparıyorum, sonra da gövdesini dörde böleceğim; bu parçaları eğerlerimizin kuburluklarına asıp, böylece efendimiz Kral Marc'a götüreceğiz. Göreneğimiz böyledir. Ta eski avcıların zamanından beri, Cornouailleslılar hep böyle yaparlar. Ama sen daha iyi bir yöntem biliyorsan, başka; işte bıçak, göster nasıl yapılacağını da öğrenelim.
Tristan yere diz çöktü, geyiği parçalamadan önce derisini yüzdü, ondan sonra parçaladı; sağrı kemiğine dokunmadı; öyle görmüştü. Sevilen parçalarını, burnunu, husyelerini, yürek damarını çıkardı.
Avcılarla haykırıcılar eğilmiş, hayran hayran onu seyrediyorlardı. Avcıbaşı:
- Arkadaş dedi, bunlar ne güzel yöntemler! Nereden öğrendin bunları? Nerelisin? Adın ne?
- Efendiciğim, adım Tristan'dır; bu yöntemi Loonnois'da öğrendim; oralıyım.
Avcı:
- Tristan, dedi, seni bu kadar yaman yetiştiren babadan Tanrı razı olsun. Sanırım zengin, güçlü bir baron olmalı, değil mi?
Konuşmanın da, susmanın da yerini pek iyi bilen Tristan kurnazca:
- Hayır; efendim, dedi, babam bir tüccardır. Ben de, kimseye haber vermeden, alışveriş için uzaklara giden bir gemiye atlayıp onun evinden kaçtım. Yabancı ülkelerin adamları nasıl yaşarlar, öğrenmek istedim. Beni aranıza almaya razı olursanız, seve seve peşinize takılır, size ne av oyunları öğretirim.
- Güzel Tristan, başka yerde savaşçı oğullarının bile bilmedikleri şeyleri, sizin ülkede, nasıl oluyor da tüccar oğulları biliyor? Demek böyle ülke de varmış? Şaşılacak şey doğrusu! Ama sen gel bizimle; kendin de istediğine göre, başımızla birlikte; seni efendimiz Kral Marc'a götürelim.
Tristan geyiği parçalayıp bitirdi. Yüreğini, beynini ve bağırsaklarını köpeklere dağıttı; sonra avcılara, köpeklerin nasıl çağırılıp barsakların nasıl dağıtılacağını öğretti. Daha sonra, eti eşit parçalara ayırdı, kargılara geçirip bütün avcılara paylaştırdı; kimine başı, kimine sırtı ya da filetoları, kimine omuzları, kimine oylukları, kimine de karın parçaları düştü. Kargılarına takılan av parçalarının soyluluğuna göre sıraya girip at üzerinde nasıl ikişer ikişer gideceklerini de bir güzel anlattı.
Böylece, konuşa konuşa yola düzüldüler. Derken karşılarına güzel bir şato çıktı. Çevresinde çayırlar, meyve bahçeleri, akarsular, dalyanlar, tarlalar vardı. Limana alay alay gemiler giriyordu. Bütün saldırılara, bütün silahlara karşı adamakıllı donanımlı olan bu sağlam ve güzel şato, deniz üzerindeydi. Ana kalesini, bir zamanlar devler yapmıştı. Taştandı. Yeşilli mavili taşlar, tıpkı bir dama tahtası gibi düzenli olarak dizilmişti.
Tristan şatonun adını sordu.
- Güzel delikanlı, ona Tintagel Şatosu derler.
Tristan:
- Tintagel, diye bağırdı; Tanrı seni de, içindekileri de korusun.
Saygıdeğer okurlarım, bir zamanlar babası Rivalen, Blanchefleur ile işte orada evlenmiş, orada mutlu olmuştu. Ama ne yazık, Tristan bunu bilmiyordu.
Burcun eteklerine vardıklarında, avcıların boru sesleri, baronları, dahası, Kral Marc'ı bile, kapılara koşturdu.
Avcıların başı, olanı biteni anlatınca, Marc, bu güzel yürüyüşe, bu düzenli parçalanmış geyiğe ve bu çok yerinde av yöntemlerine hayran olduğunu söyledi. Ama o asıl, güzel yabancı çocuğa hayrandı; gözlerini ondan ayıramıyordu. Bu birdenbire doğan sevginin nedeni neydi acaba? Kral yüreğini yokluyor, ama bir türlü anlayamıyordu. Efendilerim, konuşan kanıydı; bir zamanlar kızkardeşi Blanchefleur'e duyduğu sevgi vardı ya. İşte o sevgiydi içinden seslenen.
Akşam sofralar kaldırıldıktan sonra, sanatının ustası bir Gallesli çalgıcı baronların arasından ilerledi, arp çalıp türküler söyledi. Tristan Kral'ın ayak ucuna oturmuştu. Arpçı tam yeni bir havaya başlamak üzereyken, Tristan ona:
- Usta, dedi, bu türkü hepsinden güzel; bir zamanlar onu Brötanyalılar, Graelent'in sevdasını söylemek için yapmışlar. Havası da, sözleri de tatlıdır. Sesin güzel usta, şunu bir iyi çal bakalım.
Gallesli türküsünü bitirdi, sonra yanıt verdi:
- Oğul, sen çalgıların dilinden anlar mısın? Eğer Loonnois tüccarları oğullarına aynı zamanda arplar, rotelar, vielleler (3) çalmasını da öğretiyorlarsa, aşk olsun! Kalk öyleyse, al şu arpı, göster becerini.
Tristan arpı elinden aldı; öyle güzel çaldı ki, dinleyenler kendilerinden geçtiler. Bir zamanlar Rivalen'in Blanchefleur'ü alıp götürdüğü o Loonois ülkesinden gelen bu arpçıya Marc da hayran olmuştu.
Türkü bitti. Kral uzun zaman bir şey söylemedi. Sonunda:
- Oğul, dedi, sana bunu hangi usta öğrettiyse Tanrı ondan razı olsun, sen de sağ ol. Tanrı iyi türkü söyleyenleri sever. Onların sesiyle arpın sesi insanların yüreğine gider, tatlı anılarını canlandırır, onlara birçok üzüntüyü, birçok kötülüğü unutturur. Sen buraya, bize neşe vermek için geldin. Uzun zaman yanımda kal, dostum.
Tristan:
- Sevinerek efendim, diye yanıt verdi. Size hem arpçınız, hem avcınız, hem de uyruğunuz olarak hizmet ederim.
Dediği gibi de yaptı; üç yıl birbirlerini gittikçe artan bir sevgiyle sevdiler. Gündüzleri Tristan, Marc'la birlikte ya mahkemelere gidiyordu, ya da ava. Geceleri Kral'ın bütün yakınlarıyla birlikte, Marc'ın odasında yatardı; Kral neşesiz olduğunda Tristan ona arp çalar, üzüntüsünü unuttururdu. Tristan'ı baronlar da seviyordu, en çok seveni de, biraz sonra öğreneceksiniz ya, Saray Bakanı (4) Dinas de Lidan'dı. Ama baronların da, Dinas de Lidan'ın da, hiçbirinin sevgisi Kral'ınkine benzemezdi. Aslında, bütün bu sevgilere karşın Tristan, babası Rohalt ile hocası Gorvenal'i yitirmiş olmanın acısını bir türlü unutamıyordu. Üstelik Loonnois toprağını da özlemeye başlamıştı.
Efendilerim, sözü uzatmayalım; Sözünün Eri Rohalt az gitti, uz gitti, dere tepe düz gitti, Cornouailles'a çıktı, Tristan'ı buldu. Kral'a bir zamanlar kızkardeşi Blanchefleur'e düğün armağanı olarak verdiği kızıl yakutu göstererek:
- Marc, dedi, bu çocuk Loonnoisli Tristan'dır, kızkardeşiniz Blanchefleur ile Kral Rivalen'in oğlu; yani yeğeniniz. Dük Morgan haksız yere onun toprağını ele geçirdi. Artık bu toprakların asıl sahibine geçmesinin zamanı gelmiştir.
Tristan, dayısının verdiği şövalye silahlarını alarak Cornouailles gemilerine bindi, denizler aştı, babasının eski adamlarına kendisini tanıtarak Rivalen'in katiline meydan okudu; onu öldürüp topraklarını yeniden ele geçirdi.
Sonra Kral Marc'ın onsuz yaşayamayacağını düşündü; zaten soylu ruhu ona hep doğru yolu gösterirdi; kontlarını, baronlarını topladı, onlara şöyle dedi:
- Loonnois'nın beyoğulları, önce Tanrı'nın, sonra da sizin yardımınızla bu ülkeyi yeniden elde edip Kral Rivalen'in öcünü aldım. Böylelikle babamın onurunu da kurtardım. Ama iki insan var: Rohalt ile Cornouailleslı Kral Marc; bunlar yurtsuz, öksüz bir çocuğu korudular, ben onlara da baba demeliyim; onlara da aynı yolla borcumu ödemeliyim.. bu benim görevim. Soylu bir adamın kendisinin olan iki şey vardır; biri yurdu, biri canı. Rohalt, toprağımı size bırakıyorum; babam olduğunuza göre, ona sahip olun; sizden sonra da oğlunuz. Bedenimi de kıral Marc'a bırakacağım; pek sevdiğim bu ülkeyi bırakıp Cornouailles'a, efendim Marc'a hizmet etmeye gideceğim. Benim niyetim bu; ama siz de uyruklarım olduğunuza göre, Loonnois soyluları, bana görüşlerinizi söylemelisiniz; içinizde, bana başka bir şey salık verecek kimse varsa kalksın söylesin!
Bütün baronlar, gözyaşları arasında, onun her isteğinin yerinde olacağını söylediler. Tristan da, yanına yalnızca Gorvenal'i aldı, gemisine binip Kral Marc'ın ülkesine gitmek üzere yola çıktı.
II
İRLANDALI MORHOLT
Tristan Cornouailles'a vardığı zaman Marc'ı da, baronlarını da, büyük bir üzüntü içinde buldu; nedeni de şuydu: İrlanda Kralı bir nota vermiş, Kral Marc'ın, öteden beri ödenmesi görenek olduğu halde, on beş yıldır vermediği bir vergiyi ödemesini istemiş; ödemezse Cornouailles'ı yakıp yıkacağını, bu iş için de büyük bir filo hazırladığını bildirmişti. O eski anlaşmaya göre de Cornouailleslıların İrlandalılara vermek zorunda olduğu vergi, ilk yıl için üç yüz bakır, ikinci yıl için üç yüz gümüş, üçüncü yıl için de üç yüz altın liraydı. Dördüncü yılsa Cornouailleslı aileler aralarından ad çekerek üç yüz erkek, üç yüz de kız çocuk seçip İrlanda'ya göndereceklerdi. Bunlar on beşer yaşında olmalıydılar. İrlanda Kralı, bu öneriyi bildirmek üzere, Tintagel'e Morholt adında dev gibi bir şövalye yolladı. Kralın kızkardeşiyle evli olan bu şövalyeyi, dövüşte, şimdiye dek hiç kimse yenememişti. Kral Marc, oylarını almak üzere, ülkesinin bütün baronlarını, mühürlü mektuplarla yanına çağırdı.
Belirlenen gün gelince, baronlar, sarayın kubbeli salonunda toplandılar. Kral Marc tahtına oturdu. Mortholt şunları söyledi:
- Kral Marc; İrlanda Kralı efendimin isteğini son kez olarak söylüyorum. Kendisine borçlu olduğun vergiyi artık ödeyeceksin. Öyle buyuruyor. Uzun zamandır vermeye yanaşmadığın üç yüz erkekle üç yüz kız çocuğu bugün hemen alacağım. Cornauailleslı aileler bu çocukları ad çekimiyle belirleyecekler. Tintagel limanında demirli duran gemim onları tutsaklarımız olarak götürecek. Bununla birlikte -bu ayrıcayı da yalnız senin için yapıyorum Kral Marc, çünkü buna layıksın - baronlarının arasında, İrlanda Kralının bu vergiyi haksız aldığını söyleyen, bu hakkı benimle dövüşerek geri alacağına güvenen kimse varsa, çıksın ortaya. İçinizden hanginiz, Cornouailleslı soylular, bu ülkenin özgürlüğü için dövüşmeyi göze alır?
Baronlar kaçamak bakışlarla birbirlerine bakıyor, sonra başlarını önlerine eğiyorlardı. Kimi kendi kendisine, "Hey gidi zavallı hey," diyordu, "Adamdaki kalıbı görmüyor musun? Dört tane çam yarmasından daha beter. Şu kılıcına bir baksana. Haberin yok mu; İrlanda Kralının yıllardan beri derebeylik topraklarına meydan okumaya yolladığı adam hep bu adamdır işte; bu kılıçtır, en kabadayı savaşçıların bile kafalarını uçuran sihirli kılıç, bilmiyor musun? Belanı mı arıyorsun, budala? Tanrının buyruğuna karşı koyabilir misin?" Bir başkası da şöyle düşünüyordu: "Sevgili oğullarım; sizi, köle olasınız diye mi yetiştirdim; ya sizi sevgili kızlarım, orta malı olasınız diye mi büyüttüm? Ama ölsem de kurtulamazsınız". Hepsi susuyorlardı.
Morholt şunları da ekledi:
- Cornouailles senyörleri, aranızdan hanginiz önerimi kabul ediyor? Güzel bir dövüş öneriyorum. Üç gün sonra kayıklarla Tintagel açıklarındaki Saint Samson Adası'na gideceğiz. Orada, sizin şövalyenizle ben, karşı karşıya dövüşeceğiz ve onun bu dövüşü denemiş olması bile bütün ailesine onur verecektir.
Onlar hâlâ susuyorlardı. Morholt, tıpkı küçük kuşlarla aynı kafese konmuş bir doğana benziyordu; doğan içeri girer girmez bütün kuşların sesi kesilir.
Morholt üçüncü kez konuştu:
- Pek iyi, sayın Cornouailles soyluları; bu davranış size en soylu davranış olarak göründüğüne göre, çocuklarınız için ad çekimi yapın da alıp götüreyim! Doğrusu bu ülkede köleden başka kimse bulunmadığını bilmiyordum.
O anda Tristan, Kral Marc'ın ayakları önünde diz çöküp:
- Kralım, izin verirseniz ben dövüşeyim, dedi.
Kral onu vazgeçirmeye çalıştı. Ama boşuna. Tristan henüz genç bir şövalyeydi; ataklığı neye yarıyacaktı? Ama Tristan, Morholt'ya dövüşeceği konusunda güvence verdi; Morholt da kabul etti.
Karar verilen günde, Tristan kırmızı parlak ipek kumaştan bir örtüye büründü, silahlarını kuşandı. Parlatılmış çelikten zırhlı giysisiyle miğferini giydi. Baronlar bu mert gence, hem acıdıkları, hem de kendi durumlarından utandıkları için ağlıyorlardı. İçlerinden, "Ah Tristan!" diyorlardı, "Yürekli baron, güzel gençlik! Keşke senin yerine bu dövüşe ben girseydim! Benim ölümümün yası öyle büyük de olmazdı!.." Çanlar çalmaya başladı. Herkes, baron ailesi olsun, küçük ailelerden olsun, genç, yaşlı, çoluk çocuk, kadın erkek, ağlaya ağlaya, dua ede ede Tristan'ı kıyıya dek götürdüler. Daha umuyorlardı; umut, insanların yüreğinde pek az besinle de yaşar.
Tristan yalnız başına bir kayığa bindi, Saint-Samson Adası'na doğru yol aldı. Morholt kayığının direğine erguvan rengi, değerli bir kumaştan yelken çekmişti; adaya ilkin o yanaştı. Kayığını kıyıya bağlarken, Tristan da karaya ayak bastı ve kayığını ayağıyla denize itti.
Morholt:
- Delikanlı, ne yapıyorsun? dedi. Neden benim gibi kayığını bir iple kıyıya bağlamadın?
Tristan:
- Ne olacak, diye yanıt verdi, buradan yalnızca bir kişi sağ dönecek, ona bir tek kayık yetmez mi?
İkisi de aşağılayıcı sözlerle birbirlerini kızıştırarak adanın içerlerine daldılar.
Bu yaman savaşı kimse görmedi; ama üç kez rüzgâr kıyıya korkunç bir çığlık getirir gibi oldu. O zaman yas belirtisi olarak kadınlar hep birden avuçlarını dövüyorlardı; ilerde, çadırlarının önünde toplanmış duran Morholt'nun arkadaşlarıysa gülüyorlardı. Sonunda, saat dokuza doğru, uzakta erguvan rengi yelkenin çekildiği görüldü; İrlandalı'nın kayığı adadan ayrıldı ve acı bir çığlık koptu: "Mortholt! Mortholt!" Ama kayık yaklaşıp da birdenbire bir dalganın tepesinde yükselince, burunda ayakta duran şövalye göründü; iki eliyle iki kılıcı havaya kaldırmış tutuyordu; bu şövalye, Tristan'dı. Hemen yirmi kayık onu karşılamaya çıktı, gençler denize atlamışlar, yüze yüze gidiyorlardı. Yiğit kumun üzerine atladı, analar önünde diz çökerek, demir ayakkabılarını öperlerken, o Morholt'nun arkadaşlarına:
- İrlanda senyörleri, diye bağırdı, Morholt güzel dövüştü. Bakın kılıcım parçalandı, çeliğin bir parçası onun kafatasının içinde kaldı. Bu çelik parçasını götürün senyörler; işte Cornouailles'ın vergisi budur.
Sonra Tintagel'e doğru yola çıktı. Yoldan geçerken, yaşamları kurtarılan çocuklar bağrışarak ellerinde yeşil dallar sallıyorlardı, pencerelere değerli perdeler asılmıştı. Tristan, bu sevinç türküleri, Tanrı'nın gök gürültüsünü bile örtecek kadar gürültülü çan ve boru sesleri arasında şatoya vardı; Kral Marc'ın kolları arasına yıkılıverdi. Yaralarından sel gibi kan akıyordu.
Morholt'un arkadaşları büyük bir hoşnutsuzluk içinde İrlanda kıyısına vardılar. Eskiden Morholt, Weeisefort limanına döndüğü zaman, adamlarının onu kalabalık bir durumda, sevinçle karşıladıklarını, sonra kızkardeşi kraliçeyi, güzelliği gün gibi ışıldamaya başlıyan yeğeni, altın saçlı sarışın Iseut'yü görünce sevinç duyardı. Bu kadınlar onu sevecenlikle karşılarlar, yarası olduğu zaman iyi ederlerdi; çünkü onlar, ölüm halinde olan yaralıları bile dirilten merhemler ve şuruplar yapmasını bilirlerdi. Ama şimdi o sihirli bileşimler, tam zamanında koparılmış otlar, büyülü içkiler neye yarayacaktı? Morholt, bir geyik derisine sarılı, ölü olarak yerde yatıyordu, düşman kılıcının parçası da hâlâ beyninde saplı duruyordu. Sarışın Iseut onu çekip çıkardı, sevgili bir andaç olarak fildişi bir çekmecenin içine sakladı. Koca cesedin üzerine eğilmiş duran ana kız durmadan ölünün övgüsünü yapıyor, durmadan onu öldürene ileniyor, kadınlar arasına yas salıyorlardı. İşte o günden beri sarışın Iseut, Loonoislı Tristan adından nefret etmeye başladı.
Tristan ise Tintagel'de sararıp soluyordu; yaralarından zehirli bir kan akıyordu. Hekimler, vücuduna, Morholt'nun zehirli bir mızrak sapladığını anladılar. Kendi ilaçlarıyla zehire karşı sürdükleri macunlarının kurtaramadığı kahramanı, Tanrı'nın iyileştirmesine bıraktılar. Yaralarından çevreye öyle iğrenç bir koku yayılıyordu ki, bütün yakın dostları ondan kaçıyorlardı; Kral Marc ile Dinas de Lidan dışında, hepsi. Yalnızca onlar, Tristan'ın baş ucunda durabiliyor, sevgileri iğrenmelerini yeniyordu. Sonunda Tristan kendisini, herkesten uzakta, kıyıda bir kulübeye taşıttırdı. Dalgaların karşısında, yattığı yerde ölümü bekliyordu. Şöyle düşünüyordu: "Ey Kral Marc, beni gözden çıkardınız mı? Ben ki ülkenizin onurunu kurtardım. Hayır sevgili dayıcığım, yaşamımı kurtarmak için canınızı bile vereceğinizi biliyorum; ama sizin sevginiz bana ne yapabilir? Ölümden kurtulamayacağım. Buna karşın, güneşi görmek ne tatlı şey; yüreğimde daha cesaret var. Serüven dolu denize atılmak istiyorum. Beni yapayalnız uzaklara götürsün istiyorum. Hangi topraklara? Bilmem, ama belki derdime umar bulacak insana raslayacağım bir yere götürür. Belki, sevgili dayıcığım, bir gün yine size arpçınız, avcınız ve size bağlı kulunuz olarak hizmet ederim."
Öyle yalvardı ki, sonunda kıral Marc boyun eğdi. Onu yelkensiz, küreksiz bir kayığın içine koydu. Tristan, yanına yalnızca arpını koymalarını istedi. Kollarının açamayacağı yelkenler neye yarardı? Kılıç neye yarardı? Uzun bir deniz yolculuğunda, bir gemicinin, eski bir arkadaşının cesedini gemiden denize atması gibi, Gorvenal titreyen kollarıyla içinde sevgili oğlunun serili yattığı kayığı denize doğru itti, deniz de onu alıp götürdü.
Deniz tekneyi, yedi gün yedi gece, yavaş yavaş sürükledi. Arada sırada Tristan üzüntüsünü avutmak için arp çalıyordu. Sonunda, haberi olmadan deniz onu bir kıyıya yaklaştırdı. İşte o gece balıkçılar, ağlarını açıklara atmak için limandan ayrılmışlardı. Kürek çekerlerken birdenbire tatlı, gür ve canlı bir ezginin dalgaları yalayarak geçtiğini duydular. Kımıldamadan, küreklerini havada tutarak dinliyorlardı. Günün ilk aydınlığı içinde başıboş dolaşan kayığı gördüler. Birbirlerine, "İşte," dediler, sütbeyaz bir deniz üzerinde Fortunées Adaları'na yollanırken, "Aziz Bredan'ın gemisinin çevresini de böyle sihirli bir müzik sarmıştı." Kayığa yaklaşmak için küreklere sarıldılar, tekne akıntıya kapılmış gidiyordu. İçinde sanki arp sesinden başka canlı bir şey yoktu; onlar yaklaştıkça ezgi hafifledi, sonunda sustu; kayığa yanaştıklarında Tristan'ın elleri, arpın hâlâ ürperen telleri üzerine cansız düşmüştü. Tristan'ı kayığından çıkardılar, belki iyileşir diye, yufkayürekli hanımlarına götürmek üzere, limana döndüler.
Ama işe bakın ki, bu liman Morholt'nun cesedinin yattığı Weisefort'du, hanımları da sarışın Iseut'ydü. Sihirli içkileri yalnızca o bilir, Tristan'ı kurtarmak yalnızca onun elinden gelirdi; ama kadınlar arasında onun ölümünü isteyen de yalnızca oydu. Tristan onun becerisiyle canlanıp kendisine gelince dalgaların kendisini tehlikeli bir toprağa attığını anladı. Ama o hâlâ, içinde kendisini koruyabilecek kadar yüreklilik buluyordu. Hemen güzel, kurnaz sözler buldu. Bir tüccar gemisiyle yolculuk eden bir çalgıcı olduğunu söyledi; yıldızları okuma bilimini öğrenmek için İspanya'ya gidiyordu; korsanlar gemiyi ele geçirmişler, o da yaralı olarak bu kayıkla kaçmıştı. İnandılar. Zehir, yüzünün çizgilerini öyle çirkinleştirmişti ki, Morholt'nun arkadaşlarından hiçbiri Saint Samson Adası'ndaki güzel şövalyeyi tanımadı. Ama Tristan, kırk gün sonra altın saçlı Iseut'nün eliyle iyileşip de uyuşmuş vücudunda gençliğin yeniden canlanmıya başladığını duyunca, gitmek zamanının geldiğini anladı; kaçtı, bin bir serüvenden sonra, sonunda, Kral Marc'ın sarayına vardı.
III
ALTIN SAÇLI GÜZELİN PEŞİNDE
Kral Marc'ın sarayında insanların en alçağı dört baron vardı. Bunlar, yiğitliği, bir de Kral'ın ona olan sevgisi yüzünden, Tristan'a pek büyük bir kin besliyorlardı. Size adlarını da söyleyebilirim: Andret, Guenelon, Gondoine, Denoalen. Dük Andret, Tristan gibi, Kral Marc'ın yeğeni oluyordu. Kral Marc'ın, toprağını Tristan'a bırakmak için çocuksuz yaşlanmaya karar verdiğini öğrenince, bu baronların kıskançlık duyguları ayaklandı. Yalanlar uydurarak Cornouailles'ın ileri gelenlerini Tristan'a karşı kışkırtmaya başladılar. Bu kancıklar şöyle diyorlardı:
- Yaşamında ne olmayacak olaylar var! Ama sizler akıllı insanlarsınız, beyler, sanırım bu işin içyüzünü anlarsınız. Morholt'yu yenmesi, aslında büyük bir tansık; ama hangi büyülerin etkisiyle, ölecek durumda, yapayalnız denizlerde dolaşabildi? Beyler, hangimiz bir gemiyi yelkensiz küreksiz yönetebiliriz? Bunu yapsa yapsa, büyücüler yapar. Sonra hangi büyücü ülkede yaralarını iyileştirdi? Evet, bunun da büyücü olduğu kesin; kayığı büyülüydü, kılıcı da öyle; her gün Kral Marc'ın yüreğini büyüleyen arpı da! Bu yüreği büyüyle, nasıl kendisine benzetti. Beyler! Tristan günün birinde kral olacak, sizin de topraklarınız, böylece bir büyücünün eline geçecek.
Baronların çoğunu kandırdılar; bu baronlar bilmiyorlardı ki bir büyücünün yapabileceği işi yürek de başarabilir; hele hele içinde sevgiyle yiğitlik olursa. İşte bunun için baronlar, Kral Marc'ı, kendisine varis getirecek bir kral kızıyla evlenmesi için zorladılar; istemeyecek olursa, sıkı korunan şatolarına çekilip ona savaş açacaklardı. Kral razı olmuyor, içinden ant içiyordu; sevgili yeğeni sağ kaldıkça, yatağına, hiçbir kral kızı girmeyecekti. Ama, dayısını çıkarı için sevmekle suçlanmaktan utanan Tristan Kral'ı zorladı. Baronların isteğini yerine getirmek gerekirdi; yoksa saraydan ayrılacak, gidip zengin Gavoie Kralı'na hizmet edecekti. Bunun üzerine Marc baronlarına bir süre verdi; kırk gün sonra düşüncesini bildirecekti.
Kral Marc, kararlaştırılan günde, odasında yalnız, onları bekliyor; üzüntülü üzüntülü düşünüyordu: "Öyle uzaklarda, öyle erişilmez bir kral kızını nereden bulayım ki, onunla evlenmek istemem salt yapmacık bir istek olsun?"
O sırada, denize bakan pencereden, yuvalarını yapmakta olan iki güvercin, kavga ede ede odaya girdi, sonra birden korkarak kaçtılar. Ama gagalarından güneş ışını gibi parıldayan, ipek ipliğinden ince bir kadın saçı teli düşmüştü.
Marc onu eline alarak baronlarıyla Tristan'ı yanına çağırdı:
- Beyler, dedi, istediğiniz olsun diye evleneceğim. Ancak, benim seçtiğim kadını bana getirmeye razı olursanız.
- Elbette, sevgili efendimiz; seçtiğiniz kim acaba?
- Şu altın saçın sahibi kimse, onu alacağım. Haberiniz olsun, başkasını istemem.
- Peki, bu altın tel size nereden geldi, sevgili efendimiz? Onu size kim, hangi ülkeden getirdi?
- Beyler, bu saç bana altın saçlı bir güzelden geliyor, onu bana iki güvercin getirdi, hangi ülkeden olduğunu onlar bilirler.
Baronlar, kendileriyle alay edildiğini, aldatıldıklarını anladılar. Tristan'a kızgın kızgın baktılar; bu hileyi onun salık vermiş olmasından kuşkulanıyorlardı. Tristan altın saça bakar bakmaz, sarışın Iseut'yü anımsadı. Gülümseyerek dedi ki:
- Kral Marc, bu yaptığınızda haksızsınız; görmüyor musunuz, bu beyoğullarının bütün kuşkuları bende? Beni suçlu olarak görüyorlar; siz bu oyunu boş yere hazırladınız. Ben gidip size altın saçlı güzeli getireceğim. Bilin ki bu araştırma tehlikeli olacaktır. Onun ülkesinden dönmek, benim için, Morholt'yu öldürdüğüm adadan dönmekten daha güç olacak. Bununla birlikte, sevgili dayıcığım, sizin için yaşamımı yeniden tehlikeye atmak istiyorum. Size, nasıl çıkarsız bir sevgiyle bağlı olduğumu baronlarınızın öğrenmeleri için, ant içiyorum; bu uğurda ya öleceğim ya da sarı saçlı kraliçeyi şu Tintagel Şatosu'na getireceğim.
Güzel bir gemi hazırladı. İçine buğday, şarap, bal ve her türlü erzak yerleştirdi. Gorvenal'dan başka, en korkusuzları, en soyluları arasından seçilmiş yüz genç şövalyeyi gemiye bindirdi; tüccarlara benzemeleri için de kaba kumaşlardan giysiler giydirdi. Güçlü bir kralın adamlarına yakışacak sırmalı, ipekli, erguvan rengi değerli giysilerini, başaltında saklıyorlardı.
Gemi kıyıdan açılınca kaptan sordu:
- Efendimiz, hangi yöne?
- İrlanda'ya dostum, doğru Weisefort limanına.
Kaptan ürperdi. Morholt'nun öldürülmesinden beri İrlanda Kralı'nın Cornouailles gemilerini izlettiğini Tristan bilmiyor muydu? Eline geçen gemiciyi kazıklara vurduruyordu. Ama kaptan buyruğa uydu; o tehlikeli kıyıya yanaştı.
Вы прочитали 1 текст из Турецкий литературы.
Следующий - Tristan ve Iseut - 2
- Части
- Tristan ve Iseut - 1Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных словОбщее количество слов 3890Общее количество уникальных слов составляет 208630.9 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов44.1 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов51.3 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
- Tristan ve Iseut - 2Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных словОбщее количество слов 3952Общее количество уникальных слов составляет 199432.7 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов45.3 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов52.7 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
- Tristan ve Iseut - 3Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных словОбщее количество слов 3889Общее количество уникальных слов составляет 200332.8 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов46.9 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов54.1 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
- Tristan ve Iseut - 4Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных словОбщее количество слов 3893Общее количество уникальных слов составляет 202430.9 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов45.0 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов52.6 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
- Tristan ve Iseut - 5Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных словОбщее количество слов 3944Общее количество уникальных слов составляет 200431.8 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов44.8 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов52.1 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
- Tristan ve Iseut - 6Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных словОбщее количество слов 3931Общее количество уникальных слов составляет 197132.4 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов44.5 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов53.1 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
- Tristan ve Iseut - 7Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных словОбщее количество слов 3879Общее количество уникальных слов составляет 197731.8 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов45.5 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов52.4 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
- Tristan ve Iseut - 8Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных словОбщее количество слов 808Общее количество уникальных слов составляет 54641.1 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов54.3 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов61.4 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов