Küçük Ağa - 35

Общее количество слов 2935
Общее количество уникальных слов составляет 1612
34.6 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
48.7 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
54.8 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
Çekinilecek bir şey yoktu, sesten pek güzel anlaşılıyordu bu. Zaten olsa da hiç bir şey kâr etmezdi.
— Gelin, gelin.
Üç kişiydiler, Sarı İbrahim daha eşikte iken:
— Recep'le Musa Gürcü ile gittiler, dedi. Küçük Ağa kımıldamamıştı.
— Olur a., buyurun, oturun...
Ürkek ürkek yerleştiler. Küçük Ağa Musa'nın Gürcü ile gitmeyi akıl edişine pek sevindi, içinden kocaman bir
aferin çekti. Musa onun Salih'ten sonra en güvendiği adamdı. Demek epey haber alabilecekti Gürcü'ye dair.
Recep'e gelince, o Etem beye ölesiye bağlı olanlardandı.
Sessizliği gene Sarı İbrahim bozdu. Başı öne eğik konuşuyordu:
— Onlar kararlı gibi, Küçük Ağa., anca beraber, kanca beraber diyordu.
— Hayırlısı.
— Hayırlısı., ama biz öyle düşünmeyiz. Deriz ki, gidip cepheye katılalım. Sen ne dersin?
Küçük Ağa, Musa Gürcü'den haber getirsin diye bekliyordu; acaba, o Gürcü de şu karşısın-dakilerden birini
bekler miydi ki?
Zerre kadar duygu taşımayan, kupkuru bir sesle, yalnız cevap bekler gibi sordu:
— Eyice düşündünüz mü?
Sarı'nın ta gözbebeklerine bakıyordu. Sarı gözlerini kaçırmadan çocuksu bir gülümseyişle
cevap verdi:
—? Allah iyiliğini versin hay Küçük Ağa., biz düşünsek ne olur, düşünmesek ne olur? Düşünmedik mi daha
eyidir. Düşünmek kim, biz kim? Nedir ki, böylesi daha hayırlıdır gibi gelir bize.
Bi de, demin sen konuşurken bunu demek ister gibiydin., gibi geldi bize.
Sustu, sonra da ustaca yokladı:
— Belki de bize öyle geldi.
Küçük Ağa kararını vermişti; oyuna gelmeyi uygun buldu.
— Yoo. Doğrusun. Tam onu demek istedim. Lâkin sırf kendi payıma. Peki bu işi nasıl yapacaksınız?
Sarı canlandı:
— işte onu konuşalım deriz biz de seninle.
Küçük Ağa elinde bilgi ve delil olmadığı zamanlarda yaptığını yaptı, içinden geldiği gibi konuştu, artık
çekindiği filân yoktu.
— Adamlarınıza güvenir misiniz? Sarı ile birlikte ötekiler de dikeldiler:
— Evel Allah., ha biz, ha onlar.
O başarıları da başka türlü sağlanamaz, bugünlere kadar başka türlü gelinemezdi. Ama Küçük Ağa vardığı
müspet hükümle ısrar etti:
— Aranıza yeni karışanlar yok mu?
Dev gibi bir adam olan Kâzım Ağa güldü:
— Haa... O mu? Biliriz be Küçük Ağa biz onları. Hem, sonra Etem bey serbestsiniz demedi mi?
— Dedi, dedi ama orduya katılmak meselesi çıkınca ortaya, belki istemez. Siz orduya katılacağız diyorsunuz.
Bakın, bana kalırsa bu işi topluca yapmamalı ve ne olur ne olmaz, Etem beye; biz bu işi bırakıyoruz demeli.
Çift çubuk, kan kız bekliyor demeli. Ne dersiniz?
Birbirlerine baktılar. Sanki onlara mahsus bir sessiz dili vardı; anlaşmışlardı, Sarı:
— Doğru, dedi. Bi birimiz, bi gün sonra da birimiz. Peki sen nidecen? Sormak ayıp değilse? Küçük Ağa ister
istemez yutkundu:
— Onu da yarın sabah konuşuruz.
Adamlara bir donukluk, bir üzüntü geldi. Dayanamadı, candan bir gülümseyişle ve rica çeş-nisiyle:
— Olmaz mı? dedi.
— Sağ olun.
— Yarın yine böylece gelin; daha etraflı görüşürüz. Hadi şimdi.
Kalktılar. Küçük Ağa önce davranıp kapıyı açmıştı; böylece gönüllerini iyi almış oldu.
Şimdi bütün mesele Musa'nın getireceği haberde idi. Gürcü Mehmet bir şeyler demişti herhalde.
Lâmbayı alıp pencerenin pervazmdaki çiviye astı ve bütün zor durumlarında yaptığı gibi, İhyâ-ül Ulûm'u
okumaya koyuldu. Sanki Fatih Medresesi'nde hatta Akşehir'deki evinde idi. Bir insan içinde bulunduğu
şartlardan kopsa kopsa bu kadar kopabilirdi. Bu da herkesi, hele Küçük Ağa'yı veya onun İstanbul u Hoca
olduğu devreyi bilenleri şaşkınlıktan donduracak bir durumdu. Başta Kafkas kalpağı, göğüste çapraz fişeklik,
parabellum, kama... Hepsi tamam ve avcı biçimi külota sarılmış haki dolaklar... Sonra da eldeki İhyâ-ül
Ulûm'a tam bir ciddiyetle bağlanıp kalmış gözler...
Kapı tıkırdadı ve eşiğin arasından bir kâğıt sürüldü içeriye. Demek döneli hiç değilse on, on-beş dakika
olmuş. Küçük Ağa da onların gelişini fark etmişti. Biraz daha bekledikten sonra ayaklarının ucuna basa basa
gidip kâğıdı aldı. Bu defa da Musa ile yüzyüze gelmeden yazı ile haberleşmiş oluyorlardı. Saman kâğıdını iyice
açıp kitabın arasında tutarak okudu:
"Gürcü ayrılacakları vuralım der. Senin ardına gözcü koyacaklar, amma kimi koyacaklarını söylemediler. Kınalı
ile Kel Ağalardan da kuşkulanırlar. Recep de onlardan. Kınah'dan korkma. Bizden. Horoz ile Şemsi de bizden.
Emrini bekleriz."
Bir de not vardı .
-"Sarı'ya adın gibi güven. Onun dediklerine de güven."
Küçük Ağa pusulayı bir kere daha okudu. Ezberlemişti. İsimleri bir bir aklından geçirdi. Demek Recep
Gürcü'nün adamı idi. Kel'den de kuşkulanırdı. Musa'nın yazmadığı ağalara gelince, onlara içi bir türlü
ısınmamıştı zaten. Horoz, Kınalı, Sarı ve Şemsi Ağaları kendine öteden beri yakın bulurdu. Memnun memnun
gülümsedi; sezişleri onu aldatmıyordu. Ferahlama halini alan bu memnuniyetle Küçük Ağa üç beş dakika
sonra yeniden İhyâ-ül Ulûm'a dalıp gitmişti. Lâm-mayı söndürüp yatağına girdiği zaman gece yarısı oluyordu.
Düzce ve etrafında uzayıp giden ova insan ayağı basmamış gibi sessizdi. Arada bir duyulan at kişnemeleri
veya köpek ulumaları bu sessizliği büsbütün vahşileştiriyordu.
III
Büyük Oyun
Düzce mosmor bir kış sabahına isteksiz, ürkek ve merak dolu bir kararsızlıkla uyandı. Görünüşe göre herkes
birbirinden kaçıyor, fakat gerçekte ise herkes birbiriyle tenhada buluşmak için can atıyordu. Her buluşmada
görülmek korkusu, geliverecekler korkusu vardı. İnsanlar sigaralarına ateş istemekten bile çekiniyorlardı. Bu
hava yerli halka da geçmişti, onlar Çerkeş Etem beyin hışmını tatmışlardı.
Küçük Ağa sabah namazından sonra seccadesini toplarken küçük pencereden sokağa şöyle bir baktı ve bu
havayı ciğerlerinde duydu. Bir şeyler yapmak lâzımdı. Böyle bir günde her şey olabilirdi, insan ne oluyor
demeye bile vakit bulamadan yaka paça öbür dünyayı boylardı.
Sofaya çıktı, yüksek sesle öksürdükten sonra tekrar odasına girdi. Az sonra Sarı içerdeydi:
— Yalnız Horoz ile Şemsi gidecek Etem beye; özür dileyip helâl eşsinler ve doğru Alayunt'a gidip Reha'dan
selâm deye istasyon kumandanına teslim olsunlar. Derhal.
Sarı fırlayıp çıktı.
Bu sırada Gürcü Mehmet Ağa Etem beyin odasına kabul ediliyordu. Adam söze doğrudan doğruya girdi ve
kuşkulandığı müfreze kumandanlarını bir bir saydı, sonunda da; izin ver kı-mıldayanı tepeleyelim, dedi.
Etem bey düşünmeye bile lüzum görmeden:
— Olmaz öyle kancıklık. Söz verdik biz, dedi.
Gürcü kös kös kapıya yönelirken de, yarı gönlünü almak, yarı da durumuna hâkim olmak için ilâve etti •.
— Amma siz göz kulak olun ki biz bir kan-cıklığa uğramayalım. Bana da Küçük Ağa'yı yolla. Tez gelsin.
Gürcü asıl Küçük Ağa'nın üzerinde durmak isterdi. Fakat Pehlivanla Topal'ın başına gelenleri ve Tevfik beyin
onu nasıl sevdiğini biliyordu. Kendisi de bir ters oyuna gelebilirdi.
Gidip Küçük Ağa'yı buldu ve "Etem bey sizi ister" dedi.
Etem bey kahvaltı ediyordu. Küçük Ağa içeri girince:
— Buyur otur, dedi. Ye bir iki lokma. Küçük Ağa denileni yaptı.
— Ne haber?
Neyi sorduğu belliydi. Küçük Ağa da kısaca ve açık bir şekilde cevap verdi:
— Anca beraber, kanca beraber!
— Sağol.
— Tereddüt edenler var. Onları da salıvermek iyi olur sanırım.
— Elbette.
Etem beyin "şüphen mi vardı?" der gibi hafifçe kızgın bakışları ile karşılaştı ve onun erkek yüzünü gördü.
Daha bir süzülmüş, her çizgisine damga vuran o vahşimsi yapma, sonuçlandırma gücü yerini hüzne
bırakmıştı. Küçük Ağa'nın içi burkuldu. Tevfik beyin akşamki hali, şimdi de Etem beyin bu görünüşü!
Neden böyle olmuştu bu?
Fakat Etem bey bırakmadı:
— Dinle şimdi Küçük Ağa...
Kocaman yazmasıyla ağzını siliyor ve böylece dünyanın en önemli işini yapar gibi görünmek istiyordu.
Söyledikleri sanki havadan sudan şeylerdi.
— Düne kadar sen benim için bir istifhamdın. Hatta kafam senin aleyhine gidiyordu. Bugün artık tam aksi.
Yazmasını hiç de gerekmezken yeniden katladı ve ayağa kalkmadan sofradan uzaklaştı. Gözleri artık Küçük
Ağa'nın gözlerini arıyordu •.
— Mühim bir şey mi oldu?.. Yoo.. lehine kuvvetli bir delil mi edindim? O da değil. Doğrusu şu ki, ben
kararsızlıktan haz etmem, kuşkuyla iş görmeyi de mertliğe, insanlığa yakıştıramam. Gidiyorum deseydin güle
güle, gel helâl aşalım deyecektim. Kaldın, sağol dedim. Aksini görünceye kadar sen benim gözümde Al ahı,
vicdanı, yüreği olan bir er kişisin. Ben Gürcü Mehmet, Topal İsmail ve benzerleri değilim. Küçük adam
değilim, korkak adam hiç değilim. Kancıklardan gelecek belâ, sülâlesiyle gelsin.
Küçük Ağa başını dik tutabilmek, gözlerini kaçırmamak için sinir tırmalayan bir emek harcıyordu. Etem beyin
ise yanakları pembeleşti, çok açık renkli gözleri çakmak çakmak olmuştu; sesi ürkütücü idi.
— Al aha bir can borcum var, onun kavgasına düşecek beyinsizlerden değilim. Alnınım leke sürülmesin,
gerisi vız gelir bana. '
Yorulmuş gibiydi. Sesi birdenbire normal konuşma tonuna geçti:
— Sen şu Ankara Valisi masalını bilir misin? Dalıp giden Küçük Ağa bir silkinişi önleyemedi :
— Şöyle böyle...
— Nasıl? Açıkça anlat.
— Asmak istemişsiniz. Etem bey acı acı güldü :
— Hatta Meclis Reisini de, yani Mustafa Kemal Paşa'yı da değil mi?
— Onu duymadım.
— öyle öyle. Hem de haber göndermişim. Birdenbire yeniden öfkeleniverdi:
— Tu Allah kahretsin. Ülen ben Paşayı saydığım, Paşayı sevdiğim kadar anamı atamı sevip saymadım.
Dikkat et sözüme Küçük Ağa; Ankara'yı kancıklar sarıyor.
Sesi yeniden pesleşti:
— Vali beye gelince, meğer o asılmaktan korkarmış. Demek ki içinde bir şeyler yatarmış. Buradaki isyanı
bastırmışım. Yozgat'taki belâyı tepelemişim. Ankara'dan geçip yeni bir gazaya gideceğim. Etem bey Memiş
efendi mi be? Dört bin atlı ve eroğlu er yüreği demek Etem bey. Herif bunu bilmiyor bile, zahmet edip karşıcı
çıkmadı. Bir sorup anlayalım dedik. İşleri pek çok-muş, gelemezmiş. Paşa'ya bu edepsizin haddini bildir deye
rica ettim, Yozgat ayaklanmasınla ilgisi var deye lâflar dolaşıp duruyor dedim. Bunun adı asacağa çıktı, iyi
dinle Küçük Ağa o günlerde benim asmak isteyip de asamayacağım ferd-i vahit yoktu memlekette... O avrat
kılıklı, o türedi vali bozmasını mı asamayacaktım.
Söver gibi, tükürür gibi güldü:
— Bak bunu neye anlattım sana, onu söyleyeyim. Gençsin ama pek akıllı, pek bilgilisin, aklına, bilgine uygun
bir dilin de var, pek güzel konuşurmuşsun. Bana gereksin. İnsan içinde bulunduğu ahvali pek bilemez, büyük
işlerin içinde insan büyük hatalar yapar. Yanıldığım yerde beni ikaz et. Sana izin veriyorum. Şimdi niyetimi
daha açık anlatayım.
Yutkundu, sonra dışarıya seslendi:
— Birer kahve içelim.
İçeriye arslan gibi bir delikanlı girmişti.
— Kahve. Nasıl emrettin Ağa?
— Sade olsun efendim. Adam çıktı.
— İşin aslı Vali filân değil. İsmet, gel emirberim ol der, ben de buna, hadi ordan deye cevap veririm. Mesele
işte bundan ibarettir. Gerisi kahpe avrat uydurması. Neden böyle derim, neden kabul etmem? Onu da
anlatayım. Bir kere bu adam cephe kumandanlığı yapacak evsafta değil, adamlarını düşmana kırdırır. Ben
bunu anladım. Saniyen benim adamlarım nizamiyede işe yaramazlar, akıl an da, gönülleri de yatmaz buna.
Zorlaşan ya pisipisine ölüp giderler, ya bozgun çıkarır, ya da bırakır kaçıp giderler. Yarısı cahil, yarısıysa
hem cahil, hem serkeş veya başın?, buyruk, efe meraklısı. Gelmiş burada tam yerlerini bulmuşlar. İsmet
efendi Cebel topunu sahrada, yeke yek dövüşün şahı olan Bursa hançerini taarruzda kul anmak ister. Hem
boş, hem de günah.
Uzun uzun sustu. Kahveleri gelmişti. Bir yudum içtikten sonra sigara paketini çıkardı:
— Buyur.
— İçmiyorum efendim.
— Ne âlâ! Ah ben., halbuki hekimler yasak da etti. Fakat kahvenin tadı damağıma değdi mi duramıyorum.
Sözüm ona nefsime de hükmederim. Buna yenik düştük işte.
Kahveleri getiren delikanlı elinde kibrit bekliyordu. Etem bey sigarayı ağzına alınca yaktı ve ondan sonra çıktı
dışarıya.
Etem bey de bir yudum kahve daha alıp sigarasından iki nefes çektikten sonra kaldığı yerden başladı:
— Dahası da var. Yani bir de ben varım. Ben ki bu dört bin atlı yoktan biraraya getirmişim, daha bir
avuçken ben olmasam yapılamayacak işler görmüşüm, bunca isyan bastırmış, Kuvva'ya bunca yiyecek,
giyecek bulmuşum, her girişmede tepelemişim düşmanı. Demek ki ben birşeyim, demek ki aklım eriyor bu
işe ve bu işi iyi beceriyorum.
Birdenbire sustu ve göğüs geçirdi, hüzün, dertlenme derecesini bulmuştu. Sözlerine devam ederken artık
Küçük Ağa'ya değil, pencereden dışarıya bakıyordu.
— Hem bunları görmezler, görmek istemezler, hem de siz kalkıp doğru yol bulunsun diye, sırf bunun için
söylediniz mi karı kılıklılar fiskosa başlarlar. Ne o? Etem bey de pek gururlanmış hani., hatta şımarmış.,
kimbilir belki de devletin başına konmayı kurar!..
Gözleri yeniden çakmak çakmak olmuştu,yeniden Küçük Ağa'nın gözlerini bulmuştu:
— Derler ya, Küçük Ağa... aynen böyle fit verirler sağa sola. Benim Ankara'da seksen gözüm, seksen
kulağım var. Aynen böyle dedi orospu döl eri.Kahvesini bitirinceye kadar sustu :
— Adam gibi konuşsalar ya. Dediklerimi çürütsünler. Benim gözlerimi onlarınki gibi hırs bürümemiş.
Körü körüne inat etmem ben... Mankafa da değilim, deneni anlarım-, ikna etsinler beni, İsmet'in de,
îsmet'ten beterinin de emirberi olalım. Olmazsak namerdiz. Vatanın kurtuluşundan, küffarm definden başka
ne diler, ne düşünürüz ki, biz? Sonra, biz haddimizi bilmez miyiz? Zafer müyesser olur inşal ah, görürler;
eskiden ne isek, o oluruz gene. Şanda, şerefte, ikbal ve servette gözü olanın gözü çıksın, öyle gözleri
patlatmak da boynumuza borç olsun.
Nefes alarak öfkesini yatıştırdı: — Kaba Türkçesi, Küçük Ağa, söylediğim iki mahzurdan başka bir de ben
varım. Ben böyle faydalı olacağımızı, ancak böyle faydalı olabile-ğimizi iyi biliyorum. Adım gibi inanırım buna.
Bayrak açmış değilim. Başkumandanlığın her emrini başımızın üstüne komadık mı? Lâkin İsmet yanlış yolda,
kötü yolda. Ben de, bile bile yanlış yola, kötü yola düşmem... Vatandan önce kendi ikbal ve istikbal erini
düşünenlere, kemik kapacağım diye köpeklik edemem.
Ayağa kalktı, uzun bacaklarıyla odayı arşınlamaya başladı. Pos bıyıklarını dişleyip duruyordu. Ama bu çok
sürmedi, yorgun bir halde gene sedire oturdu:
— Bunları sana dert dökmek için anlatmam. O da var ya, asıl kastım şu: Ağalarımın hepsi de senden eski.
Gücenme, doğrusu bu; hepsine de senden çok güvenirim. Ama onların yiğitliklerinden mertliklerinden,
sadakatlanndan başka bir şeyleri yok. Kafaları yalnız dövüşe işler. O da isteneni, öğretileni yaparken.
Dövüşten öncesini onlara sormaya pek gelmez. Bu mesele ise çetin. Benim gönlüm bile pek rahat değil.
Anlattım sana işte: Haklı olduğumu adım gibi biliyorum. Acaba bana mı böyle geliyor? demeden de
yapamıyorum. Kısacası sana akıl danışırım. Düşündüğünü bana açıkça de. Niyetim önce Kütahya'ya, oradan
da Ankara'ya yürümek. îsmet'-in sübyanları ile daha tetiğe basmasını bilmeyen devşirmeleri beni
durduramaz... Ankara'dan îs-met'in değiştirilmesini ve harekâtta serbest bırakılmamı isteyeceğim. Hepsi o
kadar. Lâkin bu iki talebimden de vazgeçecek değilim. Bu taleplerimi istihsal için daha başka, daha hayırlı bir
yol var mıdır? Sen bana onu de.
Küçük Ağa başını önüne eğmiş düşünüyordu. Durum kolay kolay içinden çıkılır gibi değildi. Bereket Etem
bey:
— Zorlama kendini, dedi, hemen cevap beklemem. Yatsıya kadar vaktim var. Git, rahatça düşün, iyi düşün.
Akşam gelirsin, konuşuruz.
Doğruldu. Küçük Ağa da kalktı.
— Haydi güle güle. Akşam yemeğe beklerim.
*
Küçük Ağa don rengi sabaha çıktığı zaman alabildiğine üzgündü. Adamlarının kaldığı hana gidip bir bakması
lâzımdı; fakat ne içinde istek,ne de kafasında onlara söyleyecek bir söz vardı. Doğruca eve gitti. Kimseyi
görmek de istemiyordu. Hizmetine bakan Alacahöyüklü Şükrü'ye :
— Keyfsizim. Arayanlara yatıyor dersin, dedi. Gidip odasına kapandı. Kendisini tıpkı Gönülsüzlerin Doktor
Haydar beyle konuştuğu gecedeki gibi hissediyordu; o geceyi birdenbire olduğu gibi hatırlayıverdi.
Doktor kendisini düpedüz ölümle tehdit etmişti. Konuşmanın son cümleleri bir bir aklın-daydı.
«— Sizden kati ricamızdır» diyordu Doktor İstanbul'lu Hoca'ya, sahi, o bir zamanlar İstan-bul'lu Hoca idi.
Bunu şaşarak düşünüyordu şimdi. Sormuştu :
«— Affedersiniz, bir dakika; biz diyorsunuz. Kimsiniz siz?»
«— Kuvvacılar.»
«— Haa, eveet.»
Sesi -İstanbul u Hocanın- kelimelerinden de alaycı ve küçümseyici idi, ama Doktor -kucağında filintası oralı
bile olmamıştı:
«— Evet. Sizden kati olarak rica ediyoruz. Bu mil î ve mukaddes hareket aleyhindeki tahriklerinize son
veriniz. Düşününüz. Düşününce asıl yanlış yolun tuttuğunuz yol olduğunu anlayacak, bize yardımcı
olacaksınız. Bunu da biz ilminizden ve vicdanınızdan bekliyoruz; zira ilminize de vicdanınıza da saygımız ve
takdirimiz büyüktür.»
«— İltifat buyuruyorsunuz.»
«— Yanıldığımızı zannetmiyoruz. İnancımız böyledir. Fakat ben şimdi mühim ve kati ricamızı tekrar ile
muvazzafım. Aleyhteki faaliyete son veriniz.»
«— Aksi takdirde?»
İkisi de ayağa kalkmışlardı. Doktor, samimiyetini sonra sonra çok daha iyi anladığı saygısını korumuş, ama
karan da soğuk bir halde bildirmişti:
«— Aksi takdirde biz bunu teinin edeceğiz. Gerekirse zor kul anarak.»
Ve belli belirsiz bir üzüntü ile eklemişti:
«— Maalesef.»
«— Kuvvet. Yani bu, öyle mi?»
Küçük Ağa, -hayır, hayır, İstanbul' lu Hoca-Doktorun elindeki filintayı gösteriyordu, gülerek, Doktor hüzün
sinmiş bir ağırbaşlılıkla:
«— Maalesef» diye tekrarlamıştı. Artık konuşmak istemiyordu. Küçük Ağa :
-yo, yooo, lstanbul 'u Hoca ise, tam aksini konuşmak, uzun uzun hesaplaşmak hırsıyla yanıyordu. Demek
kendi kendiyle hesaplaşmayı daha o İstanbullu Hoca günlerinde istermiş Küçük Ağa. Doktorun söylediği son
sözler, şimdi bir başkası tarafından tekrarlanırmış gibi, kulaklarında şaşılacak bir berraklıkla yankılanıyordu:
«— Doktor bey, ben Zât-ı Şahanenin, Halife efendimizin izinden giderim. Bu yoldan zerrece inhiraf bana
ölümden girân gelir.»
Bütün öbür sözleri gibi Doktora bu da tesir etmemişti. O sadece padişaha karşı olmadıklarını söyleyip
gittikten sonra, Küçük Ağa -yani İstanbullu Hoca- kendini bomboş sanıvermişti, sanki doğumunun eşiğinde
idi, dünya ile sanki yenice karşı karşıya gelecekti. Yirmi ki yaşında
doğum! Gerçi Doktorun karşısındaki durumu sağlamdı, ama şimdi çok daha iyi anlıyordu. Doktorun üç beş
cümlesi onun inanç âlemini ta temelden sarsmaya yetip artmıştı. Acaba kendisi de akşam buluşmalarında
Etem beye böyle cümleler söyleyemez miydi?
Küçük Ağa kendisinin o günlerdeki hali ile bugünkü Etem beyin arasında kesin bir benzerlik buluyordu. Hatta
bu tıpatıp bir uygunluktu. Etem bey de tıpkı İstanbullu Hoca gibi yanılışına yürekten bağlıydı; hesapsız,
kitapsız, bir çıkar ummadan... ölümü göze alarak... Belki o da şu sıralarda bir vakit kendisinin düşündüklerini
düşünüp yamlışını pekleştirmeye çalışıyordu. Bunu başaracaktı da elbette. Nasıl ki, kendisi de başarmıştı.
Acaba Etem beyin bahtı kendisinin-ki kadar yaver miydi? Küçük Ağa işte bunu hiç sanmıyordu-, çünkü Etem
bey İstanbul u Hoca'dan bin kat daha kuvvetli idi ve Etem beyin vakti yoktu. Küçük Ağa da. vakit olmayınca
ümide kapılmanın mucizeye inanmakla eşit olduğunu öğrenmişti ve o mucizeye inanamazdı, imanı bunu ona
yasak etmişti.
Küçük Ağa -yani İstanbullu Hoca- o gece uzun uzun düşünmüştü. Kuvayı Milliye denilen hareket hedefine
ulaşsa ne olacaktı? Bir devlet kavgasıdır başlamayacak mıydı? İhtiraslar başı boş kalıp binbir dalavere ile,
çeşit çeşit gaddarlıklar ve hilelerle milletin başını yemeyecek miydi? Devlet temelinden yıkılmayacak mıydı?
Yeni bir devlet kurmak kolay mıydı? Bu iş çete reislerinin harcı mıydı?
Çerkeş Etem bey işte bu soruların cevaplarını almış gibi konuşuyordu. Ona göre bu sorulann karşılıkları daha
şimdiden, zaferin esintisi bile duyulmadan ortaya çıkmış, Devlet kavgası daha şimdiden başlamış, daha
şimdiden ihtiraslar kaynaşmaya, dalaverelerle, hilelerle ve gaddarlıklarla adam yemeye, imkân yemeye
koyulmuştu. Etem bey uzlaşmaya yanaşmıyor, uzlaşma yol arını kendi eliyle kapıyor ve asıl umut kırıcı,
karşısındakileri uzlaşmaya yanaşmaz, bütün uzlaşma ve anlaşma yol arını kapamış görüyordu.
Ama bunları düşünmek artık boştu. Hatta artık Etem beyin istediklerini ve anlayışının yöneldiği sonucu
düşünmek bile boştu... îyi veya kötü. Bunların tartışması ayrı ve hiç değilse şimdilik gereksiz birşeydi. Ama
niyeti? Küçük Ağa işte buna duraklamadan kötü, çok kötü diyebiliyordu. Asıl korkuncuna gelince, Etem bey
artık sadece bu niyeti için vardı, artık sadece bu niyet için yaşıyordu. O, ya İsmet, ya ben diyor, harekâtta
tamamen ve tam olarak serbest kalmak istiyordu. Üstelik bunu karşı karşıya oturup konuşacak, bir karara
bağlayacak muhatabı da yoktu. îş bir çatışmaya, önlenemez bir çatışmaya dökülmüştü.
Etem bey mertlikten söz etmişti. Gerçekten de mert bir adamdı.
Etem bey memleket sevgisinden söz etmişti. Gerçekten de memleketini seven bir adamdı.
Etem bey durumu, tutumu ve anlayışı için bir takım özürler, mantık ve muhakemeler sıralıyordu. Bunlar
Вы прочитали 1 текст из Турецкий литературы.