Suçun Piçi - 1
Totaal aantal woorden is 4360
Totaal aantal unieke woorden is 2170
28.5 van de woorden behoren tot de 2000 meest voorkomende woorden
40.8 van de woorden behoren tot de 5000 meest voorkomende woorden
48.2 van de woorden behoren tot de 8000 meest voorkomende woorden
İçindekiler
1. Aileden Kopuş ve Sokaklara Yöneliş
2. Çocuk Suçlu Yetişiyor
3. Polisin Davranışı
4. Affedilme Olayı
5. Karakol, Mahkeme ve Cezaevi Zincirlemesi
6. Cezaevi Kurallarına Uyma ve Edinilen Alışkanlıklar
7. Küçük Suçluların Koğuşlarını ve Suçlarını Tanıma
8. Gardiyanlık Nedir? Büyük Suçluların Koğuşlarını ve Suçlarını Tanıma
9. Cezaevinde Cinsel İlişki Kurma Yöntemleri ve Sonuçları
10. Cezaevinde Demokrasi Arayışı ve İsyan Çıkartmak
11. Cezaevi ve Sokakların Artık Tamamen Bağımlısı Olanlar
12. Köyüme-Evime Dönerdim Ama... Diyenler
13. Aşırı Mastürbasyonun İnsanı Sapıklaştırması
14. Tecavüz Sonrası Suçlu Taraf. Ve Nedenler
15. Cezaevi Sonrası Uyum Sağlama
16. Eğlence dünyası Kurbanları
17. Şişedeki Canavar: Alkol
Önsöz
Hayatımın on iki yılı sokaklarda geçti. Bir zamanlar İstanbul karakollarının yarısını gezmişimdir. Ama seyahat olsun diye değil, tutuklu olarak. Hatırladığım kadarıyla da cezaevine giriş sayımın yedi olması lazım. Ama beraat ettiğim ve yakalanmadıklarımı da saysaydım yukarıda yazmış olduğum rakam tabii ki çok daha yüksek olurdu. Zaten hep yakalanınca da işin zevki kalmazdı ki.
Bu kitabı okuduğunuzda yaşamın bazı gerçeklerini çok daha iyi görebileceğinize inanıyorum. Anlatmak istediklerim, toplumda hep ‘Acaba’ düşünceleriyle zihinleri kurcalayan ama ‘Yaa, öyleymiş!’ denerek geçiştirilen konuları içermektedir. Ayrıca belirteyim, ben öyle üç-beş diplomalı bir uzman falan da değilim. Ben sadece gözlemlerime dayanarak bu kitabı yazmaya karar verdim. Çünkü görmek, gerçekleri yansıtabilmenin en iyi yoludur. Aynı zamanda 1970’li yılların sonundaki İstanbul’u da daha iyi tanıyacağınıza inanıyorum.
Mehmet Kartal
Aileden Kopuş ve Sokaklara Yöneliş
Anlatacaklarım 1970’li yılların sonlarına doğru yaşayan alt tabakadaki bocalamalardır. Konumuzun zenginlerle zaten alakası olamaz. Çünkü onlar maddi varlıklarının vermiş olduğu rahatlıkla her sorunlarına çare bulmaktadırlar. Anlatılamaz, hatta bazen dillere destan bir aşkla noktalanan evlilikler vardır. İlk cicim günleri harikadır. Geleneksel bir Türk erkeği için eşinin çalışması hep bir aşağılanma duygusu olarak algılanmıştır: “ Hemşerim, bizde kadın çalıştırılmaz. Kadın dediğin çamaşır yıkar, bulaşık yıkar, temizlik yapar. Ve bir de erkek çocuk doğurdu mu?... Kadın dediğin işte böyle olur arkadaş” nakaratları ne romanlara ve ne Yeşilçam filmlerine konu olmuştur. Buraya kadar her şey Yeşilçamvari bir şekilde olumlu gibidir.
Çocuğun dünyaya gelmesi bir aileye tabii ki büyük bir mutluluk verir. Ama bir de ilk çocuğun kız doğmasından dolayı varolan eziklikler de vardır. Bir bakmışsınız, altı çocuk doğmuş ama hepsi de kız. “Ulan karı, bu sefer de erkek doğurmazsan senin var ya...” Kadının yapabileceği tek şey “Aleyküm selam” dercesine boynunu bükmektir.
Bizim konumuz doğacak çocuğun cinsiyeti değil, geleceğinin ne olacağıdır. Altı-yedi yaşındaki bir çocuğa büyüdüğünde ne olacağını sorduğunuzda, kızsa, hemen doktor, hemşire, hostes oldu gitti işte. Erkek çocuğu da doktor, pilot, subay, mimar, mühendis oldu mu bu ailenin sırtı bir daha yere gelir mi hiç?
Gelelim yıllar sonrasına: Adam ev geçindireceğim diye kırk yaşına gelmeden saçı beyazlamış, kamburu çıkmış bir vaziyette. Meyhane muhabbetlerinde bahaneler klişeleşmiştir zaten, ‘Ah ulan, zamanında ne paralı aile kızları peşimdeydi ama ben bu uyuz kadını almışım işte. Yoksa, şimdi en kral lüks otellerde âlem yapıyor olurdum. Lan garson, yarım şişe rakı daha ver bana oğlum.’ Akşam eve giren evin temel direği erkek efendi bir de, ‘lan karı, yatağımı hazırlansana’ diye nara atınca iş tamam sayılır.
‘Ağaç yaşken eğilir’ atasözünü erkek ağzından pek düşürmez ama her nedense çocuğuna veya çocuklarına kötü örnek olduğunu hiç düşünemez. Altı yaşında bir erkek çocuğu ikide bir bakkala içki almaya gönderilirse sonunda tabii içkinin ne olduğunu merak etmeye başlayacaktır. Bir de erkek evlat sahibi olduğu için dokuz ya da on yaşındaki çocuğuna içki içiren babalar vardır. ‘Benim oğlum erkek adam içki de içer, sigara da içer, kumar da oynar.’ Hatta babaya göre kız evlatlar erkek evladın her dediğini yapmak zorundadır. Ama kız evladın aşağılanışı, baba sevgisinden uzak kalması ve daha birçok neden, çocuğun evden soğumasının başlangıcı olmaktadır. Artık sıra kızın içindeki isyanların galip geleceği günü beklemeye kalmıştır. Erkek kardeşe göre sevgiden yoksun büyümüş olan kız çocuğunun okuması da çok görülürse siz bu kızdan hayır bekleyin artık. Canım, hepsi de kötü olacak diye bir kural yoktur tabi. Ama çevrede ne kadar çok kötü yola düşmüş kadın olduğuna bakınca, rakamların % 50’yi geçtiği hemen anlaşılabilir.
Ya telli duvaklı gelin olup da evlenen her genç kız çok mu mutlu oluyordur sanıyorsunuz? Yine güzel geçen cicim ayları ve çoğunlukla aynı sınıftan gelmiş olan kocanın babasından öğrendikleri ve yine Yeşilçam senaryolarının tekrarı.
Az da olsa kız çocuğunun kaderinden bahsettim. Gelelim erkek çocuğa.
Ya bakkaldan babasına almış olduğu sigara ve içki. Ya bazı babaların yapmış olduğu gibi çocuk yaşta alıştırılmak. Ya da arkadaş çevresinin, ‘sen erkek değil misin aslanım’ telkinleri gencecik bir çocuğu alkol ve sigaraya itmeye yeter de artar bile. Ve bir ay sonra bu körpe ciğerli genç elli metreyi koştuğunda nefes nefese kalır. ‘Ulan, sigarayı da, içkiyi de bırakacağım anasına satayım’ demekle bu alışkanlıklar bırakabil-seydi, yıllar sonra Bakırköy A-Matem Servisi’nde yatmaya hiç gerek kalmayacaktı.
Hele ilk gençlik aşkını hesaba katarsak iş iyicene çığırından çıkacaktır. Lise’nin önünde buluşup pastane muhabbetleri, sahilde gezmeler, ‘Seni çok seviyorum, ben sensiz yaşayamam’ dediği halde evlenen kaç çift vardır?
Maddi sıkıntılar çeken ailenin artık büyümüş olan erkek çocuğu çaresiz bir iş edinir ve çalışmaya başlar. Kazanç doğal olarak azdır. Ama sigara, meyhane, kızı pastaneye götürme derken haftalık bitiverir. Eve para veremeyince de, ‘oğlum, burası otel mi lan,’ azarıyla genç kendisini iyice dışlanmış ve zayıf görmeye başlar. Bu işe çare bulmak zorunda olduğunun bilincine varır varmasına ama ... Orta tabakanın üzerindeki ailelerin çocukları gibi özgürce yaşayabilmesi için de gerekli olan tek vize, paradır, para. Ve sonunda bir gün karar vermek için yine meyhaneye oturuverir. Çünkü ona göre birkaç kadeh içtiğinde çok daha rahat düşünebilecektir. Ayakta bile duramadığı bir anda karar verdiğine inanmaktadır. Ve o genç, artık her şeyi göze almıştır.
Ve o artık sokaklara aittir. Ama bir insanın yatacak bir yeri bile yoksa işine devam edemez. Gencin aklında hep seyretmiş olduğu filmler vardır, elbet o da bir gün bir kısmete rastlayacaktır. O artık şahane bir yaşam biçiminin başlangıcına adım attığından emindir. Çünkü artık ona karışan babası ve annesi yoktur. O artık özgürdür. Parasız özgürlük neye yarıyorsa? Bunu bir gün elbet anlayacaktır amaa... Kaybolup giden o güzelim yıllar asla geri dönmezler, evine dönmeyen birçok gencin harcanıp gittiği gibi.
Gelelim sokaktaki yaşamın başlangıcına:
Birkaç defa evin hesabına yiyecek ve sigara, hatta içki de alınabilir. Ama üçüncüde gencin foyası meydana çıkar. Hadi uzasın, uzasın de sekiz ya da on sefer bakkala çaktırmadan karnını doyursun. Ama eninde sonunda bakkal denen kaynak kesilecektir. Sonra gerçek arkadaşlıklar anlaşılmaya başlar. Zaten bir genç için de en zor anlaşılabilen duygu budur. Çünkü o, artık sokaklara aittir ve mahallesindeki arkadaşlık-ları bitmiştir. Ama yolda mahalleden bir arkadaşını gördüğünde söyleyecekleri de hep aynıdır: ‘Benim durumum çok iyi canım, zengin bir kızla takılıyorum. Şeyy... sigara almayı unutmuşum, bir sigara versene. Ve borç para istemek için elli türlü yalan faslı başlayıverir. İşte bu zor günlerde kimin gerçek dost olduğunu anlamak çok kolaylaşır. Ama tabii varsa. Tabii genelde o dost türü pek kalmamaktadır. Düne kadar canciğer olan arkadaş artık gençten kaçmak için çaba gösterir ve kaçar da. Ve artık yaşamın gerçek ve acımasız anları başlamıştır. İşte size aileden kopuş ve sokaklara yönelişin basit örnekleri.
‘Çocuk Suçlu’ Yetişiyor
Sokaklara yeni düşmüş bir çocuk (Çocuk diyorum çünkü sokağa yeni düşmüş bir genç de çocuk sayılır) hep camiden su içerek karnını doyuramaz ya. Yollardan sigara izmariti toplamakla izmarit bitmez. Ama gecenin ayazında bir parkın tahta bankı üzerinde uyumaya çalışırken düşünceler hep aynı olur: ‘Ben evden bunun için mi kaçmıştım? Şimdi evimde olsaydım masada sıcacık yemekler olurdu, salata olurdu hatta tatlı da olurdu. Şimdi bir parça tatlı olsa ne iyi olurdu yaa.’
Birçok insan evinde bayat ekmeği atıverir. Ama sokakta aç kalmış bir insan içim çöplükten alarak yediği kirli bir ekmek parçası bile kurabiyeden tatlıdır.
Karanlık bir park köşesinde güzel günleri anımsayarak ağlamak kimseye bir şey kazandırmamıştır ve kazandıramaz. O gencin yapabileceği bir tek şey vardır: Aile kurallarını olduğu gibi kabullenerek eve dönmek ve her şeye yeniden başlamak. Ama ne
yazık ki sokağa düşmüş yüz çocuktan sadece birkaç tanesi bu cesareti gösterebilmektedir. O cesareti göstermeyenlerse artık o yolun adamı olmaktan kurtulamayanlardır.
Sokaklarda yaşayan bir insan için yaz aylarının en sıcak geceleri bile çok soğuk gelir. İş sadece sokaktan izmarit ve ekmek parçası toplayıp parklarda sabahlamakla kalır mı? Sokaklar birçok acımasızlık ve tuzaklarla doludur. En büyük tuzak yerleri bilhassa parklardır. Parklar sabaha karşı avcılarla dolar. Sarhoşlardan, saat, para, yüzük ve başka değerli ne varsa toplanır. Avcılar genci de ayıklamak isterler ama bakarlar ki aç, sefil ve perişan; yardım ederler.
Tahtakurusu ve bit dolu bir bekâr evinde karnını doyuran genç, kurtarıcılarına sevgiyle gülümser. Hatta filmlerde gördüğü gibi bir kısmetin geldiğini bile hayal etmeye başlar. Evet, kısmet gelmiştir ama, beklediği gibi olmayacaktır. Çünkü ona yardım eden avcılar kimliğini alırlar. Sonra da sokağa yeni düşmüş bu gencin onlara ne gibi faydalar sağlayabileceğini düşünmeye başlarlar. Kimse kimseye bedava iyilik yapmaz sokaklarda. Avcıların en büyük idealleri bedava yaşama yollarıdır. Ve kendilerini ateşe atmak yerine birazcık yemek karşılığında kuklayı bulmuşlardır, önce parklarda söğüşleme işleri, sonra kapkaç yapmanın başlangıcı ve daha birçok hırsızlıklar. Evet, artık toplumun temiz kanadının temsilcisi olduğundan emin olan insanların aşağılayarak tatmin olacakları bir Suç Piçi doğmuştur iste. Suç dünyasında yeni doğan bu piç artık topluma göre hırsızdır, şerefsizdir, pisliktir. Hatta onun gibilerin yaşaması bile bir felaket demektir. Onu aşağılayanların da, onu suç piçi haline getirenlerin de insan olduğunu düşünmek kimsenin işine gelmez. ‘Bu dünya böyledir işte. Düzeni değiştirecek bir ben mi kaldım anasını satayım’ deyince de iş bitiverir.
Polisin Davranışı
Gün gelir ve suç piçi yakalanır. Ellerine takılan kelepçeyle yok o şubeye, yok parmak izine, yok suç mahalline giderek yer tespiti yapılır. Her yere belediye oto-büsüyle götürülen suç piçi ellerindeki kelepçeden dolayı utanmakta ve yüzünü saklamak istemektedir. Sonra belediye otobüsündeki meraklı birkaç yolcu, polis memuruna yaklaşarak çocuğun suçunu sorarlar. Suçun hırsızlık olduğunu duyduklarında hepsi de aynı cümleleri tekrar edip dururlar: ‘Ben bunun yaşındayken ev geçindirirdim vallahi. Hırsızlık mı? Allah göstermesin, hayatta kimsenin bir iğnesini dahi almamışımdır. Vah vaah, daha da çok gençsin be evladım, hırsızlık yapmaya utanmıyor musun? Çalışsana be evladım! Bu çocuk bir daha iflah olmaz efendim! Gelecekte kim bilir daha neleri soyacaktır!’
Evet, belediye otobüsündeki meraklı ve de çok temiz birkaç toplum bireyi de kendilerini tatmin etmişlerdir. Ama kendilerini tatmin etmek uğruna genç bir çocuğun başına topladıkları meraklı kalabalık hiç umurlarında değildir. Aksine memnundurlar, çünkü hırsız bir çocuk sayesinde dikkatleri kendi üzerlerine çekmeyi başarmışlardır. Aslında o tür insanların ortak dertleri hep aynıdır: Çevrelerinde önemsenmediklerini bilmiş oldukları için fırsat bulunca çeneleri düşüverir.
Ama o hırsız çocuk yıllar sonra bile olsa o otobüsteki insanlardan birisiyle mutlaka karşılaşacaktır. Hatta ve hatta bir gün belki bütün kötü yolları bırakarak yeni bir hayata başlayacaktır. Ama yıllar önce bir belediye otobüsünde dikkat çekmek isteyen bir kaç çenesi düşüğün sayesinde teşhir edilmiştir bir kere. Ve belki de yıllar sonra, geçmişini saklayarak çalışmaya başladığı bir işyerinde, o otobüsteki yolculardan birisi karşısına çıkarak işyeri sahibine, ‘Yaa, falanca bey, ben epeyi bir süre önce bu çocuğu belediye otobüsünde görmüştüm, bu adi hırsızın tekidir valla. Sizin işyerinizi de soyacağına dair kalıbımı basarım!’ demeyecek midir? Peki, hata yaptığına anlayarak geçmişine sünger çekmiş olan o gencin yeniden sokaklara dönmesinin bedelini kim ödeyecektir? Tabii ki yine o genç insan. Tek suçu aç kaldığı için hırsızlık yapmak olmasına rağmen bunu kimseye anlatamayacaktır, zaten anlatamaz da.
Polis herkesi özel arabayla gezdiremez. Ama toplu taşınma aracı olan bir belediye otobüsünde de suçluyu rencide etmemelidir. Vatandaşa, ‘Sizi ilgilendirmez kardeşim. Çekilin çocuğun etrafından,’ diyerek tavır koymak yerine gülümseyen polis rolünü oynamak hataların en büyüğüdür.
Evet, bu anlattıklarım benim suç işlemeye başlamış olduğum yetmişli yılların sonlarına aittir. Ama hâlâ değişen bir şeyler olduğunu da söyleyemem doğrusu. Teşhir yıllar önce de vardı, şimdi de vardır.
Yetmişli yılların sonlarındaki polis teşkilatı:
Sirkteki kafesleri anımsatan bir adet nezaret. Bir baş komiser. Belli sayıda polis memuru ve gecelerin vazgeçilmez koruyucusu olan gece bekçileri. O yıllara mahsus telsiz benzer bir haberleşme aleti. Kapıda ise çok vahim durumlar için hazır bekleyen naylon kapılı bir jip, tabi hemen çalışırsa. Hırsız mı yakalandı? Aman, getirin bakalım. Sanki dünyanın hiç bir yerinde görülmemiş bir yaratık karakola getirilmiş de herkes bu eşsiz yaratığı görmek istiyor. Ve yaratık huzurda. Baş komiserin ilk soracağı soru bellidir: ‘Ne çaldın lan? Niye çaldın oğlum? Hırsızlık kadar adi bir suç var mıdır oğlum?’ Ve sonra ‘başka ne işler yaptın lan. Anlat yoksa...’
Yaratıkta korku ve pişmanlığa benzer bakışlar. Birazcık ağlamalar. Gerisi baş komiserin vicdanına kalmıştır. Çünkü mekânın tek hakimi O’dur.
Bir çocuk suçlu için değil ama yetişkin bir suçlu için o dönemimin en korkulan olayı argo da macera adı verilen seyahatti. Azılı bir hırsız yakalandığında hangi semt karakolunda yakalanmışsa zabıt tutulurdu ve sonra da naylon kapılı jip ile cıvardaki bütün semt karakollarına bir kaç günlüğüne emanet edilirdi. Sebebi mi? Bir azılı hırsız yakalanmış ise; civar karakollara bildirilmiş olan suçları da üstlense ne olurdu sanki? Amaç halkın huzuruna bozan bir hırsızı yakalamak değil midir zaten? Ha Ahmet, ha Ali, ha Veli, hırsız hırsızdır. Bugün Ali, Veli’nin suçunu üstlenir, yarın da elbet Veli yakalanır ve Ali’nin suçunu itiraf eder. Bir gün de Ahmet yakalanır ve Ali veya Veli’nin işini üstlenir ve adalet yine yerine bulmuş olur. Tek fark zaman karmaşasıdır. Ali, Veli, ya da Ahmet, nasıl olsa bir gün cezaevinde birbirleriyle tanışmış ve dost olmuşlardır ya da olacaklardır işte.
Macera sona erdiğinde hırsız yine yakalandığı semt karakoluna teslim edilir. Formaliteler tamamlanınca da: ‘Güle güle aslanım. Ama bir daha bizim semte uğrama emi. Yoksa!...’
Ama polisin karar verme yetkisi yoktur. Son sözü yine mahkeme hakimi söyleyecektir. Ve yine belediye otobüsüyle yolculuk başlar. Nereye mi? Tabii ki kaderin savuracağı yere. Ama bir hırsızı kaderin savurduğu son durak hep cezaevi olur.
Affedilme Olayı
Bir suçlu, bilhassa küçük suçlular, karakola düştüğünde hep affedilme şanslarının olduğuna inanırlar. Yalvarmak, ağlamak ya da ‘Komser abiciim, bir daha suç işlersem beni asın valla!’ demek hiç bir şeye çözüm getiremez. Çünkü bir defa polisin affetme yetkisi yoktur. Polisin görevi bir suçluyu yakalamak ve o suçlu hakkında zabıt tutarak mahkemeye sevketmektir. Gerisi mahkeme hakiminin kararına kalmıştır. Suçlunun mahkeme salonundaki duruşu, saygı göstermesi ve konuşmasındaki heyecan temposu, kısacısı her hareket hakim kararını etkileyebilecek diye düşünülebilir. Ancak sen istediğin kadar rol kessen de hakim kendi düşüncülerine göre karar verecektir. Bedavadan ağlamışsın, inlemişsin, yok, bir daha yapmayacağına dair yemin etmişsin. Bunların hepsi nafiledir. Bir hakim; yıllarca suçluları dinleyerek karar vermektedir. Belki ilk zamanlarda acıma duygusuna yenilen hakimler olmuştur ama zamanla o acıma duyguları da kayboluverir. Dolayısıyla, ‘Hakim ağlamamı yutar, beni azat eder,’ düşünceleri tamamen saçmadır. Çalarken ve malı satarken ağlayan hırsız var mıdır bu dünyada?!
Gelelim yine polise. Daha önce de belirtmiş olduğum gibi polisin affetme yetkisi diye bir şey yoktur. Eskiden karakollarda meşhur bir yazının olduğu küçük levhalar asılı dururdu: Her fert kendi vicdanının bekçisidir.
Aslında çok doğru bir cümleydi bu. Gerçekten de her fert ancak kendi vicdanının bekçisi olabilirdi. Polisin işi başka fertlerin vicdanlarıyla uğraşmak değil, toplum birey-lerinin cüzdanını ve de malını rahatsız eden suçlu fertleri yakalamaktır. Yani affetmek değildir. Ama bir çok çocuk suçlu falanca başkomiserin kendisini affettiğini söyler. Aslında zabıt tutulduktan sonra başkomiserin affetmesi hemen hemen mümkün değildir.
Ama araya başkomiserin bir yakınının girdiğini veya çocuk suçlunun ailesinin teminat verircesine konuştuğunu düşünerek başkomiserin zabit tutturmaktan vazgeçmiş olabileceğini kabullenebiliriz. Aslında bu doğaldır da. Çünkü bir başkomiser önüne gelene, ‘Seni bu seferlik affettim ama bir daha gelme’ diyemez. Ancak araya ailesinin girmesiyle bir çocuk suçluyu affettiğini söyleyebilir. Ama aslında affeden kendisi değildir, toplumun en küçük sosyal topluluğu olan aile kurumunun kefaletine karşı gösterilen bir mecburiyettir affettiren. Çünkü zıt giderek çocuk suçluyu cezaevine göndermek onu ileride olmadık şekilde etkileyebilecektir. Bir düğün veya toplantıda aynı aile ile karşılacağını da hesap etmek zorundadır. Çünkü çocuk setin çocuğu, aile semtin ailesi. Bir inat uğruna yapılacak olan bir hatanın ileride neler göstereceği asla bilinemez. Ailesinin peşinde koşturmuş olduğu bir çocuk suçlu kurtarılabiliyor. Peki ama arkasından koşturanı olmayan; veya çocuk suçlunun haber vermeye korktuğu ailesi haberdar edilemeyince ne olacak? Olacağı zaten bellidir, ağlasa da, inlese de palas pandıras cezaevine postalanacaktır. Zaptı tutulmuş bir çocuk suçlu için en zoru ilk kez karşısına çıkacağı mahkeme salonu ve hakimdir, tabii buna savcı ve azarları da ekleyince çocuğun hissedecekleri malum gibidir. İş sadece ellere edilme ve sonra da mahkemeye gelir sıra.
Karakol, Mahkeme ve Cezaevi Zincirlemesi
Bir çocuk suçlu için karakol ve polislerle tanışma aşaması artık geride kalmıştır. Sıra, karakol ve cezaevi arasında bir köprü olan mahkeme salonuna gelmiştir. Çocuk ilk kez girecek olduğu mahkeme salonuna sokulurken kendisini getiren polis memuru kelepçeyi açmak zorundadır... ve açar da.
Sonrası çocuğa çok karışık gelecektir, çünkü hakimin yazıcı kıza hızlı hızlı neler söylediğini anlayamaz. Zaten içi korku dolmuştur. Bir çocuk için suç işlemiş olmak ayrı bir korku, cezaya çarptırılmak apayrı bir korkudur. Çocuk bu korkular içinde hiç bir şey anlayamadan hakimin arkasındaki duvarda yazılı bulunan Adalet Mülkün Temelidir levhasına bakar ama, ne adaleti, ne mülkü, ne de temeli anlayamaz. Ancak mahkeme salonundan serbest ya da tutuklu olarak çıkmasının hakimin iki dudağı arasından çıkacak bir kaç kelimeye bağlı olduğunun bilincindedir. Yeni suç işlemiş bir çocuk hakkında verilen kararlar hemen hemen hep beraat olur.
Beraat etmek demek suçsuz bulunmak demektir. Ama bir çocuk suçlunun hakim tarafından bir defaya mahsus affedilmesi de beraat etmek anlamına gelir. Bu karardaki amaç çocuğun sicillenmemesidir. Durum her ne kadar böyle gözükse de aslında çocuk hakkında bir sicil dosyası açılmıştır. Yasalara göre bu böyle olmak zorundadır. Yoksa çocuk her suç işleyişinden sonra çıkarıldığı mahkeme heyeti tarafından temiz görülecektir. Ama küçük bir sicil dosyası onu her zaman mahkeme salonunda teşhir edebilecektir.
Diyelim ki beraat etti. Özür diledikten sonra ailesiyle barıştı ve evine döndü. Yine sıcak yatak ve yemeğe kavuştu. İşte asıl aldanma burada başlıyor. Çünkü çocuk aç kaldığı günleri ve yatmış olduğu soğuk parkı hemen unutuyor. ‘Bir daha kaçışımda yine parka giderim yaa’ düşüncesi başlıyor. Yani, artık evden kaçmak için bahane hazırdır. İlk korku kalmamış... Karakol, başkomser, polisler ve mahkeme salonu artık onu eskisi kadar ürkütmeyecekmiş gibi görünüyor. Kaçar ya da kaçmaz, bu artık onun bileceği bir iştir.
Diyelim ki suç sabit görüldü. Yani yaşına ve boyuna göre daha büyük bir halt karıştırdığına kanaat getirildi ve tutuklandı. Yine karakola götürülecek ve formalitelerden sonra yanındaki polis memuru ile cezaevinin yoluna düşecek. Yine bir belediye otobüsü ve yine bir teşhir edilme olayı. Sonunda cezaevinin kapısına gelindiğinde polis memuru ve gardiyanlar arasında imza formaliteleri ve teslim edilmek. Ve çocuk artık cezaevinin malı olmuştur. Hiç bir anlam veremediği dev demir kapılar. Gardiyan olduklarını birkaç saat sonra öğrenebileceği mavi elbiseli ve bekçi tipi şapkalı adamlar. Ve kafese ilk giriş gerçekleşmiştir artık. Kafese girmek kolaydır ama ya çıkabilmek?
Anlattıklarım basit ve ucuz senaryolar gibi gelebilir ama ne yazık ki bunlar gerçeklerdir. ‘Nasıl ve neden?’ ya da ‘Başka şekilde olamaz mıydı?’ diyenlere cevabım hazır: Nasıllar, nedenler ve düşüş şekilleri önemli değildir. Öyle ya da böyle düşüyor insan. Herkesin hikâyesi ayrı olabilir. Ama aynı sona vardıktan sonra hikâye değişik olmuş neye yarar ki? Bir suçlunun hikâyesi değişik olunca onu aşağılamak yerine, göklere mi çıkartılar? Kafese girmiş ya, gerisinin ne önemi var? Bütün hikâyeleri sıralamaya kalkışsam Yeşilçam gibi, edebiyat da batabilir. Çünkü bir insan sokaklara düşüren o kadar ucuz nedenler olabiliyor ki. O yüzden his bir yaşam öyküsünü küçüm-semeyi doğru bulmuyorum.
İşte, anlatmış olduğum bu basitmiş gibi gözüken hikâyeler yüzünden Üsküdar Paşakapısı Ceza ve Tevkifevi’nin sübyan koğuşu hep ağzına kadar çocuk suçlularla dolu olmuştur ve boşalacağı da yoktur. Tabii, bu Anadolu yakasında suç işleyenler içinde geçerlidir. Gerçi eskiden Toptaşı Ceza ve Tevkifevi de vardı, ama orası genelde sol görüşlülerin gönderildiği bir mekândı. Ama illa da ‘Yok, ben Anadolu yakasında iş yapacağım’ diyen olursa Sağmalcılar Kapılı Cezaevi de mevcuttur.
Cezaevi Kurallarına Uyma ve Edinilen Alışkanlıklar.
Küçük Suçluların Koğuşlarını ve Suçlarını Tanıma.
Ben cezaevinin her bölümüne defalarca teşrif etmiş birisi olarak, olayları tepeden geçen bir Helikopterböceği gibi aktarmak istiyorum.
Sübyan koğuşları:
Alt sübyan: yani küçük sübyan koğuşu. Aslında on dört-on beş yaşına kadar olan çocuk suçluların kapatılmış olduğu bir koğuştur. Hatta defalarca suç işleyen alt sübyanda on beş yaşını dolduran ve daha sonra on beş yaşın üzerindekilerin koğuşu olan üst sübyana gönderilenler de vardır. (Üst sübyana ve oranın kurallarına daha sonra geleceğiz.)
Alt sübyana yeni düşen bir çocuk suçlunun ilk öğrenmesi gereken şunlardır:
Alt ve üst sübyan koğuşlarına cezaevi idaresi tarafından her hafta değiştiren bir sübyan gardiyanı görevlendirilmiştir ve bütün çocuklar sübyan gardiyanının sözünden çıkmamalıdırlar.
Yine idare tarafından seçilmiş olan alt sübyan idarecisi, yani koğuş mümessili vardır ve onun söyledikleri dikkatle uygulanacaktır. Aksi halde idare gereken cezayı verecektir.
Torpilliler ve ziyaretiçisi çok gelenler dışında, mevcut listesinde ismi yazılı olanlar sırayla sabahları adam başı bir tane düşen ekmek çuvalını getirecek, mutfağa giderek günde üç kez karavana taşıyacaklardır. Sırayla bahçe havuzundan günde üç kez karavana su taşıyacaklardır. Sırayla bahçe havuzundan tenekelerle su taşımak, çöp dökmek ve paspas yapıp durmak da onların görevleri arasındadır.
Çocuk ne yapıp edip bir tahta kaşık ile melamin tabak elde etmelidir. Yoksa, karavanları sadece seyretmek zorunda kalacaktır.
Sabah ve akşam sayımlarında bir sırada yer alınacak ve gardiyanların ‘Allah kurtarsın!’ demesine hep bir ağızdan, ‘Sağol!’ diye cevap verilecektir.
Alt sübyan koğuşunda gündüzleri uyumak ve koğuşta bulunmak yasaktır. Çünkü bütün gününü ufacık bir bahçede yemek artıkları arasında geçirecek olan çocuk bir daha suç işlemeye korkacaktır. Yeniden bir suç işlemeyi düşündüğünde aklına hep çöp dolu bu pis bahçe ve bitli yataklar gelecektir.
Karavana denen sabunlu, böcekli hatta bazen içine fındık faresi bile düşmüş olan yemeği yedikten sonra o yemeğe bile şükredilmelidir. Bir daha gelecek olursa yine aynı yemeği yiyeceğini hiç aklından çıkarmamalıdır.
Gardiyanların sıkıntıdan bütün gün oturup kirlettiği Atölye bölümünü temizlemek de yine alt sübyanların işidir.
Mutfağa ve ayda bir yakılan hamama odun taşımak da yine altsübyanların işidir.
Şimdi altsübyanın koğuş yapısına bir göz atalım:
Ziyareti gelmeyen ya da az gelenler için iki büyük koğuş. Numaraları hep 2 ve 3 olur. 1 numaralı küçük odaya gelince, koğuş mümessilinin ve ziyareti iyi gelenlerin yaşamış olduğu diğerlerine nazaran temiz ve toplu bir odadır.
Yemekhane: Uzun tahta masaların üzerine çivilerle birer yumuşak saç plaka çakılıdır. Saç plakaların yarısını kaybolması yüzünden bazen alt sübyan sıra dayağından geçer. Ama kaybolan saç plakalar hiç bulunmaz. Çünkü artık bir çok kişinin soğan ve domates kesebileceği birer teneke bıçağı olmuştur.
Alt sübyanın özel zevkleri: Ziyareti gelenler çaylı ya da tatlılı bir sohbet başlatırlar. Ve o eskilerin en gözde müzik kutusu olan pikaba da ‘Aldırma gönül aldırma’ plâğını takınca, gel keyfim gel.
Ya ziyareti hiç gelmeyenler. Bir lokma tatlıya ve bir bardak çaya hasret kalanlar ne yapacaklar? Kimleri saatini, ceketini ve ayakkabısını sattıktan sonra bir iki sefere mahsus da olsa eğlenceye katılacaktır. Gırtlağına hakim olamayanların yapabileceği tek şey de üst sübyandaki ziyareti gelenlerden biriyle yakınlaşmak ve samimiyeti iler-letmektir. Daha sonra mı? Zamanı geldiğinde yediği tatlının ve içtiği çayın karşılığı olarak kıçını verecektir. Sonra bu iş kulaktan kulağa gidecek ve üst sübyan bir Gül kazanmış olacaktır.
Evet, böylece altsübyanı tanımış olduk. Cezaların caydırma yöntemleri ve topluma bir melek kazandırılmak istenişine de tanık olduk sayılır.
Şimdi gelelim alt sübyandaki suç türlerine:
7-10 yaş arası, genel;
- Okumuş olduğu okulda müdürün görerek odasından bir şeyler çalmak.
- Kavun karpuz sergisinde gece uyuklayan bir esnafın para önlüğünden para çalmaya kalkışmak.
- Ailesi tarafından çırak olarak veril+diği işyerinden para çalarak kaçmak. Yani samimiyeti süistimal etmek.
- Akraba ziyaretine gidildiğinde gece kendi akrabasının cüzdanını çalarak kaçmak.
- Evindeki radyoyu ailesinden habersizce satmak.
Şimdi burada dikkat edilmesi gerekenler vardır. Müdürün olmadığı bir sırada odasına girmek ve bir eşya çalmak. Serisinde uyuklayan bir karpuzcunun para önlüğün-den para çalmaya kalkışmak. İşyerinden ya da akraba ziyaretinden veya kendi evinden bir şeyler çalmak. Suçlardaki ortak yön hep aynı, yani tanıdık birisinin malını çalmak, o tanıdığın şikayetçi olmayacağı hissini uyandırıyor. ‘Ben parayı alayım da... Nasıl olsa affederler ya.’ Düşüncesi hakim oluyor. Suçların bir başka ortak noktası da kapkaç suçunun başlangıcı olmasıdır. Önce küçük sanılan suistimallerle başlangıç yapılıyor; sonra da alıp kaçma eylemi gerçekleştiriliyor. Daha açıkçası, ilk suçunu işleyecek olan bir çocuk, beyninin vermiş olduğu bir emirle otomatik olarak hep aydı başlangıcı yapıyor.
Ama sonuç ne yazık ki tahmin ettiği gibi olmuyor. Akrabası davacı olabilir veya evine gidemeyen çocuğu polis yakalayarak karakola götürüyor. İlk kez karakol yüzü gören çocuk korkusundan işlemiş olduğu suçu itiraf ediyor ve tutanak tutulmuş oluyor. Ailesine haber verildiğinde ise yapacak pek bir şey kalmamış oluyor. Yani, sonuç: Alt sübyan koğuşu, oluyor.
On beş yaşa kadar olan suç türleri:
Yüzde sekseni kapkaç ağırlıklı. Kapkaç suçunun anlamı şudur: Genelde semt pazarlarında alışveriş yapan yaşlı kadınların cüzdanlarını kaparak kaçmak. Yine pazarlarda ağır hareket eden hamile kadınların cüzdanlarını kaparak kaçmak. İstasyonda tren beklerken bir ara cüzdanını çıkartan bastonlu ihtiyar bir adamın cüzdanını kaparak kaçmak... Ve daha bir çok kapıp kaçma yöntemi işte...
Cezası da çok hafiftir, üç ay, yani doksan gün. İlk sorgu mahkemesine çıkmanın yirmi beş ile otuz iki gün arası olduğunu düşünürsek bir kapkaççının yatacağı on beş günü kalmıştır. Çünkü doksan günlük cezanın yarısı infaza gitmektedir, yani suçlunun yatacağı toplam ceza kırk beş gündür. İlk sorgu mahkemesinden sonra serbest kalma müjdesi geliverir.
Kapkaçın cezası hep aynıdır. Mesela, profesyonel bir kapkaççı bankadan çıkan çantalı bir adamı takip ederek çantasını kapıp kaçsa dahi yatacağı ceza kırk beş gündür. Kapkaç yaparken yüz lira çalınmışsa da cezası aynıdır, bir milyon lira çalınmışsa da, Ama her şey bu kadar basit diyemeyiz. Çünkü, bu miktar cezaları gasp ve darp suçlarında da geçerlidir. Yani, bir vatandaşı tabanca, bıçak veya başka bir aletle gaspeden bir kişi bir milyon lira gaspetmişse otuz altı yıl cezaya çarptırılmaktadır, iki bin lira gaspetmişse de yine ceza otuz altı yıldır. (Ağır suç konularıyla daha sonra ilgileneceğiz.)
On beş yaş suçlularının kapkaç ağırlıklı olduklarını belirtmiştim. Diğer suç türlerine gelelim:
- Başta çalıştığı işyerini soymak gelir; ama küçük yaş grubundaki gibi suistimal ya da kapkaç yöntemi kullanılmamış. İşyeri sahibine farkettirmeden anahtar yaptırarak müsait bir zamanda soyma eylemini geçekleştirmek.
- İşyerinin bahçe ve duvar gibi yerlere bakan penceresini mesai bitiminden hemen önce kimseye farkettirmeden açık bırakarak gece gelip soyma eylemini gerçekleştirmek.
- Misafirliğe gelen komşuya farkettirmeden çantasından anahtarını almak ve kısa bir süre içinde komşunun evini soyma eylemini gerçekleştirmek.
- Araba teybi çalan çok tecrübeli oto işçilerine erketelik (gözcülük) yapmak.
Şimdi bu suçların ortak noktasına bakalım:
Artık küçük yaş grubu gibi suistimalden oluşan suç düşünceleri yok olmuş. Yerine çok zeki olduğunu ve daha büyük işler yapabileceğine inanan bir yaş grubu gelmiş. Ama yine de alt sübyan koğuşu zeki olduğuna inanan bu yaş grubuyla dolmaktan bir türlü kurtulamıyor. Ve bu yaş grubundan gelenler tarafından oluşturuluyor. Yani, ilk kez yedi, sekiz, on yaşında suç işlemiş bir çocuk, yıllar geçmesine rağmen hâlâ alt sübyanda. Hatta üst sübyana uzananları da tanıyacağız. Küçük ve kısa cezalı sübyan budur işte.
Üst sübyan: Yani büyük sübyan. On beş yaşından büyüklerin içinde tutulduğu ve on sekiz yaşını doldurduktan sonra büyük mahkumların yatmış olduğu hükümlü ve tutuklu kısımlarına transfer yapılan büyük çocukların yuvası.
Üstsübyanın koğuş yapısına bir göz atalım:
Yine 1, 2 ve 3 numaralı koğuşlar. Yerleştirilme sistemi yine ziyareti iyi gelenlere öncelik tanınarak düzenlenmiş. İdarenin seçmiş olduğu bir koğuş mümessili yine var.
Temizlik, karavana ve çöp dökme işlerini ziyareti gelmeyenler arasından seçilmiş olan ve meydancı adı verilen iki çocuk yapıyor. Haftada bir kez bu iki meydancı için para toplanıyor ve onlara veriliyor. İki hafta sonra yine ziyareti gelmeyenler arasından iki meydancı seçiliyor ve onlar yollarını buluyorlar.
1. Aileden Kopuş ve Sokaklara Yöneliş
2. Çocuk Suçlu Yetişiyor
3. Polisin Davranışı
4. Affedilme Olayı
5. Karakol, Mahkeme ve Cezaevi Zincirlemesi
6. Cezaevi Kurallarına Uyma ve Edinilen Alışkanlıklar
7. Küçük Suçluların Koğuşlarını ve Suçlarını Tanıma
8. Gardiyanlık Nedir? Büyük Suçluların Koğuşlarını ve Suçlarını Tanıma
9. Cezaevinde Cinsel İlişki Kurma Yöntemleri ve Sonuçları
10. Cezaevinde Demokrasi Arayışı ve İsyan Çıkartmak
11. Cezaevi ve Sokakların Artık Tamamen Bağımlısı Olanlar
12. Köyüme-Evime Dönerdim Ama... Diyenler
13. Aşırı Mastürbasyonun İnsanı Sapıklaştırması
14. Tecavüz Sonrası Suçlu Taraf. Ve Nedenler
15. Cezaevi Sonrası Uyum Sağlama
16. Eğlence dünyası Kurbanları
17. Şişedeki Canavar: Alkol
Önsöz
Hayatımın on iki yılı sokaklarda geçti. Bir zamanlar İstanbul karakollarının yarısını gezmişimdir. Ama seyahat olsun diye değil, tutuklu olarak. Hatırladığım kadarıyla da cezaevine giriş sayımın yedi olması lazım. Ama beraat ettiğim ve yakalanmadıklarımı da saysaydım yukarıda yazmış olduğum rakam tabii ki çok daha yüksek olurdu. Zaten hep yakalanınca da işin zevki kalmazdı ki.
Bu kitabı okuduğunuzda yaşamın bazı gerçeklerini çok daha iyi görebileceğinize inanıyorum. Anlatmak istediklerim, toplumda hep ‘Acaba’ düşünceleriyle zihinleri kurcalayan ama ‘Yaa, öyleymiş!’ denerek geçiştirilen konuları içermektedir. Ayrıca belirteyim, ben öyle üç-beş diplomalı bir uzman falan da değilim. Ben sadece gözlemlerime dayanarak bu kitabı yazmaya karar verdim. Çünkü görmek, gerçekleri yansıtabilmenin en iyi yoludur. Aynı zamanda 1970’li yılların sonundaki İstanbul’u da daha iyi tanıyacağınıza inanıyorum.
Mehmet Kartal
Aileden Kopuş ve Sokaklara Yöneliş
Anlatacaklarım 1970’li yılların sonlarına doğru yaşayan alt tabakadaki bocalamalardır. Konumuzun zenginlerle zaten alakası olamaz. Çünkü onlar maddi varlıklarının vermiş olduğu rahatlıkla her sorunlarına çare bulmaktadırlar. Anlatılamaz, hatta bazen dillere destan bir aşkla noktalanan evlilikler vardır. İlk cicim günleri harikadır. Geleneksel bir Türk erkeği için eşinin çalışması hep bir aşağılanma duygusu olarak algılanmıştır: “ Hemşerim, bizde kadın çalıştırılmaz. Kadın dediğin çamaşır yıkar, bulaşık yıkar, temizlik yapar. Ve bir de erkek çocuk doğurdu mu?... Kadın dediğin işte böyle olur arkadaş” nakaratları ne romanlara ve ne Yeşilçam filmlerine konu olmuştur. Buraya kadar her şey Yeşilçamvari bir şekilde olumlu gibidir.
Çocuğun dünyaya gelmesi bir aileye tabii ki büyük bir mutluluk verir. Ama bir de ilk çocuğun kız doğmasından dolayı varolan eziklikler de vardır. Bir bakmışsınız, altı çocuk doğmuş ama hepsi de kız. “Ulan karı, bu sefer de erkek doğurmazsan senin var ya...” Kadının yapabileceği tek şey “Aleyküm selam” dercesine boynunu bükmektir.
Bizim konumuz doğacak çocuğun cinsiyeti değil, geleceğinin ne olacağıdır. Altı-yedi yaşındaki bir çocuğa büyüdüğünde ne olacağını sorduğunuzda, kızsa, hemen doktor, hemşire, hostes oldu gitti işte. Erkek çocuğu da doktor, pilot, subay, mimar, mühendis oldu mu bu ailenin sırtı bir daha yere gelir mi hiç?
Gelelim yıllar sonrasına: Adam ev geçindireceğim diye kırk yaşına gelmeden saçı beyazlamış, kamburu çıkmış bir vaziyette. Meyhane muhabbetlerinde bahaneler klişeleşmiştir zaten, ‘Ah ulan, zamanında ne paralı aile kızları peşimdeydi ama ben bu uyuz kadını almışım işte. Yoksa, şimdi en kral lüks otellerde âlem yapıyor olurdum. Lan garson, yarım şişe rakı daha ver bana oğlum.’ Akşam eve giren evin temel direği erkek efendi bir de, ‘lan karı, yatağımı hazırlansana’ diye nara atınca iş tamam sayılır.
‘Ağaç yaşken eğilir’ atasözünü erkek ağzından pek düşürmez ama her nedense çocuğuna veya çocuklarına kötü örnek olduğunu hiç düşünemez. Altı yaşında bir erkek çocuğu ikide bir bakkala içki almaya gönderilirse sonunda tabii içkinin ne olduğunu merak etmeye başlayacaktır. Bir de erkek evlat sahibi olduğu için dokuz ya da on yaşındaki çocuğuna içki içiren babalar vardır. ‘Benim oğlum erkek adam içki de içer, sigara da içer, kumar da oynar.’ Hatta babaya göre kız evlatlar erkek evladın her dediğini yapmak zorundadır. Ama kız evladın aşağılanışı, baba sevgisinden uzak kalması ve daha birçok neden, çocuğun evden soğumasının başlangıcı olmaktadır. Artık sıra kızın içindeki isyanların galip geleceği günü beklemeye kalmıştır. Erkek kardeşe göre sevgiden yoksun büyümüş olan kız çocuğunun okuması da çok görülürse siz bu kızdan hayır bekleyin artık. Canım, hepsi de kötü olacak diye bir kural yoktur tabi. Ama çevrede ne kadar çok kötü yola düşmüş kadın olduğuna bakınca, rakamların % 50’yi geçtiği hemen anlaşılabilir.
Ya telli duvaklı gelin olup da evlenen her genç kız çok mu mutlu oluyordur sanıyorsunuz? Yine güzel geçen cicim ayları ve çoğunlukla aynı sınıftan gelmiş olan kocanın babasından öğrendikleri ve yine Yeşilçam senaryolarının tekrarı.
Az da olsa kız çocuğunun kaderinden bahsettim. Gelelim erkek çocuğa.
Ya bakkaldan babasına almış olduğu sigara ve içki. Ya bazı babaların yapmış olduğu gibi çocuk yaşta alıştırılmak. Ya da arkadaş çevresinin, ‘sen erkek değil misin aslanım’ telkinleri gencecik bir çocuğu alkol ve sigaraya itmeye yeter de artar bile. Ve bir ay sonra bu körpe ciğerli genç elli metreyi koştuğunda nefes nefese kalır. ‘Ulan, sigarayı da, içkiyi de bırakacağım anasına satayım’ demekle bu alışkanlıklar bırakabil-seydi, yıllar sonra Bakırköy A-Matem Servisi’nde yatmaya hiç gerek kalmayacaktı.
Hele ilk gençlik aşkını hesaba katarsak iş iyicene çığırından çıkacaktır. Lise’nin önünde buluşup pastane muhabbetleri, sahilde gezmeler, ‘Seni çok seviyorum, ben sensiz yaşayamam’ dediği halde evlenen kaç çift vardır?
Maddi sıkıntılar çeken ailenin artık büyümüş olan erkek çocuğu çaresiz bir iş edinir ve çalışmaya başlar. Kazanç doğal olarak azdır. Ama sigara, meyhane, kızı pastaneye götürme derken haftalık bitiverir. Eve para veremeyince de, ‘oğlum, burası otel mi lan,’ azarıyla genç kendisini iyice dışlanmış ve zayıf görmeye başlar. Bu işe çare bulmak zorunda olduğunun bilincine varır varmasına ama ... Orta tabakanın üzerindeki ailelerin çocukları gibi özgürce yaşayabilmesi için de gerekli olan tek vize, paradır, para. Ve sonunda bir gün karar vermek için yine meyhaneye oturuverir. Çünkü ona göre birkaç kadeh içtiğinde çok daha rahat düşünebilecektir. Ayakta bile duramadığı bir anda karar verdiğine inanmaktadır. Ve o genç, artık her şeyi göze almıştır.
Ve o artık sokaklara aittir. Ama bir insanın yatacak bir yeri bile yoksa işine devam edemez. Gencin aklında hep seyretmiş olduğu filmler vardır, elbet o da bir gün bir kısmete rastlayacaktır. O artık şahane bir yaşam biçiminin başlangıcına adım attığından emindir. Çünkü artık ona karışan babası ve annesi yoktur. O artık özgürdür. Parasız özgürlük neye yarıyorsa? Bunu bir gün elbet anlayacaktır amaa... Kaybolup giden o güzelim yıllar asla geri dönmezler, evine dönmeyen birçok gencin harcanıp gittiği gibi.
Gelelim sokaktaki yaşamın başlangıcına:
Birkaç defa evin hesabına yiyecek ve sigara, hatta içki de alınabilir. Ama üçüncüde gencin foyası meydana çıkar. Hadi uzasın, uzasın de sekiz ya da on sefer bakkala çaktırmadan karnını doyursun. Ama eninde sonunda bakkal denen kaynak kesilecektir. Sonra gerçek arkadaşlıklar anlaşılmaya başlar. Zaten bir genç için de en zor anlaşılabilen duygu budur. Çünkü o, artık sokaklara aittir ve mahallesindeki arkadaşlık-ları bitmiştir. Ama yolda mahalleden bir arkadaşını gördüğünde söyleyecekleri de hep aynıdır: ‘Benim durumum çok iyi canım, zengin bir kızla takılıyorum. Şeyy... sigara almayı unutmuşum, bir sigara versene. Ve borç para istemek için elli türlü yalan faslı başlayıverir. İşte bu zor günlerde kimin gerçek dost olduğunu anlamak çok kolaylaşır. Ama tabii varsa. Tabii genelde o dost türü pek kalmamaktadır. Düne kadar canciğer olan arkadaş artık gençten kaçmak için çaba gösterir ve kaçar da. Ve artık yaşamın gerçek ve acımasız anları başlamıştır. İşte size aileden kopuş ve sokaklara yönelişin basit örnekleri.
‘Çocuk Suçlu’ Yetişiyor
Sokaklara yeni düşmüş bir çocuk (Çocuk diyorum çünkü sokağa yeni düşmüş bir genç de çocuk sayılır) hep camiden su içerek karnını doyuramaz ya. Yollardan sigara izmariti toplamakla izmarit bitmez. Ama gecenin ayazında bir parkın tahta bankı üzerinde uyumaya çalışırken düşünceler hep aynı olur: ‘Ben evden bunun için mi kaçmıştım? Şimdi evimde olsaydım masada sıcacık yemekler olurdu, salata olurdu hatta tatlı da olurdu. Şimdi bir parça tatlı olsa ne iyi olurdu yaa.’
Birçok insan evinde bayat ekmeği atıverir. Ama sokakta aç kalmış bir insan içim çöplükten alarak yediği kirli bir ekmek parçası bile kurabiyeden tatlıdır.
Karanlık bir park köşesinde güzel günleri anımsayarak ağlamak kimseye bir şey kazandırmamıştır ve kazandıramaz. O gencin yapabileceği bir tek şey vardır: Aile kurallarını olduğu gibi kabullenerek eve dönmek ve her şeye yeniden başlamak. Ama ne
yazık ki sokağa düşmüş yüz çocuktan sadece birkaç tanesi bu cesareti gösterebilmektedir. O cesareti göstermeyenlerse artık o yolun adamı olmaktan kurtulamayanlardır.
Sokaklarda yaşayan bir insan için yaz aylarının en sıcak geceleri bile çok soğuk gelir. İş sadece sokaktan izmarit ve ekmek parçası toplayıp parklarda sabahlamakla kalır mı? Sokaklar birçok acımasızlık ve tuzaklarla doludur. En büyük tuzak yerleri bilhassa parklardır. Parklar sabaha karşı avcılarla dolar. Sarhoşlardan, saat, para, yüzük ve başka değerli ne varsa toplanır. Avcılar genci de ayıklamak isterler ama bakarlar ki aç, sefil ve perişan; yardım ederler.
Tahtakurusu ve bit dolu bir bekâr evinde karnını doyuran genç, kurtarıcılarına sevgiyle gülümser. Hatta filmlerde gördüğü gibi bir kısmetin geldiğini bile hayal etmeye başlar. Evet, kısmet gelmiştir ama, beklediği gibi olmayacaktır. Çünkü ona yardım eden avcılar kimliğini alırlar. Sonra da sokağa yeni düşmüş bu gencin onlara ne gibi faydalar sağlayabileceğini düşünmeye başlarlar. Kimse kimseye bedava iyilik yapmaz sokaklarda. Avcıların en büyük idealleri bedava yaşama yollarıdır. Ve kendilerini ateşe atmak yerine birazcık yemek karşılığında kuklayı bulmuşlardır, önce parklarda söğüşleme işleri, sonra kapkaç yapmanın başlangıcı ve daha birçok hırsızlıklar. Evet, artık toplumun temiz kanadının temsilcisi olduğundan emin olan insanların aşağılayarak tatmin olacakları bir Suç Piçi doğmuştur iste. Suç dünyasında yeni doğan bu piç artık topluma göre hırsızdır, şerefsizdir, pisliktir. Hatta onun gibilerin yaşaması bile bir felaket demektir. Onu aşağılayanların da, onu suç piçi haline getirenlerin de insan olduğunu düşünmek kimsenin işine gelmez. ‘Bu dünya böyledir işte. Düzeni değiştirecek bir ben mi kaldım anasını satayım’ deyince de iş bitiverir.
Polisin Davranışı
Gün gelir ve suç piçi yakalanır. Ellerine takılan kelepçeyle yok o şubeye, yok parmak izine, yok suç mahalline giderek yer tespiti yapılır. Her yere belediye oto-büsüyle götürülen suç piçi ellerindeki kelepçeden dolayı utanmakta ve yüzünü saklamak istemektedir. Sonra belediye otobüsündeki meraklı birkaç yolcu, polis memuruna yaklaşarak çocuğun suçunu sorarlar. Suçun hırsızlık olduğunu duyduklarında hepsi de aynı cümleleri tekrar edip dururlar: ‘Ben bunun yaşındayken ev geçindirirdim vallahi. Hırsızlık mı? Allah göstermesin, hayatta kimsenin bir iğnesini dahi almamışımdır. Vah vaah, daha da çok gençsin be evladım, hırsızlık yapmaya utanmıyor musun? Çalışsana be evladım! Bu çocuk bir daha iflah olmaz efendim! Gelecekte kim bilir daha neleri soyacaktır!’
Evet, belediye otobüsündeki meraklı ve de çok temiz birkaç toplum bireyi de kendilerini tatmin etmişlerdir. Ama kendilerini tatmin etmek uğruna genç bir çocuğun başına topladıkları meraklı kalabalık hiç umurlarında değildir. Aksine memnundurlar, çünkü hırsız bir çocuk sayesinde dikkatleri kendi üzerlerine çekmeyi başarmışlardır. Aslında o tür insanların ortak dertleri hep aynıdır: Çevrelerinde önemsenmediklerini bilmiş oldukları için fırsat bulunca çeneleri düşüverir.
Ama o hırsız çocuk yıllar sonra bile olsa o otobüsteki insanlardan birisiyle mutlaka karşılaşacaktır. Hatta ve hatta bir gün belki bütün kötü yolları bırakarak yeni bir hayata başlayacaktır. Ama yıllar önce bir belediye otobüsünde dikkat çekmek isteyen bir kaç çenesi düşüğün sayesinde teşhir edilmiştir bir kere. Ve belki de yıllar sonra, geçmişini saklayarak çalışmaya başladığı bir işyerinde, o otobüsteki yolculardan birisi karşısına çıkarak işyeri sahibine, ‘Yaa, falanca bey, ben epeyi bir süre önce bu çocuğu belediye otobüsünde görmüştüm, bu adi hırsızın tekidir valla. Sizin işyerinizi de soyacağına dair kalıbımı basarım!’ demeyecek midir? Peki, hata yaptığına anlayarak geçmişine sünger çekmiş olan o gencin yeniden sokaklara dönmesinin bedelini kim ödeyecektir? Tabii ki yine o genç insan. Tek suçu aç kaldığı için hırsızlık yapmak olmasına rağmen bunu kimseye anlatamayacaktır, zaten anlatamaz da.
Polis herkesi özel arabayla gezdiremez. Ama toplu taşınma aracı olan bir belediye otobüsünde de suçluyu rencide etmemelidir. Vatandaşa, ‘Sizi ilgilendirmez kardeşim. Çekilin çocuğun etrafından,’ diyerek tavır koymak yerine gülümseyen polis rolünü oynamak hataların en büyüğüdür.
Evet, bu anlattıklarım benim suç işlemeye başlamış olduğum yetmişli yılların sonlarına aittir. Ama hâlâ değişen bir şeyler olduğunu da söyleyemem doğrusu. Teşhir yıllar önce de vardı, şimdi de vardır.
Yetmişli yılların sonlarındaki polis teşkilatı:
Sirkteki kafesleri anımsatan bir adet nezaret. Bir baş komiser. Belli sayıda polis memuru ve gecelerin vazgeçilmez koruyucusu olan gece bekçileri. O yıllara mahsus telsiz benzer bir haberleşme aleti. Kapıda ise çok vahim durumlar için hazır bekleyen naylon kapılı bir jip, tabi hemen çalışırsa. Hırsız mı yakalandı? Aman, getirin bakalım. Sanki dünyanın hiç bir yerinde görülmemiş bir yaratık karakola getirilmiş de herkes bu eşsiz yaratığı görmek istiyor. Ve yaratık huzurda. Baş komiserin ilk soracağı soru bellidir: ‘Ne çaldın lan? Niye çaldın oğlum? Hırsızlık kadar adi bir suç var mıdır oğlum?’ Ve sonra ‘başka ne işler yaptın lan. Anlat yoksa...’
Yaratıkta korku ve pişmanlığa benzer bakışlar. Birazcık ağlamalar. Gerisi baş komiserin vicdanına kalmıştır. Çünkü mekânın tek hakimi O’dur.
Bir çocuk suçlu için değil ama yetişkin bir suçlu için o dönemimin en korkulan olayı argo da macera adı verilen seyahatti. Azılı bir hırsız yakalandığında hangi semt karakolunda yakalanmışsa zabıt tutulurdu ve sonra da naylon kapılı jip ile cıvardaki bütün semt karakollarına bir kaç günlüğüne emanet edilirdi. Sebebi mi? Bir azılı hırsız yakalanmış ise; civar karakollara bildirilmiş olan suçları da üstlense ne olurdu sanki? Amaç halkın huzuruna bozan bir hırsızı yakalamak değil midir zaten? Ha Ahmet, ha Ali, ha Veli, hırsız hırsızdır. Bugün Ali, Veli’nin suçunu üstlenir, yarın da elbet Veli yakalanır ve Ali’nin suçunu itiraf eder. Bir gün de Ahmet yakalanır ve Ali veya Veli’nin işini üstlenir ve adalet yine yerine bulmuş olur. Tek fark zaman karmaşasıdır. Ali, Veli, ya da Ahmet, nasıl olsa bir gün cezaevinde birbirleriyle tanışmış ve dost olmuşlardır ya da olacaklardır işte.
Macera sona erdiğinde hırsız yine yakalandığı semt karakoluna teslim edilir. Formaliteler tamamlanınca da: ‘Güle güle aslanım. Ama bir daha bizim semte uğrama emi. Yoksa!...’
Ama polisin karar verme yetkisi yoktur. Son sözü yine mahkeme hakimi söyleyecektir. Ve yine belediye otobüsüyle yolculuk başlar. Nereye mi? Tabii ki kaderin savuracağı yere. Ama bir hırsızı kaderin savurduğu son durak hep cezaevi olur.
Affedilme Olayı
Bir suçlu, bilhassa küçük suçlular, karakola düştüğünde hep affedilme şanslarının olduğuna inanırlar. Yalvarmak, ağlamak ya da ‘Komser abiciim, bir daha suç işlersem beni asın valla!’ demek hiç bir şeye çözüm getiremez. Çünkü bir defa polisin affetme yetkisi yoktur. Polisin görevi bir suçluyu yakalamak ve o suçlu hakkında zabıt tutarak mahkemeye sevketmektir. Gerisi mahkeme hakiminin kararına kalmıştır. Suçlunun mahkeme salonundaki duruşu, saygı göstermesi ve konuşmasındaki heyecan temposu, kısacısı her hareket hakim kararını etkileyebilecek diye düşünülebilir. Ancak sen istediğin kadar rol kessen de hakim kendi düşüncülerine göre karar verecektir. Bedavadan ağlamışsın, inlemişsin, yok, bir daha yapmayacağına dair yemin etmişsin. Bunların hepsi nafiledir. Bir hakim; yıllarca suçluları dinleyerek karar vermektedir. Belki ilk zamanlarda acıma duygusuna yenilen hakimler olmuştur ama zamanla o acıma duyguları da kayboluverir. Dolayısıyla, ‘Hakim ağlamamı yutar, beni azat eder,’ düşünceleri tamamen saçmadır. Çalarken ve malı satarken ağlayan hırsız var mıdır bu dünyada?!
Gelelim yine polise. Daha önce de belirtmiş olduğum gibi polisin affetme yetkisi diye bir şey yoktur. Eskiden karakollarda meşhur bir yazının olduğu küçük levhalar asılı dururdu: Her fert kendi vicdanının bekçisidir.
Aslında çok doğru bir cümleydi bu. Gerçekten de her fert ancak kendi vicdanının bekçisi olabilirdi. Polisin işi başka fertlerin vicdanlarıyla uğraşmak değil, toplum birey-lerinin cüzdanını ve de malını rahatsız eden suçlu fertleri yakalamaktır. Yani affetmek değildir. Ama bir çok çocuk suçlu falanca başkomiserin kendisini affettiğini söyler. Aslında zabıt tutulduktan sonra başkomiserin affetmesi hemen hemen mümkün değildir.
Ama araya başkomiserin bir yakınının girdiğini veya çocuk suçlunun ailesinin teminat verircesine konuştuğunu düşünerek başkomiserin zabit tutturmaktan vazgeçmiş olabileceğini kabullenebiliriz. Aslında bu doğaldır da. Çünkü bir başkomiser önüne gelene, ‘Seni bu seferlik affettim ama bir daha gelme’ diyemez. Ancak araya ailesinin girmesiyle bir çocuk suçluyu affettiğini söyleyebilir. Ama aslında affeden kendisi değildir, toplumun en küçük sosyal topluluğu olan aile kurumunun kefaletine karşı gösterilen bir mecburiyettir affettiren. Çünkü zıt giderek çocuk suçluyu cezaevine göndermek onu ileride olmadık şekilde etkileyebilecektir. Bir düğün veya toplantıda aynı aile ile karşılacağını da hesap etmek zorundadır. Çünkü çocuk setin çocuğu, aile semtin ailesi. Bir inat uğruna yapılacak olan bir hatanın ileride neler göstereceği asla bilinemez. Ailesinin peşinde koşturmuş olduğu bir çocuk suçlu kurtarılabiliyor. Peki ama arkasından koşturanı olmayan; veya çocuk suçlunun haber vermeye korktuğu ailesi haberdar edilemeyince ne olacak? Olacağı zaten bellidir, ağlasa da, inlese de palas pandıras cezaevine postalanacaktır. Zaptı tutulmuş bir çocuk suçlu için en zoru ilk kez karşısına çıkacağı mahkeme salonu ve hakimdir, tabii buna savcı ve azarları da ekleyince çocuğun hissedecekleri malum gibidir. İş sadece ellere edilme ve sonra da mahkemeye gelir sıra.
Karakol, Mahkeme ve Cezaevi Zincirlemesi
Bir çocuk suçlu için karakol ve polislerle tanışma aşaması artık geride kalmıştır. Sıra, karakol ve cezaevi arasında bir köprü olan mahkeme salonuna gelmiştir. Çocuk ilk kez girecek olduğu mahkeme salonuna sokulurken kendisini getiren polis memuru kelepçeyi açmak zorundadır... ve açar da.
Sonrası çocuğa çok karışık gelecektir, çünkü hakimin yazıcı kıza hızlı hızlı neler söylediğini anlayamaz. Zaten içi korku dolmuştur. Bir çocuk için suç işlemiş olmak ayrı bir korku, cezaya çarptırılmak apayrı bir korkudur. Çocuk bu korkular içinde hiç bir şey anlayamadan hakimin arkasındaki duvarda yazılı bulunan Adalet Mülkün Temelidir levhasına bakar ama, ne adaleti, ne mülkü, ne de temeli anlayamaz. Ancak mahkeme salonundan serbest ya da tutuklu olarak çıkmasının hakimin iki dudağı arasından çıkacak bir kaç kelimeye bağlı olduğunun bilincindedir. Yeni suç işlemiş bir çocuk hakkında verilen kararlar hemen hemen hep beraat olur.
Beraat etmek demek suçsuz bulunmak demektir. Ama bir çocuk suçlunun hakim tarafından bir defaya mahsus affedilmesi de beraat etmek anlamına gelir. Bu karardaki amaç çocuğun sicillenmemesidir. Durum her ne kadar böyle gözükse de aslında çocuk hakkında bir sicil dosyası açılmıştır. Yasalara göre bu böyle olmak zorundadır. Yoksa çocuk her suç işleyişinden sonra çıkarıldığı mahkeme heyeti tarafından temiz görülecektir. Ama küçük bir sicil dosyası onu her zaman mahkeme salonunda teşhir edebilecektir.
Diyelim ki beraat etti. Özür diledikten sonra ailesiyle barıştı ve evine döndü. Yine sıcak yatak ve yemeğe kavuştu. İşte asıl aldanma burada başlıyor. Çünkü çocuk aç kaldığı günleri ve yatmış olduğu soğuk parkı hemen unutuyor. ‘Bir daha kaçışımda yine parka giderim yaa’ düşüncesi başlıyor. Yani, artık evden kaçmak için bahane hazırdır. İlk korku kalmamış... Karakol, başkomser, polisler ve mahkeme salonu artık onu eskisi kadar ürkütmeyecekmiş gibi görünüyor. Kaçar ya da kaçmaz, bu artık onun bileceği bir iştir.
Diyelim ki suç sabit görüldü. Yani yaşına ve boyuna göre daha büyük bir halt karıştırdığına kanaat getirildi ve tutuklandı. Yine karakola götürülecek ve formalitelerden sonra yanındaki polis memuru ile cezaevinin yoluna düşecek. Yine bir belediye otobüsü ve yine bir teşhir edilme olayı. Sonunda cezaevinin kapısına gelindiğinde polis memuru ve gardiyanlar arasında imza formaliteleri ve teslim edilmek. Ve çocuk artık cezaevinin malı olmuştur. Hiç bir anlam veremediği dev demir kapılar. Gardiyan olduklarını birkaç saat sonra öğrenebileceği mavi elbiseli ve bekçi tipi şapkalı adamlar. Ve kafese ilk giriş gerçekleşmiştir artık. Kafese girmek kolaydır ama ya çıkabilmek?
Anlattıklarım basit ve ucuz senaryolar gibi gelebilir ama ne yazık ki bunlar gerçeklerdir. ‘Nasıl ve neden?’ ya da ‘Başka şekilde olamaz mıydı?’ diyenlere cevabım hazır: Nasıllar, nedenler ve düşüş şekilleri önemli değildir. Öyle ya da böyle düşüyor insan. Herkesin hikâyesi ayrı olabilir. Ama aynı sona vardıktan sonra hikâye değişik olmuş neye yarar ki? Bir suçlunun hikâyesi değişik olunca onu aşağılamak yerine, göklere mi çıkartılar? Kafese girmiş ya, gerisinin ne önemi var? Bütün hikâyeleri sıralamaya kalkışsam Yeşilçam gibi, edebiyat da batabilir. Çünkü bir insan sokaklara düşüren o kadar ucuz nedenler olabiliyor ki. O yüzden his bir yaşam öyküsünü küçüm-semeyi doğru bulmuyorum.
İşte, anlatmış olduğum bu basitmiş gibi gözüken hikâyeler yüzünden Üsküdar Paşakapısı Ceza ve Tevkifevi’nin sübyan koğuşu hep ağzına kadar çocuk suçlularla dolu olmuştur ve boşalacağı da yoktur. Tabii, bu Anadolu yakasında suç işleyenler içinde geçerlidir. Gerçi eskiden Toptaşı Ceza ve Tevkifevi de vardı, ama orası genelde sol görüşlülerin gönderildiği bir mekândı. Ama illa da ‘Yok, ben Anadolu yakasında iş yapacağım’ diyen olursa Sağmalcılar Kapılı Cezaevi de mevcuttur.
Cezaevi Kurallarına Uyma ve Edinilen Alışkanlıklar.
Küçük Suçluların Koğuşlarını ve Suçlarını Tanıma.
Ben cezaevinin her bölümüne defalarca teşrif etmiş birisi olarak, olayları tepeden geçen bir Helikopterböceği gibi aktarmak istiyorum.
Sübyan koğuşları:
Alt sübyan: yani küçük sübyan koğuşu. Aslında on dört-on beş yaşına kadar olan çocuk suçluların kapatılmış olduğu bir koğuştur. Hatta defalarca suç işleyen alt sübyanda on beş yaşını dolduran ve daha sonra on beş yaşın üzerindekilerin koğuşu olan üst sübyana gönderilenler de vardır. (Üst sübyana ve oranın kurallarına daha sonra geleceğiz.)
Alt sübyana yeni düşen bir çocuk suçlunun ilk öğrenmesi gereken şunlardır:
Alt ve üst sübyan koğuşlarına cezaevi idaresi tarafından her hafta değiştiren bir sübyan gardiyanı görevlendirilmiştir ve bütün çocuklar sübyan gardiyanının sözünden çıkmamalıdırlar.
Yine idare tarafından seçilmiş olan alt sübyan idarecisi, yani koğuş mümessili vardır ve onun söyledikleri dikkatle uygulanacaktır. Aksi halde idare gereken cezayı verecektir.
Torpilliler ve ziyaretiçisi çok gelenler dışında, mevcut listesinde ismi yazılı olanlar sırayla sabahları adam başı bir tane düşen ekmek çuvalını getirecek, mutfağa giderek günde üç kez karavana taşıyacaklardır. Sırayla bahçe havuzundan günde üç kez karavana su taşıyacaklardır. Sırayla bahçe havuzundan tenekelerle su taşımak, çöp dökmek ve paspas yapıp durmak da onların görevleri arasındadır.
Çocuk ne yapıp edip bir tahta kaşık ile melamin tabak elde etmelidir. Yoksa, karavanları sadece seyretmek zorunda kalacaktır.
Sabah ve akşam sayımlarında bir sırada yer alınacak ve gardiyanların ‘Allah kurtarsın!’ demesine hep bir ağızdan, ‘Sağol!’ diye cevap verilecektir.
Alt sübyan koğuşunda gündüzleri uyumak ve koğuşta bulunmak yasaktır. Çünkü bütün gününü ufacık bir bahçede yemek artıkları arasında geçirecek olan çocuk bir daha suç işlemeye korkacaktır. Yeniden bir suç işlemeyi düşündüğünde aklına hep çöp dolu bu pis bahçe ve bitli yataklar gelecektir.
Karavana denen sabunlu, böcekli hatta bazen içine fındık faresi bile düşmüş olan yemeği yedikten sonra o yemeğe bile şükredilmelidir. Bir daha gelecek olursa yine aynı yemeği yiyeceğini hiç aklından çıkarmamalıdır.
Gardiyanların sıkıntıdan bütün gün oturup kirlettiği Atölye bölümünü temizlemek de yine alt sübyanların işidir.
Mutfağa ve ayda bir yakılan hamama odun taşımak da yine altsübyanların işidir.
Şimdi altsübyanın koğuş yapısına bir göz atalım:
Ziyareti gelmeyen ya da az gelenler için iki büyük koğuş. Numaraları hep 2 ve 3 olur. 1 numaralı küçük odaya gelince, koğuş mümessilinin ve ziyareti iyi gelenlerin yaşamış olduğu diğerlerine nazaran temiz ve toplu bir odadır.
Yemekhane: Uzun tahta masaların üzerine çivilerle birer yumuşak saç plaka çakılıdır. Saç plakaların yarısını kaybolması yüzünden bazen alt sübyan sıra dayağından geçer. Ama kaybolan saç plakalar hiç bulunmaz. Çünkü artık bir çok kişinin soğan ve domates kesebileceği birer teneke bıçağı olmuştur.
Alt sübyanın özel zevkleri: Ziyareti gelenler çaylı ya da tatlılı bir sohbet başlatırlar. Ve o eskilerin en gözde müzik kutusu olan pikaba da ‘Aldırma gönül aldırma’ plâğını takınca, gel keyfim gel.
Ya ziyareti hiç gelmeyenler. Bir lokma tatlıya ve bir bardak çaya hasret kalanlar ne yapacaklar? Kimleri saatini, ceketini ve ayakkabısını sattıktan sonra bir iki sefere mahsus da olsa eğlenceye katılacaktır. Gırtlağına hakim olamayanların yapabileceği tek şey de üst sübyandaki ziyareti gelenlerden biriyle yakınlaşmak ve samimiyeti iler-letmektir. Daha sonra mı? Zamanı geldiğinde yediği tatlının ve içtiği çayın karşılığı olarak kıçını verecektir. Sonra bu iş kulaktan kulağa gidecek ve üst sübyan bir Gül kazanmış olacaktır.
Evet, böylece altsübyanı tanımış olduk. Cezaların caydırma yöntemleri ve topluma bir melek kazandırılmak istenişine de tanık olduk sayılır.
Şimdi gelelim alt sübyandaki suç türlerine:
7-10 yaş arası, genel;
- Okumuş olduğu okulda müdürün görerek odasından bir şeyler çalmak.
- Kavun karpuz sergisinde gece uyuklayan bir esnafın para önlüğünden para çalmaya kalkışmak.
- Ailesi tarafından çırak olarak veril+diği işyerinden para çalarak kaçmak. Yani samimiyeti süistimal etmek.
- Akraba ziyaretine gidildiğinde gece kendi akrabasının cüzdanını çalarak kaçmak.
- Evindeki radyoyu ailesinden habersizce satmak.
Şimdi burada dikkat edilmesi gerekenler vardır. Müdürün olmadığı bir sırada odasına girmek ve bir eşya çalmak. Serisinde uyuklayan bir karpuzcunun para önlüğün-den para çalmaya kalkışmak. İşyerinden ya da akraba ziyaretinden veya kendi evinden bir şeyler çalmak. Suçlardaki ortak yön hep aynı, yani tanıdık birisinin malını çalmak, o tanıdığın şikayetçi olmayacağı hissini uyandırıyor. ‘Ben parayı alayım da... Nasıl olsa affederler ya.’ Düşüncesi hakim oluyor. Suçların bir başka ortak noktası da kapkaç suçunun başlangıcı olmasıdır. Önce küçük sanılan suistimallerle başlangıç yapılıyor; sonra da alıp kaçma eylemi gerçekleştiriliyor. Daha açıkçası, ilk suçunu işleyecek olan bir çocuk, beyninin vermiş olduğu bir emirle otomatik olarak hep aydı başlangıcı yapıyor.
Ama sonuç ne yazık ki tahmin ettiği gibi olmuyor. Akrabası davacı olabilir veya evine gidemeyen çocuğu polis yakalayarak karakola götürüyor. İlk kez karakol yüzü gören çocuk korkusundan işlemiş olduğu suçu itiraf ediyor ve tutanak tutulmuş oluyor. Ailesine haber verildiğinde ise yapacak pek bir şey kalmamış oluyor. Yani, sonuç: Alt sübyan koğuşu, oluyor.
On beş yaşa kadar olan suç türleri:
Yüzde sekseni kapkaç ağırlıklı. Kapkaç suçunun anlamı şudur: Genelde semt pazarlarında alışveriş yapan yaşlı kadınların cüzdanlarını kaparak kaçmak. Yine pazarlarda ağır hareket eden hamile kadınların cüzdanlarını kaparak kaçmak. İstasyonda tren beklerken bir ara cüzdanını çıkartan bastonlu ihtiyar bir adamın cüzdanını kaparak kaçmak... Ve daha bir çok kapıp kaçma yöntemi işte...
Cezası da çok hafiftir, üç ay, yani doksan gün. İlk sorgu mahkemesine çıkmanın yirmi beş ile otuz iki gün arası olduğunu düşünürsek bir kapkaççının yatacağı on beş günü kalmıştır. Çünkü doksan günlük cezanın yarısı infaza gitmektedir, yani suçlunun yatacağı toplam ceza kırk beş gündür. İlk sorgu mahkemesinden sonra serbest kalma müjdesi geliverir.
Kapkaçın cezası hep aynıdır. Mesela, profesyonel bir kapkaççı bankadan çıkan çantalı bir adamı takip ederek çantasını kapıp kaçsa dahi yatacağı ceza kırk beş gündür. Kapkaç yaparken yüz lira çalınmışsa da cezası aynıdır, bir milyon lira çalınmışsa da, Ama her şey bu kadar basit diyemeyiz. Çünkü, bu miktar cezaları gasp ve darp suçlarında da geçerlidir. Yani, bir vatandaşı tabanca, bıçak veya başka bir aletle gaspeden bir kişi bir milyon lira gaspetmişse otuz altı yıl cezaya çarptırılmaktadır, iki bin lira gaspetmişse de yine ceza otuz altı yıldır. (Ağır suç konularıyla daha sonra ilgileneceğiz.)
On beş yaş suçlularının kapkaç ağırlıklı olduklarını belirtmiştim. Diğer suç türlerine gelelim:
- Başta çalıştığı işyerini soymak gelir; ama küçük yaş grubundaki gibi suistimal ya da kapkaç yöntemi kullanılmamış. İşyeri sahibine farkettirmeden anahtar yaptırarak müsait bir zamanda soyma eylemini geçekleştirmek.
- İşyerinin bahçe ve duvar gibi yerlere bakan penceresini mesai bitiminden hemen önce kimseye farkettirmeden açık bırakarak gece gelip soyma eylemini gerçekleştirmek.
- Misafirliğe gelen komşuya farkettirmeden çantasından anahtarını almak ve kısa bir süre içinde komşunun evini soyma eylemini gerçekleştirmek.
- Araba teybi çalan çok tecrübeli oto işçilerine erketelik (gözcülük) yapmak.
Şimdi bu suçların ortak noktasına bakalım:
Artık küçük yaş grubu gibi suistimalden oluşan suç düşünceleri yok olmuş. Yerine çok zeki olduğunu ve daha büyük işler yapabileceğine inanan bir yaş grubu gelmiş. Ama yine de alt sübyan koğuşu zeki olduğuna inanan bu yaş grubuyla dolmaktan bir türlü kurtulamıyor. Ve bu yaş grubundan gelenler tarafından oluşturuluyor. Yani, ilk kez yedi, sekiz, on yaşında suç işlemiş bir çocuk, yıllar geçmesine rağmen hâlâ alt sübyanda. Hatta üst sübyana uzananları da tanıyacağız. Küçük ve kısa cezalı sübyan budur işte.
Üst sübyan: Yani büyük sübyan. On beş yaşından büyüklerin içinde tutulduğu ve on sekiz yaşını doldurduktan sonra büyük mahkumların yatmış olduğu hükümlü ve tutuklu kısımlarına transfer yapılan büyük çocukların yuvası.
Üstsübyanın koğuş yapısına bir göz atalım:
Yine 1, 2 ve 3 numaralı koğuşlar. Yerleştirilme sistemi yine ziyareti iyi gelenlere öncelik tanınarak düzenlenmiş. İdarenin seçmiş olduğu bir koğuş mümessili yine var.
Temizlik, karavana ve çöp dökme işlerini ziyareti gelmeyenler arasından seçilmiş olan ve meydancı adı verilen iki çocuk yapıyor. Haftada bir kez bu iki meydancı için para toplanıyor ve onlara veriliyor. İki hafta sonra yine ziyareti gelmeyenler arasından iki meydancı seçiliyor ve onlar yollarını buluyorlar.
Je hebt 1 tekst gelezen van Turks literatuur.
Volgende - Suçun Piçi - 2
- Onderdelen
- Suçun Piçi - 1Elke regel vertegenwoordigt het percentage woorden per 1000 meest voorkomende woorden.Totaal aantal woorden is 4360Totaal aantal unieke woorden is 217028.5 van de woorden behoren tot de 2000 meest voorkomende woorden40.8 van de woorden behoren tot de 5000 meest voorkomende woorden48.2 van de woorden behoren tot de 8000 meest voorkomende woorden
- Suçun Piçi - 2Elke regel vertegenwoordigt het percentage woorden per 1000 meest voorkomende woorden.Totaal aantal woorden is 4292Totaal aantal unieke woorden is 218827.3 van de woorden behoren tot de 2000 meest voorkomende woorden39.5 van de woorden behoren tot de 5000 meest voorkomende woorden45.8 van de woorden behoren tot de 8000 meest voorkomende woorden
- Suçun Piçi - 3Elke regel vertegenwoordigt het percentage woorden per 1000 meest voorkomende woorden.Totaal aantal woorden is 4288Totaal aantal unieke woorden is 205328.8 van de woorden behoren tot de 2000 meest voorkomende woorden41.8 van de woorden behoren tot de 5000 meest voorkomende woorden49.3 van de woorden behoren tot de 8000 meest voorkomende woorden
- Suçun Piçi - 4Elke regel vertegenwoordigt het percentage woorden per 1000 meest voorkomende woorden.Totaal aantal woorden is 4273Totaal aantal unieke woorden is 214328.8 van de woorden behoren tot de 2000 meest voorkomende woorden42.6 van de woorden behoren tot de 5000 meest voorkomende woorden49.2 van de woorden behoren tot de 8000 meest voorkomende woorden
- Suçun Piçi - 5Elke regel vertegenwoordigt het percentage woorden per 1000 meest voorkomende woorden.Totaal aantal woorden is 4396Totaal aantal unieke woorden is 221628.8 van de woorden behoren tot de 2000 meest voorkomende woorden43.5 van de woorden behoren tot de 5000 meest voorkomende woorden50.1 van de woorden behoren tot de 8000 meest voorkomende woorden
- Suçun Piçi - 6Elke regel vertegenwoordigt het percentage woorden per 1000 meest voorkomende woorden.Totaal aantal woorden is 1936Totaal aantal unieke woorden is 109736.7 van de woorden behoren tot de 2000 meest voorkomende woorden50.9 van de woorden behoren tot de 5000 meest voorkomende woorden57.6 van de woorden behoren tot de 8000 meest voorkomende woorden