Pierre ve Jean - 5

Totaal aantal woorden is 4019
Totaal aantal unieke woorden is 2160
32.3 van de woorden behoren tot de 2000 meest voorkomende woorden
47.5 van de woorden behoren tot de 5000 meest voorkomende woorden
56.1 van de woorden behoren tot de 8000 meest voorkomende woorden
Elke regel vertegenwoordigt het percentage woorden per 1000 meest voorkomende woorden.
Gecenin karanlığı içinde, yapayalnız, serserice dolaşırken, belleğine, mantığına başvurarak inceden inceye araştırmalar yaparak asıl gerçeği ortaya çıkaracak, sonra da bu iş kapanacak, bir daha aklına bile gelmeyecekti. Gidip yatacaktı.
Düşünmeye koyuldu: "İlkin olayları gözden geçirelim bakalım; sonra onun hakkında bütün bildiklerimi, kardeşime ve bana takındığı tavrı gözümün önüne getireceğim, bu yeğlemeye meydan veren bütün nedenleri araştıracağım... Jean eline doğdu, diyeceksiniz - evet ama beni daha önceden tanıyordu. Eğer annemi sessizce, içinden sevdiyse beni yeğlemesi gerekirdi; çünkü benim yüzümden, kızıl hastalığım yüzünden annemle babamla yakın dost olmuştu. Öyleyse mantığa vuracak olursak, beni yeğlemesi, beni daha çok sevmesi gerek; ama kardeşim elinde büyüdü diye ona karşı içten gelme bir çekim, bir fazla sevgi duyuyorsa o başka..."
O zaman kendini zorlayarak bütün düşüncesini, kafa gücünü toparlayıp Paris'te bulunduğu zamanlar yüreğinde hiçbir iz bırakmadan gelip geçen bu adamı, anıları arasında yeniden canlandırmaya, görmeye, tanımaya, anlamaya çalıştı.
Ama yürümenin, adımları hafif hafif atmanın düşüncelerini dağıttığını, saptamaya engel olduğunu, anlayışını zayıflattığını, belleğini bulandırdığını fark etti.
Geçmişi ve unutulmuş olayları hiçbir şey kaçırmadan keskin bir bakışla gözden geçirmek için geniş ve loş bir yerde kımıldamadan kalması gerekiyordu. Geçen akşamki gibi gidip rıhtımda oturmaya karar verdi.
Limana yaklaşırken denizin açıklarından gelen acı ve korkunç bir çığlık işitti; bu, boğa böğürtüsüne benzeyen ama daha uzun, daha güçlü bir sesti. Bir düdük sesiydi, siste yolunu kaybeden gemilerin sesiydi.
Sıkıntı anlatan bu çığlık, ruhu ve sinirleri üzerinde öyle bir yankı yaptı ki, bütün vücudu ürperdi, yüreği tıkandı; bu sanki kendi çığlığıydı. Sanki biraz ötede ona benzer bir başka ses daha inlemişti, sonra yanı başında limanın düdüğü onlara yanıt vererek iç parçalayan bir haykırış kopardı.
Pierre artık hiçbir şey düşünmüyordu, bu hüzünlü karanlığa dalmaktan hoşnuttu, geniş adımlarla mendireği boyladı.
Rıhtımın tam ucuna oturduğu zaman, ne limanı aydınlatmaya yarayan sisle örtülü elektrik fenerlerini, ne de zorla fark edilebilen mendireğin güneyindeki fenerin kırmızı ışığını görmek istedi, gözlerini kapadı. Sonra hafifçe dönerek dirseklerini taşlara dayadı, elleriyle yüzünü örttü.
Dudakları sözcüğü söylemediği halde, düşüncesi sanki düşlemini çağırıyormuş gibi, ''Maréchal... Maréchal...'' diye sesleniyordu. Birdenbire kapalı gözlerinin karanlığı içinde onu kalıbıyla olduğu gibi görüverdi. Beyaz, sivri sakallı, sık beyaz kaşlı, altmışlık bir adamdı. Ne iri ne de ufak tefekti. Nazik bir görünüşü, kurşuni ve tatlı gözleri, alçakgönüllü bir tavrı vardı; mert, sade ve sevecen görünüyordu. Pierre'le Jean'a ''sevgili yavrularım!'' derdi; onları asla ayırt etmez, yemeğe ikisini birlikte çağırırdı.
Pierre dünyadan göçüp giden bu adamın, sözlerini, davranışlarını, sesini, bakışlarını, silinen bir izin peşinden koşan bir köpek inatçılığıyla, araştırmaya koyuldu. Yavaş yavaş onu bütün canlılığıyla kardeşiyle birlikte sofrasına kabul ettiği ''Tronchet'' sokağındaki apartmanında buluyordu. Uzun zamandan bu yana ''Mösyö Pierre'', ''Mösyö Jean'' demeye alışmış iki yaşlı hizmetçi kadın onlara hizmet ederdi. Maréchal, gençler içeri girince birine sağ, ötekine sol elini gelişigüzel uzatırdı.
- İyi günler çocuklar, evden haber alıyor musunuz? Bana gelince, hiç mektup almıyorum, derdi.
Teklifsizce tatlı tatlı, önemsiz şeyler üzerinde konuşulurdu. Bu adamda kafaca hiçbir olağanüstülük yoktu; ama üzerinden tatlılık, sevimlilik ve incelik akıyordu. Onlar için o iyi bir dosttu, güvenilen ve üzerine toz kondurulmayan dostlardandı.
Şimdi Pierre'in kafasında anılar gittikçe artıyordu. Maréchal birkaç kez onu endişeli görerek öğrenim yaşamının yoksulluğunu sezmiş, hemen birkaç yüz frank kadar ödünç para vermişti; bu alışverişi iki yan da unutmuş, paralar ödenmemişti. Şu halde bu adam, onu her zaman seviyordu, gereksinmelerini düşündüğüne göre onunla ilgiliydi. Öyleyse... öyleyse niçin bütün malını Jean'a bıraksın? Hayır, asla hiçbir zaman açıktan açığa ne küçüğüne büyükten fazla sevgi beslemiş, ne biriyle diğerinden fazla ilgilenmiş ve de ne birine ötekinden daha fazla sevecen davranmıştı. Öyleyse... öyleyse her şeyi Jean'a bağışlamak ve Pierre'e hiçbir şey bırakmamak için ortada ancak önemli ve gizli bir neden olmalı.
Doktor, son yıllarda olup bitenleri aklından geçirdikçe, bu ayrılık gayrılığa büsbütün akıl erdiremez oluyordu.
Ve göğsünü, sanki yüreğini dışarı uğratacakmış gibi, şiddetli bir ağrı kaplıyor, anlatılmaz bir sıkıntı sarıyordu. Yüreğinin sanki zemberekleri kırılmış, kan alabildiğine saldırıyor, gürültülü bir çarpıntıyla onu sarsıyordu.
Karabasan içindeymiş gibi yavaş sesle: ''Öğrenmeliyim, öğrenmeliyim Tanrım!'' diye mırıldandı.
Şimdi daha uzakları, ailesinin Paris'te bulunduğu yılları araştırıyor ama bir türlü yüzleri gözünün önüne getiremiyordu, bu durum anılarını bulandırıyor, özellikle de Maréchal'ın saçının sarı mı, kestane rengi mi, yoksa siyah mı olduğunu anımsamaya çabalıyordu. Ama adamcağızın yaşlılık yüzü bütün ötekilerini sildiği için gençliğini bir türlü anımsayamıyordu. Yalnızca o zaman ellerinin daha narin, daha yumuşak olduğunu, sık sık annesine çiçek getirdiğini anımsadı. Babasının: ''Yine mi çiçek!... Bu güller sizi batıracak, deli misiniz dostum?'' deyişi aklına geldi. Maréchal da: ''Bırakın canım, bu benim hoşuma gidiyor'' diye yanıt verirdi.
Annesinin gülümseyerek: ''Teşekkür ederim dostum!'' tümcesi kafasında o kadar yazılı bir biçimde belirdi ki, o sesi yeniden duyar gibi oldu. Oğlunun belleğinde böyle yer etmesi için kimbilir annesi bu üç sözcüğü kaç kez yinelemiş olacak...
Demek o Maréchal, o zengin efendi, o müşteri, bu küçük dükkâncıya, orta halli kuyumcunun karısına çiçek getiriyordu. Onu sevmiş miydi? Kadını sevmese hiç böyle esnaf takımının dostu olur muydu? Okumuş, anlayışlı, ince düşünceli bir adamdı. Kaç kez Pierre'e şiirden şairlerden söz etmişti. Yazarlara bir sanatçı gözüyle değil, yalnızca duygulu bir kentsoylu gözüyle bakardı.
O zaman doktor, bu duyarlığını çocukça bulmuş, çoğu kez gülümsemişti. Bugün, bu duyarlı adamın ''şiir'' sözcüğünü aptallık olarak görecek kadar maddi, bayağı, kaba olan babasıyla asla dost olamayacağını anlamıştı.
Öyleyse bu genç, işsiz güçsüz, zengin, gönlü boş Maréchal, bir gün belki raslantı sonucu, güzel satıcıyı görerek dükkâna girmişti. Öte beri almış, yine gelmiş, günden güne ahbaplığı artırmış, sık sık alışveriş ederek adeta orada oturup kalkmaya, genç kadına gülümsemeye, evin erkeğiyle tokalaşmaya hak kazanmıştı.
Ya sonra? Aman Tanrım... ya sonra?.. Öteki çocuk dünyaya gelinceye kadar, ilk çocuğu, kuyumcunun çocuğunu sevmiş okşamış, sonra da ölünceye kadar hiçbir şey sezdirmemiş. Neden sonra mezarı örtülmüş, kendisi çürümüş, adı yaşayanlar arasından silinmiş, bütün varlığı sonsuza dek yok olmuş, artık sakıngan olmaya, korkmaya, saklamaya gerek kalmamış, işte o zaman varını yoğunu bu ikinci çocuğa bağışlamış! Niçin? Bu adam budala değildi, bu davranışıyla çocuğun kendisinden olma olasılığından kurtulamayacağını önceden anlayıp kestirmesi gerekmez miydi. Bu davranışıyla bir kadının namusunu lekelemiyor muydu? Jean oğlu olmasa bunu yapar mıydı hiç?
Birdenbire çok açık ve korkunç bir anı Pierre'i altüst etti. Maréchal, Jean gibi sarışındı. Önceleri, Paris'teki konuk odalarının şöminesi üzerinde duran ama şimdi ortadan kaybolan küçük portreyi anımsadı. Şimdi o nerede? Acaba kayıp mı oldu, yoksa saklı mı?
Ah, onu bir saniyecik eline geçirebilse...
Belki de annesi onu aşkın kutsal anılarının sallandığı çekmeceye gizlemişti.
Bu düşünce içini o kadar parçaladı ki, ancak çok şiddetli acıların doğurabileceği gırtlaktan gelen kesik bir ''of'' savurdu. Mendireğin düdüğü sanki çığlığı işitmiş, anlamış da yanıt veriyormuş gibi yanı başında uludu. Ejderha gibi uğuldayan, yıldırımdan fazla gürleyen, rüzgârları, dalgaları sindiren bu korkunç, kudurmuş, yaban ses sislere gömülü denizin karanlıkları içinde kayboldu.
O zaman sisler arasında, kimi yakından kimi uzaktan gelen buna benzer çığlıklar gecenin karanlığı içinden yeniden yükseldi. Çevresini göremeyen kocaman vapurların bu çığlıkları insana dehşet veriyordu. Sonra yine her şey sustu.
Karabasandan uyanan Pierre gözlerini açınca, orada bulunduğuna şaştı, çevresine bakındı.
''Deli miyim, annemden kuşku duyuyorum" dedi. Yüreği sevgi, sevecenlik, pişmanlık ve üzüntüyle doldu. Annesinden ha! Annesini onun kadar tanıyan olmasın, ondan nasıl kuşkulanabilirdi? Bu saf, temiz, doğru kadının ruhu, yalın yaşamı, sudan daha duru değil miydi? Onu yakından görüp tanıyan bir insanın tertemiz olduğu yargısına varmamasına olanak var mıdır? Oysa ondan kuşkulanan oğluydu. Ah, şu anda onu bir kucaklayabilse, nasıl sevip okşayacak, nasıl dizlerine kapanıp af dileyecekti...
Hiç o annesi, babasını aldatabilir miydi? Hoş, babası mert, namuslu, işinde doğru bir adamdı ama aklı hiçbir zaman dükkânının düzeyini aşamamıştı. Vaktiyle çok güzel olduğunu bildiği -şimdi de belli ya- bu ince ruhlu sevimli, sevecen kadın kendisine hiç uymayan bir adamla nasıl nişanlanmış, sonra da onu nasıl koca olarak kabul etmişti?
Nasıl kabul edecek? O da tıpkı ana babasının seçtiği mallı mülklü delikanlılarla evlenen kızcağızlar gibi evlenivermişti. Hemen Montmartre Sokağı'ndaki mağazalarına yerleşmişlerdi; genç kadın yeni kurduğu yuvanın itici gücüyle ve genellikle tüccar ailelerinde olduğu gibi aşkın, hatta sevginin yerini tutan ortak çıkar duygusuna, bu kutsal ve ince duyguya kendini kaptırarak kasaya egemen olmuş, mağazalarından umulan serveti yapmak için ince zekâsını kullanarak canla başla çalışmıştı. Ve bütün bir ömür, böylece tekdüze, dingin, namuslu ve sevgisiz geçmişti.
Sevgisiz ha! Bir kadın yaşamında hiç sevmesin, olacak şey mi bu? Paris'te yaşasın, genç, güzel olsun, kitap okusun, sahnede tutkuları uğruna can veren oyuncuları alkışlasın da, gençlikten yaşlılığa kadar geçen koca bir ömrü bir kezcik olsun sevdaya tutulmadan geçirsin. Bu kadın, annesi değil de bir başkası olsaydı buna inanmayacaktı. Peki annesine niçin inansın?
Elbette herkes gibi o da sevebilirdi! Annesi niye herkesten başka olacakmış?
Genç varlıkların yüreğini altüst eden şairane üzüntülerle dolu bir gençlik geçirmişti. Hep ticaretten söz eden kaba bir kocanın dizi dibinde, mağazanın dört duvarı arasında, o hep dolunayların, yolculukların, akşam karanlıklarındaki öpücüklerin düşlemini kurmuştu ve bir gün tıpkı kitaplardaki gibi bir adam çıkagelmiş; onunla, onlar gibi konuşmuştu.
Sevmişti. Niçin sevmesin? Bu kadın, annesiydi diyeceksiniz! Peki ama annesi diye, gün gibi açık olan gerçeği saklamak için insan ya kör olmalı ya da budala...
Annesi ona teslim olmuş muydu? Elbette. Madem bu adamın başka sevgilisi olmamıştı, madem uzaklarda kalan, yaşlanan kadına bağlı kalmıştı, madem bütün malını çocuğuna, çocuklarına bırakmıştı...
Pierre öyle bir öfkeyle titreyerek ayağa kalktı ki, içinden birisini öldürmek geliyordu... Uzanan kolu, gerilen eli, vurmak, öldürmek, ezmek, boğmak istiyordu, ama kimi? Herkesi, babasını, kardeşini, ölüyü, annesini!
Eve dönmek için fırladı, ne yapacaktı?
İşaret direğinin yanındaki kulenin önünden geçerken canavar düdüğünün acı çığlığı kulağını patlatacaktı; o kadar şaşırdı ki az kalsın düşecekti, taş korkuluğa kadar geriledi; bu sarsıntıyla eli ayağı kesilmişti, oracığa çöküverdi.
İşaret düdüğüne ilk önce yanıt veren vapur pek uzakta olmasa gerekti, sular artık yükseldiği için limana girebiliyordu. Pierre başını çevirdi, sisle örtülü kırmızı ışığını fark etti, sonra limanın karışık elektrik ışıkları altında iki mendirek arasında kocaman kara bir gölge belirdi. Nöbetçi yaşlı emekli kaptanın kısık sesi işitildi:
- Geminin adı?
Güvertede ayakta duran kılavuzun çatlak sesi sis içinden:
- Santa-Lucia, diye yanıtladı.
- Ülkesi?
- İtalya?
- Limanı?
- Napoli.
Pierre, bulanık gözleriyle Vezüv'ün ateşten sorgucunu görür gibi oldu. Dağın eteğinde ''Sorrente'' ve ''Castellamare'' portakal bahçelerinde ateş böcekleri uçuşuyordu. Sanki bu görünümleri tanıyormuş gibi, hiç de yabancı gelmeyen bu adları kaç kez düşleminden geçirmişti... Ah ne olur şimdi hemen gidebilseydi! Nereye olursa olsun... bir daha dönmemek, hiçbir şey yazmamak, ne olduğunu hiçbir zaman belli etmemek üzere gidebilseydi... Ama ne gezer, baba evine dönmesi, gidip yatağına yatması gerekiyordu...
Hayır, eve dönmeyecek; sabahı burada edecekti. Canavar düdükleri hoşuna gidiyordu. Yeniden kalktı, güvertede nöbet bekleyen bir subay gibi yürümeye başladı. Birinci gemiden sonra kocaman, gizemli başka bir gemi daha yanaştı. Bu Hindistan'dan dönen bir İngiliz gemisiydi.
Daha birçok geminin bu göz gözü görmeyen karanlıktan çıkarak yanaştığını gördü. Sisin rutubeti çekilmez duruma gelmişti. Pierre kentin yolunu tuttu; o kadar üşümüştü ki, biraz ''grog'' içmek için bir gemici kahvesine daldı. Biberli, sıcak içki, ağzını burnunu yakınca, içinde umudun belirdiğini sezdi.
Belki de yanılmıştı, böyle saçmalıklar onda hiç eksik olmazdı. Kesinlikle yanılmıştı. Tıpkı suçlu gösterilmek istenen bir suçsuzu kolayca mahkûm edebilmek için hazırlanan bir suç dosyası gibi o da bütün kanıtları toplamıştı. Uykusunu alırsa bambaşka düşünecekti. Eve yatmaya gitti. Kendini zorlaya zorlaya sonunda güç bela uyuklamaya başladı.
V
Doktor, rahatsız bir uyku içinde ancak bir iki saat kadar kendinden geçebildi. Havasız ve sıcak kalan odasının karanlığı içinde uyandığı zaman, daha kafasını toparlayamadan bir gece önceki üzüncün bıraktığı bu acı etkiyi, bu ruh sıkıntısını yeniden duydu. Çünkü bir gün önce pek önem vermeden geçiştirdiğimiz bir acı, o gece sanki vücudumuza yayılır, bir humma ateşi gibi bizi sarar, yok eder, bitirir. İşte aklına birdenbire yine o anı geldi, doğrularak yatağında oturdu.
Mendireğin canavar düdükleri öttüğü sürece yüreğini altüst eden düşünceleri teker teker bir daha aklının süzgecinden geçirdi. Düşündükçe kuşkusu artıyordu, mantığı sanki boğazından yakalayıp sıkan bir el gibi, onu sürekli dayanılmaz gerçeğe doğru sürüklüyordu.
Susamıştı, içi yanıyor, yüreği çarpıyordu. Pencereyi açıp biraz soluk almak için ayağa kalktı, o sırada duvar yönünden gelen hafif bir gürültü işitti.
Jean rahat bir uykuya dalmış, hafif hafif horluyordu. Demek o uyuyabiliyordu! Hiçbir şey sezmemiş... bir şey anlamamıştı! Annelerini tanıyan bir erkek bütün malını ona bırakıyor, o da, bu parayı doğal ve haklı bularak alıyordu.
Kardeşinin acı ve sıkıntı içinde çırpındığından haberi bile yok, işleri yolunda, içi rahat, uyuyordu. Bu tasasızca, hoşnut hoşnut horlayan kardeşine karşı birdenbire içinden bir öfke fışkırdı.
Daha dün geceden, kapıyı vurmalı, içeri girmeli, yatağının başına oturmalı, şaşkınlıkla uyanır uyanmaz da ona şöyle demeliydi: ''Jean, yarın, öbür gün annemize söz getirebilecek, adını lekeleyecek bu mirası asla kabul etmemelisin!'' Ama bugün onunla nasıl konuşsun, Jean'a bir babadan olmadıklarını, buna inanmadığını nasıl söylesin. Keşfettiği bu yüz karasını artık saklamak, içine gömmek, ortaya çıkan bu lekeyi herkesten gizlemek gerekiyordu; bunu kimsenin bilmemesi, hele kardeşinin asla bilmemesi gerekmekteydi.
İnsanlar ne derse desin, onun artık bunlara aldırdığı yoktu. İsterse herkes annesini suçlu bulsun, yeter ki o, yalnızca kendisini suçsuz bilsin... Her gün yanı başında bulunmak, onunla yaşamak, ona baktıkça kardeşinin bir yabancının ürünü olduğunu anımsamak... buna nasıl dayanılır?
İyi ama annesi ne kadar dingindi, rahattı, kendinden ne kadar emin görünüyordu. Onun gibi temiz ruhlu, doğru yürekli bir kadın isteklerine kapılıp böyle düşsün de, sonradan hiçbir vicdan azabı çekmesin, altüst olan ruhunda hiçbir iz görülmesin, olacak şey mi bu? Ah vicdan azabı! Ah! İlk zamanlar ona kim bilir neler çektirmişti! Ama sonra, her şey gibi o da geçmiştir... Günahı için kim bilir ne kadar çok ağlamıştır, sonra da günden güne unutmuştur. Zaten bütün kadınlarda, bu unutma özelliği olağanüstü değil midir? Aradan birkaç yıl geçti mi kendilerini verdikleri erkeği güçlükle tanırlar. Öpücükler, yıldırım gibi çarpan aşk, bora gibi gelip geçer. Sonra yaşam da gökyüzü gibi yine dinginleşir, eskisi gibi sürer... Geçen bulutu insan anımsar mı hiç?
Pierre artık odasında duramıyordu. Bu ev, bu baba evi sanki başına yıkılıyordu. Çatının başına çöktüğünü, duvarların içini boğduğunu duyumsuyordu. Çok susamıştı, gidip mutfaktaki süzgeçli musluktan bir bardak taze su içmek istedi, mumu yaktı.
En aşağı kata indi, elinde sürahi, don gömlekle yukarı çıkarken, en çok esen bir yere, basamaklardan birine çöktü; bardağa bile gerek görmeden, yarıştan dönen bir koşucu gibi, sürahiyi dikti. Kımıltısız kalınca evin sessizliğinden ürktü, ama sonra en ufak gürültüleri bile fark etmeye başladı. İlkin her saniye biraz daha yükselir gibi olan yemek odasındaki asma saatin sesini işitti. Sonra bir horultu duydu, kesik kesik, kısa, zorluk çeken bir yaşlı adam horultusu... hiç kuşkusuz, babasının horultusuydu... Aynı çatı altında horlayan bu baba oğlun, birdenbire birbirlerine yabancı olduğunu düşününce ürperdi; hiçbir bağ, en ufak bir bağ onları birleştirmiyordu, bundan ikisinin de haberi yoktu! Sevgi dolu bir dille konuşuyorlar, kucaklaşıyorlar, sanki damarlarında aynı kan dolaşıyormuş gibi, zevkleri ortak, heyecanları ortaktı... oysa dünyanın başka başka yerlerinde doğmuş iki insan, bu baba oğul kadar birbirine yabancı olamazdı. Seviştiklerini sanıyorlardı; çünkü bu günden güne artan bağlılığın sahte olduğunu, bu karşılıklı sevginin bir yalana dayandığını bilmiyorlardı. Öyle bir yalan ki bunu kendisinden, öz oğlundan başka kimsecikler bilmeyecekti.
Ama ya yanılıyorsa? Bunu nasıl anlamalı? Ah! ne olur, babasıyla Jean arasında azıcık olsun bir benzerlik bulunsa! Bütün bir soyun aynı kandan geldiğini gösteren, dedelerden torunlara giden o gizemli benzemelerden biri bulunsa... Kendisi zaten doktordu, en ufak bir şeyden bunu anlayabilirdi, örneğin: çenenin biçimi, burnun kıvrımı, gözlerin aralığı, diş ya da kılların türü, ne bileyim, daha da az bir şey: bir jest, bir alışkanlık, bir hareket, soydan gelme bir zevk, herhangi bir ayırt edici belirti, deneyimli bir gözden kaçmazdı.
Araştırıyor, benzeyen hiçbir şey, hayır, hiçbir şey bulamıyordu. Fakat şimdiye kadar bu belirsiz belirtileri araştırmak için ortada bir neden yoktu ki... Onun için böyle bir gözle ne bakmış ne de incelemişti.
Odasına dönmek için ayağa kalktı, ağır adımlarla, düşüne düşüne merdivenleri çıkmaya başladı. Kardeşinin kapısı önünden geçerken açmak için kolunu uzattı. İçinde önüne geçilmez bir istek, hemen Jean'ı görmek isteği belirmişti. Onu yüzü rahatlaşmış, hatları yumuşamış, yaşam kayıtlarından sıyrılmış olarak uykuda yakalamak, uzun uzun seyretmek istiyordu. Böylece yüzünün saklı gizini, gizli anlatımını yakalayacaktı. Eğer bazı benzerlikler varsa gözünden kaçmayacaktı.
Ama ya Jean uyanıverirse? O zaman ne diyecekti? Bu ziyaretini nasıl açıklayacaktı?
Parmaklarıyla tokmağı yakalamış, ayakta duruyor, bir neden, bir bahane arıyordu.
Birdenbire, sekiz gün önce, diş ağrısını kesmek için kardeşine küçük bir afyon ruhu şişesi verdiğini anımsadı. Olur a, bu gece kendisinin de dişi ağrımış olabilir, gelip ilacını ister. Korkak adımlarla tıpkı bir hırsız gibi içeri girdi.
Jean, ağzı aralık, derin derin, hayvanlar gibi uyuyordu. Sapsarı saçı, sakalı, beyaz çarşaflar arasında altın gibi yanıyordu. Uyanmadı ama horultusu da kesilmişti.
Pierre, kardeşine eğilmiş, ona yiyecek gibi bakıyordu. Hayır, bu genç adam, Roland'a benzemiyordu. Ortadan kaybolan Maréchal'ın küçük resmini yeniden anımsadı, onu bulmalıydı, görürse belki de artık kuşkulanmayacaktı.
Kardeşi, onun orada bulunmasından ya da gözlerinin içine giren mumun ışığından rahatsız olmalı ki, kıpırdanmaya başladı, o zaman doktor ayaklarının ucuna basarak kapıya doğru çekildi, usulca kapıyı yine kapadı, odasına döndü; ama artık gözüne uyku girmiyordu.
Bir türlü sabah olmuyordu. Yemek odasındaki asma saat, sanki içinde bir kilise çanı varmış gibi, boğuk ve derin bir ses çıkaran bu küçük araç, birbiri arkasından saatleri vuruyordu. Bu sesler boş merdivenleri aşarak duvarlardan, kapılardan geçiyor, odalara kadar giriyor, uykudakilerin cansız kulaklarında kayboluyordu. Pierre, karyolasıyla pencere arasında, bir aşağı bir yukarı mekik dokumaya başladı. Ne yapacağını bilmiyordu; gününü ev halkı arasında geçirmek istemiyordu, altüst olmuştu. Düşünmek, kendine gelmek, yeniden başlayacak olan günlük yaşamı için güç toplamak, hiç olmazsa ertesi güne kadar yalnız kalıp dinlenmek istiyordu.
Neyse, Trouville'e gidip deniz kıyısında halkın kaynaşmasını seyretmeye karar verdi. Bu onu oyalayacak, kafasındaki düşünceyi dağıtacak, keşfettiği bu çirkin şeyi sindirmek için zaman bırakacaktı.
Gün ağarır ağarmaz kalktı, elini yüzünü yıkadı, giyindi. Sis dağılmış, hava güzelleşmişti. Trouville'e giden vapur ancak dokuzda kalkacaktı, daha zaman vardı, gitmeden önce annesine bir Allahaısmarladık demesi gerekiyordu.
Annesinin kalkma saatini bekledikten sonra indi. Elini tokmağa sürünce yüreği öyle çarpmaya başladı ki, soluk almak için durdu. Tokmağa dokunan eli o kadar gevşemiş, öyle titriyordu ki, çevirip içeri giremedi. Kapıyı vurdu, annesi seslendi:
- Kim o?
- Benim, Pierre.
- Ne istiyorsun?
- Allahısmarladık demeye geldim, arkadaşlarla bugün Trouville'e gidiyorum.
- Ama daha kalkmadım.
- Pekâlâ, öyleyse rahatsız olma, akşama öpüşürüz.
Daha şimdiden tasasını çektiği o yalancı öpücüğü yanaklarına kondurmadan, onu görmeden, sıvışıp gitmeyi düşündü ama olmadı, annesi:
- Dur, şimdi açıyorum; biraz bekle, yatağıma gireyim, dedi.
Döşeme üzerinde çıplak ayaklarını duydu, biraz sonra da açılan kilidin sesini işitti. Annesi:
- Gir, diye seslendi.
Girdi, annesi yatağında oturuyordu, Roland başında ipek takke, sırtı dönük, hâlâ yanında uyuyordu. Onu hiçbir şey uyandıramazdı, kolundan tutup çekmek gerekirdi. Balığa çıktıkları gün Papagris kararlaştırılan saatte gelir, hizmetçi kızı kaldırır. O da efendisini, bir türlü ayılamadığı bu uykusundan uyandırmaya uğraşırdı.
Pierre, annesinin yüzüne baka baka yanına yaklaştı. Birdenbire sanki onu, annesini hiç görmemiş gibi oldu.
Annesi yanaklarını uzattı, o da iki yanağından öptü, sonra alçak bir iskemleye oturdu; annesi:
- Bu gezintiye gitmeye dün akşam mı karar verdin? diye sordu.
- Evet, dün akşam verdim.
- Akşama yemeğe dönecek misin?
- Şimdiden kestiremem ama beni beklemeyin.
Pierre annesini şaşkın şaşkın, merakla süzüyordu. Bu kadın annesi miydi? Çocukluğundan bu yana gördüğü bu yüz, çevreyi görmeye başlamasından bu yana fark ettiği bu gülümseme, o kadar yakından tanıdığı, alıştığı bu ses, birdenbire ona yepyeni, bambaşka göründü. Şimdi anlıyordu, sevgisi ona böyle dikkatle bakmasına engel olmuştu. İşte bu kadın annesiydi, ta kendisiydi. Pierre, onun yüzünü en ufak ayrıntısına kadar tanıyordu; ama bu yüzü tam anlamıyla açık olarak ilk kez şimdi görüyordu. Üzerine titrediği bu yüzü, şu anda endişeyle, dikkatle süzünce büsbütün başka gördü.
Gitmek için ayağa kalktı ama birdenbire dünden bu yana içini yiyen, o önüne geçilemez öğrenme isteğine kapılarak:
- Şey, canım, aklımda kaldığına göre bir zamanlar Paris'teyken salonumuzda Maréchal'ın küçük bir portresi dururdu.
Annesi bir iki dakika duraksadı ya da ona öyle geldi, sonra:
- Evet, dururdu, diye yanıtladı.
- Peki, bu portre nerede?
Daha çabuk yanıt verebilirdi:
- Bu portre mi?... Ha, dur bakayım... pek anımsamıyorum... belki de çekmecemde...
- Kuzum onu bana buluver.
- Peki arayayım. Ne yapacaksın?
- Hayır, kendim için sormadım, onu Jean'a vermeyi düşündüm, kardeşimin de hoşnut olacağını sanıyorum.
- Evet, doğru, iyi düşündün; kalkar kalkmaz arayacağım.
Pierre çıkıp gitti.
Hava rüzgârsız, gökyüzü masmavi, sokaklardaki insanlar neşeli, işlerine giden tüccarlar, dairelerine giden memurlar, mağazalarına giden satıcı genç kızlar, herkes neşe içinde yüzüyordu. Güzel havanın etkisiyle olacak, bazıları da şarkı mırıldanıyordu.
Trouville vapuru daha şimdiden yolcularla doluyordu. Pierre arkada tahta bir sıraya oturdu.
İçinden:
- Portreyi soruşum onu meraka mı düşürdü acaba? Yoksa yalnızca şaştı mı? Kayıp mı etti? Yoksa bir yere mi gizledi? Nerede olduğunu biliyor mu, bilmiyor mu? Eğer sakladıysa nedeni ne?
Hep aynı noktaya takılan kafası düşüne taşına sonunda şu sonuca vardı:
Bir aile dostunun ya da bir âşığın bu portresi kadıncağızın, yani annesinin herkesten önce ilk kez oğluna benzettiği güne kadar salonda, göz önünde durdu. Resmin oğluna benzeyip benzemediğini kollayan anne, benzemeye başladığını görünce ve günün birinde herkesin de bunu fark edeceğini anlayınca, bu küçücük tehlikeli şeyi bir akşam ortadan kaldırıvermişti; yok etmeye eli varmadığı için gizlemişti.
Pierre, bu küçük resmin Paris'ten dönmeden çok önce ortadan kaybolduğunu anımsadı. Jean'ın sakallarının çıkmaya, çerçeve içerisinde gülümseyen bu gence benzemeye başlamasından bu yana portrenin ortadan kaybolduğunu kestiriyordu.
Hareket eden vapurun sallantısı düşüncelerini bulandırdı, dağıttı. Ayağa kalkarak denizi seyre daldı.
Küçük vapur, mendireklerden çıkarak sola kıvrıldı, soluya soluya, sallana sallana, sabahın sisine bürünen karşı kıyılara doğru yol aldı. Çarşaf gibi denizin üzerinde şurada burada kıpırdamadan duran yüklü balıkçı gemileri, kırmızı yelkenleriyle deniz ortasındaki kocaman kayalıkları andırıyordu. Rouen'den inen Seine Irmağı, denize uzanmış bir kol gibi iki karayı birbirinden ayırıyordu.
Bir saat bile olmamıştı, Trouville iskelesine vardılar; tam denize girme saatiydi, Pierre plaja gitti. Plaj uzaktan, renkli çiçeklerle donanmış bir bahçeyi andırıyordu.
Mendirekten başlayıp Roches Noires'a kadar uzanan kocaman sarı kum tepeleri üzerinde rengârenk şemsiyeler, çeşit çeşit şapkalar, açık ve koyu giysiler göze çarpıyor ve bunlar kâh soyunulacak yerlerin önünde kümeler oluşturuyor, kâh dalgalar boyunca sıra sıra dizilerek ya da oraya buraya serpilerek uçsuz bucaksız çayırlardaki çiçek kümelerini andırıyordu. Teker teker yükselen, birbirine karışan uzak yakın sesler, bağırıp çağırmalar, denize sokulan çocukların çığlıkları, kadın kahkahaları, bütün bunlar hafif hafif esen meltem rüzgârına karışarak insanın içine dolan tatlı, sürekli bir uğultu oluşturuyordu.
Pierre, açıktaki bir geminin güvertesinden atılsaydı, yine de bu kadar şaşırmayacaktı, kendini bu kadar yalnız, bu kadar uzak duyumsamayacaktı, içini yiyip bitiren bu düşünce, şimdi onu daha fazla boğuyordu. Bu insanlara sürtünerek geçiyor, sözlerini işitiyor ama dinlemiyordu; erkeklerin kadınlarla konuştuğunu, kadınların da gülümseyerek onlara yanıt verdiğini seziyordu ama görmüyordu. Ancak sanki uykudan uyanıyormuş gibi, birdenbire iyice görmeye başladı. Onları mutlu ve hoşnut görünce içinde onlara karşı bir kin duydu.
Şimdi kafası yeni düşüncelerle dolu olarak bu insan yığınlarına sürtünerek geçiyor, çevrelerinde dolaşıyordu. Kumlar üzerinde, çiçek demetleri gibi yayılan bütün bu rengârenk giysiler, bu güzel kumaşlar, bu göz alıcı şemsiyeler, sıkılmış bellerin büyüleyici çekiciliği, minicik ayakkabıdan tutun da, en süslü şapkalara kadar bütün bu becerili moda yaratımları, devinimlerin, tavırların, seslerin, gülüşlerin çekiciliği, plaja yayılan bütün bu zarafet ona birdenbire kadın günah ve zinasının çiçeklenmesi gibi göründü. Bütün bu süslü kadınlar hoşa gitmek, çekmek, birini avlamak istiyorlardı sanki. Güzellikleri, sanki artık fethetmeye gerek görmedikleri kocalarından başka herkesin, bütün erkeklerindi. Raslanan, dikkati çeken, belki de beklenen, bilinmeyen bir âşık için güzelleşiyorlardı sanki. Yanı başlarındaki, göz göze, burun buruna konuştukları bu adamlar, onları çağırıyor, elde etmek istiyor, tıpkı yakalanması kolay gibi görünen, hemen oracıkta göründükleri halde tutulmayan, ele avuca sığmayan çevik avları kovalar gibi onları kovalıyor, peşleri sıra koşuyorlardı. Bu geniş plaj öyle bir aşk pazarıydı ki, kimi kendini satıyor, kimi teslim oluyor, kimi okşayışlarının pazarlığını yapıyor, kimi de yalnızca söz veriyordu.
Bütün bu kadınlar başkalarına verilmiş, satılmış, sözverilmiş vücutlarını şimdi daha başkalarına ikram etmek, onları iştahlandırmaktan başka bir şey düşünmüyorlardı. Dünyanın her yerinde de bunun böyle olduğunu düşündü.
Annesi de onlar gibi davranmıştı. İşte o kadar! Onlar gibi mi? - Hayır olmaz! Her şeyde kuraldışı, hem de çok, pek çok kuraldışı vardır. Çevrede gördüğü bu zengin, çılgın aşk avcısı kadınların hemen hepsi zevk ya da para için eğlenen kadınlardı. Zaten bir sürü işsiz güçsüz kadının dolaştığı bu plajlarda evlerine bağlı namuslu kadınlara raslanmıyordu...
Deniz, kıyıdakileri gitgide kente doğru kovalayarak yükseliyordu. Köpüklü oyalarla saçaklanan sarı dalgalar karşısında, yer yer kalabalığın iskemlelerini yakalayıp fırladıkları, kaçıştıkları görülüyordu. Tek bir ata koşulmuş gezici localar da geriliyorlardı. Plajın bir ucundan öbür ucuna kadar uzanan piyasa yerinde, şimdi şık bir halk, itişip kakışarak, iki kol halinde, durmadan sel gibi akıyordu. Pierre, bu itişip kakışmalara sinirlendi, öfkelendi, kendini dışarı attı, kente daldı, karnını doyurmak için tarlalara yakın bir gazinoda oturdu.
Kahvesini içtikten sonra, kapı önünde, iki sandalyeyi bitiştirerek üzerine uzandı, gece uykusunu iyi alamamıştı, ıhlamurun gölgesinde biraz kestirdi. Birkaç saat dinlenip kendine geldikten sonra, vapur saatinin yaklaştığını gördü, uyuklarken üzerine birdenbire bir kırıklık çökmüştü, bitkin bir halde yola koyuldu. Şimdi eve dönmek, annesinden Maréchal'ın portresini bulup bulmadığını öğrenmek istiyordu. Bakalım konuyu önce annesi mi açacaktı, yoksa o mu soracaktı? Eğer yine oğlunun sormasını beklerse, kesinlikle bu portreyi göstermemekte gizli bir nedeni vardı.
Je hebt 1 tekst gelezen van Turks literatuur.