Pierre ve Jean - 3
Totaal aantal woorden is 4077
Totaal aantal unieke woorden is 2200
33.4 van de woorden behoren tot de 2000 meest voorkomende woorden
47.5 van de woorden behoren tot de 5000 meest voorkomende woorden
55.6 van de woorden behoren tot de 8000 meest voorkomende woorden
Kimse ağzını açamıyordu, düşünülecek şey çoktu ama söylenecek söz yoktu. Yalnızca Madam Roland laf olsun diye konuşuyordu. Balık avı gezintisini anlatıyor, "Perle"i, Madam Rosémilly'yi övüyordu.
Noter de:
- Ne güzel, ne güzel, deyip duruyordu.
Roland kışın ateş yanarken yaptığı gibi, belini şöminenin mermerine dayamış, eller cepte, ıslık çalar gibi dudaklarını oynatıyor, sevinçten kabına sığamıyor, bir türlü yerinde duramıyordu.
İki kardeş, orta masanın iki yanındaki karşılıklı eş koltuklara geçmiş, bacak bacak üstüne atmışlardı. Duruşları aynıydı; ama kıpırdamadan öne bakan gözlerin anlatımları başka başkaydı.
Sonunda çay geldi, noter fincanı aldı, şekerini attı: dişlerinin kesemediği ufak bir galetayı fincanına ufaladıktan sonra çayını içti.
Sonra kalktı, ellerini sıktı, çıktı.
Roland:
- Demek yarın saat ikide, sizde buluşacağız, dedi.
- Evet, yarın ikide.
Jean'ın ağzından bir tek sözcük çıkmamıştı. Noter gittikten sonra yine herkes sustu, derken Roland Baba gelip iki eliyle küçük oğlunun omuzlarına vurdu:
- Ey Tanrı'nın şanslı kulu! Babanı öpmeyecek misin?
Jean gülümsedi:
- Bilmem, gerekiyor mu? diyerek öptü.
Yaşlı adam sevinçten kabına sığamıyordu; yürüyor, beceriksizce parmaklarını tıkırdatıyor, fır fır dönüyor, durmadan da:
- Ne şans, ne şans! İşte şans diye buna derler..., diyordu.
Pierre:
- Demek önceleri ''Maréchal'' ile adamakıllı ahbaplık ediyordunuz!
Babası:
- Elbette! Her akşam bizdeydi. Tatil günleri seni okuldan alıp yemekten sonra yeniden götürdüğünü anımsamıyor musun? Bak sahi, Jean'ın doğduğu sabah koşup doktoru çağıran da oydu. Annenin ağrıları başladığı sırada o bizde kahvaltı ediyordu. Durumu anladık, o koşa koşa gitti. Aceleyle kendi şapkası diye benimkini giymiş; öyle gülüşmüştük ki... Hiç unutamam. Son soluğunda bile belki bunu anımsamıştır. Mirasçısı da olmadığı için herhalde ''bu küçüğün doğuşuna yardım ettim, servetimi ona bırakayım'' demiştir.
Madam Roland, kocaman derin bir koltuğa gömülmüş, anılarıyla baş başaydı.
Düşündüklerini yüksek sesle söyler gibi:
- Ah! Ne vefalı, sadık, mert bir dosttu o; artık böyle dostlar zor bulunur.
Jean ayağa kalkarak:
- Ben biraz gezineceğim, dedi.
Babası şaşırdı, alıkoymak istedi; konuşulacak şeyler, yapılacak tasarılar, verilecek kararlar vardı. Delikanlı sözü olduğunu ileri sürerek inat etti. Miras işi için konuşmaya, görüşmeye daha çok zaman vardı. Düşünmek için yalnız kalmak istiyordu, çıktı gitti.
Biraz sonra Pierre de kardeşinin peşi sıra çıkıp gitti.
Roland karısıyla baş başa kalınca, onu kolları arasına aldı, her bir yanağından belki onar kez öptükten sonra karısının sık sık ettiği bir siteme yanıt olarak:
- Şekerim, görüyorsun ya, dedi. Para havadan geldi. Çocuklar için boş yere Paris'te daha yıllarca kalacak, kendimi harap edecektim. Oysa bak, burada sağlığımı kazandım.
Madam Roland ciddileşmişti:
- Bu havadan gelen para Jean için, peki Pierre ne olacak?
- Pierre mi? O doktor... kazanır... sonra, elbette kardeşi onun için de bir şeyler düşünür.
- O, buna razı olmaz ki! Miras Jean'ın, yalnızca onun. Pierre bu işte çok zararlı doğrusu.
Yaşlı adam şaşaladı:
- Öyleyse ona daha fazla mal bırakırız.
- Yoo... bu da doğru olmaz.
Roland bağırdı:
- Ee.. iyi vallahi!.. ne yapayım?.. Sen zaten hep böyle tatsızlıklar çıkarır, keyfimi kaçırırsın. İşte gidip yatıyorum, gecen hayırlı olsun!.. Ne yapalım, onun başına devlet kuşu kondu.
Bu kadar cömert davranarak ölüp giden dostuna, ağzından hayırlı bir tek sözcük bile çıkarmadan gene keyifli keyifli kalkıp gitti.
Madam Roland, tüten lamba önünde yeniden düşünceye dalmıştı.
II
Pierre dışarı çıkar çıkmaz, Havre'ın ana caddesine, canlı, gürültülü, pırıl pırıl yanan Paris Caddesi'ne doğru yürüdü. Kıyının serin havası yüzünü okşuyordu; bastonunu koltuğuna almış, elleri arkada, ağır ağır yürüyordu.
İnsan kötü bir haber alınca kendinde bir ağırlık, hoşnutsuzluk duymaz mı? İşte o da böyleydi, kendini hiç iyi duyumsamıyordu. Ortada onu üzen belli başlı bir düşünce yoktu; ama yüreğine çöken bu ağırlık, vücudundaki bu uyuşukluk neydi, nerden geliyordu, kestiremiyordu. Bir yeri ağrıyordu ama yer belli değildi. Üzerinde acıyan bir nokta, duyumsanmayacak derecede hafif bir bere vardı; sanki yerleri bulunmayan, insanı rahatsız eden, yoran, üzen, kızdıran, belirsiz, hafif bir acıydı bu... bir üzüntü başlangıcı gibi bir şey.
Tiyatro Alanı'na geldiği zaman Tôrtoni kahvesinin ışıkları onu çekti. Camekâna doğru yürüdü, tam gireceği sırada, içeride arkadaşların, tanıdıkların, konuşulması gereken kimselerin bulunacağını anımsayarak vazgeçti; bu bayağı fincan ve kadeh arkadaşlığına karşı bir tiksinti duydu, geri dönerek limana giden ana caddenin yolunu tuttu.
O andaki ruh durumuna uygun bir yer araştırıyor, ''acaba nereye gitsem?'' diye düşünüp duruyordu. Bulamıyordu; çünkü yalnızlıktan sinirlendiği kadar herhangi bir kimseye raslamaktan da çekiniyordu. İskeleye gelince yine durakladı, sonunda mendireğe doğru yürüdü. Yalnız kalmaya karar verdi.
Dalgakıranın üzerindeki sıralardan birinin önüne gelmişti, bitkin bir durumda hemen oraya çöküverdi; daha şimdiden bu gezintiden usanmıştı.
''Bu akşam bana ne oluyor böyle?'' diye kendi kendine sordu. Ateşin nedeni nasıl hastadan soruşturulursa, o da yakalandığı bu derdin nedenini kendi anılarında aramaya koyuldu.
Hem heyecanlı, hem de akılcı bir ruhu vardı. Heyecana kapılır, sonra akıl yürütür, taşkınlıklarını bazen doğru, bazen de yersiz bulurdu. Fakat sonunda ilk doğa en güçlü çıkardı, duygu yanı akıl yanını hep yenerdi. O, bu sinirliliğin, isteksizliğin, içindeki bu anlamsız taşkınlığın, takıldığı düşünceden kurtulmak için birine raslamak isteğinin, raslayacağı insanlara, söyleyeceği şeylere karşı da bu tiksinmenin nereden geldiğini anlamaya çalışıyordu.
Kendi kendine: ''Sakın Jean'ın mirasa konması neden olmasın?'' dedi. Öyle ya, bütün bu olup bitenler niye neden olmasın! Noter bu haberi getirdiği zaman yüreğinin hızla çarptığını duymamış mıydı? İnsan her zaman kendine egemen olmaz ya! Bazen de içten gelen, yapışkan heyecanlara kapılıverir, sonra da onları yenebilmek için boş yere çabalar durur.
Herhangi bir olayın içgüdülerine kapılmaya yatkın varlıkta uyandırdığı bu fizyolojik bilmeceyi, zekânın eğitimiyle kendini aşan düşünceli varlığın isteklerine, iyi ve doğru saydığı şeylere tümüyle aykırı olarak içinde bir sürü acı ve tatlı duygular, düşünceler uyandıran bu bilmeceyi çözmek için derin derin düşündü.
Büyük bir servetin mirasına konan bir oğulun ruh durumunu gözünün önüne getirdi. Bu servet sayesinde şimdi bu oğul istediği birçok zevki tadacaktı; sevilen, acınan bir babanın hasisliği nice zamandır onu bu erişmek istediği zevklerden alıkoymuştu. Kalktı, yeniden mendireğin öbür ucuna yürüdü. Şimdi kendini daha iyi duyumsuyor, kendini anladığından, doğru yakaladığından, içindeki öz benliğini ortaya çıkardığından hoşnuttu. Düşündü:
- Demek Jean'ı kıskanıyorum! Doğrusu bu alçakça bir şey! Şimdi artık eminim: Çünkü o anda aklıma ilk gelen şey, Jean'ın Madam Rosémilly ile evlenmesi oldu. Bununla birlikte insanı sağduyuyla usluluktan iğrendirmek için yaratılmış bu akıllı küçük hindiyi sevdiğim de yok... Bu yalnızca nedensiz bir kıskançlık, kıskançlığın da kendisi, özü... Sırf kıskançlık için duyulan bir kıskançlık... Bunun çaresine bakmalı!
O sırada limandaki suyun yükseldiğini gösteren işaret direklerinin tam önüne gelmişti. Gelecek seferki deniz yükselişinde limana girecek olan açıktaki gemi listesini okumak için bir kibrit çaktı. Brezilya'dan, Plata'dan, Şili'den, Japonya'dan gelecek vapurlarla, iki Danimarka tipi yelkenli, bir Norveç tipi deniz kırlangıcı, bir de Türk vapuru bekleniyordu. Bu sonuncusu Pierre'i bir ''İsviçre'' vapuru okumuş kadar şaşırttı. Acayip bir düş içindeydi sanki: Geniş şalvarıyla iplere tırmanan sarıklı adamlarla dolu büyük bir gemi gözünün önünde belirdi. Sonra:
- Ne saçma! diye düşündü. Türkler gemici bir ulus değil mi?
Birkaç adım daha attıktan sonra körfezi seyretmek için durdu.
Sağında, ''Sainte-Adresse''in üstündeki, tek gözlü korkunç ikiz devi andıran ''Héve'' burnunun çifte elektrik fenerleri denize uzun, güçlü bakışlarını dikmişti. Bir çift kuyruklu yıldızın dev gibi kuyruklarına benzeyen, yan yana iki odaktan çıkmış bu iki koşut ışık, düz ve sonsuz bir bayırı yalayarak tepelerden ufuklara kadar iniyordu.
Sonra iki mendirek üzerinde, dev gibi ışıkların ancak çocukları olabilecek diğer iki küçük ışık ''Havre''ın geçidini aydınlatarak yol gösteriyordu.
Ta orada, uzaklarda Seine ırmağının öbür yanında konuksever yüzünün canlı birer gözüymüş gibi açılıp kapanan ya da aralıksız yanan daha birçok ışık görünüyordu, limanların bu sarı, kırmızı, yeşil ışıkları tıpkı birer göz gibi, kapaklarının düzgün, değişmez mekanik devinimiyle: ''Ben Trouville'im, ben Honfleur''üm, ben Pont-Andemer Irmağı'yım'' diyorlardı. Uzaktan bir gezegen sanılacak kadar yüksekte olan ''Etouville''in havai feneri, ötekilerini bastırarak büyük ırmağın kavşağındaki kum setleri arasında ''Rouen'' yolunu aydınlatıyor, yol gösteriyordu.
Gökyüzünden daha koyu derin, uçsuz bucaksız suyun üstünde, şurada burada sanki yıldızlar görünüyordu. Beyazlı, kırmızılı, yeşilli, bu uzaklı, yakınlı küçücük şeyler gecenin sisi içinde titreşiyordu. Hepsi de kımıltısızdı, yalnızca içlerinden birkaçı koşuyordu sanki. Bunlar denizin yükselmesini bekleyen, demir atmış ya da atmak için yer arayan hareket halindeki gemilerin ışıklarıydı.
Tam o sırada ay ırmağın arkasından yükseldi; bu görünüşüyle sonsuz gerçek sayıda yıldızdan oluşan filoya yol göstermek için gökyüzünde yanmış kocaman tanrısal bir fenere benziyordu.
Pierre adeta yüksek sesle:
- Bak, beş paralık değeri olmayan şeyler için nasıl üzülüp duruyoruz.
Birdenbire yanı başında, mendireklerin arasından açılan, geniş, kapkara boşluğun içinde kocaman hayal gibi bir şey süzüldü. Granitten yapılmış korkuluğun üzerinden başını sarkıtınca bir balıkçı kayığı gördü. Gerili, koyu renk yüksek yelkenini açık denizin rüzgârlarına vermiş, hafifçe süzülüyor, dalga, kürek patırdısı çıkarmadan, sessiz sessiz limana giriyordu.
Kendi kendine: ''İnsan ömrünü şöyle bir kayıkta geçirebilse kim bilir ne rahat eder!'' diye düşündü. Birkaç adım daha ilerledi, gözüne rıhtımın ucuna oturmuş bir adam ilişti. Kim acaba? Düşlere dalan bir insan mı? Bir âşık mı? Bir bilgin mi? Mutlu ya da mutsuz biri mi? Kim?
Yalnız adamın yüzünü yakından görmek için merakla yaklaştı; tanıdı, kardeşiydi.
- Aa! Sen misin Jean?
- Aa! Pierre işin ne burada?
- Biraz hava alıyorum, ya sen?
- Ben de...
Pierre, kardeşinin yanına oturdu:
- Şu güzelliğe bak!
- Evet!
Jean'ın hiçbir şeye bakmadığını sesinden fark etmişti:
- Buraya her gelişimde içimde nasıl delice bir istek uyanır... Gördüğün bu gemilerle kuzeye, güneye kaçıp gitmek isterim, bu adeta içimi yer... Düşün bir kez, şu uzakta duran, küçücük birer kıvılcıma benzeyen bu gemiler dünyanın dört bucağından gelmişler... Kocaman çiçekleri, solgun, bakır renkli güzelleri olan ülkelerden, arı kuşlarının, fillerin, özgür aslanların, zenci krallarının diyarından gelmişler... Bizim peri masallarımızda dinleyip de inanmadığımız o Beyaz Kedi'nin, Ormanda Uyuyan Güzel'in ülkesinden gelmişler! Oraları şöyle bir dolaşmak! Ne hoş olurdu kim bilir? Ama bu işte de yine para gerek... hem de çok para...
Birdenbire sustu. Kardeşinin şimdi bu paraya sahip olduğunu anımsadı. Şimdi o, bütün dertlerden, çalışma yaşamından kurtulmuş, özgürdü; mutlu, neşeli, dilediği yere gidebilirdi... Sarışınlar diyarı İsveç'e, esmerler diyarı Havana'ya gidebilirdi...
Birdenbire aklına sanki ikinci bir ruhtan gelen önüne geçilmez bir düşünce geldi: ''Adam sen de! Jean budaladır, diye düşündü. Gider küçük Rosémilly'yi alır.'' Onda, böyle elde olmayan düşüncelere sık sık raslanır. Sonra bu düşünceler o kadar ani ve çabuk gelirdi ki ne önceden kestirmek, ne önlemek, ne de değiştirmek mümkün olurdu. Ayağa kalktı:
- Seni geleceğinle ilgili düşüncelerinle baş başa bırakıyorum, benim yürümeye gereksinmem var, gidiyorum, dedi.
Kardeşinin elini sıktı, içten gelen bir sesle, gene:
- Ee Jean'cığım, işte zengin oldun gitti! Bilemezsin bu işe ne kadar sevindim. Kutlamak için seni bu akşam burada yalnız bulduğuma öyle sevindim ki... seni ne kadar sevdiğimi bilemezsin Jean...
Çok sevecen, yumuşak yaratılışlı olan Jean coşkuyla:
- Teşekkür ederim... teşekkür ederim Pierreciğim... sağ ol... dedi.
Pierre, bastonunu koltuğuna sıkıştırıp ellerini arkaya attı, geriye dönerek her zamanki ağır adımlarıyla, kentin yolunu tuttu.
Çok kısa süren bu gezintiden hiç hoşlanmamıştı; kardeşinin orada bulunması ona denizi haram etmişti, kente geldiği zaman yine kendi kendine ne yapacağını sordu.
Birdenbire aklına bir düşünce geldi:
''Gidip Baba Marowsko'da bir kadeh likör içmek''. Yeniden Ingouville mahallesine doğru yürüdü.
Baba Marowsko'yla Paris'te hastanelerde tanışmıştı. Yaşlı bir Polonyalı olan Baba Marowsko'yu herkes siyasi bir mülteci diye tanırdı; söylediklerine göre ülkesinde başından geçmedik şey kalmamış, yeniden bir sürü sınava girdikten sonra ancak Fransa'ya, eczacılık yapmak için gelebilmişti. Geçmişi hakkında hiçbir şey bilinmiyordu, böylece hastanedeki gececi ve gündüzcü stajyerler, az sonra da komşular arasında yaşlı adam hakkında bir sürü söylence dolaşmış durmuştu. Marowsko'nun gizli örgütçülük ünü, nihilistlik, rejim düşmanlığı, hiçbir şeyden yılmayan yurtseverliği, mucizeyle ölümden kurtuluş ünü, Pierre Roland'ın canlı, serüvensever düşgücünü büyülemiş, hayran bırakmıştı. Yaşlı Polonyalının ağzından geçmişteki yaşamı hakkında hiçbir şey öğrenemeden onunla dost olmuştu. O da Pierre'in bulacağı müşterilere güvenerek genç doktor sayesinde gelip Havre'a yerleşmişti. Şimdi o, esnafa ve işçilere ilaç satarak ortahalli eczanesiyle yoksulca geçinip gidiyordu.
Pierre, sık sık akşam yemeklerinden sonra onu görmeye, bir saat kadar çene çalmaya giderdi. Marowsko'nun uzun uzun susuşlarında bir derinlik görür, dingin yüzünden, ender söyleşisinden hoşlanırdı.
Küçük şişelerle dolu tezgâhının üzerinde bir tek havagazı lambası yanar, dükkânın önündekiler harcama olmasın diye hep sönük dururdu. Tezgâh arkasında, iskemlede, bacaklarını üst üste koyarak uzanmış, başı öne sarkık, kabak kafalı bir adam derin bir uykuya dalmıştı, alnının altında uzayan kocaman gaga burnuyla düşünceli bir papağanı andırıyordu.
Zilin gürültüsüyle uyandı, kalktı, doktoru tanıdı, elini uzatarak onu karşıladı.
Şurup ve asit lekeleriyle benek benek olmuş, küçük sıska vücuduna bol gelen siyah redingotu eski zaman cüppelerine benziyordu. Yaşlı, tam bir Polonyalı şivesiyle konuşuyor, bu şive incecik sesine çocukça bir eda, yeni konuşmaya başlayan çocuklara özgü peltekliğe benzeyen bir hal veriyordu.
Pierre oturduktan sonra Marowsko:
- Ne var ne yok, doktorcuğum? diye sordu.
- Hiç, hep bildiğin gibi...
- Bu akşam keyfiniz pek yok?
- Bende öyle her zaman şenlik mi arıyorsun?
- Hadi, hadi canım, bırakın bunları, bir kadeh likör içmez misiniz?
- İçerim elbette...
- Öyleyse size yepyeni bir karışım tattıracağım. İki aydan bu yana bununla uğraşıyorum.Şimdiye kadar frenk üzümünden yalnızca şurup yapılırdı, ben işte bundan bir şeyler çıkarmak için çalıştım, hele şükür buldum... nefis bir likör... ama enfes, enfes bir şey!
Hayran hayran dolaba doğru gitti açtı, içinden bir şişe seçip getirdi. Davranışlarında hep bir aksaklık vardı, ne kollarını ne de bacaklarını adamakıllı uzatabilir, ne de tam ve kesin bir devinim yapabilirdi. Düşünceleri de davranışlarına benzerdi: Bir düşünceyi ileri sürer, tasarlar, kabul ettirmeye çalışır, ama aslını esasını söylemezdi. Yaşamda işi gücü şurup, likör yapmaktı, hep: ''İyi bir şurup ya da likör yaptın mı zengin oldun gitti!'' derdi. Bir tanesini bile piyasaya süremeden yüzlerce şekerli ilaç icat etmişti. Marowsko, Pierre'e ''Marat''yı (1) anımsattı. Dükkânın arka bölümünden iki küçük kadeh alarak ilaçların yapıldığı masanın üzerine koydu, ikisi de kadehlerini lambaya doğru kaldırarak likörün rengini gözden geçirdiler, Pierre:
- Ne güzel, yakut gibi, dedi.
- Öyle, değil mi?
Papağan kafalı yaşlı Polonyalının yüzünü sevinç sardı. Doktor likörden bir yudum aldı, tadına baktı, düşündü, bir yudum daha aldı, gene düşündü ve:
- Çok güzel, çok güzel, bambaşka bir çeşnisi var, bu bir buluş azizim! dedi.
- Sahi mi, çok sevindim doğrusu.
Marowsko, bu yeni liköre bir ad takmak için ondan akıl danıştı. Ona ''Groseille (1) esansı'', ''nefis groseille'' ya da ''groselia'', ''groseline'' adını takmak istiyordu.
Pierre bu adlardan hiçbirini beğenmiyordu. Yaşlı adamın aklına bir şey geldi:
- Biraz önce söylediğiniz ''yakut'' kelimesi pek hoşuma gitti, liköre bu adı koysak?
Doktor, bu adı kendi bulduğu halde yine de beğenmiyordu. ''Groseillette'' adını önerdi; Marowsko buna bayıldı.
İkisi de susuyordu, havagazının tek kandili altında birkaç dakika oturduktan sonra sonunda Pierre istemeyerek:
- Bu akşam bak başımıza ne tuhaf bir şey geldi, dinle: Babamın dostlarından biri ölürken malını mülkünü kardeşime bırakmış.
Eczacı önce bir şey anlamamış göründü, biraz düşündükten sonra, doktorun da mala ortak olduğunu sandı; ancak sorunun içyüzü ortaya çıkınca şaşırıp kaldı, kızdı. Genç dostunun bu işe kurban gittiğini gördü, hoşnut olmadı:
''Bu iş çevreye karşı hiç hoş kaçmayacak'' diye söylendi durdu.
Yine sinirlenmeye başlayan Pierre, Marowsko'nun bu tümceyle ne demek istediğini anlamak istedi. Niye hoş kaçmayacakmış? Kardeşimin aile dostlarından birinin mirasına konması çevrede niye kötü bir etki bırakacakmış? Bunu bir türlü anlayamıyordu; pek ölçülü olan yaşlı adam, bu sorun üzerinde fazla durmadı, yalnızca:
- Bu gibi durumlarda miras iki kardeşe birden bırakılır, size yine söylüyorum, bu iş çevrede hoş bir etki bırakmayacak.
Doktorun sabrı tükenmişti, gitti, yattı. Bir ara Jean'ın bitişik odada usul usul gezinip durduğunu duydu, iki bardak su içtikten sonra sonunda uyuyakaldı.
III
Doktor, ertesi sabah uyandığı zaman artık kesin kararını vermişti, zengin olacaktı.
Zaten şimdiye kadar, çok kez bu kararı vermiş, hiçbir zaman da becerememişti. Yeni bir işe başladı mı, zengin olmak umuduyla önce bir zaman çaba ve güveni elden bırakmaz, ama bir zorluğa rasladı mı, başarısızlığa uğradı mı, hemen yolu değiştirirdi.
Sıcacık yatağının içine gömülmüş, düşünüyordu: kaç doktor şimdiye kadar çabucak milyoner oluvermişti! Biraz becerikliysen zengin oldun gitti! Öğrenciyken en ünlü doktorların eşekliklerini görmüş, ne mal olduklarını anlamıştı. Onlar kadar, hatta onlardan üstün olamaz mıydı? Eğer bir biçimiyle ''Havre''ın zengin ve kibar müşterilerini çekecek olursa, yılda yüz bin frank kıvırmak işten bile değil... kazancını santimi santimine hesaplamaya başladı: Sabahleyin çıkıp hastalarına gidecek, günde on hastaya baksa, her birinden de yirmi frank alsa, yılda yetmiş iki bin frank, hatta yetmiş beş bin frank kazanmış olur. Çünkü hesabını on hastaya göre tutmuştu ve bu da çok azdı. Öğleden sonraları muayenehanesinde on franktan on hasta daha kabul edecek, bu da otuz altı bin frank eder... Kısacası yuvarlak hesap yüz yirmi bin franklık bir tutar... Gerçi eski müşterisi ve dostları için yapacağı indirimler -çünkü eski müşterilerin ve dostların ayağına giderse on franka, muayenehanesine gelirse beş franka bakacak-, bu tutarı biraz düşürür ama, yapacağı konsültasyonlarla mesleğin gündelik ufak tefek kazançları bunu önler.
Buna erişmekten kolay ne var! Ustaca bir reklam, Paris bilim dünyasının, ''Havre''lı genç alçakgönüllü bilginin yaptığı şaşırtıcı birtakım tedavi yöntemleriyle ilgilendiğini Figaro gazetesine bir yansıttın mı tamam...
Kardeşinden hem daha zengin, hem daha ünlü olacaktı, buna seviniyordu; çünkü bu serveti kendi alın teriyle kazanmış olacaktı. Oğlunun ünüyle gurur duyacak yaşlı anne ve babasına karşı da cömert davranacaktı. Yaşamını tek kadınla, can sıkan tek bir kadınla geçirmek istemiyordu, evlenmeyecekti; müşterilerinin güzellerinden metresler seçecekti.
Başarısından o kadar emindi ki, hemen o anda her şey olup bitecekmiş gibi yatağından fırladı, kentte elverişli bir apartman bulmak için giyindi.
Sokaklarda dolaşıp dururken, davranışlarımızı belirleyen nedenlerin ne kadar entipüften şeyler olduğunu düşünüyordu. Hiç kuşkusuz kardeşinin miras sorunundan sonra onda böyle birdenbire uyanan bu karar daha önce verilebilirdi, vermesi de gerekirdi.
Sıradan ilanlara aldırmıyor, yalnızca güzel ya da lüks apartmanlara asılı kiralık ilanları önünde duruyordu. Tepeden bakan bir tavırla onları geziyor, tavanlarının yüksekliklerini ölçüyor, cep defterine evin planını, yapısını, giriş çıkış biçimlerini çiziyor; doktor olduğunu, çok hastası bulunduğunu söylüyordu. Merdivenlerin geniş ve düzgün olması gerekiyordu, zaten ancak birinci katlar işine geliyordu.
Yedi sekiz adres kaydettikten, iki yüz kadar evi de not ettikten sonra eve yemeğe, bir çeyrek saat gecikerek döndü.
Daha taşlıkta tabak çanak gürültüsüyle karşılaştı. Demek onu yemeğe beklememişlerdi. Niçin acaba? Evde bugüne kadar böyle düzen yoktu... Biraz alındı, kırıldı, canı sıkıldı. İçeri girer girmez Roland:
- Haydi Pierre... Tanrı aşkına çabuk ol... Biliyorsun ki bugün saat ikide notere gideceğiz... Sallanmanın sırası değil.
Doktor annesini öptü, babasının ve kardeşinin elini sıktı, yanıt vermeyerek yerine oturdu. Kayık tabakta kendisine ayrılan pirzolayı aldı; et soğuk ve kuruydu; en kötüsü olsa gerek, fırında bekletilebilirdi, büyük oğullarını bu kadar unutturacak, onları bu kadar şaşkına çevirecek ne vardı? O içeri girince susmuşlardı, yeniden konuşmaya başladılar.
Madam Roland, Jean'a dönerek:
- Ben olsaydım hemen ne yapardım biliyor musun? Debdebeli bir yaşam sürerek çevrenin dikkatini çeker, kendimi kibarlar dünyasına tanıtır, ata biner, sonra da adliyede iyi bir konum bulmak için ilgi uyandıracak bir iki davanın savunmasını üzerime alırdım. El üstünde tutulan amatör bir avukat olurdum. Tanrı'ya şükür bugün hiç kimseye gereksinmen yok, bir işe girsen bile, bunu sırf öğrediklerini unutmamak için yapacaksın; zaten bir erkek hiçbir zaman işsiz güçsüz kalmamalı.
O sırada armut soyan Baba Ronald dedi ki:
- Vallahi oğlum ben senin yerinde olsaydım, bizim gemicilerinki gibi güzel bir kotra alır, Senegal'e kadar uzanırdım...
Sıra Pierre'e gelince şunları söyledi:
- Sözün kısası, para insanı ne bilgin yapar, ne de ahlaklı. Bayağı ruhları alçaltır, güçlülerin eline de kudretli bir manivela verir; zaten böyleleri pek enderdir. Jean gerçekten üstün bir adamsa hiçbir şeye gereksinmesi olmadığını asıl şimdi göstermeli, asıl şimdi yüz kat fazla çalışmalıdır. Bir dul ya da yetimin lehine ya da aleyhine de olsa savunma yapıp, dava dazanılsın kazanılmasın, bir yığın parayı cebe indirmek iş değildir ki; ünlü bir hukuk adamı, bir hukuk rehberi olmaya bakmalı.
Sonuç olarak ekledi:
- Bende para olsaydı, kadavraları parçalamaya harcardım.
Roland Baba omuzlarını silkerek:
- Hoppala! Bence yaşamı tatlı tatlı geçirmeye bakmalı, işin doğrusu bu. Biz insanız, bu dünyaya hayvan gibi çalışmaya gelmedik. İnsan yoksul doğunca çalışmaya katlanır, bunu anlarım ama, geliri oldu mu aptal olmalı ki boş yere çalışsın, didinsin...
Pierre gururla:
- Her insanın eğilimi bir değildir. Ben dünyada yalnızca bilgiye ve akla saygı duyarım, ötesi beş para etmez...
Baba oğul arasında hiç eksik olmayan bu tür çatışmaları her zaman Madam Roland yatıştırmaya çalışırdı. İşte şimdi yine geçen hafta ''Bolbec-Nointot''daki cinayetten söz ederek konuyu değiştiriyordu. Kafalar hemen cinayetle ilgilenmeye başladı, böylece cinayetlerin korkunç gizemli çekiciliğine kapıldılar; bu tür olaylar ne kadar bayağı, utandırıcı, iğrenç olursa olsun, yine de insan merakı üzerinde genellikle garip bir çekiciliği oluyor. Ama Roland Baba yine de ikide bir saatine bakmaktan kendini alamıyordu;
- Haydi bakalım, diyordu. Yola düşme zamanı geldi.
Pierre alaylı bir gülüşle:
- Daha saat bire gelmedi. Bana eti ısıtmadan yedirmeye değdi mi?
Annesi:
- Notere gelmiyor musun? diye sordu.
Pierre soğuk, soğuk:
- Benim işim ne? Gelip de ne yapacağım?
Jean, sanki bütün bunlar onunla ilgili değilmiş gibi sessiz duruyordu. Bolbec cinayetinden söz edildiği zaman hukukçu olarak ortaya bazı düşünceler atmış, cinayet ve caniler hakkında bazı görüşler ileri sürmüştü. Şimdi gene susuyordu. Gözlerinin parlaklığı, yanaklarının allığı, sakalının pırıltısı, bütün bunlar mutluluğunu gösteriyordu.
Hepsi çıkıp gittikten sonra yalnız kalan Pierre, yine sabahki gibi kiralık apartmanlar aramaya koyuldu. İki üç saat bir sürü merdiven inip çıktıktan sonra, sonunda I. François Bulvarı'nda güzel bir şey buldu; birinci katta, başka başka yollara açılan iki kapılı, kocaman bir daireydi; iki salonlu, hastaların sıra beklerken çiçekler arasında dolaşabileceği camekânlı bir koridoru, denizi gören yuvarlak, sevimli bir yemek odası vardı.
Tam kiralayacağı sırada, üç bin frank kafasını kurcaladı: ilk taksidi peşin vermek gerekiyordu, oysa elinde beş parası bile yoktu.
Babasının biriktirdiği para kendisine ancak sekiz bin franklık bir gelir sağlamıştı, meslek seçmekteki kararsızlıkları, başladığı bir şeyi hep yarıda bırakması, durmadan yeniden öğrenime başlaması ailesini çok sarsmıştı, şimdi bu yaptıklarına pişman olmuştu. İki güne kadar bir yanıt getiririm diyerek çıkıp gitti. Aklına kardeşi geldi: Bu üç aylığı, hatta altı aylığı, tutsun tutsun on beş bin frank, bu parayı Jean mirasa konar konmaz isteyecekti.
''Bu ancak birkaç aylık bir borç olacak; belki de yıl sonundan önce öderim. Bundan kolay ne var, hem o bunu seve seve yapar'' diye düşündü.
Daha saat dörde gelmemişti, başka hiçbir işi de yoktu, gidip parkta oturdu, gözlerini yere dikmiş, hiçbir şey düşünmüyordu; git gide üzüntüye dönüşen bir bitkinlik içinde saatlerce sıranın üzerinde oturakaldı.
Baba evine döndüğünden bu yana günlerini hep böyle geçirmişti ama, işsizlikten, yaşamındaki bu boşluktan hiçbir zaman bu kadar acı duymamıştı. Her gün sabahtan akşama kadar nasıl vakit geçirmişti? Vakti yollarda, kahvelerde, Marowsko'da, denizin yükselme zamanlarında rıhtımda, şurada burada geçip gitmişti. Bugüne kadar dayandığı bu yaşam, işte şimdi birdenbire ona iğrenç gelmeye, çekilmez olmaya başlamıştı. Biraz parası olsaydı, bir araba alır, kırlarda dolaşır, karaağaçlarla, kayınlarla gölgelenmiş çiftliklerin yolları boyunca gezer dururdu; ancak bir bardak biranın ya da bir posta pulunun parasını bile hesaplamak zorundaydı. Onun bu tür eğlencelere hakkı yoktu. Otuzunu geçmiş bir adam için kızararak ara sıra annesinden bir altın istemek... birdenbire bunun ne ağır bir şey olduğunu düşündü; bastonunun ucuyla toprağı kazarak:
- Ah param olsaydı! dedi.
Kardeşinin miras konusu tıpkı bir eşek arısının sokuşu gibi yine onu iğneledi; kendini kıskançlık eğilimine kaptırmamak için bu düşünceyi hemen kafasından attı.
Çevresinde, çocuklar yolların tozu içinde oynuyorlardı. Hepsi sarışındı, uzun saçları vardı.
Bir tekmeyle devirmek üzere, ciddi bir tavırla kumdan küçücük tepeler yapıyorlardı.
Pierre'in, insanın içine gömülüp ruhunun bütün köşelerine baktığı, her bir kıvrımını didik didik ettiği, üzgün günlerinden biriydi. Düşündü: ''İşlerimiz tıpkı bu küçüklerin çalışmalarına benziyor.'' Acaba, yaşamda bu küçücük yararsız yaratıklardan bir ikisini dünyaya getirip sonra da büyüyüp yetişmelerini merak ve sevinçle seyretmekten daha akıllıca bir şey var mıdır? diye düşündü. İçinden evlenme isteği geçti. Yalnız olmamak daha iyi galiba. Hiç olmazsa üzüntü ve kararsızlık anlarında bir can yoldaşının bulunduğunu duyumsayabilirsin; acı çekerken bir kadının bulunması ve onunla senli benli konuşabilmek yine de bir şeydir, diyordu.
Kadınları şöyle bir düşündü:
Onları çok az tanıyordu. ''Quartier Latin''de on beşer gün yaşadığı birtakım kadınlar vardı, bunlar aylık bitince bırakılan, ertesi ay yine gidilen ya da değiştirilen kadınlardı.
Ama yeryüzünde çok iyi, çok yumuşak, çok candan yaratıklar da olmalıdır. Annesi evin akıl hocası, süsü değil miydi? Bir kadınla, gerçek bir kadınla tanışmayı ne kadar isterdi!
Madam Rosémilly'yi şöyle bir ziyaret etmek üzere ayağa kalktı.
Birdenbire vazgeçti, yine oturdu. ondan hoşlanmıyordu, niye acaba? Onun bayağı ve kaba bir yanı vardı. Sonra ''Jean''ı yeğler görünmüyor muydu? Dul, onu seçmekle zekâsının düşkünlüğünü göstermiyor muydu? Pierre bunu açıkça itiraf etmiyordu ama, kardeşini ne kadar sevse yine de onu sıradan görmekten, kendini üstün bulmaktan vazgeçemiyordu.
Karanlıklara kadar orada kalamazdı, her zamanki gibi yine acı acı: ''Ne yapacağım?'' diye kendi kendine sordu.
Şu dakikada ruhunun heyecana gereksinmesi vardı; kucaklanmak, avutulmak istiyordu, ama avutulmaya neden ne? Bilemiyordu, yorgun ve zayıf anlarından biriydi, bir kadının varlığına, okşayışına, giysisinin sürtünüşüne, siyah ya da mavi bir gözün tatlı bakışına geresinmesi vardı.
Aklına bir akşam evine götürdüğü, ara sıra görüştüğü küçük bir birahane hizmetçisi geldi. Gidip bu kızla bir duble içmek için yine kalktı. Ona ne söyleyecekti? O, ona ne diyecekti? Kuşkusuz hiçbir şey... Ne çıkar canım, birkaç dakika elini tutsa yeter... Kız ondan hoşlanır görünüyordu; niye gidip onu daha sık görmüyordu?..
Onu, hemen hemen boş denecek kadar tenhalaşmış birahanenin bir sandalyesinde uyuklar buldu. Üç sarhoş, dirseklerini meşe masalara dayamış, pipolarını tüttürüyorlardı! Ceketini çıkaran patron, bir yandan küçük bir iskemlede iyice uyuklarken, kasiyer de eline bir roman almış okuyordu.
Kız, Pierre'i görünce yerinden fırladı, koştu:
- İyi akşamlar, nasılsın?
- İyiyim, sen nasılsın?
-Ben mi? Çok iyiyim. Sizi gören cennetlik...
- Haklısın. Vakit bulamıyorum, doktor olduğumu biliyorsun.
Noter de:
- Ne güzel, ne güzel, deyip duruyordu.
Roland kışın ateş yanarken yaptığı gibi, belini şöminenin mermerine dayamış, eller cepte, ıslık çalar gibi dudaklarını oynatıyor, sevinçten kabına sığamıyor, bir türlü yerinde duramıyordu.
İki kardeş, orta masanın iki yanındaki karşılıklı eş koltuklara geçmiş, bacak bacak üstüne atmışlardı. Duruşları aynıydı; ama kıpırdamadan öne bakan gözlerin anlatımları başka başkaydı.
Sonunda çay geldi, noter fincanı aldı, şekerini attı: dişlerinin kesemediği ufak bir galetayı fincanına ufaladıktan sonra çayını içti.
Sonra kalktı, ellerini sıktı, çıktı.
Roland:
- Demek yarın saat ikide, sizde buluşacağız, dedi.
- Evet, yarın ikide.
Jean'ın ağzından bir tek sözcük çıkmamıştı. Noter gittikten sonra yine herkes sustu, derken Roland Baba gelip iki eliyle küçük oğlunun omuzlarına vurdu:
- Ey Tanrı'nın şanslı kulu! Babanı öpmeyecek misin?
Jean gülümsedi:
- Bilmem, gerekiyor mu? diyerek öptü.
Yaşlı adam sevinçten kabına sığamıyordu; yürüyor, beceriksizce parmaklarını tıkırdatıyor, fır fır dönüyor, durmadan da:
- Ne şans, ne şans! İşte şans diye buna derler..., diyordu.
Pierre:
- Demek önceleri ''Maréchal'' ile adamakıllı ahbaplık ediyordunuz!
Babası:
- Elbette! Her akşam bizdeydi. Tatil günleri seni okuldan alıp yemekten sonra yeniden götürdüğünü anımsamıyor musun? Bak sahi, Jean'ın doğduğu sabah koşup doktoru çağıran da oydu. Annenin ağrıları başladığı sırada o bizde kahvaltı ediyordu. Durumu anladık, o koşa koşa gitti. Aceleyle kendi şapkası diye benimkini giymiş; öyle gülüşmüştük ki... Hiç unutamam. Son soluğunda bile belki bunu anımsamıştır. Mirasçısı da olmadığı için herhalde ''bu küçüğün doğuşuna yardım ettim, servetimi ona bırakayım'' demiştir.
Madam Roland, kocaman derin bir koltuğa gömülmüş, anılarıyla baş başaydı.
Düşündüklerini yüksek sesle söyler gibi:
- Ah! Ne vefalı, sadık, mert bir dosttu o; artık böyle dostlar zor bulunur.
Jean ayağa kalkarak:
- Ben biraz gezineceğim, dedi.
Babası şaşırdı, alıkoymak istedi; konuşulacak şeyler, yapılacak tasarılar, verilecek kararlar vardı. Delikanlı sözü olduğunu ileri sürerek inat etti. Miras işi için konuşmaya, görüşmeye daha çok zaman vardı. Düşünmek için yalnız kalmak istiyordu, çıktı gitti.
Biraz sonra Pierre de kardeşinin peşi sıra çıkıp gitti.
Roland karısıyla baş başa kalınca, onu kolları arasına aldı, her bir yanağından belki onar kez öptükten sonra karısının sık sık ettiği bir siteme yanıt olarak:
- Şekerim, görüyorsun ya, dedi. Para havadan geldi. Çocuklar için boş yere Paris'te daha yıllarca kalacak, kendimi harap edecektim. Oysa bak, burada sağlığımı kazandım.
Madam Roland ciddileşmişti:
- Bu havadan gelen para Jean için, peki Pierre ne olacak?
- Pierre mi? O doktor... kazanır... sonra, elbette kardeşi onun için de bir şeyler düşünür.
- O, buna razı olmaz ki! Miras Jean'ın, yalnızca onun. Pierre bu işte çok zararlı doğrusu.
Yaşlı adam şaşaladı:
- Öyleyse ona daha fazla mal bırakırız.
- Yoo... bu da doğru olmaz.
Roland bağırdı:
- Ee.. iyi vallahi!.. ne yapayım?.. Sen zaten hep böyle tatsızlıklar çıkarır, keyfimi kaçırırsın. İşte gidip yatıyorum, gecen hayırlı olsun!.. Ne yapalım, onun başına devlet kuşu kondu.
Bu kadar cömert davranarak ölüp giden dostuna, ağzından hayırlı bir tek sözcük bile çıkarmadan gene keyifli keyifli kalkıp gitti.
Madam Roland, tüten lamba önünde yeniden düşünceye dalmıştı.
II
Pierre dışarı çıkar çıkmaz, Havre'ın ana caddesine, canlı, gürültülü, pırıl pırıl yanan Paris Caddesi'ne doğru yürüdü. Kıyının serin havası yüzünü okşuyordu; bastonunu koltuğuna almış, elleri arkada, ağır ağır yürüyordu.
İnsan kötü bir haber alınca kendinde bir ağırlık, hoşnutsuzluk duymaz mı? İşte o da böyleydi, kendini hiç iyi duyumsamıyordu. Ortada onu üzen belli başlı bir düşünce yoktu; ama yüreğine çöken bu ağırlık, vücudundaki bu uyuşukluk neydi, nerden geliyordu, kestiremiyordu. Bir yeri ağrıyordu ama yer belli değildi. Üzerinde acıyan bir nokta, duyumsanmayacak derecede hafif bir bere vardı; sanki yerleri bulunmayan, insanı rahatsız eden, yoran, üzen, kızdıran, belirsiz, hafif bir acıydı bu... bir üzüntü başlangıcı gibi bir şey.
Tiyatro Alanı'na geldiği zaman Tôrtoni kahvesinin ışıkları onu çekti. Camekâna doğru yürüdü, tam gireceği sırada, içeride arkadaşların, tanıdıkların, konuşulması gereken kimselerin bulunacağını anımsayarak vazgeçti; bu bayağı fincan ve kadeh arkadaşlığına karşı bir tiksinti duydu, geri dönerek limana giden ana caddenin yolunu tuttu.
O andaki ruh durumuna uygun bir yer araştırıyor, ''acaba nereye gitsem?'' diye düşünüp duruyordu. Bulamıyordu; çünkü yalnızlıktan sinirlendiği kadar herhangi bir kimseye raslamaktan da çekiniyordu. İskeleye gelince yine durakladı, sonunda mendireğe doğru yürüdü. Yalnız kalmaya karar verdi.
Dalgakıranın üzerindeki sıralardan birinin önüne gelmişti, bitkin bir durumda hemen oraya çöküverdi; daha şimdiden bu gezintiden usanmıştı.
''Bu akşam bana ne oluyor böyle?'' diye kendi kendine sordu. Ateşin nedeni nasıl hastadan soruşturulursa, o da yakalandığı bu derdin nedenini kendi anılarında aramaya koyuldu.
Hem heyecanlı, hem de akılcı bir ruhu vardı. Heyecana kapılır, sonra akıl yürütür, taşkınlıklarını bazen doğru, bazen de yersiz bulurdu. Fakat sonunda ilk doğa en güçlü çıkardı, duygu yanı akıl yanını hep yenerdi. O, bu sinirliliğin, isteksizliğin, içindeki bu anlamsız taşkınlığın, takıldığı düşünceden kurtulmak için birine raslamak isteğinin, raslayacağı insanlara, söyleyeceği şeylere karşı da bu tiksinmenin nereden geldiğini anlamaya çalışıyordu.
Kendi kendine: ''Sakın Jean'ın mirasa konması neden olmasın?'' dedi. Öyle ya, bütün bu olup bitenler niye neden olmasın! Noter bu haberi getirdiği zaman yüreğinin hızla çarptığını duymamış mıydı? İnsan her zaman kendine egemen olmaz ya! Bazen de içten gelen, yapışkan heyecanlara kapılıverir, sonra da onları yenebilmek için boş yere çabalar durur.
Herhangi bir olayın içgüdülerine kapılmaya yatkın varlıkta uyandırdığı bu fizyolojik bilmeceyi, zekânın eğitimiyle kendini aşan düşünceli varlığın isteklerine, iyi ve doğru saydığı şeylere tümüyle aykırı olarak içinde bir sürü acı ve tatlı duygular, düşünceler uyandıran bu bilmeceyi çözmek için derin derin düşündü.
Büyük bir servetin mirasına konan bir oğulun ruh durumunu gözünün önüne getirdi. Bu servet sayesinde şimdi bu oğul istediği birçok zevki tadacaktı; sevilen, acınan bir babanın hasisliği nice zamandır onu bu erişmek istediği zevklerden alıkoymuştu. Kalktı, yeniden mendireğin öbür ucuna yürüdü. Şimdi kendini daha iyi duyumsuyor, kendini anladığından, doğru yakaladığından, içindeki öz benliğini ortaya çıkardığından hoşnuttu. Düşündü:
- Demek Jean'ı kıskanıyorum! Doğrusu bu alçakça bir şey! Şimdi artık eminim: Çünkü o anda aklıma ilk gelen şey, Jean'ın Madam Rosémilly ile evlenmesi oldu. Bununla birlikte insanı sağduyuyla usluluktan iğrendirmek için yaratılmış bu akıllı küçük hindiyi sevdiğim de yok... Bu yalnızca nedensiz bir kıskançlık, kıskançlığın da kendisi, özü... Sırf kıskançlık için duyulan bir kıskançlık... Bunun çaresine bakmalı!
O sırada limandaki suyun yükseldiğini gösteren işaret direklerinin tam önüne gelmişti. Gelecek seferki deniz yükselişinde limana girecek olan açıktaki gemi listesini okumak için bir kibrit çaktı. Brezilya'dan, Plata'dan, Şili'den, Japonya'dan gelecek vapurlarla, iki Danimarka tipi yelkenli, bir Norveç tipi deniz kırlangıcı, bir de Türk vapuru bekleniyordu. Bu sonuncusu Pierre'i bir ''İsviçre'' vapuru okumuş kadar şaşırttı. Acayip bir düş içindeydi sanki: Geniş şalvarıyla iplere tırmanan sarıklı adamlarla dolu büyük bir gemi gözünün önünde belirdi. Sonra:
- Ne saçma! diye düşündü. Türkler gemici bir ulus değil mi?
Birkaç adım daha attıktan sonra körfezi seyretmek için durdu.
Sağında, ''Sainte-Adresse''in üstündeki, tek gözlü korkunç ikiz devi andıran ''Héve'' burnunun çifte elektrik fenerleri denize uzun, güçlü bakışlarını dikmişti. Bir çift kuyruklu yıldızın dev gibi kuyruklarına benzeyen, yan yana iki odaktan çıkmış bu iki koşut ışık, düz ve sonsuz bir bayırı yalayarak tepelerden ufuklara kadar iniyordu.
Sonra iki mendirek üzerinde, dev gibi ışıkların ancak çocukları olabilecek diğer iki küçük ışık ''Havre''ın geçidini aydınlatarak yol gösteriyordu.
Ta orada, uzaklarda Seine ırmağının öbür yanında konuksever yüzünün canlı birer gözüymüş gibi açılıp kapanan ya da aralıksız yanan daha birçok ışık görünüyordu, limanların bu sarı, kırmızı, yeşil ışıkları tıpkı birer göz gibi, kapaklarının düzgün, değişmez mekanik devinimiyle: ''Ben Trouville'im, ben Honfleur''üm, ben Pont-Andemer Irmağı'yım'' diyorlardı. Uzaktan bir gezegen sanılacak kadar yüksekte olan ''Etouville''in havai feneri, ötekilerini bastırarak büyük ırmağın kavşağındaki kum setleri arasında ''Rouen'' yolunu aydınlatıyor, yol gösteriyordu.
Gökyüzünden daha koyu derin, uçsuz bucaksız suyun üstünde, şurada burada sanki yıldızlar görünüyordu. Beyazlı, kırmızılı, yeşilli, bu uzaklı, yakınlı küçücük şeyler gecenin sisi içinde titreşiyordu. Hepsi de kımıltısızdı, yalnızca içlerinden birkaçı koşuyordu sanki. Bunlar denizin yükselmesini bekleyen, demir atmış ya da atmak için yer arayan hareket halindeki gemilerin ışıklarıydı.
Tam o sırada ay ırmağın arkasından yükseldi; bu görünüşüyle sonsuz gerçek sayıda yıldızdan oluşan filoya yol göstermek için gökyüzünde yanmış kocaman tanrısal bir fenere benziyordu.
Pierre adeta yüksek sesle:
- Bak, beş paralık değeri olmayan şeyler için nasıl üzülüp duruyoruz.
Birdenbire yanı başında, mendireklerin arasından açılan, geniş, kapkara boşluğun içinde kocaman hayal gibi bir şey süzüldü. Granitten yapılmış korkuluğun üzerinden başını sarkıtınca bir balıkçı kayığı gördü. Gerili, koyu renk yüksek yelkenini açık denizin rüzgârlarına vermiş, hafifçe süzülüyor, dalga, kürek patırdısı çıkarmadan, sessiz sessiz limana giriyordu.
Kendi kendine: ''İnsan ömrünü şöyle bir kayıkta geçirebilse kim bilir ne rahat eder!'' diye düşündü. Birkaç adım daha ilerledi, gözüne rıhtımın ucuna oturmuş bir adam ilişti. Kim acaba? Düşlere dalan bir insan mı? Bir âşık mı? Bir bilgin mi? Mutlu ya da mutsuz biri mi? Kim?
Yalnız adamın yüzünü yakından görmek için merakla yaklaştı; tanıdı, kardeşiydi.
- Aa! Sen misin Jean?
- Aa! Pierre işin ne burada?
- Biraz hava alıyorum, ya sen?
- Ben de...
Pierre, kardeşinin yanına oturdu:
- Şu güzelliğe bak!
- Evet!
Jean'ın hiçbir şeye bakmadığını sesinden fark etmişti:
- Buraya her gelişimde içimde nasıl delice bir istek uyanır... Gördüğün bu gemilerle kuzeye, güneye kaçıp gitmek isterim, bu adeta içimi yer... Düşün bir kez, şu uzakta duran, küçücük birer kıvılcıma benzeyen bu gemiler dünyanın dört bucağından gelmişler... Kocaman çiçekleri, solgun, bakır renkli güzelleri olan ülkelerden, arı kuşlarının, fillerin, özgür aslanların, zenci krallarının diyarından gelmişler... Bizim peri masallarımızda dinleyip de inanmadığımız o Beyaz Kedi'nin, Ormanda Uyuyan Güzel'in ülkesinden gelmişler! Oraları şöyle bir dolaşmak! Ne hoş olurdu kim bilir? Ama bu işte de yine para gerek... hem de çok para...
Birdenbire sustu. Kardeşinin şimdi bu paraya sahip olduğunu anımsadı. Şimdi o, bütün dertlerden, çalışma yaşamından kurtulmuş, özgürdü; mutlu, neşeli, dilediği yere gidebilirdi... Sarışınlar diyarı İsveç'e, esmerler diyarı Havana'ya gidebilirdi...
Birdenbire aklına sanki ikinci bir ruhtan gelen önüne geçilmez bir düşünce geldi: ''Adam sen de! Jean budaladır, diye düşündü. Gider küçük Rosémilly'yi alır.'' Onda, böyle elde olmayan düşüncelere sık sık raslanır. Sonra bu düşünceler o kadar ani ve çabuk gelirdi ki ne önceden kestirmek, ne önlemek, ne de değiştirmek mümkün olurdu. Ayağa kalktı:
- Seni geleceğinle ilgili düşüncelerinle baş başa bırakıyorum, benim yürümeye gereksinmem var, gidiyorum, dedi.
Kardeşinin elini sıktı, içten gelen bir sesle, gene:
- Ee Jean'cığım, işte zengin oldun gitti! Bilemezsin bu işe ne kadar sevindim. Kutlamak için seni bu akşam burada yalnız bulduğuma öyle sevindim ki... seni ne kadar sevdiğimi bilemezsin Jean...
Çok sevecen, yumuşak yaratılışlı olan Jean coşkuyla:
- Teşekkür ederim... teşekkür ederim Pierreciğim... sağ ol... dedi.
Pierre, bastonunu koltuğuna sıkıştırıp ellerini arkaya attı, geriye dönerek her zamanki ağır adımlarıyla, kentin yolunu tuttu.
Çok kısa süren bu gezintiden hiç hoşlanmamıştı; kardeşinin orada bulunması ona denizi haram etmişti, kente geldiği zaman yine kendi kendine ne yapacağını sordu.
Birdenbire aklına bir düşünce geldi:
''Gidip Baba Marowsko'da bir kadeh likör içmek''. Yeniden Ingouville mahallesine doğru yürüdü.
Baba Marowsko'yla Paris'te hastanelerde tanışmıştı. Yaşlı bir Polonyalı olan Baba Marowsko'yu herkes siyasi bir mülteci diye tanırdı; söylediklerine göre ülkesinde başından geçmedik şey kalmamış, yeniden bir sürü sınava girdikten sonra ancak Fransa'ya, eczacılık yapmak için gelebilmişti. Geçmişi hakkında hiçbir şey bilinmiyordu, böylece hastanedeki gececi ve gündüzcü stajyerler, az sonra da komşular arasında yaşlı adam hakkında bir sürü söylence dolaşmış durmuştu. Marowsko'nun gizli örgütçülük ünü, nihilistlik, rejim düşmanlığı, hiçbir şeyden yılmayan yurtseverliği, mucizeyle ölümden kurtuluş ünü, Pierre Roland'ın canlı, serüvensever düşgücünü büyülemiş, hayran bırakmıştı. Yaşlı Polonyalının ağzından geçmişteki yaşamı hakkında hiçbir şey öğrenemeden onunla dost olmuştu. O da Pierre'in bulacağı müşterilere güvenerek genç doktor sayesinde gelip Havre'a yerleşmişti. Şimdi o, esnafa ve işçilere ilaç satarak ortahalli eczanesiyle yoksulca geçinip gidiyordu.
Pierre, sık sık akşam yemeklerinden sonra onu görmeye, bir saat kadar çene çalmaya giderdi. Marowsko'nun uzun uzun susuşlarında bir derinlik görür, dingin yüzünden, ender söyleşisinden hoşlanırdı.
Küçük şişelerle dolu tezgâhının üzerinde bir tek havagazı lambası yanar, dükkânın önündekiler harcama olmasın diye hep sönük dururdu. Tezgâh arkasında, iskemlede, bacaklarını üst üste koyarak uzanmış, başı öne sarkık, kabak kafalı bir adam derin bir uykuya dalmıştı, alnının altında uzayan kocaman gaga burnuyla düşünceli bir papağanı andırıyordu.
Zilin gürültüsüyle uyandı, kalktı, doktoru tanıdı, elini uzatarak onu karşıladı.
Şurup ve asit lekeleriyle benek benek olmuş, küçük sıska vücuduna bol gelen siyah redingotu eski zaman cüppelerine benziyordu. Yaşlı, tam bir Polonyalı şivesiyle konuşuyor, bu şive incecik sesine çocukça bir eda, yeni konuşmaya başlayan çocuklara özgü peltekliğe benzeyen bir hal veriyordu.
Pierre oturduktan sonra Marowsko:
- Ne var ne yok, doktorcuğum? diye sordu.
- Hiç, hep bildiğin gibi...
- Bu akşam keyfiniz pek yok?
- Bende öyle her zaman şenlik mi arıyorsun?
- Hadi, hadi canım, bırakın bunları, bir kadeh likör içmez misiniz?
- İçerim elbette...
- Öyleyse size yepyeni bir karışım tattıracağım. İki aydan bu yana bununla uğraşıyorum.Şimdiye kadar frenk üzümünden yalnızca şurup yapılırdı, ben işte bundan bir şeyler çıkarmak için çalıştım, hele şükür buldum... nefis bir likör... ama enfes, enfes bir şey!
Hayran hayran dolaba doğru gitti açtı, içinden bir şişe seçip getirdi. Davranışlarında hep bir aksaklık vardı, ne kollarını ne de bacaklarını adamakıllı uzatabilir, ne de tam ve kesin bir devinim yapabilirdi. Düşünceleri de davranışlarına benzerdi: Bir düşünceyi ileri sürer, tasarlar, kabul ettirmeye çalışır, ama aslını esasını söylemezdi. Yaşamda işi gücü şurup, likör yapmaktı, hep: ''İyi bir şurup ya da likör yaptın mı zengin oldun gitti!'' derdi. Bir tanesini bile piyasaya süremeden yüzlerce şekerli ilaç icat etmişti. Marowsko, Pierre'e ''Marat''yı (1) anımsattı. Dükkânın arka bölümünden iki küçük kadeh alarak ilaçların yapıldığı masanın üzerine koydu, ikisi de kadehlerini lambaya doğru kaldırarak likörün rengini gözden geçirdiler, Pierre:
- Ne güzel, yakut gibi, dedi.
- Öyle, değil mi?
Papağan kafalı yaşlı Polonyalının yüzünü sevinç sardı. Doktor likörden bir yudum aldı, tadına baktı, düşündü, bir yudum daha aldı, gene düşündü ve:
- Çok güzel, çok güzel, bambaşka bir çeşnisi var, bu bir buluş azizim! dedi.
- Sahi mi, çok sevindim doğrusu.
Marowsko, bu yeni liköre bir ad takmak için ondan akıl danıştı. Ona ''Groseille (1) esansı'', ''nefis groseille'' ya da ''groselia'', ''groseline'' adını takmak istiyordu.
Pierre bu adlardan hiçbirini beğenmiyordu. Yaşlı adamın aklına bir şey geldi:
- Biraz önce söylediğiniz ''yakut'' kelimesi pek hoşuma gitti, liköre bu adı koysak?
Doktor, bu adı kendi bulduğu halde yine de beğenmiyordu. ''Groseillette'' adını önerdi; Marowsko buna bayıldı.
İkisi de susuyordu, havagazının tek kandili altında birkaç dakika oturduktan sonra sonunda Pierre istemeyerek:
- Bu akşam bak başımıza ne tuhaf bir şey geldi, dinle: Babamın dostlarından biri ölürken malını mülkünü kardeşime bırakmış.
Eczacı önce bir şey anlamamış göründü, biraz düşündükten sonra, doktorun da mala ortak olduğunu sandı; ancak sorunun içyüzü ortaya çıkınca şaşırıp kaldı, kızdı. Genç dostunun bu işe kurban gittiğini gördü, hoşnut olmadı:
''Bu iş çevreye karşı hiç hoş kaçmayacak'' diye söylendi durdu.
Yine sinirlenmeye başlayan Pierre, Marowsko'nun bu tümceyle ne demek istediğini anlamak istedi. Niye hoş kaçmayacakmış? Kardeşimin aile dostlarından birinin mirasına konması çevrede niye kötü bir etki bırakacakmış? Bunu bir türlü anlayamıyordu; pek ölçülü olan yaşlı adam, bu sorun üzerinde fazla durmadı, yalnızca:
- Bu gibi durumlarda miras iki kardeşe birden bırakılır, size yine söylüyorum, bu iş çevrede hoş bir etki bırakmayacak.
Doktorun sabrı tükenmişti, gitti, yattı. Bir ara Jean'ın bitişik odada usul usul gezinip durduğunu duydu, iki bardak su içtikten sonra sonunda uyuyakaldı.
III
Doktor, ertesi sabah uyandığı zaman artık kesin kararını vermişti, zengin olacaktı.
Zaten şimdiye kadar, çok kez bu kararı vermiş, hiçbir zaman da becerememişti. Yeni bir işe başladı mı, zengin olmak umuduyla önce bir zaman çaba ve güveni elden bırakmaz, ama bir zorluğa rasladı mı, başarısızlığa uğradı mı, hemen yolu değiştirirdi.
Sıcacık yatağının içine gömülmüş, düşünüyordu: kaç doktor şimdiye kadar çabucak milyoner oluvermişti! Biraz becerikliysen zengin oldun gitti! Öğrenciyken en ünlü doktorların eşekliklerini görmüş, ne mal olduklarını anlamıştı. Onlar kadar, hatta onlardan üstün olamaz mıydı? Eğer bir biçimiyle ''Havre''ın zengin ve kibar müşterilerini çekecek olursa, yılda yüz bin frank kıvırmak işten bile değil... kazancını santimi santimine hesaplamaya başladı: Sabahleyin çıkıp hastalarına gidecek, günde on hastaya baksa, her birinden de yirmi frank alsa, yılda yetmiş iki bin frank, hatta yetmiş beş bin frank kazanmış olur. Çünkü hesabını on hastaya göre tutmuştu ve bu da çok azdı. Öğleden sonraları muayenehanesinde on franktan on hasta daha kabul edecek, bu da otuz altı bin frank eder... Kısacası yuvarlak hesap yüz yirmi bin franklık bir tutar... Gerçi eski müşterisi ve dostları için yapacağı indirimler -çünkü eski müşterilerin ve dostların ayağına giderse on franka, muayenehanesine gelirse beş franka bakacak-, bu tutarı biraz düşürür ama, yapacağı konsültasyonlarla mesleğin gündelik ufak tefek kazançları bunu önler.
Buna erişmekten kolay ne var! Ustaca bir reklam, Paris bilim dünyasının, ''Havre''lı genç alçakgönüllü bilginin yaptığı şaşırtıcı birtakım tedavi yöntemleriyle ilgilendiğini Figaro gazetesine bir yansıttın mı tamam...
Kardeşinden hem daha zengin, hem daha ünlü olacaktı, buna seviniyordu; çünkü bu serveti kendi alın teriyle kazanmış olacaktı. Oğlunun ünüyle gurur duyacak yaşlı anne ve babasına karşı da cömert davranacaktı. Yaşamını tek kadınla, can sıkan tek bir kadınla geçirmek istemiyordu, evlenmeyecekti; müşterilerinin güzellerinden metresler seçecekti.
Başarısından o kadar emindi ki, hemen o anda her şey olup bitecekmiş gibi yatağından fırladı, kentte elverişli bir apartman bulmak için giyindi.
Sokaklarda dolaşıp dururken, davranışlarımızı belirleyen nedenlerin ne kadar entipüften şeyler olduğunu düşünüyordu. Hiç kuşkusuz kardeşinin miras sorunundan sonra onda böyle birdenbire uyanan bu karar daha önce verilebilirdi, vermesi de gerekirdi.
Sıradan ilanlara aldırmıyor, yalnızca güzel ya da lüks apartmanlara asılı kiralık ilanları önünde duruyordu. Tepeden bakan bir tavırla onları geziyor, tavanlarının yüksekliklerini ölçüyor, cep defterine evin planını, yapısını, giriş çıkış biçimlerini çiziyor; doktor olduğunu, çok hastası bulunduğunu söylüyordu. Merdivenlerin geniş ve düzgün olması gerekiyordu, zaten ancak birinci katlar işine geliyordu.
Yedi sekiz adres kaydettikten, iki yüz kadar evi de not ettikten sonra eve yemeğe, bir çeyrek saat gecikerek döndü.
Daha taşlıkta tabak çanak gürültüsüyle karşılaştı. Demek onu yemeğe beklememişlerdi. Niçin acaba? Evde bugüne kadar böyle düzen yoktu... Biraz alındı, kırıldı, canı sıkıldı. İçeri girer girmez Roland:
- Haydi Pierre... Tanrı aşkına çabuk ol... Biliyorsun ki bugün saat ikide notere gideceğiz... Sallanmanın sırası değil.
Doktor annesini öptü, babasının ve kardeşinin elini sıktı, yanıt vermeyerek yerine oturdu. Kayık tabakta kendisine ayrılan pirzolayı aldı; et soğuk ve kuruydu; en kötüsü olsa gerek, fırında bekletilebilirdi, büyük oğullarını bu kadar unutturacak, onları bu kadar şaşkına çevirecek ne vardı? O içeri girince susmuşlardı, yeniden konuşmaya başladılar.
Madam Roland, Jean'a dönerek:
- Ben olsaydım hemen ne yapardım biliyor musun? Debdebeli bir yaşam sürerek çevrenin dikkatini çeker, kendimi kibarlar dünyasına tanıtır, ata biner, sonra da adliyede iyi bir konum bulmak için ilgi uyandıracak bir iki davanın savunmasını üzerime alırdım. El üstünde tutulan amatör bir avukat olurdum. Tanrı'ya şükür bugün hiç kimseye gereksinmen yok, bir işe girsen bile, bunu sırf öğrediklerini unutmamak için yapacaksın; zaten bir erkek hiçbir zaman işsiz güçsüz kalmamalı.
O sırada armut soyan Baba Ronald dedi ki:
- Vallahi oğlum ben senin yerinde olsaydım, bizim gemicilerinki gibi güzel bir kotra alır, Senegal'e kadar uzanırdım...
Sıra Pierre'e gelince şunları söyledi:
- Sözün kısası, para insanı ne bilgin yapar, ne de ahlaklı. Bayağı ruhları alçaltır, güçlülerin eline de kudretli bir manivela verir; zaten böyleleri pek enderdir. Jean gerçekten üstün bir adamsa hiçbir şeye gereksinmesi olmadığını asıl şimdi göstermeli, asıl şimdi yüz kat fazla çalışmalıdır. Bir dul ya da yetimin lehine ya da aleyhine de olsa savunma yapıp, dava dazanılsın kazanılmasın, bir yığın parayı cebe indirmek iş değildir ki; ünlü bir hukuk adamı, bir hukuk rehberi olmaya bakmalı.
Sonuç olarak ekledi:
- Bende para olsaydı, kadavraları parçalamaya harcardım.
Roland Baba omuzlarını silkerek:
- Hoppala! Bence yaşamı tatlı tatlı geçirmeye bakmalı, işin doğrusu bu. Biz insanız, bu dünyaya hayvan gibi çalışmaya gelmedik. İnsan yoksul doğunca çalışmaya katlanır, bunu anlarım ama, geliri oldu mu aptal olmalı ki boş yere çalışsın, didinsin...
Pierre gururla:
- Her insanın eğilimi bir değildir. Ben dünyada yalnızca bilgiye ve akla saygı duyarım, ötesi beş para etmez...
Baba oğul arasında hiç eksik olmayan bu tür çatışmaları her zaman Madam Roland yatıştırmaya çalışırdı. İşte şimdi yine geçen hafta ''Bolbec-Nointot''daki cinayetten söz ederek konuyu değiştiriyordu. Kafalar hemen cinayetle ilgilenmeye başladı, böylece cinayetlerin korkunç gizemli çekiciliğine kapıldılar; bu tür olaylar ne kadar bayağı, utandırıcı, iğrenç olursa olsun, yine de insan merakı üzerinde genellikle garip bir çekiciliği oluyor. Ama Roland Baba yine de ikide bir saatine bakmaktan kendini alamıyordu;
- Haydi bakalım, diyordu. Yola düşme zamanı geldi.
Pierre alaylı bir gülüşle:
- Daha saat bire gelmedi. Bana eti ısıtmadan yedirmeye değdi mi?
Annesi:
- Notere gelmiyor musun? diye sordu.
Pierre soğuk, soğuk:
- Benim işim ne? Gelip de ne yapacağım?
Jean, sanki bütün bunlar onunla ilgili değilmiş gibi sessiz duruyordu. Bolbec cinayetinden söz edildiği zaman hukukçu olarak ortaya bazı düşünceler atmış, cinayet ve caniler hakkında bazı görüşler ileri sürmüştü. Şimdi gene susuyordu. Gözlerinin parlaklığı, yanaklarının allığı, sakalının pırıltısı, bütün bunlar mutluluğunu gösteriyordu.
Hepsi çıkıp gittikten sonra yalnız kalan Pierre, yine sabahki gibi kiralık apartmanlar aramaya koyuldu. İki üç saat bir sürü merdiven inip çıktıktan sonra, sonunda I. François Bulvarı'nda güzel bir şey buldu; birinci katta, başka başka yollara açılan iki kapılı, kocaman bir daireydi; iki salonlu, hastaların sıra beklerken çiçekler arasında dolaşabileceği camekânlı bir koridoru, denizi gören yuvarlak, sevimli bir yemek odası vardı.
Tam kiralayacağı sırada, üç bin frank kafasını kurcaladı: ilk taksidi peşin vermek gerekiyordu, oysa elinde beş parası bile yoktu.
Babasının biriktirdiği para kendisine ancak sekiz bin franklık bir gelir sağlamıştı, meslek seçmekteki kararsızlıkları, başladığı bir şeyi hep yarıda bırakması, durmadan yeniden öğrenime başlaması ailesini çok sarsmıştı, şimdi bu yaptıklarına pişman olmuştu. İki güne kadar bir yanıt getiririm diyerek çıkıp gitti. Aklına kardeşi geldi: Bu üç aylığı, hatta altı aylığı, tutsun tutsun on beş bin frank, bu parayı Jean mirasa konar konmaz isteyecekti.
''Bu ancak birkaç aylık bir borç olacak; belki de yıl sonundan önce öderim. Bundan kolay ne var, hem o bunu seve seve yapar'' diye düşündü.
Daha saat dörde gelmemişti, başka hiçbir işi de yoktu, gidip parkta oturdu, gözlerini yere dikmiş, hiçbir şey düşünmüyordu; git gide üzüntüye dönüşen bir bitkinlik içinde saatlerce sıranın üzerinde oturakaldı.
Baba evine döndüğünden bu yana günlerini hep böyle geçirmişti ama, işsizlikten, yaşamındaki bu boşluktan hiçbir zaman bu kadar acı duymamıştı. Her gün sabahtan akşama kadar nasıl vakit geçirmişti? Vakti yollarda, kahvelerde, Marowsko'da, denizin yükselme zamanlarında rıhtımda, şurada burada geçip gitmişti. Bugüne kadar dayandığı bu yaşam, işte şimdi birdenbire ona iğrenç gelmeye, çekilmez olmaya başlamıştı. Biraz parası olsaydı, bir araba alır, kırlarda dolaşır, karaağaçlarla, kayınlarla gölgelenmiş çiftliklerin yolları boyunca gezer dururdu; ancak bir bardak biranın ya da bir posta pulunun parasını bile hesaplamak zorundaydı. Onun bu tür eğlencelere hakkı yoktu. Otuzunu geçmiş bir adam için kızararak ara sıra annesinden bir altın istemek... birdenbire bunun ne ağır bir şey olduğunu düşündü; bastonunun ucuyla toprağı kazarak:
- Ah param olsaydı! dedi.
Kardeşinin miras konusu tıpkı bir eşek arısının sokuşu gibi yine onu iğneledi; kendini kıskançlık eğilimine kaptırmamak için bu düşünceyi hemen kafasından attı.
Çevresinde, çocuklar yolların tozu içinde oynuyorlardı. Hepsi sarışındı, uzun saçları vardı.
Bir tekmeyle devirmek üzere, ciddi bir tavırla kumdan küçücük tepeler yapıyorlardı.
Pierre'in, insanın içine gömülüp ruhunun bütün köşelerine baktığı, her bir kıvrımını didik didik ettiği, üzgün günlerinden biriydi. Düşündü: ''İşlerimiz tıpkı bu küçüklerin çalışmalarına benziyor.'' Acaba, yaşamda bu küçücük yararsız yaratıklardan bir ikisini dünyaya getirip sonra da büyüyüp yetişmelerini merak ve sevinçle seyretmekten daha akıllıca bir şey var mıdır? diye düşündü. İçinden evlenme isteği geçti. Yalnız olmamak daha iyi galiba. Hiç olmazsa üzüntü ve kararsızlık anlarında bir can yoldaşının bulunduğunu duyumsayabilirsin; acı çekerken bir kadının bulunması ve onunla senli benli konuşabilmek yine de bir şeydir, diyordu.
Kadınları şöyle bir düşündü:
Onları çok az tanıyordu. ''Quartier Latin''de on beşer gün yaşadığı birtakım kadınlar vardı, bunlar aylık bitince bırakılan, ertesi ay yine gidilen ya da değiştirilen kadınlardı.
Ama yeryüzünde çok iyi, çok yumuşak, çok candan yaratıklar da olmalıdır. Annesi evin akıl hocası, süsü değil miydi? Bir kadınla, gerçek bir kadınla tanışmayı ne kadar isterdi!
Madam Rosémilly'yi şöyle bir ziyaret etmek üzere ayağa kalktı.
Birdenbire vazgeçti, yine oturdu. ondan hoşlanmıyordu, niye acaba? Onun bayağı ve kaba bir yanı vardı. Sonra ''Jean''ı yeğler görünmüyor muydu? Dul, onu seçmekle zekâsının düşkünlüğünü göstermiyor muydu? Pierre bunu açıkça itiraf etmiyordu ama, kardeşini ne kadar sevse yine de onu sıradan görmekten, kendini üstün bulmaktan vazgeçemiyordu.
Karanlıklara kadar orada kalamazdı, her zamanki gibi yine acı acı: ''Ne yapacağım?'' diye kendi kendine sordu.
Şu dakikada ruhunun heyecana gereksinmesi vardı; kucaklanmak, avutulmak istiyordu, ama avutulmaya neden ne? Bilemiyordu, yorgun ve zayıf anlarından biriydi, bir kadının varlığına, okşayışına, giysisinin sürtünüşüne, siyah ya da mavi bir gözün tatlı bakışına geresinmesi vardı.
Aklına bir akşam evine götürdüğü, ara sıra görüştüğü küçük bir birahane hizmetçisi geldi. Gidip bu kızla bir duble içmek için yine kalktı. Ona ne söyleyecekti? O, ona ne diyecekti? Kuşkusuz hiçbir şey... Ne çıkar canım, birkaç dakika elini tutsa yeter... Kız ondan hoşlanır görünüyordu; niye gidip onu daha sık görmüyordu?..
Onu, hemen hemen boş denecek kadar tenhalaşmış birahanenin bir sandalyesinde uyuklar buldu. Üç sarhoş, dirseklerini meşe masalara dayamış, pipolarını tüttürüyorlardı! Ceketini çıkaran patron, bir yandan küçük bir iskemlede iyice uyuklarken, kasiyer de eline bir roman almış okuyordu.
Kız, Pierre'i görünce yerinden fırladı, koştu:
- İyi akşamlar, nasılsın?
- İyiyim, sen nasılsın?
-Ben mi? Çok iyiyim. Sizi gören cennetlik...
- Haklısın. Vakit bulamıyorum, doktor olduğumu biliyorsun.
Je hebt 1 tekst gelezen van Turks literatuur.