Kara Kitap - 22
İKİNCİ KISIM
BİRİNCİ BÖLÜM HAYALET EV
"Boş bir kadar hüzünlü hissetti kendini."
Flaubert
Telefon kapı açıldıktan üç dört saniye sonra çalmaya başlamıştı, ama Galip tıpkı gangster
filmlerindeki o acımasız alarm zilleri gibi, zille kapı arasında mekanik bir ilişki olduğunu
düşünerek telâşlandı. Zil üçüncü kere çalarken, telefona yetişmeye çalışan telâşlı Celâl'in evin
karanlığı içinde kendisine çarpacağını hayâl ediyordu; dördüncü kere çalarken evde kimse
olmadığına karar verdi, beşinci çalışta da olduğuna; çünkü telefonu ancak evin boş olmadığına
inanan biri bu kadar uzun çaldırır diye düşünmüştü. Altıncı çalışta, Galip, en son onbeş yıl önce
girdiği hayâletimsi dairenin topografyasını hayâl ederek, el yordamıyla elektrik düğmelerini
arıyordu, bir eşyaya çarpınca şaşırdı: Kör karanlıkta başka eşyalara da çarpa devire telefona
doğru koştu. Bir türlü eline geçmeyen ahizeyi en sonunda bulduğunda, gövdesi de
kendiliğinden bir koltuk bulmuş, oturmuştu.
"Alo?"-
"Demek sonunda geldiniz!" dedi hiç tanımadığı bir ses.
"Evet."
"Celâl Bey, kaç gündür sizi arıyorum. Gecenin bu saatinde rahatsız ettiğim için özür dilerim.
Sizi bir an önce görmem gerek."
"Sesinizi çıkaramadım."
"Yıllar önce, bir kere bir Cumhuriyet Bayramı balosunda karşılaşmıştık. Ben size kendimi
tanıtmıştım Celâl Bey, ama büyük bir ihtimalle bunu hatırlayamayacaksınız şimdi. Daha
sonraki yıllarda, şimdi unuttuğum takma adlarla size iki mektup yazmıştım: Biri Sultan
Abdülhamit'in ölümü arkasındaki sırrı aydınlatabilecek bir iddiaydı. Öbürüyse üniversite
öğrencilerinin sandık cinayeti diye bilinen bir kumpasıyla ilgiliydi. İşin içinde, sonradan yoklara
karışan bir ajan olduğunu ben size sezdirmiş, siz de derin zekânızla meseleyi araştırıp anlamış,
köşe yazılarınızla üstüne gitmişti-
niz.
"Evet."
"Şimdi önümde bir başka dosya var."
"Gazeteye bırakın."
"Uzun zamandır gazeteye gitmediğinizi biliyorum. Üstelik bu âcil konuda gazetedekilere de ne
kadar güvenebilirim bilmiyorum."
"İyi o zaman, kapıcıya bırakın."
"Adresinizi bilmiyorum. PTT'nin istihbarat servisi numarayı verince adresi vermiyor. Bu
tdlcfonu başka bir adla kaydettirmiş olmalısınız. Rehberde Celâl Salik adına hiçbir numara yok.
Celâ-lettin Rumi var, takma ad olmalı."
"Telefonumu veren adresimi vermedi mi size?"
"Vermedi."
"Kimden aldınız telefonumu?"
"Ortak bir dostumuzdan. Bunu da sizi görünce anlatmak isterim. Günlerdir sizi arıyorum. Akla
gelebilecek bütün yolları denedim. Ailenizi aradım. Sizi çok seven halanızla görüştüm. Eski
yazılarınızdan sevdiğinizi bildiğim İstanbul'un bazı köşelerine, Kurtuluş sokaklarına, Cihangir'e,
Konak Sinemasına, size rastlarım diye gittim. Bu arada Pera Palas'taki bir İngiliz televizyon
takımının sizinle görüşmek istediğini, onların da benim gibi sizi aradıklarını öğrendim. Biliyor
muydunuz?"
"Dosyanın konusu nedir?"
"Telefonda açıklamak istemiyorum. Adresinizi verin, saat geç değil, hemen gelirim.
Nişantaşı'nda değil mi?"
"Evet", dedi Galip soğukkanlılıkla, "Ama bu konular beni ilgilendirmiyor artık."
"Nasıl?"
"Yazılarımı dikkatle okusaydm bu çeşit konularla artık ilgilenmediğimi anlardın."
"Hayır hayır, tam sizin ilgilenip yazacağınız bir konu bu. İngiliz televizyonculara da açıklarsınız.
Adresini söyle."
"Kusura bakma," dedi Galip kendisini de şaşırtan bir neşeyle. "Edebiyat heveslileriyle
görüşmüyorum artık."
Telefonu huzurla kapadı. Karanlığın içinde kendiliğinden uza-nıverince eli yanıbaşındaki masa
lambasının anahtarını bulup çevirdi. Turuncumsu soluk bir ışıkla oda aydınlanınca kapıldığı şaş-
kınlık ve korkuyu Galip daha sonraları "serap" diye anacaktı.
Oda, tıpatıp, yirmi beş yıl önce Celâl bekâr bir gazeteciyken burada oturduğu zamanki gibiydi.
Bütün eşyaların, perdelerin, lambaların yeri, renkleri, gölgeleri ve kokuları yirmi beş yıl önce
olduğunun tıpkısıydı. Sanki bazı yeni eşyalar, Galip'e oyun etmek, yaşadığı çeyrek yüzyılı
yaşamadığına onu inandırmak için bazı eski eşyaların taklidini yapıyorlardı. Ama Galip biraz
daha dikkatle bakınca eşyanın bir oyun oynamadığını, çocukluğundan bu güne yaşadığı
zamanın bir anda bir sihirle eriyip yokolduğuna karar verecek gibi hissediyordu kendini.
Tehlikeli karanlığın içinden birdenbire çıkıveren eşyalar yeni değildi. Onlara yenilik duygusunu
veren büyü, Galip'in kendi anılarıyla birlikte eskidiklerini, parçalandıklarını, belki de yok
olduklarını sandığı bu nesnelerin, en son gördüğü ve unuttuğu halleriyle yıllar sonra yeniden
karşısına çıkı-vermeleriydi. Sanki eski masalar, soluk perdeler, kirli küllükler, yorgun koltuklar
Galip'in hayat ve anılarının onlara buyurduğu hikâyelere ve talihe boyun eğmemişler, bir
günden sonra (Melih Amcaların İzmir'den gelip apartmana yerleştikleri gün) kendileri için
düşlenmiş kadere başkaldırıp, kendi özel dünyalarını gerçekleştirmenin yolunu aramışlardı.
Galip, her şeyin kırk yıl önce Celâl burada annesiyle otururken, yirmi beş yıl önce yeni bir
gazeteci olarak bu evde yaşarken düzenlendiği gibi düzenlendiğini bir kere daha korkuyla
anladı.
Ayakları aslan ayağına benzeyen aynı ceviz masanın, aynı fıstıki perdeyle kaplı pencereden
uzaklığı, aynı Sümerbank kumaşından örtüyle kaplı (aynı azgın tazılar, mor bir yaprak
ormanında, zavallı ceylanları yirmi beş yıl sonra, hâlâ aynı heyecanla kovalıyorlardı), koltuğun
arkalığındaki aynı yâğ-biryantin-saç lekesinin insan gölgesine benzeyen biçimi, tozlu vitrindeki
bakır tabağın içinden hep aynı dünyayı seyreden, İngiliz filmlerinden çıkma seter köpeğin
sabrı, kalorifer üzerindeki bozuk saatlerin, fincanların ve tırnak makasının duruşu, Galip'in
onları bu turuncu ışık içinde bir daha hatırlamamak üzere bıraktığı gibiydi. "Bazı şeyleri
yalnızca hatırlamayız, bazı şeyleri ise hatırlamadığımızı bile hatırlamayız, "Onları yeniden
bulmalı!" diye yazmıştı Celâl son yazılarının birinde. Galip, Rüya'lar buraya taşındıktan ve Celâl
bu apartman dairesinden uzaklaştırıldıktan sonra, bu eşyaların yavaş yavaş yer de-
I
I
ğiştirdiğini, eskidiğini, yenilendiğini ve sonra hafızalarda hiçbir iz bırakmayacak bir bilinmezliğe
doğru çekip gittiklerini de hatırlıyordu. Telefon yeniden çalınca, üstünde hâlâ paltoyla oturduğu
'eski' koltuktan uzanıp hiç de yabancı olmayan ahizeyi açarken, bunu yaptığını bile hiç
düşünmeden Celâl'in sesini taklit edebileceğinden emindi.
Telefondaki gene aynı sesti. Galip'in ricası üzerine, kendini Celâl Beye bu sefer anılarıyla değil
adıyla tanıttı: Mahir İkinci. Kelimeler Galip'te hiçbir kişiliğin ve yüzün çağrışımını yapmadı.
"Askeri darbe yapacaklar. Ordu içinde küçük bir örgüt. Dinci bir örgüt, bir yeni tarikat. Mehdiye
inanıyorlar. Vaktin geldiğine inanıyorlar. Hem de senin yazılarından yola çıkarak."
"Benim böyle saçmalıklarla hiç alışverişim olmadı."
"Oldu Celâl Bey, oldu. Şimdi yazdığın gibi, hafızanı kaybettiğin ya da reddettiğin için
hatırlamıyor, hatırlamak da istemiyorsun. Eski yazılarına göz at, bir oku onları,
hatırlayacaksın."
"Hatırlamayacağım."
"Hatırlayacaksın. Çünkü tanıdığım kadarıyla sen böyle bir askeri darbenin haberini alınca
koltuğunda rahat oturabilecek biri de değilsin."
"Evet değilim. Hatta, ben bende değilim artık."
"Hemen yanına geleceğim. Sana geçmişini, kaybettiğin anılarını hatırlatacağım. Sonunda sen
de bana hak verip meseleye dört elle sarılacaksın."
"Sarılmak da isterdim, ama göremeyeceğim seni."
"Ben göreceğim:"
"Adresimi bulabilirsen. Hiç çıkmıyorum sokağa."
"Bak: İstanbul telefon rehberinde üç yüz onbin abonenin numarası var. İlk rakkamı tahmin
ettiğim için, hızla, saatte beş bin numarayı gözden geçirebileceğimi biliyorum. En geç beş
günde adresini ve pek merak ettiğim takma adını bulacağım demektir bu."
"Boşuna zahmet!" dedi Galip kendinden emin gözükmeye çalışarak. "Bu numara rehberde
yoktur:"
"Takma adlara bayılırsın. Yıllardır seni okuyorum, takma adlara, küçük sahtekârlıklara, bir
başkasının yerine geçme numaralarına bayılırsın. Numaranı rehberden çıkarmak için dilekçe
verece-
ğine bir takma adı keyifle uydurmuşsundur sen. Sevdiğin bazı takma adları, bazı tahminlerimi
şimdiden yokladım bile."
"Nedir onlar?"
Adam sayıp döktü. Galip telefonu kapayıp fişten çektikten sonra, bir bir tekrarladığı bu adların
belleğinde hiçbir iz ve çağrışım bırakmadan silineceğini anladı. Paltosunun cebinden çıkardığı
kâğıda adları alt alta yazdı. Celâl'in yazılarını kendisinden daha yakından izleyip, daha iyi
hatırlayan bir başka okuyucunun varlığı Galip'e bir an o kadar tuhaf ve şaşırtıcı geldi ki,
gövdesi sanki gerçekliğini yitirdi. Bu dikkatli okuyucuya, itici de olsa, bir kardeşlik duygusuyla
bağlanabileceğini de sezdi. Onunla karşılıklı oturup Celâl'in eski yazılarından sözedebilseydi,
şimdi oturduğu koltuk ve gerçek dışı oda daha derin bir anlam kazanacaktı.
Daha Rüya'lar buraya gelmeden önce, altı yaşındayken, Babaannenin katından bir kaçamak -
Anneyle Baba pek istemezlerdi- bekâr Celâl'in katına çıktığı zamanlar, pazar öğleden sonraları
radyodaki maçı hep birlikte dinlerlerken, (Vasıf da işitir gibi başını sallardı), nazlı üstadın yarıda
bıraktığı pehlivan tefrikasının devamını yazan Celâl'in, ağzında sigara, daktiloyu hızla nasıl
kullandığını hayranlıkla seyrederken, Galip bu koltukta otururdu. Daha Celâl bu daireden
uzaklaştırılmadan önce, Melih Amcalarla birlikte hep birlikte aynı katta otururlarken, soğuk kış
akşamları, Melih Amcanın Afrika hikâyelerini dinlemekten çok, Suzan Yengeyi ve onun kadar
inanılmaz olduğunu yeni yeni keşfettiği güzel Rüya'yı seyretmek için anne ve babanın izniyle
yukarı kata çıktığında, Melih Amcanın hikayeleriyle kaş göz işaretleriyle dalga geçen Celâl'in
karşısında, Galip, bu koltukta otururdu. Daha sonraki aylarda, Celâl birdenbire ortalıktan yok
olduğu ve Melih Amcayla Babanın ağız kavgaları Babaanneyi hep ağlattığı günlerde, onlar
Babaannenin katında mal, mülk, hisse ve kat kavgaları yaparlarken, birisi, "Çocukları yukarı
yollayın," dediği için burada, bu sessiz eşyalar arasında yalnız kaldıklarında, Rüya bacaklarını
bu koltuğun kenarından aşağı sarkıtarak oturur, Galip onu saygıyla seyrederdi. Yirmi beş yıl
önceydi.
Galip uzun bir süre koltukta sessizce otururdu. Celâl'in kendi çocukluk ve gençliğinin anıları için
yeniden yarattığı bu hayalet dairenin öteki odalarında, Rüya ile Celâl'in şimdi nerede gizlendi-
ğine ilişkin bilgi edinmek için dikkatli bir araştırmaya girişti. İki saat sonra kayıp karısının izini
arayan zoraki dedektiften çok, tiryakisi olduğu bir konuda açılan ilk müzeyi heyecan, sevgi,
hayranlık ve saygıyla gezen bir meraklı gibi hayalet evin oda ve koridorlarında gezindikten,
merakla dolaplarını karıştırdıktan sonra ilk araştırmalarından çıkardığı sonuçlar:
Karanlıkta telefona koşarken devirdiği sehpanın üzerinde duran iki fincana bakılırsa, Celâl eve
başkalarını da getiriyordu. Ama narin fincanlar kırıldıkları için diplerindeki incecik telve
tabakasını tadarak (Rüya kahvesini her zaman çok şekerli içerdi), bir sonuç çıkarmak mümkün
olmamıştı. Kapının altından atıla atıla biriken Milliyet gazetelerinin en eskisinin tarihine göre,
Celâl, Rü-ya'nın kaybolduğu gün bu daireye gelmişti. Aynı günkü gazetenin 'Boğaz'in Suları
Çekildiği Zaman' başlıklı yazısındaki dizgi yanlışları yeşil bir tükenmez kalemle ve CelâFin her
zamanki öfkeli yazısıyla düzeltilmiş olarak eski Remington daktilonun yanına konmuştu. Yatak
odasındaki, sokak kapısının yanıbaşındaki dolapların içinde Celâl'in bir yolculuğa çıktığını,
evden uzun bir süre için ayrıldığını ya da ayrılmadığını gösteren bir iz yoktu hiç. Mavi çubuklu
asker pijamasından çamuru taze ayakkabısına, bu mevsim sık sık giydiği koyu lâcivert
paltosundan kışlık yelek ve sayısız iç çamaşırına (eski yazılarının birinde Celâl, çocukluk ve
gençliğini sıkıntıyla geçirdikten sonra, orta yaşta zengin olan erkeklerin bir çoğunun
kullanamayacakları kadar don ve atlet satın alma hastalığına yakalandıklarını yazmıştı), ve
çamaşır torbasındaki kirli çoraplara kadar, ev, işten her an dönüp her zamanki günlük hayatına
hemen başlayabilecek birinin evi gibiydi.
Eski evin dekorunun ne ölçüde taklit edildiğini, yatak çarşafı ya da havlu gibi ayrıntılardan
çıkarmak güçtü belki, ama içeri odaların düzeninde de, besbelli, oturma odasında uygulanan
'hayalet ev' ilkesine bağlı kalınmıştı. Böylece, Rüya'nın çocukluğunun odasından geriye aynı
çocuksu mavi duvarlarla, bir zamanlar Celâl'in annesinin üzerini dikiş malzemeleriyle, Nişantaşı
ve Şişlili hanımefendilerin bir model ya da fotoğrafla birlikte bıraktıkları Avrupa kumaşlarla ve
elbise patronlarıyla doldurduğu yatağın taklidinin iskeleti kalmıştı. Kokular, bu kolayca
anlaşılıyordu, geçmişi tekrar etmek için bazı köşelerde eski çağrışım yükleriyle birlikte birikmiş-
224 ' '
lerse eğer, çevrede her seferinde onları tamamlayan görsel bir malzeme olduğu için böyleydi.
Galip, kokuların ancak onları çevreleyen nesnelerle varolabildiğim, bir zamanlar Rüya'nın
yatağı olan o güzelim divana yaklaştığı zaman kokladığı eski Puro sabunlarının kokusuyla,
Melih Amcanın kullandığı, artık hiç satılmayan Yorgi Tomatis marka kolonya kokusunun
karışımından anlamıştı. Aslında odada, ne bir zamanlar Rüya'ya İzmir'den yollanan ye
Beyoğlu'ndan ve Alaaddin'in dükkânından alman renkli kitapların, bebeklerin, firketelerin,
şekerlerin, kalemlerin ve boyama kitaplarının yerleştirildiği çekmece, ne de Rüya'nın yatağının
çevresinde aynı kokuları çıkartacak sabunlar, Pe-Re-Ja markasının taklidi kolonya şişeleri ve
naneli çikletler vardı.
Celâl'in bu eve ne kadar girip çıktığını ya da burada ne kadar yaşadığını da hayalet dekordan
çıkarmak güçtü. Oraya buraya geli-
- şigüzel konmuş gibi gözüken eski küllüklerdeki Yeni Harman ve Gelincik izmaritlerinin
sayısının, mutfak dolaplarmdaki tabakların temizliğinin ya da yıllar önce bu markanın aleyhine
yazdığı bir yazıdaki öfkeyle boynundan insafsızca sıkılıp kapağı açık bırakılmış İpana tüpünün
ağzındaki diş macununun tazeliğinin de. hastalıklı bir titizlikle düzenlenmiş bu müzenin sürekli
denetlenen demirbaş bir parçası olduğunu insan düşünebilirdi. İnsan, daha da ileri gide-
" rek, lamba karpuzlarının diplerindeki tozların, bu tozlardan süzülerek soluk duvarlara vuran
gölgelerin ve bu gölgelerin yirmi beş
. yıl önce iki İstanbullu çocuğun hayâllerinde Afrika ormanlarını, Orta Asya çöllerini ve
halalarından ve babaannelerinden dinleyecekleri cadı ve şeytan hikâyelerindeki sansarlarla
kurtların hayaletlerini ve soluk lekelerini hatırlatacak biçimlerinin bile bu müzedeki eşsiz
yeniden yaratımların bir parçası olduğunu da düşünebilirdi. (Galip yutkunmakta zorluk
çekerken düşünmüştü.) Bu yüzden, iyice kapanmamış balkon kapılarının kenarında kuruyan su
birikintilerinden, duvar kenarlarında ipek gibi kıvrılan kurşuni toz topaklarından, eski kaloriferin
sıcağından iyice gevşemiş parke parçalarının üzerlerine basan ilk ayağın ağırlığıyla çıkardıkları
gevrek gıcırtıdan bu evde ne kadar yaşanıldığım çıkarmak da mümkün değildi. Mutfak
kapısının karşısında asılı duran ve bir eşinin eski zenginlerden Cevdet Beyin evinde tıkırdayıp
saat başlarını aynı neşeli gonguyla duyurduğunu Hale Halanın sık sık gururla tekrarladığı
gösterişli duvar saati de, tıpkı ülkenin çeşitli yerlerindeki aynı hastalıklı bağlılıkla düzenlenmiş
Atatürk müzelerinde olduğu gibi ölüm saatini göstersin diye durdurulmuştu sanki, ama
gösterdiği dokuz buçuğu beş geçe'nin hangi dokuz oluzbeş'in ve ölümün işareti ve saati
olabileceği Galip'in aklına gelmedi.
Geçmişin hortlaksı yükü, evde yer kalmadığı için bir eskiciye satılan ve adamın at arabasıyla
birlikte sallana sallana kimbilir hangi uzak diyarlara unutulmaya giden zavallı eşyaların hüznü
ve intikam duygusuyla üzerine binip, onu iyice sersemlettikten çok sonra, Galip evde 'yeni'
olarak gördüğü tek eşyayı, helayla mutfak arasındaki uzun duvarı boydan boya kaplayan
karaağaçtan yapılma o camlı dolabı ve içindeki kâğıtları karıştırmak için koridora döndü. Çok
da uzun sürmeyen bir araştırmadan sonra, gene aynı hastalıklı titizlikle düzenlenmiş raflarda
şunları buldu:
Genç muhabir Celâl zamanından kalma gazete haberlerinin ve röportajlarının kesikleri; Celâl
aleyhine ve lehine yazılmış bütün yazıların kesikleri, Celâl'in takma adlarla yayımladığı bütün
köşe yazıları ve fıkralar; Celâl'in kendi adıyla yayımladığı bütün köşe yazıları; Celâl'in kaleme
alıp hazırladığı bütün 'İster İnan İster İnanma', 'Rüyalarınızı Yorumluyoruz', 'Tarihte Bugün',
'İnanılmaz Vakalar', 'İmzanızı Okuyoruz', 'Yüzünüz, Kişiliğiniz', 'Bilmece Bulmaca' ve benzeri
köşelerin kesikleri; Celâl'le yapılmış bütün röportajların kesikleri; çeşitli nedenlerle
yayımlanmamış köşe yazılarının müsvetteleri; özel notlan; yıllar boyunca gazetelerden ayırıp
sakladığı onbinlerce gazete kesiği ve fotoğraf; rüyalarını, hayâllerini, unutulmaması gereken
ayrıntıları not ettiği defterler; kuru yemiş, kestane şekeri ve ayakkabı kutuları içinde saklanmış
binlerce okuyucu mektubu; Celâl'in takma adla tamamını ya da yarısını yazdığı tefrika
romanların kesikleri; Celâl'in yazdığı yüzlerce mektubun kopyaları; yüzlerce tuhaf dergi, risale,
kitap, broşür ve okul ve askerlik yıllığı; gazete ve dergilerden kesilmiş kutular dolusu insan
resmi; pornografik resimler; tuhaf hayvan ve böcek resimleri; Hurufilik ve harf ilimi üzerine iki
büyük kutu dolusu yazı ve yayın; üzerlerine işaretler, harfler, simgeler çizilmiş eski otobüs,
futbol maçı, sinema bileti koçanları; albüme yapıştırılmış ve yapıştırılmamış fotoğraflar;
gazetecilik derneklerinden alınmış başarı ödülleri; dolaşımdan kalkmış Türk ve Çarlık Rusyası
226 .
paraları; telefon ve adres defterleri.
Üç adres defterini bulur bulmaz Galip oturma odasındaki koltuğa dönüp sayfalarını tek tek
okudu. Kırk dakika süren bir araştırmadan sonra defterdeki kişilerin Celâl'in hayatında bin
dokuz yüz elliler ile altmışların sonunda yer aldıklarına, çoğu büyük bir ihtimalle yıkılmış
evlerinin adresleriyle değiştirilmiş telefon numaralarında Rüya ile CelâPi bulamayacağına karar
verdi. Camlı dolabın raflarındaki ıvır zıvırın içinde yaptığı kısa bir incelemeden sonra Mahir
İkinci'nin yolladığını söylediği sandık cinayetine ilişkin mektubu ve bu konudaki köşe yazılarını
bulmak için yetmişli yılların başında Celâl'in aldığı mektupları ve yazdığı köşe yazılarını
okumaya başladı.
Gazetelere 'sandık cinayeti' diye geçen politik cinayetle , Galip, olaylara karışanların bazılarını
lise yıllarından tanıdığı için ilgilenmişti. Celâl ise, her şeyin bir başka şeyin taklidi olduğunu
söylediği ülkemizde, aynı fraksiyon çevresinde toplanmış yaratıcı gençlerin farkına varmadan
bir Dostoyevski romanına (Ecinniler) bütün ayrıntılarına titizlikle bağlı kalarak taklit ettikleri
için. Galip o dönemde yazılmış okuyucu mektuplarını karıştırırken Celâl'in bu konudan sözettiği
bir-iki akşamı hatırlıyordu. Unutulması gereken ve unutulan güneşsiz, soğuk, tatsız günlerdi
onlar: Rüya, Galip'in saygı duymakla küçümsemek arasında bocaladıkça adını unuttuğu o 'iyi
çocuk'la evliydi; Galip sonraları her seferinde kendisini pişman ettiren merakına yenilip
dedikodulara kulak kabarttığı, araştırmalar yaptığı zamanlarda, genç evlilerin aile mutluluğu ya
da mutsuzluğuna ilişkin ayrıntılardan çok, son siyasi haberleri öğrenebiliyordu... Bir kış gecesi
Vasıf huzurla Japon balıklarını (kırmızı wakinler, aile içi evliliklerle saçak kuyrukları bozulmuş
watonailer) yemlerken ve Hale Hala arada bir televizyona bir bakış atarak Milliyet'teki
bulmacayı çözerken, Babaanne içerdeki soğuk odasının soğuk tavanına bakarak oluvermişti.
Cenazeye soluk bir palto ve daha soluk bir başörtüsüyle tek başına gelen Rüya (böylesi daha
iyi demişti kasaba kökenli damadından açıkça nefret eden Melih Amca, böylece, Galip'in gizli
düşüncelerini de seslendirerek) hemen ortadan kaybolmuştu. Cenazeden sonra, apartman
katlarında buluştukları gecelerin birinde Celâl, bu sandık cinayeti konusunda bir bilgisi olup
olmadığını Galip'e sormuş, asıl
merak ettiği şeyi öğrenememişti: Galip'in tanıdığım söylediği bu siyasi gençlerden herhangi biri
Rus yazarının o kitabını okumuş muydu acaba?"
"Çünkü bütün cinayetler", demişti aynı gece Celâl, "bütün kitaplar gibi birer taklittir. Bu yüzden
kendi adımla kitap yayımlamam." Ertesi gece, gene ölü evinde toplandıklarında, geç bir saatte,
ikisi başbaşayken, "Ama gene de en kötü cinayetlerde bile, en kötü kitaplarda bulunmayan
özgün bir yan vardır!" diye devam etmişti Celâl. Galip'in daha sonraki yıllarda tanık oldukça bir
yolculuk tadı alacağı bir akıl yürütmeyle Celâl düşüncelerini derinleştiren basamakları tek tek
iniyordu. "Bütünüyle taklit olan, demek ki, cinayetler değil kitaplardır. En bayıldığımız şey olan
taklidin taklidiyle ilgili oldukları için kitapları anlatan cinayetlerle, cinayetleri anlatan kitaplar
hepimizdeki ortak bir noktaya seslenir; çünkü insan, lobutu, kurbanının kafasına ancak
kendisini bir başkasının yerine koyabilirse indirebilir. (Kimse kendini katil olarak görmeye
dayanamaz çünkü.) Yaratıcılık, çoğunlukla öfkenin, her şeyi unutturan o öfkenin içindedir, ama
öfke bizi ancak daha önce başkalarından öğrendiğimiz yöntemler aracılığıyla harekete
geçirebilir: Bıçaklar, tabancalar, zehirler, edebiyat teknikleri, roman biçimleri, şiir vezinleri vs.
'Kendimde değildim hakim bey!' diyen 'Halk katili', bilinen şu gerçeği ifade eder: Cinayet bütün
ayrıntıları ve törenleriyle, başkalarından, yani efsanelerden, hikâyelerden, anılardan,
gazetelerden, kısaca, edebiyattan öğrenilen bir iştir. En saf cinayet bile, meselâ kıskançlık
yüzünden yanlışlıkla işlenmiş bir cinayet bile, farkına varılmadan yapılmış bir taklittir, edebiyatı
taklit. Bu konuda bir yazı yazayım mı, ne dersin?" Yazmamıştı.
Geceyarısından çok sonra, Galip dolaptan çıkardığı eski köşe yazılarını okurken salon lambaları
bir tiyatro perdesini aydınlatan lambalar gibi ağır ağır soldular önce, sonra buzdolabının
- Onderdelen
- Kara Kitap - 01
- Kara Kitap - 02
- Kara Kitap - 03
- Kara Kitap - 04
- Kara Kitap - 05
- Kara Kitap - 06
- Kara Kitap - 07
- Kara Kitap - 08
- Kara Kitap - 09
- Kara Kitap - 10
- Kara Kitap - 11
- Kara Kitap - 12
- Kara Kitap - 13
- Kara Kitap - 14
- Kara Kitap - 15
- Kara Kitap - 16
- Kara Kitap - 17
- Kara Kitap - 18
- Kara Kitap - 19
- Kara Kitap - 20
- Kara Kitap - 21
- Kara Kitap - 22
- Kara Kitap - 23
- Kara Kitap - 24
- Kara Kitap - 25
- Kara Kitap - 26
- Kara Kitap - 27
- Kara Kitap - 28
- Kara Kitap - 29
- Kara Kitap - 30
- Kara Kitap - 31
- Kara Kitap - 32
- Kara Kitap - 33
- Kara Kitap - 34
- Kara Kitap - 35
- Kara Kitap - 36
- Kara Kitap - 37
- Kara Kitap - 38
- Kara Kitap - 39
- Kara Kitap - 40
- Kara Kitap - 41
- Kara Kitap - 42