Küçük Ağa - 17
iyi kötü akılları kesiyordu,ama bundan sonrası için en ufak bir düşünceleri yoktu. Zaten olsa yaylada o kadarı
da kalmaz, belki Çakırsaraylı bile kalmazdı.
Reis bey:
— Şimdi, dedi, doğru Ortaköy'e, benim çiftliğe gideceksiniz. Orda erzak var...
Hurşit kesti:
— Reyis bey sen erzak için filân meraklanma, bize yalnız ne edeceğimizi de...
— Tamam işte. Benim çiftliğe gideceksiniz, sonra da., sonra da yan gelip yatacaksınız. Ama üç gün mü beş
gün mü, yoksa beş ay mı, orasını Al ah bilir. Ben hemen Fuat Paşaya haber gönderirim. Daha önce de gelir,
sizi sık sık görürüm.
Tamam mı?
Hurşit duraklıyordu.
— Tamam olmasına tamam., anca bi şey benim kafamı kurcalar reyis bey...
— Neymiş o?
— Çakırsaraylı kuduruyordur hinci. Korkarım o öfkeyle olmayacak işe kalkışır, gelir şehri basar.
Reis bey anlamadı-.
— E ne yapalım? Zaten bekleyip duruyoruz,çaresi var mı?
— öylesi değel... Gözünü gan bürümüştür demek isterim, çok kıtal yapar. Bilmen sen onu.
— Hımm... Doğru ama ne yapabiliriz?
— Biz aramızda şöyle bi düşündük, dedik ki, Kuvvadan yardım gelene kadar şehrin bi kıyısına sinelim, etrafa
gözcüler koyalım, güvendiğin evlere de üçer beşer, neyse, adam yerleştirelim, herif saldırırsa biz
karşılayalım. Sen ne den buna?
Reis bey sakalım kaşıyor, fakat bir başka çıkar yol bulamıyordu. Sonunda:
— Çok iyi düşünmüşsünüz. En iyisi bu.
— öyle zahir. Biz Hıdırlığın arkasına çekiliriz.
— Ben de yarın yatsıdan sonra gelir sizi bulurum. Kaç kişi gelecekse şehre alırım. Ee daha ne var ne yok
bakalım arslan Hurşid'im?..
Rüzgâr esince dallar eğilirdi...
Akşehir'de sonbahar kısa sürer, Teşrinler daha çok kışa bakar.
Rüzgârlar sertleşmeye başlamıştı. Kavaklar, bey söğütleri ve erik ağaçları yapraklarını dökmüştü. Bir yağmur
yağdı mı, üç gün güneş açsa da serinliği kaybolmuyordu. Dolapların, yüklerin, sandıkların kıyısında köşesinde
yünlü adına ne varsa artık bir bir ortaya çıkarılıyordu. Eli erenler sobalarını kurmuştu bile. Köylü şehirden
ayağını iyice kesmiş, pazarı olan perşembe günleri de sönükleşmişti. Buğday pazarında da, yoğurt veya odun
pazarında da satıcıdan çok alıcı görünüyordu. Buna karşılık kahveler artık günün her saatinde kalabalıktı. Asıl
önemlisi de halk artık kahveler hatta camiler arası yeni bir yerleşme yapmıştı. Selâm sabahın biçimi de
değişmiş, görmezlikten gelmeler iyiden iyiye çoğalmıştı. Kasabada rüzgârlar ne kadar sert esiyorsa, sinir
havası da o kadar sert ve birbirine zıd iki tansiyonda idi.
Kuvâyi Mil iye taraftarları artık biliniyordu ve bunlar da bundan gurur duyduklarını belli ediyorlardı. Konya'da
olup bitenler bir yandan îs-tanbul'lu Hoca'yı zor durumda bırakırken, bir yandan da onlara bu gururlarını
besleyecek cesareti vermişti.
Konya valisi Cemal Bey İstanbul u Hoca'ya çok yakınlık gösterirdi, bunu da bütün Akşehir bilirdi. Vali'nin bir
Kuvva kumandanı geliyor diye, önce hapishanedeki katil ve canileri silâhlandırıp ortalığa salıvermesi, sonra
da bırakıp İstanbul'a kaçması çok kötü tesirler uyandırmıştı. Habere inanmayanlar bile vardı. Fakat
hadiselerin tafsilâtı gecikmedi. Cemal bey haydutlardan bir muhafız kıt'ası kurunca halk ayaklanmış, o serseri
güruhu da dağılıvermişti. Şimdi valiliğe halkın seçtiği Hoca Vehbi efendi bakıyordu ve Konya artık İstanbul'u
tanımıyordu.
istanbul u Hoca olmasaydı Akşehir çoktan aynı yolu tutardı. Fakat Hoca tek başına bir kuvvetti. Yalnız
konuşmasındaki güzellik ve mantı-ğındaki kuvvet değil, dürüstlüğü de, her şeye rağmen gönül bağlamaya
yetiyordu.
Şu olay onun Vali Cemal bey yüzünden sarsılan tesirini yeniden sağlamıştı:
Eylül sonlarına doğru idi. Bir gün kasabaya yirmi kadar silâhlı geldi. Başlarında üç kişi vardı. Bunlardan birinin
bir İngiliz yüzbaşısı olduğu sonradan öğrenilmişti. Adamlar belediye binasının önünde atlarından indiler. O üç
kişi doğruca reisin odasına çıktı. Biraz sonra İstanbul u Hoca da orada idi. Onu çağırmışlardı. Hocayla o üç
kişiden iri yapılı, parmak parmak kaşh olanı konuştu, bizzat Sadr-ı âzam efendi hazretlerinin emri üzerine ve
sırf Hoca efendi ile konuşmak için geldiklerini söyledi. Damad-ı Şehriyâri Hoca'dan çok memnundu,
çalışmalarına aynı hararetle devam etmesini temenni ediyordu.
Zât-ı sami-i sadaretpenâh efendi hazretleri, ayrıca karşılaşacağı müşkülleri daha kolayca bertaraf edebilmesi
için Hoca efendiye bin tane de altın göndermişlerdi.
Adam, buyurun diyordu. Hoca efendi sakin bir gülümseyişle ve yere bakarak, iltifatlara teşekkür etti,
bağlılıklarını -Zât-ı Şahâne'ye, Halife'yi Ru-yi Zemine kaydıyle bildirdi, fakat paraya el sürmeyerek:
— Bu dava para ile yürümez, iman işidir,
dedi.
Adamın ısrarları da işe yaramadı.
Hadise hemen hemen aynı saatte bütün kasabaya yayılmış: "Ah şu hoca" diye diş gıcırdatıp duran Ali emmi
bile "Aşk olsun" demekten kendini alamamıştı.
Beride Hoca bu para meselesinden fazlasıy-le üzülmüş, hatta tereddüde düşmüştü. Bu tutumu aklı bir türlü
almıyordu. Fakat sonunda bunu, yalnız sadrâzamı ilgilendiren bir şey olarak düşündü, zaten Damad Ferit'i
kendisi de sev-mâzdi. Eninde sonunda o da, bir siyasetçi ve üstelik pis bir siyasetçi idi. Dâvayı insanlardan
ayırmak lâzımdı.
Hoca bu arada bir de kuvvetli bir rüzgâr estirdi ve "O yana mı, bu yana mı?" diye kararsızlıkla sal anıp duran
kafaları istediği yöne eğdi.
Bu vaiz, Kızılca Mescidinde, Ağır Ceza Reisi'ne "Konuşacağım" derken kastettiği vaizdi.
Çarşamba günü Ali emminin evinde toplanan -artık bilinen adlarıyle- Kuvvacüar Hoca'-nın bu konuşmasına
karşı ne yapacaklarını görüştüler.
Başta Ali emmi ile küçük Hacı olmak üzere, bunların halk arasındaki itibarı iyice artmıştı. Zira kasabayı
Çakırsaraylı'nın baskınından kurtaran onlar, çeteyi ikiye bölüp yarıdan çoğunu Kuvâyi Milliyeye çeken
onlardı. Çakırsa-raylı artık kötü bir hatıradan ibaretti, kalan adamlanyle birlikte Konya'nın güneylerine,
bir söylentiye göre de Bozkır taraflarına çekilip gitmiş, orada da Kuvva tarafından tepelenmişti. Ne olursa
olsun bir kâbusun atlatıldığı muhakkaktı, bu da işte Ali emmilerin, küçük Hacıların sayesinde olmuştu. Reis
beyin adı ağızlarda dolaşıyor, onu ancak ileri gelenler biliyordu. Bunun böyle olmasını da kendi istemişti.
Nitekim o, çok önemli bir şey olmazsa berikilerle pek konuşup görüşmüyordu. Ne de olsa istanbul'un bir
memuru idi, bundan faydalandığı sürece de durumunu bırakmak istemiyordu. O geceki toplantıda da yoktu.
Konuşmayı her zaman olduğu gibi Ali emmi açtı. Gene her zaman olduğu gibi, bütün dikkatini sardığı
sigarasına vermiş görünüyordu:
— Bildiğiniz gibi, Istanbul'lu Hoca namazdan sonra konuşacak. Rivayete göre Kuvvaya da, bizlere de
vuracakmış. Hatta demiş ki, bir konuşayım da görsünler. Bir daha elâlemin yüzüne bakamayacaklar demiş.
Her şeyimizi ortaya döke-cekmiş. Sahiden sizin ortaya dökülecek neyiniz var?
Sigarasını sarmış, kâğıdı dişliyordu. İşini bırakıp tel çerçeveli gözlüklerinin üstünden bir bir hepsine baktı.
Gözlerinin içi cin gibi gülüyordu. Odadaki-ler oturmakta oldukları minderlere biraz daha rahatça yerleşip
gülümsediler. Ali emmi çakmak fitilini tutuşturmaya çalışırken nüktesini işledi: — Ayıp ettim zahar.. doğrusu
bu ya, aynı şeyi bana soran olsa, ben de susardım. Neyse Ho-ca'dan öğreniriz gizli saklı işlerimizi. Biz şimdi
ne edeceğimizi kararlaştıralım. Hoca atıp tutacak biz susacak mıyız? Yoksa... Sen ne den ha.
Hacı bey..
Turuncu siyah renkli, ucu düğümlü uzun fitil tutuşmuştu. Kokladı ve Demirci Sabrı ustaya: — Len Sabri,
senin avara çıraklardan birine deyver de kav toplayıversin ha... o mübareğin kokusu dahi bi hoştur.
Lâfı ötekiler düşünmeye vakit bulsunlar diye söylemişti... İyi kavı nerede bulabileceklerini yavaş sesle anlattı.
— Ey ice kocadık be Sabri usta... Bu gibi işleri gayri kendimiz yapamayız... Bi şey mi dedin Hacı bey?
Hacı bey yutkundu:
— Neye susacak mışız? Biz de konuşuruz...
— Sen ne den Haşim hoca?..
— Konuşuruz ya...
• Herkes aynı fikirdeydi. Ali emmi sözü toparladı -.
— Demek va'za biz de gidelim dersiniz. Gitmesine gidelim o kolay, emme biz de konuşuruz dediniz, ne
konuşuruz meselâ?..
Kimsede ses yoktu.
— Ağzı lâf yapan kim var içimizde? Bana sorarsanız, heç kimse derim, yalan mı?..
Yine ses çıkmadı.
— Bunu ben de düşündüydüm oğlum. Emme düşünmek para etmiyo. Gönülsüzlerin doktoru nasıl araman
şimdi? Ne yapacan, yok işte. Reyis beye gittim, düşündü taşındı. Sonunda da, "Ali emmi bu iş mühim be,
dedi, ben geleyim" dedi. "Emme, dedim, memuriyetin var" dedim, "tstiyfa etçem zati..." dedi. O zaman iş
kalmaz
de mi?
Hepsi de ferahladılar. Küçük Hacı:
— Kalmaz ya, dedi.
Ali emmi hepsinin reyini istedi:
— O konuşsun dey mi?..
Hepsi birden, konuşsun dediler. Ali emmi sonra, başı sigarasının dumanlarını kovalar gibi havada, alınacak
tedbirleri anlattı.
— Camide sağa sola/ adamlar yerleştirmek şart bi kere... Hoca cemaati azdınverir, reyis beye saldırmaya
kalkarlar. Bu cuma bildiğiniz gibi deyil... her şey olur., eşittiğime göre köylerden adam getireceklermiş. Siz
dediğime bakın, her şey olur. Kötüsü, bizden bel ediklerimizin içinde bile yol bi ters erince, bizim, üstümüze
yıkılacaklar var. isten mi Ulucami o gün harman yerine dönsün, biz de aşık oynadığımız günlerdeki gibi
mahal e kavgası eder gibi birbirimize geri verelim?..
Keyifli keyifli güldü:
— Ah bi derman olsa bu kol arımda., ne den be Sabri usta sen bu işe? Ortalığa söyledi. Bunlar Altmkalem,
biz de Yoktan ?mahallesinden., az dayak atmazdık ha! Bizim zamanımızda taş kavgası dedin mi Yoktan bir
idi. Koca Ragıp'lar, Hacı Efendiler, Kürt Avni'ler... Hey anam hey... Sabri usta dayanamadı:
— Kafanı yardığımı ne çabuk unuttun hay
Ali emmi.
— O bi kere oldu len. Az da zerlemezdin ya, neyse geç bi kalem Altınkalemli sen de. Ne diyordum? Her şey
olur o gün, boş bulunmaya gelmez. Demeyi unuttum, cumaya Salih de üç beş arkadaşıyle gelecek, bizim
çeteci Salih.
Ali emmi daha da keyiflendi. Salih artık çeteci Çolak Salih olmuştu. Çünkü haberci olarak gittiği Afyon'da
allem edip kallem edip çete reisi Haydar beyi kandırmış, onunla kalmıştı. Haydar bey de ondan pek
memnundu. Bir tanıdıklarına:
— Deli bu Salih, demiş, olmayacak işleri ben yaparım diyor, işin tuhafı, yapıyor da...
Cumalardan bir cuma günü idi. Cumalardan bir cuma idi ve hırçın bir rüzgâr dolu ile karışık iri yağmur
tanelerini, güney yönünde önüne ne gelirse, suratına suratına çarpıyordu. Bu kıştı. Gökyüzü alçalmış,
ufuk diye bir şey kalmamıştı. Yolların iki yanından deli deli ırmaklar akıyor, bazı yerlerde su kaldırımlara
kadar çıkıyordu. Çayı sel basmıştı, yatağının dikleştiği yerlerden kocaman kaya parçaları ve ağaç kütükleri
yuvarlanıyordu. öğleye daha yarım saat varken Ulu Camiye giden yol ar iyiden iyiye kalabalıklaştı. Bu yüzden
de Doktor Haydar beyin arkasında yirmi, yirmibeş kadar atlı ile ve tam bir dörtnalla İstanbul u Hoca'nın evine
gittiğini bütün cemaat öğrendi. Yalnız ne konuştukları, Hoca'nın doktora, doktorun Hoca'ya ne dediği, nasıl
dediği ve ne cevap aldığı pek bel i" değildi; çünkü herkes kendine göre bir şeyler yakıştırıyordu. En doğruyu
ve en çarpıcıyı söylemek isteğine herkes kapılıyor, böylece adamakıllı çekişmeler oluyordu. En çok işitilen
lâflar şunlardı:
«— Kak ülen sen de... Yanında miydin?»
«— Yok ben yanlarında değildim de sen yanlarında idin, öyle mi?..»
«— Bana Toprakçıların Mehmet söyledi oğlum...»
«— O yanlarında mıymış?..»
Gerçekte bu yakıştırmalar bir çeşit ortaklama tahmin çalışmasıydı, ama kimse akla yatkın ve kolayca
benimsenecek bir şey bulamadı. Üstelik ezan okunurken bir de şu lâf çıktı: Kuvva-cılarla zaptiyeler vuruşmuş.
Bunun da aslı yoktu. Zira, caminin içine istif olan cemaatın daha yarısı bile bu haberi duymadan
Gönülsüzlerin Haydar beyle adamları geldiler ve kimsenin akıl erdiremediği bir kolaylıkla ikişer üçerlik gruplar
halinde istedikleri yerlere oturdular. Adamlardan üçü atlarla birlikte, caminin el i adım kadar ötesindeki ara
sokakta bulunan Ali emminin bahçede bırakılmış, sonradan onlara Salih de katılmıştı. Nedense Salih camiye
gitmek istemiyordu. Onbir arkadaşını gönderip kendisi burada kalmıştı. Niyeti belki de anasını görmekti.
Fakat bunun yersizliğini tez anlamış olmalıydı. Dertli dertli sustu durdu
Beride doktorun Hoca'yı ziyaretinin aslı şu idi:
Adana, Antep ve Maraş'dan sonra nefsi Konya da tamamen Kuvâyi Milliyeye katılmıştı. Bozkır ayaklanması
daha başlangıçta bastırılmış, geniş bölgede Ilgın, Kadınhan, Karaağaç ve Yalvaç'tan başka tereddütlü,
çekişmeli yer kalmamıştı. Bu tedirginlik kesiminin çıbanbaşı da Akşehir'di, daha açığı Akşehir'deki İstanbul u
Hoca idi. Fuat Paşa, Hoca'ya iki üç defa ricacı göndermiş, durumu kendisine etraflıca duyurarak Kuvâyi
Milliyeye, daha geniş söylenişi ile de, kurtuluş hareketine yardımcı olmasını, hiç değilse bu harekete zararlı
olmamasını tam bir saygı ile istemişti.
Fakat Hoca bu ricaları dinlemiyordu. Bu bölgenin önemini bilen Paşa son olarak Doktor Haydar ile çok sevdiği
yüzbaşı Nazım beyi aynı iş için vazifelendirdi. Yalnız arada büyük bir fark vardı; artık rica edilmiyor, emir
veriliyordu.
Hoca bunu anlayınca:
— Ben vicdanımdan başka hiç bir emir merci tanımıyorum, dedi.
— Siz başınıza buyruk musunuz?
Soruyu Yüzbaşı Nazım bey sormuştu. Hoca onun kastını anladı ve konuya girmekten çekinmedi:
— O mânada değil... Yüzbaşı bey: Elbette benim bağlı olduğum makamât ve zevat vardır. Fakat bunların
arasında ne siz, ne de elebaşılarınız bulunabilir.
Yüzbaşı bunun üzerine Hoca'ya dik dik bakarak :
«— Sizi de Fuat Paşa hazretlerine anı zil ve çok zeki, çok akıllı, mantık ve muhakemesi sıhhatli bir zat olarak
tanıtır dururlardı. Hatta arkadaşım doktor Haydar bey bu hususta daha da ileri giderdi. Amma kusura
bakmasın, Hoca efendi, siz dünyadan bihabersiniz ve ehli îslâm ile evlâdı vatana ziyandan başka bir şey
veremezsiniz. Biz de artık buna göz yumamayız. Bu son ihtanmızdır. Vebal bizden gitmiştir. Haydi kalkalım,
Haydar.»
Hoca efendi bu konuşmayı birkaç defa kesmek istemiş, fakat yüzbaşı gayet haşin bir şekilde buna meydan
vermemişti.
Konuşma, Doktor beyi Hoca'nın o gece aldığı bahçe odasında oluyordu. Onlar kapıya doğru giderlerken Hoca
efendi dimdik ayakta durarak:
— Son ihtarınız benim tarzı hareketimi zerrece değiştirecek değildir. Binaenaleyh buralara kadar bir defa
daha zahmet buyurmamak için yapacağınızı şimdiden yapınız, dedi.
Yüzbaşı buna:
•— Biz karar vermeyiz, emir infaz ederiz!» diye cevap verdi.
Hoca güldü:
«— Bu da hiç bir şey değiştirmeyecektir. Benim nazarımda siz artık bir canisiniz.»
Hoca efendi kendisini hiç bir vakit bu kadar kuvvetli ve istekli görmemişti. İlk defa dünyaya yukarıdan
bakıyordu. Kendini, birdenbire bir şehit namzedi saydı; bunda yalnız kuru bir gurur değil, tertemiz bir neşe
vardı. Coşmaya, kükremeye hazırdı. Gönlü gibi bedeni de gergin ve………………………….
Beride doktorun Hoca'yı ziyaretinin aslı şu idi:
Adana, Antep ve Maraş'dan sonra nefsi Konya da tamamen Kuvâyi Milliyeye katılmıştı. Bozkır ayaklanması
daha başlangıçta bastırılmış, geniş bölgede Ilgın, Kadınhan, Karaağaç ve Yalvaç'tan başka tereddütlü,
çekişmeli yer kalmamıştı. Bu tedirginlik kesiminin çıbanbaşı da Akşehir'di, daha açığı Akşehir'deki İstanbul u
Hoca idi. Fuat Paşa, Hoca'ya iki üç defa ricacı göndermiş, durumu kendisine etraflıca duyurarak Kuvâyi
Milliyeye, daha geniş söylenişi ile de, kurtuluş hareketine yardımcı olmasını, hiç değilse bu harekete zararlı
olmamasını tam bir saygı ile istemişti.
Fakat Hoca bu ricaları dinlemiyordu. Bu bölgenin önemini bilen Paşa son olarak Doktor Haydar ile çok sevdiği
yüzbaşı Nazım beyi aynı iş için vazifelendirdi. Yalnız arada büyük bir fark vardı-, artık rica edilmiyor, emir
veriliyordu.
Hoca bunu anlayınca:
— Ben vicdanımdan başka hiç bir emir merci tanımıyorum, dedi.
— Siz başınıza buyruk musunuz?
Soruyu Yüzbaşı Nazım bey sormuştu. Hoca onun kastını anladı ve konuya girmekten çekinmedi:
— O mânada değil... Yüzbaşı bey: Elbette benim bağlı olduğum makamât ve zevat vardır. Fakat bunların
arasında ne siz, ne de elebaşılarınız bulunabilir.
Yüzbaşı bunun üzerine Hoca'ya dik dik bakarak :
«— Sizi de Fuat Paşa hazretlerine âlim, fazıl ve çok zeki, çok akıllı, mantık ve muhakemesi sıhhatli bir zat
olarak tanıtır dururlardı. Hatta arkadaşım doktor Haydar bey bu hususta daha da ileri giderdi. Amma kusura
bakmasın, Hoca efendi, siz dünyadan bihabersiniz ve ehli İslâm ile evlâdı vatana ziyandan başka bir şey
veremezsiniz. Biz de artık buna göz yumamayız. Bu son ihtarımızdır. Vebal bizden gitmiştir. Haydi kalkalım,
Haydar.»
Hoca efendi bu konuşmayı birkaç defa kesmek istemiş, fakat yüzbaşı gayet haşin bir şekilde buna meydan
vermemişti.
Konuşma, Doktor beyi Hoca'nın o gece aldığı bahçe odasında oluyordu. Onlar kapıya doğru giderlerken Hoca
efendi dimdik ayakta durarak:
— Son ihtarınız benim tarz-ı hareketimi zerrece değiştirecek değildir. Binaenaleyh buralara kadar bir defa
daha zahmet buyurmamak için yapacağınızı şimdiden yapınız, dedi.
Yüzbaşı buna:
«— Biz karar vermeyiz, emir infaz ederiz!» diye cevap verdi.
Hoca güldü:
«— Bu da hiç bir şey değiştirmeyecektir. Benim nazarımda siz artık bir canisiniz.»
Hoca efendi kendisini hiç bir vakit bu kadar kuvvetli ve istekli görmemişti. İlk defa dünyaya yukarıdan
bakıyordu. Kendini, birdenbire bir şehit namzedi saydı; bunda yalnız kuru bir gurur değil, tertemiz bir neşe
vardı. Coşmaya, kükremeye hazırdı. Gönlü gibi bedeni de gergin ve zinde idi. Kısacası kuvvetini ve imanını
birarada duymakla mesuttu.
Çıkmadan önce, şekli bozulan, fakat yüzü, hele hele gözleri büsbütün melekleşen kansıyle ayaküstü konuştu.
Sevgi içini dalgalandırıyor, genç kadına karşı duyduğu şefkat ise o kuvvet ve imân karışığı mutluluğunu
vakurlaştırıyordu. Her zaman olduğu gibi ilk önce alınacak şeyleri sordu. Sonra "Kendine dikkat et" dedi.
Emine nazlı bir utangaçlıkla ondan başka bir şey yapmadığını söyledi. Anasıyla teyzesinin kızı her işe
koşuyorlardı. Hoca birdenbire:
«— Oğlan olursa adını Mehmet korsunuz» deyiverdi. Fakat genç kadının soluklaştığını görünce hemen,lâfı
çevirdi: «Yani Mehmet koruz demek istedim, isimlerin padişahıdır Mehmet» değil mi?»
Kadın gülümseyerek sustu. Hoca efendi de devirdiği çamı düzelttiğini sandı. Halbuki Emine onun ardından
kapıyı kapar kapamaz anasına koşacak ve dolu dolu gözlerle, "Aklının ermediği birşeylerin döndüğünü,
bundan çok korktuğunu" söyleyecek, hatta sessiz sessiz ağlayacaktı. Kocasını çok seviyor, onu kaybetmek
istemiyordu. Ama kaybedeceğine inanır gibiydi.
Anası olup bitenlerden daha da habersizdi. O yalnız Hoca efendi hazretlerinin sevilip sayıldığını şehrin baştacı
olduğunu biliyordu. "Hadi ordan deli!" dedi. "Evham" dedi ve gebeliğe yordu. Günü iyice yaklaşmıştı.
Bayram, seyran., namazın böyle zor kılındığı hiç görülmemişti. Konuşmaya hazırlanırken Hoca efendi bile bir
başka çeşit heyecan duydu. Fakat kendini tez toparladı.
Caminin içindeki aydınlık kurşun rengi idi. Pencerelerde ise kavak kabuklarını andıran bir ışık vardı. Hava
ıslak kumaş, ter ve nefes kokuyordu. Bu kokuyla Cami gece yarısında girilen bir koğuşa dönmüştü.
Hoca efendi safları bir bir süzdü. Dimdik bakıyor ve herkesin gözünden ruhunu görüyor gibiydi. Söze
birdenbire, en beklenilmedik zamanda, kendisinde görülmemiş bir huşunetle başladı. Yalnız bu sefer de,
ilkinde olduğu gibi "sen" diye bir kişiye söylermiş, bir tek kişiye kasteder-mişcesine konuştu. Cemaat bu bir
kişiyi sırasına göre kendisi sanıyor, yerine göre de bu kişiyi kimi Reis bey, kimi Doktor bey, kimi de Ali emmi
veya bir başkası olarak kabul ediyordu.
Bu o kadar ustaca bir konuşma idi ki, zaman geldi, aynı cümleyi Reis beyle doktor ve yüzbaşı aynı kesinlikle
kabullendiler, üçü birden "bu bana" dediler.
Hoca efendi en büyük tesiri yüzbaşıda yapıyordu. Sesin anlatılamaz tatlılığı ve cümledeki mânaya şaşırtan bir
kolaylıkla uyuşu, sürpriz kelimeler seçişteki ustalık, önce bunlar, sonra da Hoca'nm tam bir "İnanan adam"
olması, mantık ve konuşma oyunlarına sapmadan yalnız olup bitenlere dayadığı düşünce ve hükümlere değer
vermesi Fuat Paşanın bu adamdan çekinmekte ne kadar haklı olduğunu göstermişti.
Üstelik Hoca efendi. Yüzbaşının sandığı gibi, dünyadan habersiz de değildi. Onun haber kaynakları da aşağı
yukarı tam kendilerininki gibi işliyordu. Kendilerinin bildikleri Hoca'nın da bildikleri idi. Yüzbaşıyı çileden
çıkaran değişiklik yalnız olup bitenlere Hoca'nın bakışında ve bunları yoruşundaydı. Yola çıkarken aralarındaki
açı ne kadar dar olursa olsun, bulundukları noktaların dağlar kadar uzak düşmesine sebep oluyordu.
Konuşma ilerledikçe yüzbaşının da tedirginliği artıyor, zaman zaman kızgınlığa kadar varıyordu; zira konuşma
ilerledikçe Hoca efendiye kötü niyetli demek güçleşiyordu.
O bir hain miydi? Asla. Bunu kimse diyemezdi. Hele onu çıkarını düşünen, kendi hesaplarına takılıp kalmış bir
haris diye düşünmek katı yüreklilikten fazla bir şey olurdu. Hoca vatanını da, mil etini de en azından kendisi
kadar seviyor, kurtuluşa giden tek yolu tıpkı kendisi gibi bütün gücüyle arıyor, bu uğurda da varını yoğunu
ortaya koymak için duraklamayacağını açıkça gösteriyordu. Yüzbaşıyı çileden çıkaran da işte bunu anlamış
olmasıydı.
Yüzbaşı bir ara, Hoca efendiyi vurmak vazifesi kendisine verilirse bu işi üzülmeden yapamayacağını düşündü.
Beride Reis beyle doktorun hali de onunkin-den farklı değildi. Reis bey Hoca'yı başını bir defa olsun
kaldırmadan dinliyor ve sık sık düşünüyordu: "Bu adam öldürülecek ha?.."
Ve Hoca'nın benzeri benzemesi daha nice insanlar öldürülecekti kimbilir?.. Ne çare ki, bunun bir başka yolu
- パーツ
- Küçük Ağa - 01
- Küçük Ağa - 02
- Küçük Ağa - 03
- Küçük Ağa - 04
- Küçük Ağa - 05
- Küçük Ağa - 06
- Küçük Ağa - 07
- Küçük Ağa - 08
- Küçük Ağa - 09
- Küçük Ağa - 10
- Küçük Ağa - 11
- Küçük Ağa - 12
- Küçük Ağa - 13
- Küçük Ağa - 14
- Küçük Ağa - 15
- Küçük Ağa - 16
- Küçük Ağa - 17
- Küçük Ağa - 18
- Küçük Ağa - 19
- Küçük Ağa - 20
- Küçük Ağa - 21
- Küçük Ağa - 22
- Küçük Ağa - 23
- Küçük Ağa - 24
- Küçük Ağa - 25
- Küçük Ağa - 26
- Küçük Ağa - 27
- Küçük Ağa - 28
- Küçük Ağa - 29
- Küçük Ağa - 30
- Küçük Ağa - 31
- Küçük Ağa - 32
- Küçük Ağa - 33
- Küçük Ağa - 34
- Küçük Ağa - 35
- Küçük Ağa - 36
- Küçük Ağa - 37
- Küçük Ağa - 38
- Küçük Ağa - 39