Kara Kitap - 01
BİRİNCİ KISIM
BİRİNCİ BÖLÜM GALİP RÜYA'YI İLK GÖRDÜĞÜNDE
Epigraf kullanmayın, çünkü vazının içindeki esrarı öldürür!
Adli
Böyle ölecckse, öldür o zaman sen de esrarı, esrar satan
yalancı peygamberi öldür!
Bahti
Yatağın başından ucuna kadar uzanan mavi damalı yorganın engebeleri, gölgeli vadileri ve
mavi yumuşak tepeleriyle örtülü tatlı ve ılık karanlıkta Rüya yüzükoyun uzanmış uyuyordu.
Dışarıdan kış sabahının ilk sesleri geliyordu: Tek tük geçen arabalar ve eski otobüsler,
poğaçacıyla işbirliği eden salepçinin kaldırıma konup kalkan güğümleri ve dolmuş durağının
değnekçisinin düdüğü. Odada, lacivert perdelerin soldurduğu kurşuni bir kış ışığı vardı. Uyku
mahmurluğuyla Galip, karısının mavi yorgandan dışarı uzanan başına baktı: Rüya'nın çenesi
yastığın kuştüyüne gömülmüştü. Alnının eğiminde, o sırada aklının içinde olup biten harika
şeyleri insana korkuyla merak ettiren gerçek dışı bir yan vardı. "Hafıza," diye yazmıştı bir köşe
yazısında Celâl, "bir bahçedir." "Rüya'nın bahçeleri, Rüya'nın bahçeleri..." diye düşünmüştü o
zamanlar Galip, "düşünme, düşünme, kıskanırsın!" Ama Galip karısının alnına bakarak
düşündü.
Uykunun huzuruna gömülmüş Rüya'nın kapıları kapalı bahçesinin söğütleri, akasyaları, aşmalı
gülleri ve güneşi altında gezinmek isterdi şimdi. Orada karşılaşacağı suratlardan utançla
korkarak: Sen de mi buradaydın, merhaba! Bilip beklediği tatsız anılar kadar, beklemediği
erkek gölgelerini de merak ve acıyla görerek: Afedersiniz kardeşim, siz karımla nerede
rastlaşmış ya da tanışmıştınız? Üç yıl önce sizin evinizde, Alâaddhrin dükkânından aldığı
yabancı bir moda dergisinin içinde, birlikte gittiğiniz ortaokul binasında, elele tutuştuğunuz
sinemanın girişinde... Hayır, belki de Rüya'nın hafızası bu kadar kalabalık ve acımasız değildi;
belki de hafızanın karanlık bahçesinin, güneş düşen tek köşesinde, şim-
di Rüya'yla Galip bir sandal gezintisine çıkmışlardı. Rüya'lar İstanbul'a taşındıktan altı ay
sonra, ikisi birlikte, Galip'le Rüya kabakulak olmuşlardı. O zamanlar, bazan Galip'in annesi
bazan Rüya'nın güzel annesi Suzan yenge, bazan ikisi birden Galiple Rü-ya'yı ellerinden tutup,
parke yollarda titreyen otobüslerle Bebek'e ya da Tarabya'ya sandal gezintisine çıkarırlardı. O
yıllarda mikroplar ünlüydü, ilaçlar değil: Boğaz'in temiz havasının çocukların kabakulağına iyi
geleceğine inanılırdı. Sabahları deniz durgun olurdu, sandal beyaz, aynı kayıkçı hep dostane.
Anneler ve yengeler sandalın kıçına otururlardı, sırtı inip kalkan sandalcının arkasına gizlenen
Rüya'yla Galip sandalın burnuna, yanyana. Sandaldan denize uzanan ve birbirine benzeyen
ayaklarının ve ince bileklerinin altından ağır ağır deniz akardı; yosunlar, yedi renkli mazot
lekeleri, küçük ve yarı saydam çakıltaşları ve üstünde Celâl'in yazısı var mı diye baktıkları
okunaklı gazete parçaları.
Galip, Rüya'yi ilk gördüğünde, kabakulak olmadan altı ay önce, yemek masasının üzerine
yerleştirilen tabureye oturmuş, berbere saçlarını kestiriyordu. O zamanlar, uzun boylu Douglas
bıyıklı berber, haftanın beş günü eve gelir, Dedeyi tıraş ederdi. Bu, Arabın ve Alâaddin'in
dükkânının önünde kahve kuyruklarının uzadığı, naylon çorapların kaçakçılarca satıldığı,
İstanbul'daki 56 model Chevrolet'lerin gittikçe çoğaldığı, Galip'in ilkokula başladığı ve Milliyet
gazetesinin ikinci sayfasında haftada beş kere Selim Kaçmaz adıyla yazan Celâl'in yazılarını
dikkatle okuduğu zamandı, ama okuma yazmayı öğrendiği zaman değil; çünkü okuma yazmayı
iki yıl önce Babaanne öğretmişti: Yemek masasının köşesine otururlardı; Babaanne, en büyük
sihiri, harflerin birbirine nasıl vurulacağını hırıltılı sesiyle duyurduktan sonra, ağzının
kenarından eksik etmediği Bafra sigarasının dumanını üfler, dumandan torunun gözleri sulanır,
alfabenin içindeki olağanüstü büyüklükteki at da mavileşip canlanırdı. Altında at olduğu yazan
iri at, topal sucunun ve hırsız eskicinin arabalarının kemikli atlarından büyüktü. Galip o
zamanlar bu sağlıklı alfabe atınm üzerine, resmin üzerine döküldüğü zaman onu canlandıran
sihirli eczadan dökmeyi düşünüyordu, ama sonraları, ilkokula ikinci sınıftan başlamasına izin
vermedikleri için, bir de okulda, aynı atlı alfabeyle okuma yazma öğrenirken bu isteğini saçma
bulacaktı.
O zamanlar Dede, nar rengi şişenin içindeki o sihirli söz verdiği gibi sokaktan getirebilseydi,
Galip sıvıyı Birinci I Savaşı'nın zeplinleri, toplan ve çamurlu ölüleriyle dolu eski ve tozlu
'Illustration' mecmualarının, Melih Amcanın Paris'ten ve Fas'tan yolladığı kartpostalların ve
Vasıf in Dünya gazetesinden resmini kestiği yavrusunu emziren orangutanın ve CelâFin
gazetelerden kestiği tuhaf insan yüzlerinin üzerine dökmek isterdi. Ama artık Dede sokağa da
çıkmıyordu, berbere gitmek için bile; bütün gün evdeydi. Gene de, sokağa çıkıp dükkâna gittiği
günlerdeki gibi giyinirdi: Pazarları uzayan sakalı gibi kurşuni renkli, geniş yakalı, eski bir İngiliz
ceketi, dökülen pantolon, kol düğmeleri ve Babanın dediği gibi, kaytan bir memur gravatı.
Anne "gıravat" demez, "kravat" derdi: Eskiden Annenin ailesi daha zengin olduğu için. Sonra,
Anneyle Baba, Dededen her geçen gün bir tanesi daha yıkılan boyası dökülmüş eski ahşap
evlerden sözeder gibi sözederlerdi; biraz sonra dedeyi unutup sesleri birbirlerine doğru
yükselmeye başlarsa Galip'e dönerlerdi: "Çık yukarı git oyna sen haydi." "Asansörle mi
çıkayım?" "Tek başına asansöre binmesin!" "Tek başına asansöre binme!" "Vasıfla oynayayım
mı?" "Hayır, kızıyor!"
Aslında kızmazdı. Vasıf sağır ve dilsizdi, ama benim yerlerde sürünürken 'gizli geçit' oynadığımı
ve yatakların altından geçerek, mağaranın ucuna, apartman karanlığının dibine ulaşır gibi ve
düşman siperlerine kazdığı bir tünelde kedi sessizliğiyle ilerleyen bir asker gibi ulaştığımı ve
kendisiyle alay etmediğimi anlardı, ama sonra gelen Rüya hariç, ötekiler bilmezdi bunu. Bazan
Vasıfla birlikte uzun uzun pencerelerden dışarı tramvay yoluna bakardık. Beton apartmanın
beton cumbasının bir penceresi dünyanın bir ucu olan Camiye, bir penceresi de öteki ucu olan
kız lisesine bakıyordu; arada karakol, iri kestane ağacı, köşe ve Alâaddin'in vızır vızır işleyen
dükkânı vardı. Dükkâna girip çıkanları seyrederken, gelip geçen arabaları birbirimize
gösterirken Vasıf birden heyecanlanıp rüyasında şeytanla boğuşur gibi hırıltılı korkunç bir ses
çıkarınca, ben boş bulunur korkardım. O zaman, az arkamızda, Babaanneyle karşılıklı iki baca
gibi sigara tüttürüp radyoyu dinleyerek tek bacağı kısa koltuğunda oturan Dede, "Vasıf gene
Galip'i korkuttu," derdi, kendisini dinlemeyen Babaanneye ve meraktan çok alışkanlıkla
sorardı: "Kaç araba saydınız bakayım?" Ama Dodge,
Packard, DeSoto ve yeni Chevrolet'lerin sayısına ilişkin verdiğim bilgileri dinlemezlerdi bile.
Babaanneyle Dede, sabahtan akşama kadar açık duran ve Türk köpeklerine benzemeyen bol
tüylü ve huzurlu bir köpek biblosunun üzerinde uyuduğu radyodaki alaturka ve alafranga
müziği, haberleri ve banka, kolonya ve milli piyango reklamlarını dinlerlerken sürekli
konuşurlardı. Çoğu zaman, hiç dinmediği için alıştıkları bir diş ağrısından söz eder gibi
ellerindeki sigaralardan şikayet ederlerdi, hâlâ bırakamadıkları için suçu birbirlerine atarak, biri
boğulur gibi öksürmeye başlarsa, öteki, önce zafer ve neşeyle, sonra endişe ve öfkeyle haklı
olduğunu ilân ederek! Ama birazdan, birinden biri iyice sinirlenirdi: "Bir sigaram var zaten,
ilişme allahaşkma!" Sonra, gazeteden okuduğu şeyi eklerdi: "Sinirlere iyi geliyormuş!" Belki o
zaman, biraz susarlardı, ama koridordaki duvar saatinin tiktaklarının duyulduğu bu sessizlikler
çok sürmezdi. Ellerine yeniden .aldıkları gazeteleri hışırdatırlarken ve öğleden sonra bezik
oynarlarken konuşurlardı ve apartmandakiler akşam yemeğine ve birlikte radyo dinlemeye
geldikleri zamanlar da ve gazetede Celâl'in köşe yazısını okuduktan sonra da: "Yazısının altına
kendi imzasını atmasına izin verselerdi," derdi Dede, "belki aklını başına toplardı." "Koca
adam," diye iç çekerdi Babaanne ve her zaman sorduğu şu soruyu ilk defa soruyormuş gibi
yüzünde içlen bir merak ifadesi, sorardı: "Yazısının altına kendi adını koymasına izin
vermedikleri için mi öyle kötü yazıyor, yoksa öyle kötü yazdığı için mi yazısının altına kendi
adını koymasına izin vermiyorlar?" "Hiç olmazsa," derdi Dede, ikisinden birinin zaman zaman
sarıldığı teselliye sarılarak, "altına imzasını atmasına izin vermedikleri için bizi rezil ettiğini pek
az kimse anlıyor." "Kimse anlamıyor," derdi o zaman Babaanne, Galip'in pek de içten
olmadığını anlayabileceği bir edayla. "O yazılarında bizden sözettiğini kim söylüyor ki?" O
zaman, sonraları Celâl'in her hafta okuyucularından yüzlerce mektup aldığı günlerde, bazı
iddialara göre ha-yâlgücü kuruduğu için, bazı iddialara göre ise kadınlardan ve politika
yapmaktan vakit bulamadığı için, bazı iddialara göreyse de, basit bir tembellikten birazcık
değiştirip bu sefer kendi tantanalı adıyla yeniden yayımlayacağı o yazılardan birine, daha
önceden yüzlerce kere tekrarladığı bir cümleyi bıkkınlık ve belli belirsiz bir
sahtelik duygusuyla tekrarlayan ikinci sınıf tiyatro oyuncusu gibi değinerek, "Apartman
yazısında bizim apartmandan sözettiğini kim bilmiyor ki allahaşkma!" derdi Dede ve Babaanne
de susardı.
O zamanlar Dede, sonraları daha sık göreceği o rüyadan yeni yeni sözetmeye başlamıştı.
Bütün gün birbirlerine tekrarladıkları hikâyeler gibi, Dedenin zaman zaman gözleri parlayarak
anlattığı rüyası maviydi; lacivert bir yağmur rüyada hiç durmadan yağdığı için Dedenin saçları
ve sakalları sürekli uzuyordu. Babaanne, rüyanın hikâyesini sabırla dinledikten sonra, "Berber
birazdan gelir," derdi, ama Dede berberden sözedilirken sevinmezdi. "Çok konuşuyor, çok
soruyor!" Mavi rüyanın ve berberin sözünden sonra, Galip, Dedenin bir iki kere, zayıflayan bir
nefesle şöyle dediğini de işitmişti: "Başka bir yerde, başka bir tane yaptıracaktık. Uğursuz*
çıktı bu apartman."
Çok sonraları, kat kat sattıkları Şehrikalp Apartmanından bir başkasına taşındıktan ve binaya,
çevredeki benzeri başka binalara olduğu gibi, küçük konfeksiyoncular, gizli gizli kürtaj yapan
kadın doktorları ve sigortacı yazıhaneleri yerleştikten sonra, Alâaddin'in dükkânının önünden
her geçişinde Galip, apartmanın çirkin ve karanlık yüzüne bakarak Dede'nin bu sözü neden
söylemiş olabileceğini merak etmişti. Önce Avrupa ve Afrika'dan, sonra da İzmir'den İstanbul'a
ve apartmana dönmesi yıllar alan Melih Amcayı berberin her tıraşta, meraktan çok ağız
alışkanlığıyla Dedeye sorduğunu, (Efendim, büyük oğlan Afrika'dan ne zaman dönüyor?) ve
Dedenin de, bu sorudan ve konudan hoşlanmadığını bildiği için Galip, Dedenin aklındaki
uğursuzluğun en büyük ve en tuhaf oğlunun eski karısı ve ilk oğlunu bir gün bırakarak
yurtdışına gidişi ve yeni karısı ve yeni kızıyla (Rüya) dönüşü ile ilgili olduğunu daha o
zamanlardan sezerdi.
Apartmanı yaptırmaya başladıklarında Melih Amca buraday-mış daha, Celâl'in Galip'e yıllar
sonra anlattığı gibi, şekerci Hacı Bekir'in dükkânı ve lokumlarıyla rekabet edemediği için ve
Baba-anne'nin kaynattığı ayva, incir ve vişne reçellerini raflarına dizdikleri kavanozlarda
satabileceklerini bildikleri için, önce pastaneye, daha sonra lokantaya çevirdikleri Sirkeci'deki
şekerci dükkânından ve Karaköy'deki 'Beyaz Eczane' den gelen babası ve kardeşleriyle
buluşmak için, o zamanlar daha otuzuna basmamış olan Me-
lih Amca da, içinde avukatlıktan çok kavga ettiği ve eski dava dosyalarının sayfalarına kurşun
kalemle gemi ve ıssız ada resimleri çizdiği yazıhanesinden akşamüstleri çıkıp, Nişantaşı' ndaki
inşaat yerine gelir, ceket ve kravatını çıkarıp, kollarını sıvayıp paydos saatine doğru gevşeyen
inşaat işçilerini kızıştırmak için işe girişir-miş. Avrupa usulü şekerciliği öğrenmek, kestane
şekerini paketleyecek yaldızlı kâğıt sipariş etmek, Fransızlarla birlikte renkli ve balonlu bir
banyo sabunu imalâthanesi açmak ve Avrupa ve Amerika'da, o sıralarda bir salgına yakalanmış
gibi ardarda iflâs eden fabrikaların makinelerini ve Hâle Hala için kuyruklu bir piyanoyu ucuza
kapatmak ve sağır Vasıf ı iyi bir kulak ve beyin doktoruna göstermek için birisinin Fransa ve
Almanya'ya gitmesi gerektiğini Melih Amca bu sıralarda söylemeye başlamış. İki yıl sonra,
Vasıf ile Melih Amca, daha sonraları Galip'in, Babaannenin kutularının birinde gül suyu kokan
fotoğrafını gördüğü ve Celâl'in sekiz yıl sonra Vasıf in gazete kesikleri içinde Karadeniz'de bir
serseri mayına çarparak battığını okuduğu bir Romen vapuruyla (Tristana) Marsilya'ya
gittiklerinde, apartman bitmiş, ama içine girilmemiş-miş daha. Bir yıl sonra, Vasıf tek başına
trenle Sirkeci'ye döndüğünde hâlâ sağır ve dilsizmiş "tabii" (bu son kelimeyi, bu konu
açıldığında, Galip'in yıllarca sırrını ve nedenini çözemediği bir vurguyla Hâle Hala söylerdi,)
ama kucağında elli yıl sonra büyük büyük büyük büyük torunlarıyla hâlâ arkadaşlık edeceği ve
ilk zamanlar başından hiç ayrılamadığı, kimi zamanlar heyecandan nefesi tıkanır gibi, kimi
zamanlar da hüzünle gözlerinden yaşlar akarak seyredeceği Japon balıklarıyla dolu sıkı sıkıya
tuttuğu bir akvaryum varmış. O sıralarda, Celâl ile annesi, sonraları bir Ermeniye satılan
üçüncü katta oturuyorlarmış, ama Paris sokaklarındaki ticari araştırma gezilerine devam
edebilsin diye, Melih Amcaya para yollamak gerektiği için, bir ara sandık odası olarak kullanılan
ve daha sonraları yarım bir daireye çevrilen o küçük ve içerlek çatı katına çıkıp yerleşmişler ki,
kendi daireleri kiraya verilsin. Melih Amcanın Paris'ten yolladığı şekerleme ve pasta tarifleriyle
sabun ve kolonya formülleri ve bunları yiyen ve kullanan artist ve balerinlerin resimleriyle dolu
mektuplarla, içinden naneli diş macunu, kestane şekeri, likörlü çikolata örnekleri ve oyuncak
itfaiye ve gemici şapkası çıkan paketler seyrekleşmeye başladığında annesi, Celâl'i
alıp baba evine dönmeyi tasarlıyormuş. Bu karara varıp, Celâl'le birlikte apartmandan çıkıp,
vakıflarda küçük bir memurluğu olan babasıyla annesinin Aksaray'daki ahşap evine dönmeye
karar verebilmesi için, dünya savaşı çıkması ve arkasından, Melih Amcanın Bingazi'den onlara
üzerinde tuhaf bir cami minaresiyle uçağın görüldüğü bir kartpostal yollaması gerekmiş.
Arkasında, memlekete dönüş yollarının mayınlandığım yazan bu kahverengi beyaz
kartpostaldan ve savaştan çok sonra gittiği Fas'tan, başka siyah beyaz kartpostallar da
yollamış. Böylece, Babaanneyle Dede, Melih Amcanın Marakeş'te tanıştığı bir Türk kızıyla
evlendiğini, gelinin Mu-hammed'in soyundan geldiğini, yani bir seyyide olduğunu, kadının çok
güzel olduğunu, sonraları silah tüccarlarının ve casusların aynı bar kadınlarına vurulduğu bir
Amerikan filmine de mekân olan kolonyal otelin elle renklendirilmiş resmi üzerinde gözüken bir
karpostaldan öğrenmişler. (Çok sonraları, otelin ikinci kat balkonlarında dalgalanan bayrakların
ülkelerini çıkardığı yıllardan da çok sonraları, bu kartpostala bir daha baktığında, Galip, bir an
Celâl'in 'Beyoğlu Haydutları' hikâyelerinde kullandığı üslûpla düşünerek, Rüya'nın 'ilk
tohumunun atıldığı' mekânın, bu kremalı pasta renkli otelin odalarından biri olduğuna karar
vermişti.) Bu kartpostaldan altı ay sonra, İzmir'den gelen kartı ise, Melih Amcanın yolladığına
inanamamışlar bir türlü; çünkü Türkiye'ye dönmez artık, diye düşünüyorlarmış; yeni karısıyla
birlikte Hristiyan oldukları, Kenya'ya giden birtakım misyonere katılıp, orada, aslanların üç
boynuzlu geyikleri avladığı bir vadide Hilâl ve Haçı birleştiren bir mezhebin kilisesini kurdukları
yolunda dedikodular varmış. Gelinin İzmir'deki akrabalarını tanıyan bir meraklının getirdiği
haber ise, Melih Amcanın savaş sırasında Kuzey Afrika'da çevirdiği karanlık işler (silah ticareti,
bir krala rüşvet, vs) sonunda milyoner olduğu yolundaymış, güzelliği dillere destan karısının
nazına daya-namadığı için, onu meşhur etmeye birlikte Hollywood'a gidecek-lermiş, gelinin
resimleri şimdiden Arap-Fransız dergilerinde ya-yımlanıyormuş vs. Oysa, Melih Amca,
apartmanda haftalarca kat kat dolaşan ve gerçekliğinden emin olmak için kalplığından
şüphelenilen paralar gibi, orası burası tırnak uçlarıyla kazınarak hırpalanan kartpostalda, vatan
hasretine dayanamayıp yataklara düştüğünü, Türkiye'ye dönmeye böylece karar verdiklerini
yazıyormuş.
"Şimdi" iyilermiş, İzmir'de incir ve tütün tüccarlığı yapan kayınpederinin işlerini yeni ve
modern bir mâli anlayışla ele alıyormuş. Kısa bir süre sonra, Arap saçından da karışık bir
yazıyla yolladığı kart ise, belki de ileride bütün aileyi sessiz bir savaşa sürükleyecek hisse
sorunları yüzünden, her katta başka türlü yorumlanmış, ama sonraları Galip'in de okuduğu
gibi, çok da fazla dolambaçlı olmayan bir dille, yakında İstanbul'a dönmek istediğini belirtiyor-
muş Melih Amca, bir de, bir kızı olduğunu, ama adına karar veremediğini.
Rüya'nın adını, Galip, likör takımlarının saklandığı büfenin aynasının kenarına, Babaannenin
iliştirdiği bu kartpostallardan birinde okumuştu ilk. İri aynayı ikinci bir çerçeve gibi saran ve
zaman zaman Dedeyi öfkelendiren bu kilise, köprü, deniz, kule, gemi, cami, çöl, piramit, otel,
park ve hayvan görüntüleri arasına Rüya'nın İzmir'de çekilmiş bebeklik ve çocukluk resimleri
de iliştirilmişti. O zamanlar Galip, kendi yaşında olduğu söylenen amcasının kızı (yeni kelime
ile kuzin) Rüya'dan çok, Rüya'nın içinde yattığı cibinliğin insanı hayâle çağıran korkutucu ve
uykulu mağarası ve siyah beyaz mağarayı eliyle aralayarak içindeki kızını gösterirken
kameraya hüzünle bakan Seyyide Suzan yengesiyle ilgilenirdi. Rüya'nın fotoğrafları elden ele
dolaşırken, apartmandaki erkekler kadar kadınları da, bir an dalgın bir sessizliğe gömen şeyin
bu güzellik olduğunu daha sonraları anlamıştı. O zamanlar, daha çok, Melih Amcaların
İstanbul'a ne zaman gelecekleri ve hangi katta kalacakları konuşulurdu. Çünkü bir avukatla
yeniden evlenen annesi, her doktorun başka bir adla adlandırdığı bir hastalıktan genç yaşta
ölünce, Celâl, Aksaray'daki örümcekli evde barınamaz olmuş, babaannesinin de ısrarıyla,
yeniden apartmana dönmüş, çatı katma yerleşmişti. Daha sonraları takma adla ilk köşe
yazılarını yazacağı gazete için futbol maçlarını izleyerek şike kokusu almaya çalışıyor,
Beyoğlu'nun arka sokaklanndaki bar, pavyon ve kerhane kabadayılarının esrarengiz ve
sanatkârane cinayetlerini ballandırarak anlatıyor, kara karelerin sayısının ak kareleri her
seferinde geçtiği bulmacalar hazırlıyor, gerektiğinde, afyonlu şarabın sarhoşluğundan
ayılamadığı için tefrikasını aksatan üstadın yerine pehlivan tefrikasını sürdürüyor, zaman
zaman da 'Elyazısından Kişiliğinizi Okuyoruz', 'Rüyalarınızı Yorumluyoruz', 'Yüzünüz, Kişi-
liginiz', 'Bugünkü Burcunuz' (akraba ve tanıdıklarına ve bir iddiaya göre de, sevgililerine özel
selâmlar yollamaya ilk bu burç köşesinde başlamıştı) ve 'İster İnan, İster İnanma' köşelerine
yazıyor ve artan vakitlerde de bedava girdiği sinemalarda gördüğü en son Amerikan filmlerini
eleştiriyor ve çatı katında tek başına yaşamaya devam ederse, bu çalışkanlıkla gazetecilikten
kazandığı parayla evlenebileceği bile söyleniyordu. Sonraları, bir sabah, tramvay yolunun
yıllanmış parke taşlarının anlamsız bir asfaltla örtülüverdiği-ni gördüğü zaman, Galip, Dedenin
uğursuzluk dediği şeyin, belki de, apartmandaki bu tuhaf sıkışıklıkla, yersizlikle ya da buna
yakın belirsiz ve korkutucu bir şeyle ilgili olduğunu da düşünmüştü. Melih Amca, sanki yolladığı
kartların ciddiye alınmamasına öfkelendiğini göstermek için, güzel karısı, güzel kızı ve bavul ve
sandıklarıyla bir akşam İstanbul'a dönüp apatmana geliverince, tabii ki, Celâl'in yaşadığı
çatıkatına yerleşmişti.
Okula geç kaldığı o bahar sabahında Galip, rüyasında okula geç kaldığını gördü. Kim olduğunu
çıkaramadığı mavi saçlı güzel bir kızla, alfabenin son sayfalarının okunacağı okuldan uzaklaşan
bir belediye otobüsündeydiler. Uyandığında, yalnız kendisinin okula değil, babasının da işe geç
kaldığını anladı. Üzerine günün bir saatlik güneşi vuran ve örtüsü mavi beyaz bir satranç
tahtasını andıran kahvaltı masasında Anne ile Baba, apartman aralığını ele geçiren farelerden
ya da hizmetçi Esma Hanımın hortlak ve cinlerinden sözeder gibi, dün akşam çatı katına
yerleşenlerden sözediyor-lardı. Galip, neden okula geç kaldığını-ve geç kaldığı için gitmekten
utandığını düşünmek istemediği gibi, çatıdakilerin kim olduğunu da düşünmek istemiyordu.
Her şeyin her zaman tekrarlandığı Babaanneyle Dedenin katına çıktı, ama berber, pek de
mutlu gözükmeyen Dedeyi tıraş ederken çatıdakileri soruyordu. Büfenin aynasına iliştirilmiş
kartpostallar dağılmıştı, orada burada, yabancı ve tuhaf nesneler vardı; sonraları tiryakisi
olacağı yeni bir koku da. Birden, içinde bir eziklik, korku ve özlem uyandı: Kartpostallarını
gördüğü yarı renkli ülkeler nasıldı acaba? Fotoğraflarını gördüğü güzel yenge nasıldı? Büyüyüp
erkek olmak isterdi! Saçlarını kestireceğini söyleyince babaannesi pek sevindi, ama berber,
gevezelerin çoğu gibi anlayışsızdı; Galip'i Dedenin koltuğuna değil, yemek masasının üstüne
koyduğu tabureye oturttu. Üstelik, Dede-
den çözüp bağladığı beyaz örtü çok büyüktü, boynunu boğacak gibi sıktığı yetmiyormuş gibi,
bir kız eteği gibi diz kapaklarının altına kadar da uzanıyordu.
Çok sonra, birbirlerini bu ilk görüşlerinden Galip'in hesabıyla 19 yıl, 19 ay, 19 gün sonra
evlendikten de çok sonra, bazı sabahlar Galip yanında uyuyan karısının yastığa gömülmüş
başını gördüğünde, Rüya'nın üzerindeki yorganın mavisiyle, berberin Dededen çıkarıp
kendisine taktığı örtünün mavisinin kendisine aynı huzursuzluğu verdiğini düşünmüş, ama bu
konuda karısına bir şey söylememişti; belki de Rüya'nın böyle belirsiz bir nedenle yorgan
kılıflarım değiştirmeyeceğini bildiği için.
Galip, gazetenin kapının altından atılmış olacağını düşünerek tüy gibi hafif olmaya alışmış
dikkatli hareketlerle yataktan kalktı, ama ayakları onu kapıya değil helaya götürdü, sonra da
- パーツ
- Kara Kitap - 01
- Kara Kitap - 02
- Kara Kitap - 03
- Kara Kitap - 04
- Kara Kitap - 05
- Kara Kitap - 06
- Kara Kitap - 07
- Kara Kitap - 08
- Kara Kitap - 09
- Kara Kitap - 10
- Kara Kitap - 11
- Kara Kitap - 12
- Kara Kitap - 13
- Kara Kitap - 14
- Kara Kitap - 15
- Kara Kitap - 16
- Kara Kitap - 17
- Kara Kitap - 18
- Kara Kitap - 19
- Kara Kitap - 20
- Kara Kitap - 21
- Kara Kitap - 22
- Kara Kitap - 23
- Kara Kitap - 24
- Kara Kitap - 25
- Kara Kitap - 26
- Kara Kitap - 27
- Kara Kitap - 28
- Kara Kitap - 29
- Kara Kitap - 30
- Kara Kitap - 31
- Kara Kitap - 32
- Kara Kitap - 33
- Kara Kitap - 34
- Kara Kitap - 35
- Kara Kitap - 36
- Kara Kitap - 37
- Kara Kitap - 38
- Kara Kitap - 39
- Kara Kitap - 40
- Kara Kitap - 41
- Kara Kitap - 42