Kara Kitap - 42

合計単語数は 2175 です
一意の単語の合計数は 1365 です
28.1 の単語が最も一般的な 2000 単語に含まれています
40.7 の単語が最も一般的な 5000 語に含まれています
49.0 の単語が最も一般的な 8000 単語に含まれています
各行は、最も一般的な単語 1000 個あたりの単語の割合を表します。
> Bu işaretleri en sonunda çözebildiğim açıklayan çalışkan memurlardan biri, Celâl'in 'Öpüş'
başlıklı yazısının paragraf başlarındaki harflerle kurulacak akrostişlerin muammayı çözeceğini
bütün ciddiyetiyle söylediğinde, "biliyordum," demek gelirdi içimden. Humeyni'nin kendi
mücadele ve hayatını anlattığı kitabının adının 'Keşf ül Esrar' olmasındaki anlamı ve adamın
Bursa' da sürgün yıllarında şehrin karanlık sokaklarında çekilmiş fotoğraflarını bana
gösterdiklerinde de neyi işaret etmek istediklerini gayet iyi anlayarak, "biliyorum," demek
isterdim. Ben de, onlar gibi, Celâl'in Mevlâna yazılarının arkasındaki kayıp kişiyi ve kayıp esrarı
biliyordum. Celâl'in kayıp bir esrarı 'tesis etmek' için, onların deyişiyle 'vidaları gevşediği' ya da
hafızasını kaybettiği için kendini öldürte-cek birini aradığını güle eğlene söylediklerinde ya da
Celâl'in kara-
ağaçtan dolabının derinliklerinde bulduğum fotoğraflardaki t> kayıp ifadeli, hüzünlü, kederli
kişilerden birine çok benzeyen bir yüzle önüme konmuş fotoğraflardan birinde karşılaştığımda
da gene, "biliyordum," demek gelirdi içimden. Boğaz sularının çekilmesi üzerine yazdığı yazıda
çağırdığı sevgililerinin, bir öpüşme hayaliyle yazdığı yazıda seslendiği hayâli karısının, uyku
öncesi düşleri içersinde karşılaştığı kahramanların da kim olduklarını bildiğimi söylemek
isterdim. Celâl'inv yazılarının birinde sözünü ettiği, sinema gişesindeki soluk yüzlü Rum kızma
vurularak deliren bilet karaborsacısının, aslında kendilerine bağlı bir sivil polis olduğunu alayla
hatırlattıklarında ve gecenin geç saatlerinde, aramızdaki sihirli ayna yüzünden, biz onu
görebildiğimiz, ama o bizi göremediği için daha da huzursuzlaşan sanığın dayaktan, işkenceden
ve uykusuzluktan bütünlüğünü, sırlarını ve anlamını kaybetmiş yüzüne uzun uzun baktıktan
sonra, onu da tanıyamadığımı söyleyince ben, aslında, Celâl'in yüzler ve haritalar üzerine
yazdıklarının 'sıradan bir numara' olduğunu, bu ucuz yöntemle kendisinden bir sır, bir emanet,
bir ortaklık işareti bekleyen okurlarını aldatıp mutlu ettiğini bana açıkladıklarında,
söylediklerine inanmamama rağmen gene "biliyordum," demek gelirdi içimden.
Belki de, bildiğimi ya da bilmediğimi onlar da biliyorlardı da, bir an önce işlerini bitirmek
istedikleri, yalnız benim değil, bütün gazete okurlarının, bütün vatandaşların, akıllarının bir
köşesinde kıpırdanan kuşkuyu büyüyüp filizlenmeden kurutmak istedikleri" için, hayatlarımızın
kara zifti ve boz tortusuyla örtülmüş esrarı, Celâl'in kayıp ve kara esrarını bizler keşfetmeden
önce öldürmek istiyorlardı.
Bazan, hikâyenin yeterince uzadığına inanan kül yutmaz hafı-" yelerden biri? ilk defa
karşılaştığım kararlı bir paşa, ya da aylar önce tanıştığım sıska bir savcı, bütün ipuçlarının,
ayrıntıların bilinmeyen anlamını bir sihirbaz kolaylığıyla ı oman okurları için tek tek çözen o hiç
de inandırıcı olmayan dedektif gibi, dörtbaşı mamur bir hikâye anlatmaya girişirdi. Rüya'mn
okuduğu romanların son sayfalarını hatırlatan bu sahne gelişirken, tıpkı bir okul 'tartışması'nda
jüri üyeliği yapan öğretmenler gibi, parlak öğrencinin incilerini sabır ve gururla dinleyen öteki
görevliler, önlerindeki Devlet Malzeme Ofisi başlıklı kâğıtlara notlar alırlardı: Katil, toplun; 4-
muzu 'destabilize' etmek isteyen dış güçlerin yolladığı bir piyondu; sırlarının alay konusu
edildiğini gören Bektaşi-Nakşibendiler ve aruz vezniyle akrostişli şiirler yazan bazı şairlerle
modern ozanlar, yani gönüllü Hurufiler, bizi kargaşaya, bir çeşit kıyamete doğru iten bu
kumpasta farkında olmadan dış güçlerin temsilciliğini üstlenmişlerdi. Hayır, hiçbir politik yanı
yoktu bu cinayetin: Öldürülen gazetecinin, yıllardır modası geçmiş bir hayayla, kimsenin
okuyamayacağı bir uzunluk ve üslupla kendi kafasına takılan politika dışı saçmalıkları kaleme
aldığını hatırlamak yeterdi bunu anlamak için. Katil, kendisi hakkında Celâl'in yazdığı abartılı
efsaneleri alay sanan ünlü bir Beyoğlu haydutunun ya kendisi ya da onun tuttuğu kiralık bir
silâhşordu. Sırf şan olsun diye cinayeti üstlenerek kendi kendilerini ihbar eden üniversite
öğrencilerinin itiraflarının işkenceyle geri aldırtıldığı ya da camiden getirilen günahsızların
itirafa zorlandığı gecelerin birinde, çocukluğunu bir MİT paşa-sıyla 'eski İstanbul'un aynı arka
bahçelerinde ve cumbalı sokaklarında geçirmiş takma dişli bir Divan Edebiyatı profesörü,
Hurufilik ve eski kelime oyun ve sanatları üzerine yaptığı ve şakalarla kesilen sıkıcı bir
açıklamadan sonra, benim gönülsüzce anlattığım hikâyemi de dinlemiş ve kenar mahalle
falcıları gibi kurum kurum kurumlanarak olayların Şeyh Galip'in, 'Hüsn-ü Aşk'ma da pek
zorlanmadan pekâlâ oturtulabileceğini bile söylemişti. Ödül heyecanıyla, gazetelere ve emniyet
teşkilatına yazılan ihbar mektupları o sırada şatodaki iki kişilik bir kurul tarafından
inceleniyordu: Profesörün, iki yüz yıl önceki şiir sorunlarına dikkat çeken edebi buluşunu
dikkate almadılar.
Katilin ihbar edilen bir berber olduğuna o sıralarda karar verdiler. Altmış yaşlarında, ince ve
küçücük adamı bana gösterdikten ve gene teşhis edemediğimi anladıktan sonra şatodaki çılgın
ölüm, hayat, esrar ve iktidar şenliklerine beni bir daha çağırmadılar hiç. Suçunu önce inkâr
eden, sonra itiraf eden, sonra gene inkâr ve gene itiraf eden berberin hikâyesini gazeteler bir
hafta sonra ayrıntılarıyla yayımladılar. Celâl Salik, yıllar önce ilk olarak 'Kendim Olmalıyım'
başlıklı bir yazısında sözetmişti bu adamdan: O yazıda, ve sonraki başka yazılarında berberin
Gazeteye gelip kendisine, Doğu ile ilgili, bizimle ve varoluşumuzla ilgili derin bir esrarı
aydınlatacak sorular sorduğunu, kendisinin de bu sorulara birer şa-
kayla karşılık verdiğini yazmıştı. Berber, birer hakaret olarak kabul ettiği ve başkalarının da
tanık olduğu bu şakaların önce bir yazıda hatırlatıldığını, birkaç kere yeniden ele alındığını
öfkeyle görmüştü. Yirmi üç yıl sonra ise ilk yazının gene aynı başlıkla yeniden yayımlanarak,
kendisine aynı hakaretin yeniden edildiğini gören berber, çevresindeki bazı odakların-
kışkırtmasıyla köşe yazarından intikam almaya karar vermişti. Polislerden ve gazetelerden
öğrendiği dille, işini 'bireysel terörizm' olarak niteleyen berberin, varlığını inkâr ettiği kışkırtıcı
odakların kimler olduğu ise hiç anlaşılamadı. Gazetelerde adamın anlamdan ve üzerindeki
harflerden arınmış yorgun ve hırpalanmış yüzünün fotoğraflarının yayımlanmasının üzerinden
çok geçmeden, ibret olsun diye hızlandırılmış bir davanın ibret olsun diye hemen onaylanan
karan gereği, bir sabah, İstanbul'un sokaklarında yalnızca sıkıyönetim yasağına aldırmayan
kederli köpek sürülerinin gezindiği bir saatte, berberi astılar.
O günlerde bir yandan Kaf Dağı hakkında hatırlayabildiğim ve bulabildiğim hikâyeler üzerinde
çalışıyor, bir yandan da 'olayları' aydınlatmak için avukatlık yazıhanemde beni ziyaret edenlerin
kuramlarım bir uyku sonrası mahmurluğuyla dinliyor, kimseye de pek yardım edemiyordum.
Yazılarından CelâPin Deccal olduğunu çıkaran ve kendisi bu sonucu çıkarıyorsa katilin de
çıkardığını ve böylece CelâPi öldürerek kendisini Mehdi'nin, yani O'nun yerine koyduğunu uzun
uzun anlatıp, cellât hikayeleriyle kaynaşan gazete kesiklerindeki harfleri gösteren tutkulu imam
hatip lisesi öğrencisini de böyle dinledim, Celâl'e tarihi kıyafetler dikip sattığını anlatan
Nişantaşı'ndaki terziyi de. Terzinin, Rüya'nın kayıplara karıştığı karlı gece, dükkânında
çalışırken gördüğüm terzi olduğunu bile yıllar önce gördüğü bir filmi hayâl meyâl hatırlayan biri
gibi zorlukla hatırladım. Aynı tepkiyi, MİT arşivinin zenginlikleri hakkında bilgilenmek ve gerçek
Mehmet Yılmaz'ın en sonunda yakalanıp suçsuz öğrencinin sahverildiğini bana müjdelemek
isteyen Sa-im'e de gösterdim. Saim, cinayet nedeni olarak gösterilen yazının başlığına dikkati
çekerek 'Kendim Olmalıyım' sözü üzerine akıl yürütürken, ben kendim olmaktan o kadar
uzaklaşmıştım ki, bu kara kitaptan da, Galip'ten de uzaklaşıyordum sanki.
Bir dönem kendimi yalnızca avukatlığa ve davalarıma ver-
dim. Bir dönem ise, işlerimi gevşettim, eski arkadaşlarımı aradım, yeni tanıştığım kişilerle
lokantalara, meyhanelere gittim. Bazan İstanbul'un üzerindeki bulutların inanılmayacak bir
sarıya ya da kül rengine döndüğünü farkediyor, bazan da şehrin üzerindeki göğün o her
zamanki bildik tanıdık gök olduğuna inandırmaya çalışıyordum kendimi. Geceyarıları, CelâPin o
haftaki yazılarından ikisini üçünü, tıpkı verimli dönemlerinde CelâPin yaptığı gibi bir çırpıda
rahat rahat yazdıktan sonra, masadan kalkar, telefonun yanındaki koltuğa oturup bacaklarımı
sehpaya uzatır ve çevremdeki eşyaların ağır ağır başka bir dünyanın, başka bir âlemin
eşyalarına ve işaretlerine dönüşmesini beklerdim. O zaman hafızamın derinliklerindeki bir
yerden, bir anının bir gölge gibi kıpırdandığını, hafıza bahçesinin bir başka bahçeye açılan,
oradan bir ikinci, üçüncü bahçelere açılan kapılarından geçerek gölgenin ilerlediğini ve bu
tanıdık bildik süreç boyunca sanki kendi kişiliğimin kapılarının da açılıp kapanarak, kendimin de
o gölgeyle bulaşacak, o gölgeyle mutlu olabilecek bir başka kişiye doğru değiştiğimi hisseder,
sonra o başka kişinin sesiyle konuşmak üzereyken yakalardım kendimi.
Rüya'nın anılarıyla hazırlıksız bir zarnanda karşılaşmamak için hayatımı, pek de sıkı olmasa da,
bir denetim altında tutuyor, beklenmedik bir zaman ya da yerde üzerime çökmesinden
korktuğum hüzünden dikkatle kaçmıyordum. Haftada iki üç kere akşamları Hâle Halalara
gittiğimde, yemekten sonra, Vasıf ile birlikte Japon balıklarına yem verir, ama onunla birlikte
yatağının kenarına oturup göstereceği gazete kesiklerine bakmazdım hiç. (Gene de, CelâPin
resmi yerine Edward G. Robinson'unkinin basıldığı gazetenin kesiğiyle böyle karşılaştım ve
ikisinin çok uzak akrabalar gibi az da olsa birbirlerine benzediklerini böyle keşfettim.) Vakit geç
olduğunda sanki hasta yatağında yatan Rüya beni evde bek-liyormuş gibi daha da gecikmeden
eve dönmemi babam ya da Su-zan Yenge bana söylediğinde, "Evet," derdim onlara, "sokağa
çıkma saati başlamadan bir an önce ben gideyim."
Ama Alâaddin'in dükkânının önünden geçen ve bizim Rüya ile her zaman yürüdüğümüz
sokaklardan değil, eski evimize de, Şehrikalp Apartmanına da yolu büsbütün uzatan arka
sokaklardan yürür, Celâl ile Rüya'nın Konak Sinemasından çıktıktan son-
ra yürüdükleri sokaklara girmemek için yolumu gene değiştirir, böylece, İstanbul'un tuhaf ve
karanlık ara sokakları, lambaları, harfleri, bilmediğim duvarları, kör gözlü korkunç yüzlü
apartmanları, çekilmiş karanlık perdeleri, cami avluları arasında bulurdum kendimi. Bütün bu
karanlık ve ölü işaretler arasında yürümek beni öylesine başka biri yapardı ki, sokağa çıkma
yasağının başlamasından az sonra Şehrikalp Apartmanının kaldırımına vardığımda, en üst katın
balkon demirlerine hâlâ asılı duran bez parçasını gördüğümde, bunu Rüya'nın beni evde
beklediğinin bir işareti olarak okurdum kolaylıkla.
Boş ve karanlık sokaklarda yürüdükten sonra Rüya'nın benim için astığı işareti balkon
demirinde görünce, evliliğimizin üçüncü yılında, karlı bir geceyarısı, yıllardır ahbaplık eden
anlayışlı iki dost gibi birbirimizi iğnelemeden ve sohbeti Rüya'nın ilgisizliğinin dipsiz kuyusuna
hiç düşürmeden ve birden aramızda bir ruh gibi beliriveren o derin sessizliğin yaklaştığını da
hiç hissetmeden uzun uzun konuştuklarımızı hatırlardım. Benim konuyu açmamla, Rüya'nın da
kendi hayâl gücünden aldığı bir tatla yetmiş üç yaşında birlikte geçireceğimiz bir günü hayâl
etmiştik.
Yetmiş üç yaşındayken, bir kış günü, birlikte Beyoğlu'na çıkacaktık. Biriktirdiğimiz paralarla
kendimize karşılıklı birer hediye alacaktık: Bir kazak ya da bir çift eldiven. Üzerimizde, sevip
alıştığımız ve bizim kokumuzla kokan eski ve ağır paltolarımız olacaktı. Bir şey aramadan,
konuşa konuşa ve boş boş vitrinlere bakacaktık. Nefretle küfür ederek, her şeyin
değişmesinden yakınacak, eski elbiselerin, eski vitrinlerin ve eski insanların daha iyi ve güzel
olduğundan dem vuracaktık. Bunları yaparken, gelecekten bir şey bekleyemeyeceek kadar
ihtiyar olduğumuz için böyle davrandığımızı bilecektik; ama gene de böyle davranacaktık. Nasıl
tartıldığı-na, nasıl paketlendiğine dikkatle bakarak bir kilo kestane şekeri alacaktık. Sonra
Beyoğlu'nun arka sokaklarmda bir yerde, daha önceden hiç görmediğimiz bir eski kitapçı
bulacak ve şaşkınlık ve sevinçle birbirimizi kutlayacaktık. İçeride, Rüya'nın hiç okumadığı ya da
okuduğunu unuttuğu ucuz polisiye romanlar olacaktı. Biz romanları seçip eşelenirken, kitap
yığınları arasında gezen yaşlı bir kedi hırıldayacak, anlayışlı kitapçı kadın da bize
gülümseyecek-ti. Ellerimizde ucuza aldığımız için bizi sevindiren kitap paketleri,
Rüya'nın en azından iki aylık polisiye roman ihtiyacını karşılamanın sevinciyle oradan çıkıp
girdiğimiz muhallebicide çaylarımızı içerken, aramızda küçük bir kavga çıkacaktı. Yetmiş üç
yaşma geldiğimiz için, bizim gibi bütün insanların basma geldiği gibi, yetmiş üç yaşma gelip
bütün hayatımızı boşa geçirdiğimizi bildiğimiz için kavga edecektik. Eve dönünce paketleri
açacak, elbiselerimizi hiç çekinmeden çıkaracak ve kasları zayıflamış beyaz ve yaşlı
gövdelerimizle bol kestane şekerli ve şuruplu uzun bir sevişmeye verecektik kendimizi. Yaşlı ve
yorgun gövdelerimizin soluk rengi, altmış yedi yıl önce ilk tanıştığımız zamanlardaki çocuk
tenlerimizin yarı saydam krem aklığında olacaktı. Hayâl gücü her zaman benimkinden parlak
olan Rüya, çılgın sevişmenin ortasında durup sigara içip ağlayacağımızı da söylemişti. Konuyu
ben açmıştım, çünkü yetmiş üç yaşında artık başka hayatları özlemeyecek bir hale geldiğinde
Rüya'nm beni seveceğini biliyordum. İstanbul ise, okuyucularımın farkettiği gibi, aynı
sefaletiyle yaşayacaktı.
Bazan Celâl'in eski kutuları içinde ya da yazıhanemdeki eşyaların arasmda ya da Hâle Halanın
evinde, bir odada, tuhaf bir şekilde gözümden kaçtığı için atılmamış eski bir eşyasma
rastlıyorum hâlâ. İlk tanıştığımızda üzerinde gördüğüm çiçekli elbisenin mor düğmesi; bin
dokuz yüz altmışlı yıllarda Avrupa dergilerindeki becerikli ve sağlıklı kadınların yüzlerinde
görünmeye başlayan ve aynı yıllarda Rüya'nm altı ay takıp sonra attığı üst kenarları çekik
'modern' gözlükler; birini saçlarına iki eliyle yerleştirirken öbürünü dudaklarının kenarında
tuttuğu küçük, kara firketeler; yıllarca kayıp diye hüzünlendiği ve içine dikiş iğneleriyle
ipliklerini koyduğu tahta vakvağın kuyruktan kapağı; Melih Amcamn avukatlık dosyaları
arasmda kalmış ve bir ansiklopediden kopya edilerek hazırlanmış Kaf Dağı'nda yaşayan
efsanevi Simurg kuşuna ve onu arayanların serüvenlerine ilişkin edebiyat ödevi; Suzan
Yengenin saç fırçasına takılı kalmış saç telleri; bana yazılıp verilmiş bir sipariş listesi (lakerda,
'Beyaz Perde' dergisi, çakmak için gaz, fındıklı Bonibon çikolatası); Dedeyle birlikte yapılmış bir
ağaç resmi; alfabedeki at; on dokuz yıl önce kiralık bir bisiklete binerken ayaklarında
gördüğüm yeşil çorapların teki.
Bu nesnelerden birini Nişantaşı sokaklarındaki, apartman önlerindeki çöp tenekelerinden birine
usulca, saygıyla, titizlikle bıra-
kıp kaçmadan önce, onları birkaç gün, bazan birkaç hafta, hatta -peki peki- bir iki ay kirli
ceplerimde taşır, onlardan acıyla uzaklaştıktan sonra bile, tıpkı apartman karanlığından geri
dönen eşyalar gibi, bir gün anılarıyla birlikte bu hüzün eşyalarının da bana tek tek geri
geleceklerini düşlerdim.
Bugün Rüya'dan bana kalanlar ise yalnızca yazılar; bu kara, kapkara, karanlık sayfalar. Bazan
bu sayfalardaki hikâyelerden birini, sözgelimi cellâtın hikâyesini ya da Rüya ile Galip adlı
masalı Celâl'in ağzından ilk duyduğumuz karlı kış gecesini hatırladığımda, insanın kendisi
olabilmesinin tek yolunun bir başkası olması ya da bir başkasının hikâyelerinde kaybolması
yolundaki bir başka hikâyeyi hatırlıyor, kara bir kitapta yanyana getirmek istediğim bu
hikâyeler de bana, tıpkı bizim birbirlerine açılan aşk hikâyelerimiz ve belleklerimiz gibi, bir
üçüncü, bir dördüncü masalı, İstanbul'un sokaklarında kaybolunca başka biri olan âşığın
hikayesiyle, yüzündeki kayıp anlamı ve esrarı arayan adamın hikâyesini heyecanla hatırlatıyor
ve böylece eski, çok eski, çok çok eski hikâyeleri yeniden kaleme almaktan, ibaret yeni işime
daha bir şevkle sarılıp kara kitabımın sonuna geliyorum. O sonda, Galip gazeteye yetiştirmesi
gereken ve aslında kimsenin de artık pek aldırış etmediği Celâl'in son yazısını yazıyor. Sonra,
sabaha doğru acıyla Rüya'yı hatırlıyor ve masadan kalkıp uyanmakta olan şehrin karanlığına
bakıyor. Rüya'yı hatırlıyor ve masamdan kalkıp şehrin karanlığına bakıyorum. Rüya'yı hatırlıyor
ve İstanbul'un karanlığına bakıyoruz ve geceyarıları, uykuyla uyanıklık arasında mavi- damalı
yorganın üzerinde Rûya'nın izine rastladığımı sandığım zaman kapıldığım keder ve heyecana
kapılıyoruz. Çünkü hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç. Yazı hariç. Evet tabii, tek
teselli yazı hariç.
1985-1989

トルコ語文献の1テキストを読みました。