Kara Kitap - 41

合計単語数は 2760 です
一意の単語の合計数は 1704 です
29.7 の単語が最も一般的な 2000 単語に含まれています
41.8 の単語が最も一般的な 5000 語に含まれています
49.8 の単語が最も一般的な 8000 単語に含まれています
各行は、最も一般的な単語 1000 個あたりの単語の割合を表します。
bahçeleri gibi sihirli olduğunu hatırlatan otuz beş yıl önceden kalma bir zorunluluk mu?
Annesine, babasına, Melih Amcaya, Suzan Yengeye, kendisini gözyaşlarıyla dinleyen herkese,
beş gün önce Rüya ile İzmir'den döndüklerini, bu beş gün boyunca kimi zaman geceleri de
olmak üzere, vakitlerinin büyük bir çoğunluğunu Ce-lâl'le birlikte Şehrikalp Apartmanında
geçirdiklerini anlattı Galip: Celâl en üst katı yıllar önce satın almış, bunu herkesten saklamıştı.
Kendisini,tehdit eden birilerinden saklanıyordu.
Öğleden sonra, geç saatlerde Galip, aynı açıklamayı, ifadesini almak isteyen MİT görevlilerine
ve savcıya da verirken, telefondaki sesten de uzun uzun sözetti. Ama, 'her şeyi biliriz biz'
havasıyla kendisini dinleyen bu iki kişiyi kendi hikâyesine çekemedi. Rüyalarından çıkamayan
ve o rüyalara kimseyi çekemeyen birinin çaresizliğini hissetti. Aklında uzun, derin bir sessizlik
vardı.
Akşama doğru bir ara kendini Vasıf in odasında buldu. Belki de, evin, içinde ağlanılmayan tek
odası olduğu için orada geçmiş zamanda kalmış mutlu bir aile hayatının bozulmamış izlerini
gördü: Aile içinde 'evlene evlene' soysuzlaşmış Japon balıklan, akvaryum içinde huzurla
salmıyorlardı. Hâle Halanın kedisi Kömür, halının kenarına uzanmış, dalgın dalgın Vasıf ı
süzüyordu. Vasıf ya-
tağınm kenarına oturmuş elindeki koca bir kâğıt yığınını inceliyordu. Kâğıtlar, başbakandan
sade okuyucuya, yüzlerce kişinin gönderdiği başsağlığı telgraflarıydı. Vasıf in yüzünde, yatağın
gene aynı köşesine Rüya ile Galip'in arasına oturup, birlikte eski gazete kesiklerine baktıkları
zaman beliren o hayret ve oyun ifadesini gördü Galip. Hâle Halanın ve daha eskiden
Babaannenin onlar için hazırladığı akşam yemeğinden önce, burada buluştukları zamanlarda
gördüğü o soluk, güçsüz ışık vardı odada: Düşük voltajlı elektrikle çıplak ampulün, soluk ve
eski eşyalarla duvar kâğıtlarının şaşmaz ve kesin bir bileşimle oluşturdukları bu uykulu ışık Ga-
lip'e, Rüya ile birlikte oldukları zamanlara ilişkin o hüznü, hiç geçmeyecek bir hastalık gibi
üzerine sinenkederi hatırlattı. Bu hüzün ve keder iyi bir hatıraydı şimdi. Galip, Vasıf ı oturduğu
yerden kaldırdı. Elektrikleri söndürdü. Uyumadan önce ağlamak isteyen bir çocuk gibi boşalan
yatağa elbiseleriyle uzandı ve on iki saat uyudu.
Ertesi gün Teşvikiye Camiinden kaldırılan cenazede, yazı işleri müdürüyle başbaşa kaldığında
Galip, Celâl'in daha yayımlanmamış kutular dolusu yazısı olduğunu, son haftalarda gazeteye
pek az yeni yazı yollamasına rağmen durmadan çalıştığını, eski tasarılarım gerçekleştirdiğini,
yarım kalmış bazı yazılarını tamamladığını, daha önceden hiç ele almadığı konularda bir oyun
havasıyla çok yeni şeyler kaleme aldığını anlattı. Yazı işleri müdürü, tabii ki bu yazıları Celâl'in
köşesinde yayımlamak istediğini söyledi. Galip'in, Celâl'in köşesinde yıllarca sürecek yazarlık
hayatı için yol böylece açılmış oldu. Kalabalık, Teşvikiye Camiinden çıkıp cenaze arabasının
beklediği Nişantaşı Meydanına doğru ilerlerken, Galip, dükkânının kapısından dalgın dalgın
bakan Alâaddin'i gördü. Elinde bir gazete parçasına sarmak üzere olduğu küçük bir bebek
vardı.
Galip, Milliyet Gazetesine CelâFin yeni yazılarını götürdüğü günün gecesinde, Rüya'yı ilk kez
düşlerinde bu bebekle birlikte görmeye başladı: Celâl'in yazılarını bıraktıktan, aralarında yaşlı
köşe yazarı Neşati de olmak üzere, dostlarının ve düşmanlarının üzüntü sözlerini ve cinayet
üzerine düşüncelerini dinledikten sonra Celâl'in odasına çekilmiş, masanın üzerinde duran son
beş günün gazetelerini okumaya başlamıştı. Eğilimlerine göre, köşe ya-
zarlarının, cinayetin sorumluluğunu Ermenilerin, Türk mafyasının (Beyoğlu haydutları diye
düzeltmek isterdi Galip, yeşil bir tükenmezle), komünistlerin, sigara kaçakçılarının, Rumların,
İslamcıların, Ülkücülerin, Rusların, Nakşibendilerin üzerine attığı yazıların ve gözü yaşlı, aşırı
övgülü am parçacıklarının ve tarihimizdeki benzeri cinayetlerin anlatıldığı sütunların arasında
genç bir gazetecinin, cinayetin nasıl işlendiğine ilişkin araştırma yazısı dikkatini çekti.
Cenazeyle aynı günde Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmış yazı, kısaydı, açıktı, ama
belagattan çok da uzak bir üslupla yazılmamış olduğu için, kahramanları adlarıyla değil, büyük
harfle başlayan sıfatlarıyla anılmıştı:
Ünlü Köşe Yazarıyla kızkardeşi, cuma akşamı saat yedide, köşe yazarının Nişantaşı'ndaki
evinden çıkmışlar, Konak Sinemasına gitmişlerdi. 'Eve Dönüş' adlı film saat dokuzu yirmi beş
gecece bitmiş, Köşe Yazarıyla, genç bir avukatla evli kızkardeşi (burada Galip, hayatında ilk
defa, bir parantezin içinde de olsa, bir gazetede kendi adına rastgeldi), sinemadan kalabalıkla
birlikte çıkmışlardı. On gündür İstanbul'u etkisi altına alan kar dinmişti, ama hava soğuktu.
Valikonağı Caddesini geçtikten sonra, Emlak Caddesine girmişler, oradan Teşvikiye Caddesine
çıkmışlardı. Tam karakolun önündelerken, saat dokuz otuz beşte, ölüm onları bulmuştu. Emekli
ordu mensuplarında bulunan eski bir Kırıkkale tabancası kullanan katil, kurşunları büyük bir
ihtimalle Köşe Yazarına nişanlamış, ama iki kardeşin üzerine sıkmıştı. Belki silâh tutukluk
yaptığı için, sıkılan yalnızca beş kurşundan üçü Köşe Yazarına, biri kızkardeşine biri de
Teşvikiye Camii duvarına isabet etmişti. Kurşunlardan biri kalbine girdiği için, Köşe Yazarı
hemen olay yerinde düşüp ölmüştü. Bir başka kurşun, ceketinin sol cebindeki mürekkepli
kalemi parçalamış (bu rastlantısal simgeye bütün gazeteler heyecanla sarılmışlardı) böylece
Köşe Yazarının beyaz gömleği kandan çok yeşil mürekkebe bulanmıştı. Kızkardeşi ise sol
ciğerinden ağır yaralı olarak yürümüş ve olay yerine karşı karakol kadar yakın olan bir
tütüncü-gazeteci dükkânına girmişti. Çevrede 'Alâaddin'in dükkânı' olarak bilmen bu dükkâna
kızkardeşin ağır ağır yürüyerek yaklaşıp nasıl girdiğini, ağacm kökünü kendini siper eden
Alâaddin'in onu nasıl göremediğini, gazeteci, önemli bir sahnenin filmini geri sardırıp yeniden
yeniden seyreden bir de-
dektif gibi yeniden yeniden yazmıştı. Bu ağır gösterimde lacivert ışıklar altında oynanan bir
bale sahnesinin havası vardı. Kızkar-deş, dükkâna ağır ağır giriyor, köşeye oyuncak bebekler
arasına devrilip düşüyordu. Sonra, birden film hızlanıyor, saçmalaşıyordu: Kapamakta olduğu
dükkânının önündeki kestane ağacına astığı gazeteleri indiren dükkâncı, silâh seslerinden
telâşa kapılmış, dükkânına giren kızkardeşi farketmediği için de, kepengi hemen indirerek olay
yerinden apar topar kaçarak evine koşmuştu.
Çevrede 'Alâaddin'in dükkânı' diye bilinen tütüncünün lambalarının sabaha kadar yanmasına
rağmen, içerde cançekişen genç kızı, çevrede incelemeler yapan polis de, başka herhangi bir
kimse de farketmemişti. Aynı şekilde, karşı kaldırımdaki nöbetçi polisin değil müdahale etmek,
vurulan bir ikinci kişi olduğunu fark bile edememesi ilgililerce tuhaf karşılanmıştı.
Katil bilinmeyen bir yöne kaçmıştı. Sabah ilgililere başvuran bir vatandaş, gece, olaydan az
önce, Alâaddin'in dükkânından bir Milli Piyango bileti aldıktan sonra, olay yerine yakın bir
yerde üzerinde tuhaf bir pelerin ve tarihi filmlere yakışır tuhaf bir kıyafetle ("Sanki Fatih Sultan
Mehmet," demişti), korkunç görünüşlü karanlık bir gölgeyi gördüğünü, hatta gazetelerden olayı
öğrenmeden önce, bunu karısına ve karısının kızkardeşine heyecanla anlattığını bildirmişti.
Genç gazeteci, sabah, ölüsü bebekler arasında bulunan genç kız gibi bu ipucunun da ilgisizliğin
ya da beceriksizliğin kurbanı olmamasını dileyerek yazısını bitirmişti.
O gece, Galip, rüyasında Rüya'yı, Alâaddin'in dükkânında satılan bebekler arasında gördü.
Ölmemişti. Karanlığın içinde öbür bebeklerle birlikte hafif hafif nefes alıp vererek Galip'i
bekliyor, ona göz kırpıyordu, ama Galip dükkâna geç kalmıştı, gidemiyordu bir türlü oraya;
yalnızca, uzaktan, Şehrikalp Apartmanının penceresinden, Alâaddin'in dükkânından karlı
kaldırıma vuran vitrin ışıklarını gözyaşlarıyla seyredebiliyordu.
Şubat başında güneşli bir sabah, babası Galip'e Şişli tapu dairesine miras işleri yüzünden Melih
Amcanın yaptığı başvuruya cevap geldiğini, Celâl'in Nişantaşı'nın arka sokaklarında bir yerde,
bir başka dairesi olduğunun anlaşıldığını söyledi.
Melih Amcayla Galip'in yanlarına kambur bir çilingiri alarak gittikleri apartman dairesi,
Nişantaşı'nın arkalarında, Galip'in her
girişinde bir zamanlar zenginlerin niye bu kadar sefil yerlerde oturduğunu ya da bu kadar sefil
yerlerde oturan kişilere o zamanlar neden zengin dendiğini düşündüğü parketaşı kaplı, çukur
çukur kaldırımlı dar sokakların birinde, isten ve dumandan cepheleri kararmış, boyaları
onulmaz bir hastanın derisi gibi yer yer dökülmüş o üç dört katlı binaların birinde, en üst
kattaydı. Üzerinde hiçbir şey yazmayan kapının yorgun kilidini çilingir hiç zorlanmadan açıp
gitti.
Arkada, içinde birer yatak olan daracık iki yatak odası vardı. Önde, sokağa bakan pencereden
güneş alan ve ortasında kocaman bir yemek masası olan küçük bir salon gördüler; iki yanında
birer koltuk duran masanın üzerinde en son cinayetleri anlatan gazete kesikleri, fotoğraflar,
sinema ve spor dergileri, Galip'in çocukluğundan kalma 'Teksas', 'Tommiks' gibi resimli
romanların yeni basımları, polisiye romanlar, kâğıt ve gazete yığınları duruyordu. Geniş bir
bakır küllüğü tepeleme dolduran fıstık kabuklan Rü-.ya'nm bu masada oturduğunu hiç kuşkuya
yer bırakmayacak şekilde Galip'e kanıtlıyordu.
Celâl'in odası olması gereken yerde hafıza ilâcı Mnemonics paketleri, damar açan ilâçlar ve
aspirin ve kibrit kutuları gördü Galip. Rüya' nın odasında, bir sandalyenin üzerinde
gördükleriyse karısının evden giderken yanına pek de fazla bir şey almadığını hatırlattı: Makyaj
malzemesinin bir kısmı, terlikleri, uğur getireceğine inandığı boş anahtarlığı ve arkası aynalı
saç fırçası. Boş ve duvarları çıplak odadaki Thonet sandalyenin üzerinde duran bu nesnelere
öyle bir baktı ki Galip, bir anda bir yanılsamanın büyüsünden sıyrılıp eşyaların kendisine işaret
ettiği öbür anlamı, dünyanın içine gizlendiği o unutulmuş esrarı kavrayıverdiğini hissetti.
"Buraya birbirlerine hikâye anlatmaya gelmişlerdi," diye düşündü, merdivenleri çıktığı için hâlâ
nefes nefese olan Melih Amcanın yanına döndüğünde. Masanın ucundaki dosya kâğıtlarının
duruş şekli, Ce-lâl'in anlattığı hikâyeleri Rüya'nın yazmaya başladığını ve bu bir hafta boyunca,
CelâFin hep, şimdi Melih Amcanın oturduğu soldaki koltukta, onu dinleyen Rüya'nın da boş
olanında oturduğunu gösteriyordu. Daha sonra Milliyet'teki yazılarında yararlanacağı CelâFin
hikâyelerini Galip ceketinin cebine sokup, Melih Amcanın pek de ısrar etmeden beklediği
açıklamayı yaptı.
Celâl, uzun bir zaman önce ünlü İngiliz hekim Dr. Cole Rid-ge'in varlığını keşfettiği, ama ilâcını
bulamadığı korkunç bir hafıza hastalığına yakalanmıştı. Hastalığını herkesten gizlemek için bu
dairelere saklanıyor, Rüya ile Galip'ten sürekli yardım istiyordu. Bu yüzden, bazı geceler Galip,
bazı geceler Rüya burada kalır, geçmişini bulsun ve yeniden kursun diye Celâl'in hikâyelerini
dinler, hatta yazarlardı da. Dışarda kar yağarken Celâl onlara saatlerce bitip tükenmeyen
hikâyelerini anlatırdı.
Melih Amca her şeyi çok iyi anlamış gibi, uzun bir süre sustu. Sonra ağladı. Bir sigara yaktı.
Hafif bir nefes darlığı sıkıntısı çekti. Celâl'in hep yanlış fikirlere kapıldığını söyledi. Şehrikalp
Apartmanından atıldı, babası yeniden evlenince annesiyle kendisine kötü davranıldı diye bütün
aileden intikam almak gibi tuhaf bir tutkuya kaptırmıştı kendini. Oysa babası, onu da en
azından Rüya kadar sevmişti. Şimdi hiçbir evladı yoktu artık.-Hayır; tek evladı Galip'ti şimdi.
Gözyaşları. Sessizlik. Yabancı bir evin iç sesleri. Galip, Melih Amcaya, bir an önce köşedeki
bakkaldan rakısını alıp eve dönmesini söylemek istedi. Onun yerine, bir daha düşünmeyeceği
ve soruları kendileri sormak isteyen okurların atlarlarsa (bir paragraf) iyi edecekleri şu soruyu
sordu kendine:
Hangi hikâyeler, hangi anılar, hangi masallar hafıza bahçesinde açan hangi çiçeklerdi ki onlar,
tadına, kokusuna, keyfine iyice varabilmek için Celâl'le Rüya, Galip'i dışarda bırakma
zorunluluğunu duymuşlardı? Galip, hikâye anlatmayı bilmediği için mj? Onlar kadar renkli ve
neşeli olmadığı için mi? Bazı hikâyeleri hiç anlayamadığı için mi? Aşırı hayranlığıyla neşelerini
kaçırdığı için mi? Bulaşıcı bir hastalık gibi çevresine yaydığı iflah olmaz hüzünden kaçtıkları için
mi?
Rüya'nın eski ve tozlu kaloriferin damlayan musluğu altına, evde yaptığı gibi plastik bir yoğurt
kâsesi koyduğunu gördü Galip.
Rüya'nın dayanılmaz anılarına katlanamadığı, bütün eşyalar korkunç bir hüznün açılarıyla
neredeyse yerlerinde kıpırdadığı için, Galip, yaz sonuna doğru bir zamanlar Rüya'yla
oturdukları kira dairesini boşaltıp Şehrikalp Apartmanındaki Celâl'in dairesine yerleşti. Tıpkı,
Rüya'nın cesedine hiç bakamadığı gibi, babasının tek tek sağa sola dağıttığı, kimilerini sattığı
eşyaları da gör-
mek istememişti hiç. Rüyalarında iyimserlikle inandığı gibi, Rü-ya'nın ilk evliliğinden çıkıp
geldiği gibi bir gün bir yerlerden gene çıkıp geleceğine ve birlikte okurlarken yarıda kalmış bir
kitaba devam eder gibi hayatlarına devam edebileceklerine ilişkin hiçbir hayâl de göremiyordu
artık. Sıcak yaz günleri hiç bitmeyecekmiş gibi uzamıştı.
Yaz sonunda bir askeri darbe oldu. Politika denen çirkefin çamuruna batmamış ihtiyatlı
yurtseverlerden kurulu yeni hükümet geçmişte kalmış siyasal cinayetlerin suçlularını tek tek
bulacağını açıkladı. Bunun üzerine, sansür yüzünden yazacak siyasi haber bulamayan
gazeteler, ölümünün birinci yıldönümünde, daha 'Celâl Salik Cinayeti'riin bile çözülemediğini
kibar ve uslu bir dilde hatırlattılar. Bir gazete, nedense Celâl'in yazdıği Milliyet değil de bir
başkası, katilin bulunmasına yardımcı olacak ihbarcıya yüklüce bir para ödülü vereceğini
açıkladı. Bu parayla bir kamyon, küçük bir un değirmeni ya da ömür boyu sağlam bir aylık gelir
getirecek bir bakkal dükkânı satın alınabilirdi. 'Celâl Salik Cinayeti'nin arkasındaki esrarı
aydınlatacak hareket ve heyecan işte böyle başladı. Taşra şehirlerindeki sıkıyönetim
komutanları da ölümsüzlük konusunda ellerine geçen bu son fırsatı kaçırmamak için kollarını
sıvayıp işe dört elle sarılmışlardı.
Üslubumdan olup bitenleri gene benim anlatmaya başladığımı anlamışsınızdır. O günlerde
yeniden yapraklanan kestane ağaçlarıyla birlikte ben de kederli bir kişiden yavaş yavaş öfkeli
bir kişiye doğru evriliyordum. Dönüşmekte olduğum o öfkeli kişinin ise, taşra muhabirlerinin
'soruşturma gizli tutuluyor' kaydıyla İstanbul'a geçtikleri haberlere fazla kulak astığı yoktu. Bir
hafta, daha önceden, bütün bir otobüs dolusu futbolcu ve taraftar, girişindeki uçurumun
diplerinde ezilip öldüğü için adını işittiği dağlık bir kasabada katilin yakalandığını okuyor, öbür
hafta ise suçlu, kendisine bu işi yapması için çuval dolusu para veren komşu bir memleketin
ufuklarına bir kıyı kasabasından özlem ve görev duygusuyla bakarken yakalanıyordu. Bu ilk
haberler, ihbarcılığa bile cesaret edemeyen vatandaşları yüreklendirdiği, öbür meslektaşlarının
başarılarına imrenen sıkıyönetim komutanlarını da çalışkanlığa teşvik ettiği için yaz başlarında
bir 'katil yakalandı' furyasıdır başladı. Emniyet görevlileri, 'bilgime başvurmak', 'suçluyu teşhis
ettir-
mek' için beni, işte o sıralarda, geceyarıları alıp şehrin içindeki merkeze götürmeye başladılar.
Gece sokağa çıkma yasağıyla birlikte, saat on ikiden sabaha kadar elektrik jeneratörü
belediyenin parası yetmediği için durdurulan ve böylece kaçak kasapların ihtiyar atları hışımla
katlettiği bir infaz havası ve sessiz ve korkutucu bir karanlığın hüküm sürdüğü, dinine ve
mezarlıklarına bağlı o küçük ve ücra kasabalarda olduğu gibi, bütün ülkenin hayatı da bıçakla
ortadan kesilivermiş gibi ak ve kara olarak ikiye bölünmüştü. Geceyarısından biraz sonra, en
son köşe yazısını Celâl'e yaraşır bir ilham ve yaratıcılıkla kaleme aldığım çalışma masasının
dumanlan içinden ağır ağır kalkıp Şehrikalp Apartmanının kapısına, bomboş kaldırıma iner,
beni alıp yüksek duvarlarla çevrili bir şatoya benzeyen, Beşiktaş sırtla-rındaki MİT binasına
götürecek polis arabasını beklerdim. Şehir ne kadar boş, hareketsiz ve karanlıksa, şato da o
kadar civcivli, hareketli ve şıkır şıkır aydınlık olurdu.
Bakışları hülyalı, gözlerinin altı mosmor, saç baş darmadağınık, uykusuz kalmış delikanlıların
fotoğraflarını gösterirlerdi. Kiminin gözleri, yıllarca önce babasıyla birlikte eve gelip küpe su
doldururken içerdeki eşyaları bakışlarının projektörleriyle hafızasına hemen kaydeden sakanın
kara gözlü oğlunu hatırlatırdı, kimi birlikte gittiğimiz sinemalardan birinin 'beş dakika ara'sında,
Rüya buzlu penguenini tadını çıkara çıkara yerken, yanındaki amcasının oğluna hiç mi hiç
aldırış etmeden, ona yaklaşan,sivilceli, pervasız 'bir arkadaşın ağabeysinin arkadaşı'nı; kimi
evle okul arasındaki çok iyi bilinen coğrafyanın tarihinde kalmış eski bir manifaturacı
dükkânının yarı açık kapısından dağılan okul kalabalığına uykulu gözlerle bakan yaşıtımız bir
tezgâhtan hatırlatırdı; kimi de - en korkunçları da bunlardı işte- hiç kimseyi hatırlatmaz, hiçbir
şeyi çağrıştırmazdı. Emniyet müdürlüklerinin boyasız, kirli ve kimbilir nelerle lekelenmiş
duvarları önünde fotoğrafçıya poz vermek zorunda bırakılan bu boş ve boş olduğu kadar
korkutucu yüzlere bakarken anılarımın sisleri içinde, belli belirsiz bir gölgeyi, kendini ne
bütünüyle ele veren, ne de büsbütün belirsiz kalan bir ifadeyi tam seçer ya da tam seçemez
gibi olduğumda, yani durakladığımda, başımda dikilen külyutmaz hafiyeler beni cesaretlendirir,
fotoğraftaki hayaletimsi ifadenin kişiliği konusunda kışkırtıcı bilgiler
verirlerdi: Sivas'ta, bir Ülkücü kahvesinde ihbar üzerine yakalanmıştı bu delikanlı, daha
önceden dört cinayeti vardı, bıyıkları daha tam kararmamış ötekisinin Enver Hocacı bir dergide
Celâl'i boy hedefi gösteren uzun bir yazısı tefrika edilmişti; ceketinin düğmeleri kopuk olan
Malatya'dan İstanbul'a yollanıyordu, bir öğretmendi, ama on beş yıl önce CelâPin Mevlâna
üzerine yazdığı bir yazısı üzerine, bu ulu din büyüğüne küfür etti diye, Celâl'in katledilmesi
gerektiğini dokuz yaşındaki öğrencilerine ısrarla anlatmıştı; orta yaşlı, aile babası görünümlü
ürkek kişi bir sarhoştu, Beyoğlu meyhanelerinin birinde ülkemizdeki bütün mikropların
temizlenmesi gerektiği üzerine uzun bir nutuk atmış, yan masada oturan ve gazetenin
vereceği ödüle aklı takılmış bir başka vatandaş da bu mikroplar arasında Celâl'in adının da
anıldığını söyleyerek Beyoğlu Komiserliğine ihbar etmişti onu. Galip Bey tanıyor muydu bu
mahmur suratlı sarhoşu, rüyalarda kaybolup gitmiş bu bezginleri, öfkelileri, mutsuzları tanıyor
muydu; resimleri bir bir önüne konan şu hülyalı ve suçlu yüzlerden herhangi birini son
zamanlarda ya da son yıllarda Celâl'in yanında görmüş müydü Galip Bey?
Yaz ortalarında, yeni çıkan beş bin liralıkların üzerinde Mevlâna'nın resmedildiğini gördüğüm
günlerde gazetelerde 'Fatih Mehmet Üçüncü' adlı emekli bir albayın ölüm ilanını da okudum.
Aynı sıcak temmuz günlerinde zorunlu gece ziyaretleri daha sıklaşmaya, önüme konan
fotoğraflar daha çoğalmaya başladı. Bana gösterilen fotoğraflarda, Celâl'in alçakgönüllü
koleksiyonunda gördüklerimden daha hüzünlü, daha kederli, daha korkunç ve daha inanılmaz
yüzler gördüm: Bisiklet tamircileri, arkeoloji öğrencileri, overlokçular, benzinci pompacıları,
bakkal çırakları, Yeşil-çam figüranları, kahvehane sahipleri, dini risale yazarları, otobüs
biletçileri, park bekçileri, pavyon kabadayıları, genç muhasebeciler, ansiklopedi satıcıları...
Hepsi işkenceden geçirilmiş, az ya da çok dövülüp hırpalanmıştı, hepsi belleklerinin
derinliklerinde yatan ama yattığını unuttukları, unuttukları için de hiç aramadıkları o
kaybolmuş esrarı, o gizli bilgiyi unutmak, dipsiz bir kuyudan bir daha hiç geri dönmeyecek
şekilde unutarak kaybetmek ister gibi, yüzlerindeki kederi ve korkuyu örten bir 'ben burada
değilim' ifadesiyle, bir 'zaten ben bir başka kişiyim' ifadesiyle fotoğraf maki-
nesine bakmışlardı.
Artık bana (ve okuyucularıma) çoktan sonuçlanmış gözüken eski bir oyunda hangi taşın yerine
konmuş olduğuna, hiç de farkına varmadan, çok önceden öngörülmüş hangi hamleleri
yaptığıma yeniden dönmek istemediğim için, fotoğraflardaki yüzlerde gördüğüm harflerden
sözetmeyecektim hiç. Ama şatodaki ('kale'demem daha mı yerinde olurdu acaba?) bitip
tükenmeyen gecelerin birinde, bana gösterilen bütün yüzleri aynı kararlılıkla geri çevirdiğimde,
sonraları kurmay albay olduğunu öğreneceğim bir MİT görevlisi, "Harfleri," diye sordu bana,
"harfleri de göremiyor musunuz hiç?" Profesyonel bir olgunlukla ekledi: "İnsanın bu ülkede
kendisi olmasının ne kadar zor olduğunu biz de biliyoruz. Ama siz de bize biraz yardım
etseniz."
Bir gece, Anadoludaki tarikat kalıntılarında, Mehdi inancının nasıl hâlâ sürdüğünü, istihbarat
çalışmalarının sonuçlarını değil de, kendi karanlık ve tatsız çocukluk anılarım anlatır gibi
dillendiren tombul bir yarbayın çıkarsamalarım dinlemiştim: Gizli Anadolu yolculuklarında
Celâl, bu 'irticai kalıntılar'la ilişki kurmaya çalışmış, Konya'nın kenar mahallelerindeki bir araba
tamircisinde ya da Sivas'ta bir yorgancının evinde birtakım uykudagezerlerle buluşmayı
başarmış, kıyamet gününün işaretlerini yazılarına koyacağını, ama beklemeleri gerektiğini
söylemişti onlara. Tepegözlerden, suları çekilmiş Boğaz'dan, kılık değiştiren paşalardan,
padişahlardan sözettiği yazılar işte bu işaretlerle kaynaşıyordu.
トルコ語文献の1テキストを読みました。