Kara Kitap - 33
合計単語数は 2737 です
一意の単語の合計数は 1723 です
26.3 の単語が最も一般的な 2000 単語に含まれています
38.7 の単語が最も一般的な 5000 語に含まれています
46.1 の単語が最も一般的な 8000 単語に含まれています
öğrencileriyle, genç oğlanlara meraklı güreş hakemlerini sahafların hangi köşesinde
bulabileceğini söyleyeyim. Adresini ver, sana haremindeki karılan Batılı orospu kılığına
sokturup İstanbul'un gizli bir köşesinde onlarla buluşan on sekiz Osmanlı padişahının bu işin
üzerindeyken yapılmış gsavürlerini göstereyim. Bolca elbise ve takı gerektiren bu hastalığa
Paris'in lüks terzihanelerinde ve kerhanelerinde 'Türk illeti' dendiğini biliyor muydun? Tebdil-i
kıyafet ederek İstanbul'un karanlık bir sokağında çiftleşen II. Mahmut'u gösteren bir gravürde
padişahımızın çıplak bacakları üzerinde Napoleon'un Mısır Seferinde giydiği çizmelerle ve en
sevdiği karısı Bezmiâlem Valide Sultan'in -ki hikâyesini çok sevdiğin şehzademizin babaannesi
ve bir Osmanlı gemisinin isim anası olur- pervasızca taktığı yakut ve elmasdan bir haçla
resmedildiğini biliyor muydun?"
"Haç?" dedi Galip bir çeşit neşeyle ve karısını kendisini terk edeli beri, altı gün dört saattir ilk
defa hayattan tat aldığını hissederek.
"Haçın bir biçim olarak hilâl'in tersi, reddi ve 'negatifi'olduğunu kanıtlamak için erken Mısır
geometrisinden, Arap cebirin-
den ve Süryani Neo Platonculuğundan dem vurduğun satırlarının yer aldığı 18 Ocak 1958
tarihli yazının hemen altında, 'sinema ve sahnenin puro çiğneyen sert adamı' olarak çok
sevdiğim Edward G. Robinson'un New Yorkİu elbise desinatörlerinden Jane Adler ile evlendiği
haberi ve yeni evlileri bir haçın gölgesinde gösteren bir fotoğrafın yayımlanması, biliyorum, bir
rastlantı değildi. Adresini ver. Bu yazıdan hemen bir hafta sonra ise, çocuklarımızın haç
korkusu ve hilâl heyecanıyla eğitilmelerinin yetişkinlik yıllarında onları Hollywood'un büyülü
yüzlerini deşifre edememek gibi bir tutukluğa ve ay yüzlü bütün kadınları da anne ya da teyze
sanmak gibi bir cinsel kararsızlığa sürüklediğini ileri sürmüş ve düşüncem kanıtlamak için
parasız yatılı devlet okullarında tarih derslerinde, Haçlı Seferlerinin okutulduğu günlerin
gecelerinde yatakhanelere yapılacak baskınlarda yataklarını ıslatan yüzlerce öğrenci
bulunacağını yazmıştın. Bunlar bir şey değil, adresini ver, sana kütüphanelerde yazılarını
okumak için eşelenirken karşılaştığım taşra gazetelerinde gördüğüm haç hikâyelerinin hepsini
getireyim. Boynundaki yağlı ip kopunca ölüm ülkesinden geri dönen idamlık mahkûm
Cehennem'e yaptığı kısa yolculuk sırasında karşılaştığı haçları anlatıyor, Erciyes Postası,
Kayseri 1962; haç biçimindeki o malûm harf yerine (.) yi kullanmamızın milli .ürk .erbiyesine
daha uygun olacağını başyazarımız Cumhurbaşkanımıza bugün, .elgrafla bildirmiştir. Yeşil
Konya, Konya 1951 ve adresini verirsen sana hemen yetiştireceğim daha niceleri... Yazılarında
malzeme olarak kullanırsın demiyorum, çünkü hayata malzeme olarak bakan köşe
yazarlarından nefret ettiğini biliyorum. Şimdi kutular içinde önümde duran malzemeyi hemen
getiririm; birlikte okur, birlikte güler, birlikte ağlarız. Hadi adresini ver bana, sana
babalarından ne kadar nefret ettiklerini konsomatrislerden başka kimseye anlatamadıkları için
kekemelikleri bir tek pavyonlarda açılan İskenderunlu erkeklerin şehir gazetelerinde tefrika
edilen hikâyelerini getireyim; adresini ver, okuması yazması olmadığı ve değil Farsça, doğru
dürüst Türkçe konuşamadığı halde ruhları ikiz kardeş olduğu için Ömer Hayyam'ın bilinmeyen
şiirlerini okuyan garsonun aşk ve ölüm kehânetlerini getireyim sana, adresini ver; belleğini
kaybedeceğini anlayınca bütün bildiklerini bütün hayat ve hatıratını sahibi olduğu gazetenin
son sayfasında ölüm gecesine kadaf tefri-
ka eden Bayburtlu gazeteci ve mürettibin rüyalarını getireyim: Son rüyada anlatılan geniş
bahçenin solan gülleri, dökülen yaprakları ve kuruyan kuyusu arasında kendi hikâyeni
bulacağını da biliyorum, kardeşim benim. Hafızanı kurumaktan kurtarmak için kanı sulandıran
ilâçlar aldığını, beynine kan gitsin diye her gün saatlerce yatıp ayaklarım duvara dayayarak o
kör ve nankör kuyudan anılarını bir bir nasıl çektiğini de biliyorum. Divanının veya yatağının
kenarından sarkan kafan kıpkırmızı kesilmişken, '16 Mart 1957'de' diye kendini zorlayarak
hatırlıyorsun, '16 Mart 1957'de gazetedeki arkadaşlarla hep birlikte Vilâyet köftecisinde
karnımızı doyururken onlara kıskançlığın insana taktırabileceği maskelerden söz etmiştim!'Ve
sonra biliyorum yeniden zorlanarak 'Evet, evet' diyorsun '1962 yılının mayısında Kurtuluş'un
arka sokaklarmdaki bir evde inanılmaz bir öğle sevişmesinin ardından uyandığımda, yanımda
çıplak yatan kadına derisinin üzerindeki iri benlerin üvey annemin benlerine benzediğini
söylemiştim,' diyorsun, ama hemen sonra da 'insafsız' diye yazacağın o şüpheye kapılıyorsun,
bunu ona mı söylemiştin, yoksa bir türlü tam kapanmayan pencerelerinin arasından Beşiktaş
Çarşısının o bitip tükenmeyen uğultusu duyulan o taş evdeki beyaz tenli kadına mı, yoksa sırf
seni o kadar çok sevdiği için kocasının ve çocuklarının yanına geç dönmeyi göze alarak
Cihangir Parkının çıplak ağaçlarına bakan tek odalı evden çıkıp taa Beyoğlu'ndan, daha
sonraları bir yazında yazacağın gibi, o sırada neden şımarıkça bir ısraria tutturduğunu bile
hatırlayamadığın bir çakmağı sana almaya giden buğulu gözlü kadına mı? Adresini ver, sana
nikotin ve kötü anılarla tıkanmış beyin damarlarını şıpın işi açarak bizi kaybettiğimiz cennetin
günlük hayatına bir anda geri götüren en son Avrupa ilâcı Mnemonics'i getireyim. Eflatun renkli
sıvıdan her sabah çayına tarifesinde yazdığı gibi iki değil, yirmi damla damlatmaya başladıktan
sonra, sonsuzluğa kadar unuttuğun ve unuttuğunu da unuttuğun birçok anını tıpkı eski
dolapların-ardından birdenbire çıkıveren çocukluğunun boyalı kalemlerini, taraklarını ve eflatun
renkli bilyalarını bulur gibi hatırlayacaksın. Adresini verirsen, hepimizin yüzünde bir harita
gözüktüğünü ve bu haritaların içinde yaşadığımız şehrin vazgeçemediğimiz köşelerinin
işaretleriyle kaynaştığını anlatan yazım ve bu yazıyı neden yazdığını hatırlayacaksın. Adresini
verirsen, Mevlâ-
na'nın ünlü ressamlar yarışması hikâyesini neden köşende anlatmak zorunda kaldığını
hatırlayacaksın. Adresini verirsen, hiçbir zaman umutsuz bir yalnızlık olamayacağını, çünkü en
yalnız zamanlarımızda bile bizlere hayâllerimizdeki kadınların eşlik ettiğini, üstelik bu hayâlleri
kurduğumuzu her zaman içgüdüyle sezen o kadınların da bizi bekleyeceklerini, arayacaklarını
ve hatta kimilerinin bulacaklarını yazdığın o anlaşılmaz köşe yazısını da neden yazdığını
hatırlayacaksın. Adresini ver, sana hatırlayamayacaklan-nı da hatırlatayım; kardeşim benim;
yaşadığın ve düşlediğin bütün Cennet ve Cehennemi şimdi ağır ağır kaybediyorsun. Adresini
ver, hemen yetişip hafızan unutuşun dipsiz kuyusuna büsbütün gömülmeden seni kurtarayım.
Her şeyini biliyorum, bütün yazılarını okudum: O âlem yeniden kurmak ve bütün ülkenin
üzerinde gündüzleri yırtıcı kartallar gibi, geceleri kurnaz hayaletler gibi gezinen o sihirli
yazılarını yeniden yazabilmen için benden başka kimseyi bulamazsın. Yanına gelince
Anadolu'nun en ücra köylerinin kahvehanelerinde genç çocukların yüreklerine ateşler düşüren,
dağbaşlarındaki ilkokul öğretmenleriyle öğrencilerinin gözlerinden sicim sicim yaşlar akıtan,
küçük kasabaların arka sokaklarmdaki evlerinde fotoroman okuyarak ölümü bekleyen genç
annelerde yaşama heyecanı uyandıran o büyülü yazılarına yemden başlayacaksın. Adresini
ver: Birlikte sabahlara kadar konuşacağız ve kaybettiğin geçmişin gibi, bu ülkeye, bu insanlara
sevgini de yeniden bulacaksın. Posta arabasının ancak on beş günde bir uğradığı karlı dağ
kasabalarından sana mektuplar yazan umutsuzları düşün, nişanlısından ayrılmadan, hacca
gitmeden, seçimlerde oyunu kullanmadan önce sana mektup yazıp akıl soran şaşkınları düşün,
coğrafya dersinde sınıfın en arkasındaki sırada seni okuyan mutsuz öğrencileri, bir köşeye
atılmış masalarında emeklilik gününü beklerken yazına göz atan acıklı tahrirat memurlarını,
senin yazıların da olmasa akşamları kahvede radyo programlarından başka konuşacak hiçbir
hiçbir konu bulamayacak talihsizleri düşün. Gölge-liksiz otobüs duraklarında, kirli ve hüzünlü
sinemaların bekleme salonlarında, ücra tren istasyonlarında seni okuyanları düşün. Hepsi bir
mucize bekliyorlar senden, hepsi! Onlara istedikleri mu-cizeleri vermek zorundasın. Adresini
ver, iki kişi daha iyi yaparız bunu. Onlara kurtuluş gününün yaklaştığını yaz, onlara ellerinde
plastik bidonlar mahalle çeşmelerinin önünde kuyruk olup suyun akmasını bekledikleri günlerin
yakında sona ereceğini yaz; evlerinden kaçan liseli kızların Galata kerhanelerine düşmeyip film
yıldızı olabileceklerini yaz, pek yakında gerçekleşecek bir mucizeden sonra Milli Piyango
biletlerinde boş olmayacağını yaz, sarhoş kocaların akşam eve döndüklerinde karılarını
dövmeyeceklerini, o mucize gününden sonra banliyö trenlerine boş vagonlar ekleneceğini, bir
gün bütün şehir meydanlarında Avrupa'dakiler gibi bandoların çalacağını yaz; bir gün herkesin
meşhur ve kahraman olacağını ve bir gün, yakınlarda bir gün, herkesin anası dahil istediği her
kadınla yatmaktan başka, yattığı kadını -sihirli bir şekilde-meleksi bir bakire ve kızkardeş
olarak görmeye devam edebileceğini yaz. Onlara yüzyıllardır bizi sefalete sürükleyen tarihi bir
esrarı çözen gizli belgelerin en sonunda ele geçirildiğini yaz; bütün Anadolu'yu ağ gibi saran bir
inananlar örgütünün harekete geçmek üzere olduğunu, bizi bü sefil hayata mahkûm eden
uluslararası bir kumpası düzenleyen ibnelerin, papazların, bankacıların ve orospuların ve
onların yerli işbirlikçilerinin kimler olduğunun anlaşıldığını yaz. Onlara düşmanlarını göster ki,
mutsuzluk ve sefalet^ leri için suçlayabilecek birilerini bulmanın rahatlığını hissedebilsinler;
onlara bu düşmanlardan kurtulmak için neler yapabileceklerini sezdir ki, mutsuzluk ve öfkeden
tirtir titredikleri saatlerde, bir gün, büyük bir iş, bir büyük iş yapabileceklerini düşleyebilsinler;
onlara hayatlarmdaki bütün sefaletin sorumlusunun bu iğrenç düşmanlar olduğunu iyice anlat
ki, kendi günahlarım başkalarına yük-leyebilmenin iç huzurunu duyabilsinler. Kardeşim benim,
bütün hayâlleri, çok daha zor hikâyeleri, en inanılmaz mucizeleri gerçekleştirebilecek bir
kalemin olduğunu biliyorum. Bütün bu rüyaları belleğinin o dipsiz kuyusundan çekip
çıkaracağın harika kelimelerle ve inanılmaz anılarınla kuracaksın. Karslı attarımız yıllarca
inançla senin çocukluğunun geçtiği sokakların hikâyelerini okuya-bilmişse eğer, satır
aralarındaki bu rüyaları sezebildiği içindir bu; ona rüyalarını geri ver. Bir zamanlar bu ülkedeki
talihsiz insanların sırtlarında ürpermeler uyandıran, tüylerini diken diken eden, hafızalarını
allak bullak karıştıran ve onlara atlıkarıncah, salıncaklı eski bayram günlerini hatırlatır gibi
gelecek güzel günleri sezdiren yazılar yazmıştın. Bana adresini ver, yeniden yazacaksın onla-
rı. Bu lanet ülkede senin gibilerinin elinden yazmaktan başka ne gelir ki? Yapabileceğin başka
bir şey olmadığı için, yalnızca çaresizlikten yazdığını biliyorum. Ah, yıllardır senin o çaresizlik
anlarını az mı düşündüm: Manav dükkânlarına asılan Paşa ve meyve resimlerine bakar
içlenirdin; arka mahallelerdeki kirli kahvelerde nemden hamurlaşmış iskambillerle altmışaltı
oynayan sert bakışlı ve acıklı erkek kardeşlerini görür dertlenirdin. Sabahın kör karanlığında
ucuz alışveriş etmek için Et ve Balık Kurumunun önündeki kuyruğa yürüyen anayla oğulu
gördüğümde, Anadolu yolculuklarımda trenim sabahları amele pazarlarının kurulduğu küçük
alanların yanından geçtiğinde, pazar öğleden sonraları, ağaçsız ve yeşilliksiz çamurlu parklarda
karıları ve çocuklarıyla oturup sigara içerek sonsuz sıkıntı vaktinin dolmasını bekleyen babalara
gözüm takıldığında, onlar hakkında senin ne düşüneceğini düşünürdüm. Bu gördüğüm
manzaraları sen görseydin, akşam küçük odana döndüğünde, bu acıklı ve unutulmuş ülkeye
tam denk düşen eski çalışma masana oturduğunda, mürekkebi dağıtan beyaz kâğıtlarına
onların masallarını yazacağını bilirdim. Başının kâğıtların üzerine eğildiğini düşünürdüm,
geceyarısı umutsuzluk ve kederle yazı masasından kalkıp buzdolabını açtığını ve bir kere
yazdığın gibi, açık buzdolabının içine doğru hiçbir şey seçmeden, hiçbir şey görmeden, hiçbir
şey almadan yalnızca dalgınlıkla baktığını, sonra bir uy-kudagezer gibi evinin odalarında,
masanın çevresinde dalgın dalgın gezindiğini düşünürdüm. Ah kardeşim, yalnızdın, acıklıydın,
hüzünlüydün. Seni ne çok severdim! Yazılarını okurken yıllarca seni, hep seni düşündüm. Ne
olur, adresini ver bana, hiç olmazsa bir cevap ver. Sana Yalova vapurunda karşılaştığım
Harbiye öğrencilerinin yüzlerine yapışmış iri ve ölü örümceklere benzeyen harfleri nasıl
gördüğümü ve vapurun kirli helasında sağlam yapılı öğrencilerle yalnız kalınca onların nasıl da
güzel ve çocuksu bir telâşa kapıldığını anlatırım. Ceplerinde senden aldığı cevap mektuplarını
taşıyan kör piyangocunun, bir kadeh rakıdan sonra onları meyhane masalarında başkalarına
nasıl okuttuğunu ve kelimeler arasından senin ona öğrettiğin esrarı her seferinde sofradakilere
nasıl bir gururla işaret ettiğini ve her sabah Milliyet Gazetesini bu esrarı tamamlayacak cümleyi
bulmak için oğluna nasıl okuttuğunu anlatırım sana. Mektupların üzerinde Teşvikiye
Postahanesinin
damgası vardı. Alo, dinliyor musun? Hiç olmazsa bir cevap ver, orada olduğunu söyle. Allah'ım!
Nefes alışını duyuyorum, senin nefes alışını. Dinle: Daha önceden özene bezene hazırladığım
cümlelerdir, bunları dikkatle dinle: Eski Boğaz vapurlarının hüzünlü dumanlar salıveren ince
bacalarının sana neden o kadar narin ve kırılgan gözüktüğünü anlatırken sen, beni seni
anladım. Kadınların kadınlarla, erkeklerin erkeklerle dans ettiği taşra düğünlerinde birdenbire
neden nefes alamaz olduğunu yazdığında, seni anladım. Kenar mahallelerde, mezarlıklarla
içice geçmiş döküntü ahşap evlerin arasından yürürken içini saran sıkıntının, geceyarısı odana
döndüğünde neden gözyaşlarına dönüştüğünü yazarken seni anladım. Küçük çocukların,
kapılarında okunmuş Teksas-Tom-miks sattığı eski sinemalarda oynayan Herküllü, Samsonlu,
Roma Tarihli filmlerin bir yerinde, köle güzeli rolündeki üçüncü sınıf bir Amerikan artistinin ince
ve uzun bacaklarıyla kederli yüzü perdede belirince, bizim erkeklerimizle kıpır kıpır kaynaşan
salondaki sessizliğin seni kahrettiğini, ölmek istediğini yazdığında da seni anladım. Nasıl? Sen
beni anlıyor musun? Cevap ver namussuz! Her yazarın bütün ömrü boyunca bir kere olsun
karşılaşırsa kendisini mutlu hissedeceği o inanılmaz okuyucuyum ben! Adresini ver, sana
hayranın olan kız lisesi öğrencilerinin fotoğraflarını getireyim. Yüz yirmi yedi tane: Bazılarının
adresleri var, bazılarının ise anket defterlerine yazılmış hayranlık sözleri. Otuz üç tanesi
gözlüklü, on biri diş teli takıyor, altısının boynu kuğu gibi uzun, yirmi dört tanesi de sevdiğin
gibi at kuyruğu saçlı. Hepsi seni seviyorlar, bayılıyorlar sana. Yemin ediyorum. Adresini ver,
altmışlı yılların başında bir köşe yazında konuşur gibi yazarken "Dün akşam radyoyu dinlediniz
mi? Ben 'Sevenler ve Sevilenler' saatini dinlerken hep bir şey düşündüm," dediğinde düşünülen
o şeyin kendilerini olduğuna bütün kalpleriyle inanan kadınların listesini getireyim sana. Taşra
şehirleri, memur evleri, subay karıları ve tutkulu ve asabi öğrenciler kadar, sosyete
çevrelerinde de hayranlarının olduğunu biliyor muydun? Adresini verirsen yalnız o acıklı
sosyete balolarında değil, kendi gerçek özel hayatlarında tebdil-i kıyafet eden kadınlarımızın o
kıyafetlerle fotoğraflarını da getirebilirim. Bizde özel hayat olmadığını, hatta çeviri romanlarda
ve yabancı dergilerden yürütülmüş magazin haberlerinde rastladığımız 'özel hayat'
sözünün anlamını bile kavrayamadığımızı yazmıştın bir kere haklı olarak, ama yüksek topuklu
çizmelerle ve şeytan maskeleriyle çekilmiş bu fotoğrafları görünce... Ah haydi, adresini ver
bana, yalvarıyorum: Sana yirmi yıl boyunca biriktirdiğim o inanılmaz vatandaş yüzleri
koleksiyonumu da getiririm hemen: Birbirlerinin yüzlerine kezzap atan kıskanç sevgililerin
olaydan hemen sonra çekilmiş fotoğrafları var, suratlarında Arap harflerini boyayarak gizli ayin
yaparken yakalanan şaşkın mürtecilerin sakallı ve sakalsız fotoğrafları, yüzleri napalmle
yanınca harflerden boşalan Kürt isyancılarının ve taşra kasabalarında sessizce asılan ırz
düşmanlarının infaz dosyalarından ne rüşvetler vererek çıkartabildiğim idam fotoğrafları var.
Yağlı ip boynu kırarken karikatürlerindekinin tersine, dil dışarı çıkmıyor hiç. Yalnızca yüzde
harfler daha açık seçik okunuyor. Eski yazılarının birinde eski infazları ve cellâtları neden tercih
ettiğini yazarken hangi gizli isteğini dile getirdiğini de biliyorum şimdi. Şifrelere, kelime
oyunlarına, gizli yazılara ne kadar meraklı olduğunu bildiğim kadar, kayıp esrarı yeniden
kurmak için geceyarıları hangi kıyafetlere bürünerek aramıza karıştığını da biliyorum. Üvey kız
kardeşinle buluşup onunla sabahlara kadar her şeyle alay edebilmek için, en saf, bizi biz
yapacak en katıksız hikâyeyi, söyleyivermek için, avukat kocasına ne oyunlar ettiğinizi de
biliyorum. Avukatlarla alay eden yazılarına cevap veren öfkeli kadın okurlarına aslında
onlardan sözetmediğini söylerken ne kadar haklı olduğunu da. Adresini ver artık. Rüyalarında
fing atan köpeklerin, kafataslarının, atların ve cadıların neleri işaret ettiklerini de bir bir
biliyorum; taksi şoförlerinin dikiz aynalarının köşesine yapıştırdıkları küçük kadın, tabanca,
kurukafa, futbolcu, bayrak, çiçek resimlerinin sana hangi aşk yazılarını yazdırdığını da. Onları
başından savmak için acıklı hayranlarının ellerine tutuşturduğun anahtar cümlelerin bir kısmını
da biliyorum, bu cümlelerin yazıldığı defterlerle, tarihi kıyafetlerini neden hiç yanından
ayırmadığını da..."
Çok sonra, telefonu sessizce kapayıp fişten çektikten sonra Celâl'in defterleri, eski kıyafetleri,
dolapları ve yazıları arasında kendi anılarını arayan bir uykudagazer gibi bir araştırma
yaptıktan sonra, pijamalarını giyip yattığı Celâl'in yatağında, Nişantaşı Meydanından gelen
akşam gürültülerini dinleyerek uzun ve derin
bir uykuya dalarken Galip, uykunun en güzel yanının insanın olduğu kişiyle bir gün yerine
geçeceğine inanmak istediği kişi arasındaki gözyaşartıcı uzaklığın unutulması kadar,
duyduklarıyla hiç duymadıklarını, gördükleriyle hiç görmediklerini ve bildikleriyle hiç
bilmediklerini huzurla birbirine karıştırabilmesi olduğunu bir kere daha anladı.
ON İKİNCİ BÖLÜM
AYNAYA GİRDİ HİKÂYE
"Şir yerde olup ikisi câlis
Ayiıieye girdi aks-ii akis"
Şeyh Galip
Rüyamda, en sonunda yıllardır olmak istediğim kişi olduğumu gördüm. 'Rüya' denen hayatın
tam orta yerinde, çamurlu şehrin apartman ormanı içinde, karanlık sokaklarla daha karanlık
suratlar arasında bir yerde. Mutsuzluğun yorgunluğuyla uyurken seninle karşılaştım. Bir başka
kişinin yerine geçemesem bile, senin beni sevebileceğini anlıyormuşum; kendi vesikalık
fotoğrafıma bakarken duyduğum tevekkülle kendimi olduğum gibi kabullenmem gerektiğini
anlıyormuşum; bir başka kişinin yerinde olmak için çırpınmanın boşluğunu anlıyormuşum:
Belki bir rüyada, belki bir hikâyede. Biz yürüdükçe karanlık sokaklar ve üzerimize üzerimize
sarkan korkunç evler açılıyor; biz yürüdükçe kaldırımlar ve dükkânlar anlamlanıyormuş.
Kaç yıl önceydi, seninle ben, hayatta sık sık karşılaşacağımız şu sihirli oyunu şaşkınlıkla ilk
keşfettiğimizde? Bir bayram arifesinde, annelerimiz bizi bir elbisecinin çocuk bölümüne
götürdüğünde (o mutlu, güzel zamanlarda 'reyon'larımız kadın ve erkek diye birbirlerinden
ayrılmamıştı daha), en sıkıcı din dersinden de daha sıkıcı dükkânın yarı karanlık bir köşesinde
karşı karşıya duran iki boy aynasının arasına rastlantıyla girdiğimizde, görüntülerimizin
küçülerek, küçülerek biı nirlerinin içine girerek nasıl çoğaldıklarını görmüştük.
Bundan iki yıl sonra, Hayvan Dostları Kulübüne resimlerini yollayan tanıdıklarla alay ederek ve
'Büyük Mucitler' köşesini de sessizlikle okuduğumuz Çocuk Haftası'nın son sayısının kapağında,
elimizde tuttuğumuz dergiyi okuyan bir kızın resmedildiğini farkedince, o kızın elinde lulluğu
dergiye dikkatle bakmış ve resimlerin içice geçerek çoğaldığını anlamıştık: Bizim tuttuğumuz
derginin kapağındaki kızın tuttuğu derginin kapağındaki kızın tut-
tuğu derginin kapağındaki kızın tuttuğu derginin kapağındaki kız da giderek küçülen aynı
kırmızı saçlı kızla aynı Çocuk Haftası'y-mış.
Tıpkı, daha da boy attığımız ve birbirimizden uzaklaştığımız yıllarda, piyasaya çıkan ve bizim
katta yenmediği için yalnızca pazar sabahlan sizin kahvaltı masanızda gördüğüm zeytin ezmesi
kavanozunda olduğu gibi. Radyoda: "Oo, bakıyorum havyar yiyorsun!" "Hayır, Ender Zeytin
Ezmesi." diye reklamı yapılan kavanozun üzerindeki kâğıtta, anneli babalı, erkek ve kız çocuklu
kusursuz ve mutlu bir ailenin kahvaltı sofrası resmedilmişti. Benim sana göstermemle,
resmedilen o kahvaltı masasının üzerinde de aynı kavanozun durduğunu ve ikinci bir kavanoz
olduğunu ve zeytin ezmesi kavanozlarının ve mutlu ailelerin göz onları farkedemeye-ne kadar
küçüldüklerini gördüğünde, şu anlatacağım masalın başını biliyorduk ikimiz, ama sonunu değil.
Kızla oğlan akrabaymışlar. Aynı apartmanda büyümüşler, aynı merdivenleri çıkarlar, aynı aslan
şekerleriyle lokumları atıştırır-larmış. Derslerini birlikte çalışır, aynı hastalıklara birlikte
yakalanır, birbirlerini korkutmak için birlikte saklamrlarmış. Aynı yaştay-mışlar. Birlikte
gittikleri okul da aynıymış, sinemalar da, dinledikleri radyo programları da birmiş, plâklar da,
okudukları 'Çocuk Haftası' dergileri de, kitaplar da, karıştırdıkları dolaplarla içinden fesler, ipek
örtüleri ve çizmeler çıkan sandıklar da. Bir gün, hikâyelerine bayıldıkları yetişkin amca oğlunun
apartmana yaptığı ziyaretlerin birinde, elinde gördükleri bir kitabı kapıp okumaya başlamışlar.
Kızla oğlanın eski kelimelerine, tumturaklı deyişlerine, Farsça deyişlerine önce alayla
güldükleri, sıkılıp kenara atıp sonra belki içinde bir işkence sahnesi, çıplak bir vücut ya da bir
bulabileceğini söyleyeyim. Adresini ver, sana haremindeki karılan Batılı orospu kılığına
sokturup İstanbul'un gizli bir köşesinde onlarla buluşan on sekiz Osmanlı padişahının bu işin
üzerindeyken yapılmış gsavürlerini göstereyim. Bolca elbise ve takı gerektiren bu hastalığa
Paris'in lüks terzihanelerinde ve kerhanelerinde 'Türk illeti' dendiğini biliyor muydun? Tebdil-i
kıyafet ederek İstanbul'un karanlık bir sokağında çiftleşen II. Mahmut'u gösteren bir gravürde
padişahımızın çıplak bacakları üzerinde Napoleon'un Mısır Seferinde giydiği çizmelerle ve en
sevdiği karısı Bezmiâlem Valide Sultan'in -ki hikâyesini çok sevdiğin şehzademizin babaannesi
ve bir Osmanlı gemisinin isim anası olur- pervasızca taktığı yakut ve elmasdan bir haçla
resmedildiğini biliyor muydun?"
"Haç?" dedi Galip bir çeşit neşeyle ve karısını kendisini terk edeli beri, altı gün dört saattir ilk
defa hayattan tat aldığını hissederek.
"Haçın bir biçim olarak hilâl'in tersi, reddi ve 'negatifi'olduğunu kanıtlamak için erken Mısır
geometrisinden, Arap cebirin-
den ve Süryani Neo Platonculuğundan dem vurduğun satırlarının yer aldığı 18 Ocak 1958
tarihli yazının hemen altında, 'sinema ve sahnenin puro çiğneyen sert adamı' olarak çok
sevdiğim Edward G. Robinson'un New Yorkİu elbise desinatörlerinden Jane Adler ile evlendiği
haberi ve yeni evlileri bir haçın gölgesinde gösteren bir fotoğrafın yayımlanması, biliyorum, bir
rastlantı değildi. Adresini ver. Bu yazıdan hemen bir hafta sonra ise, çocuklarımızın haç
korkusu ve hilâl heyecanıyla eğitilmelerinin yetişkinlik yıllarında onları Hollywood'un büyülü
yüzlerini deşifre edememek gibi bir tutukluğa ve ay yüzlü bütün kadınları da anne ya da teyze
sanmak gibi bir cinsel kararsızlığa sürüklediğini ileri sürmüş ve düşüncem kanıtlamak için
parasız yatılı devlet okullarında tarih derslerinde, Haçlı Seferlerinin okutulduğu günlerin
gecelerinde yatakhanelere yapılacak baskınlarda yataklarını ıslatan yüzlerce öğrenci
bulunacağını yazmıştın. Bunlar bir şey değil, adresini ver, sana kütüphanelerde yazılarını
okumak için eşelenirken karşılaştığım taşra gazetelerinde gördüğüm haç hikâyelerinin hepsini
getireyim. Boynundaki yağlı ip kopunca ölüm ülkesinden geri dönen idamlık mahkûm
Cehennem'e yaptığı kısa yolculuk sırasında karşılaştığı haçları anlatıyor, Erciyes Postası,
Kayseri 1962; haç biçimindeki o malûm harf yerine (.) yi kullanmamızın milli .ürk .erbiyesine
daha uygun olacağını başyazarımız Cumhurbaşkanımıza bugün, .elgrafla bildirmiştir. Yeşil
Konya, Konya 1951 ve adresini verirsen sana hemen yetiştireceğim daha niceleri... Yazılarında
malzeme olarak kullanırsın demiyorum, çünkü hayata malzeme olarak bakan köşe
yazarlarından nefret ettiğini biliyorum. Şimdi kutular içinde önümde duran malzemeyi hemen
getiririm; birlikte okur, birlikte güler, birlikte ağlarız. Hadi adresini ver bana, sana
babalarından ne kadar nefret ettiklerini konsomatrislerden başka kimseye anlatamadıkları için
kekemelikleri bir tek pavyonlarda açılan İskenderunlu erkeklerin şehir gazetelerinde tefrika
edilen hikâyelerini getireyim; adresini ver, okuması yazması olmadığı ve değil Farsça, doğru
dürüst Türkçe konuşamadığı halde ruhları ikiz kardeş olduğu için Ömer Hayyam'ın bilinmeyen
şiirlerini okuyan garsonun aşk ve ölüm kehânetlerini getireyim sana, adresini ver; belleğini
kaybedeceğini anlayınca bütün bildiklerini bütün hayat ve hatıratını sahibi olduğu gazetenin
son sayfasında ölüm gecesine kadaf tefri-
ka eden Bayburtlu gazeteci ve mürettibin rüyalarını getireyim: Son rüyada anlatılan geniş
bahçenin solan gülleri, dökülen yaprakları ve kuruyan kuyusu arasında kendi hikâyeni
bulacağını da biliyorum, kardeşim benim. Hafızanı kurumaktan kurtarmak için kanı sulandıran
ilâçlar aldığını, beynine kan gitsin diye her gün saatlerce yatıp ayaklarım duvara dayayarak o
kör ve nankör kuyudan anılarını bir bir nasıl çektiğini de biliyorum. Divanının veya yatağının
kenarından sarkan kafan kıpkırmızı kesilmişken, '16 Mart 1957'de' diye kendini zorlayarak
hatırlıyorsun, '16 Mart 1957'de gazetedeki arkadaşlarla hep birlikte Vilâyet köftecisinde
karnımızı doyururken onlara kıskançlığın insana taktırabileceği maskelerden söz etmiştim!'Ve
sonra biliyorum yeniden zorlanarak 'Evet, evet' diyorsun '1962 yılının mayısında Kurtuluş'un
arka sokaklarmdaki bir evde inanılmaz bir öğle sevişmesinin ardından uyandığımda, yanımda
çıplak yatan kadına derisinin üzerindeki iri benlerin üvey annemin benlerine benzediğini
söylemiştim,' diyorsun, ama hemen sonra da 'insafsız' diye yazacağın o şüpheye kapılıyorsun,
bunu ona mı söylemiştin, yoksa bir türlü tam kapanmayan pencerelerinin arasından Beşiktaş
Çarşısının o bitip tükenmeyen uğultusu duyulan o taş evdeki beyaz tenli kadına mı, yoksa sırf
seni o kadar çok sevdiği için kocasının ve çocuklarının yanına geç dönmeyi göze alarak
Cihangir Parkının çıplak ağaçlarına bakan tek odalı evden çıkıp taa Beyoğlu'ndan, daha
sonraları bir yazında yazacağın gibi, o sırada neden şımarıkça bir ısraria tutturduğunu bile
hatırlayamadığın bir çakmağı sana almaya giden buğulu gözlü kadına mı? Adresini ver, sana
nikotin ve kötü anılarla tıkanmış beyin damarlarını şıpın işi açarak bizi kaybettiğimiz cennetin
günlük hayatına bir anda geri götüren en son Avrupa ilâcı Mnemonics'i getireyim. Eflatun renkli
sıvıdan her sabah çayına tarifesinde yazdığı gibi iki değil, yirmi damla damlatmaya başladıktan
sonra, sonsuzluğa kadar unuttuğun ve unuttuğunu da unuttuğun birçok anını tıpkı eski
dolapların-ardından birdenbire çıkıveren çocukluğunun boyalı kalemlerini, taraklarını ve eflatun
renkli bilyalarını bulur gibi hatırlayacaksın. Adresini verirsen, hepimizin yüzünde bir harita
gözüktüğünü ve bu haritaların içinde yaşadığımız şehrin vazgeçemediğimiz köşelerinin
işaretleriyle kaynaştığını anlatan yazım ve bu yazıyı neden yazdığını hatırlayacaksın. Adresini
verirsen, Mevlâ-
na'nın ünlü ressamlar yarışması hikâyesini neden köşende anlatmak zorunda kaldığını
hatırlayacaksın. Adresini verirsen, hiçbir zaman umutsuz bir yalnızlık olamayacağını, çünkü en
yalnız zamanlarımızda bile bizlere hayâllerimizdeki kadınların eşlik ettiğini, üstelik bu hayâlleri
kurduğumuzu her zaman içgüdüyle sezen o kadınların da bizi bekleyeceklerini, arayacaklarını
ve hatta kimilerinin bulacaklarını yazdığın o anlaşılmaz köşe yazısını da neden yazdığını
hatırlayacaksın. Adresini ver, sana hatırlayamayacaklan-nı da hatırlatayım; kardeşim benim;
yaşadığın ve düşlediğin bütün Cennet ve Cehennemi şimdi ağır ağır kaybediyorsun. Adresini
ver, hemen yetişip hafızan unutuşun dipsiz kuyusuna büsbütün gömülmeden seni kurtarayım.
Her şeyini biliyorum, bütün yazılarını okudum: O âlem yeniden kurmak ve bütün ülkenin
üzerinde gündüzleri yırtıcı kartallar gibi, geceleri kurnaz hayaletler gibi gezinen o sihirli
yazılarını yeniden yazabilmen için benden başka kimseyi bulamazsın. Yanına gelince
Anadolu'nun en ücra köylerinin kahvehanelerinde genç çocukların yüreklerine ateşler düşüren,
dağbaşlarındaki ilkokul öğretmenleriyle öğrencilerinin gözlerinden sicim sicim yaşlar akıtan,
küçük kasabaların arka sokaklarmdaki evlerinde fotoroman okuyarak ölümü bekleyen genç
annelerde yaşama heyecanı uyandıran o büyülü yazılarına yemden başlayacaksın. Adresini
ver: Birlikte sabahlara kadar konuşacağız ve kaybettiğin geçmişin gibi, bu ülkeye, bu insanlara
sevgini de yeniden bulacaksın. Posta arabasının ancak on beş günde bir uğradığı karlı dağ
kasabalarından sana mektuplar yazan umutsuzları düşün, nişanlısından ayrılmadan, hacca
gitmeden, seçimlerde oyunu kullanmadan önce sana mektup yazıp akıl soran şaşkınları düşün,
coğrafya dersinde sınıfın en arkasındaki sırada seni okuyan mutsuz öğrencileri, bir köşeye
atılmış masalarında emeklilik gününü beklerken yazına göz atan acıklı tahrirat memurlarını,
senin yazıların da olmasa akşamları kahvede radyo programlarından başka konuşacak hiçbir
hiçbir konu bulamayacak talihsizleri düşün. Gölge-liksiz otobüs duraklarında, kirli ve hüzünlü
sinemaların bekleme salonlarında, ücra tren istasyonlarında seni okuyanları düşün. Hepsi bir
mucize bekliyorlar senden, hepsi! Onlara istedikleri mu-cizeleri vermek zorundasın. Adresini
ver, iki kişi daha iyi yaparız bunu. Onlara kurtuluş gününün yaklaştığını yaz, onlara ellerinde
plastik bidonlar mahalle çeşmelerinin önünde kuyruk olup suyun akmasını bekledikleri günlerin
yakında sona ereceğini yaz; evlerinden kaçan liseli kızların Galata kerhanelerine düşmeyip film
yıldızı olabileceklerini yaz, pek yakında gerçekleşecek bir mucizeden sonra Milli Piyango
biletlerinde boş olmayacağını yaz, sarhoş kocaların akşam eve döndüklerinde karılarını
dövmeyeceklerini, o mucize gününden sonra banliyö trenlerine boş vagonlar ekleneceğini, bir
gün bütün şehir meydanlarında Avrupa'dakiler gibi bandoların çalacağını yaz; bir gün herkesin
meşhur ve kahraman olacağını ve bir gün, yakınlarda bir gün, herkesin anası dahil istediği her
kadınla yatmaktan başka, yattığı kadını -sihirli bir şekilde-meleksi bir bakire ve kızkardeş
olarak görmeye devam edebileceğini yaz. Onlara yüzyıllardır bizi sefalete sürükleyen tarihi bir
esrarı çözen gizli belgelerin en sonunda ele geçirildiğini yaz; bütün Anadolu'yu ağ gibi saran bir
inananlar örgütünün harekete geçmek üzere olduğunu, bizi bü sefil hayata mahkûm eden
uluslararası bir kumpası düzenleyen ibnelerin, papazların, bankacıların ve orospuların ve
onların yerli işbirlikçilerinin kimler olduğunun anlaşıldığını yaz. Onlara düşmanlarını göster ki,
mutsuzluk ve sefalet^ leri için suçlayabilecek birilerini bulmanın rahatlığını hissedebilsinler;
onlara bu düşmanlardan kurtulmak için neler yapabileceklerini sezdir ki, mutsuzluk ve öfkeden
tirtir titredikleri saatlerde, bir gün, büyük bir iş, bir büyük iş yapabileceklerini düşleyebilsinler;
onlara hayatlarmdaki bütün sefaletin sorumlusunun bu iğrenç düşmanlar olduğunu iyice anlat
ki, kendi günahlarım başkalarına yük-leyebilmenin iç huzurunu duyabilsinler. Kardeşim benim,
bütün hayâlleri, çok daha zor hikâyeleri, en inanılmaz mucizeleri gerçekleştirebilecek bir
kalemin olduğunu biliyorum. Bütün bu rüyaları belleğinin o dipsiz kuyusundan çekip
çıkaracağın harika kelimelerle ve inanılmaz anılarınla kuracaksın. Karslı attarımız yıllarca
inançla senin çocukluğunun geçtiği sokakların hikâyelerini okuya-bilmişse eğer, satır
aralarındaki bu rüyaları sezebildiği içindir bu; ona rüyalarını geri ver. Bir zamanlar bu ülkedeki
talihsiz insanların sırtlarında ürpermeler uyandıran, tüylerini diken diken eden, hafızalarını
allak bullak karıştıran ve onlara atlıkarıncah, salıncaklı eski bayram günlerini hatırlatır gibi
gelecek güzel günleri sezdiren yazılar yazmıştın. Bana adresini ver, yeniden yazacaksın onla-
rı. Bu lanet ülkede senin gibilerinin elinden yazmaktan başka ne gelir ki? Yapabileceğin başka
bir şey olmadığı için, yalnızca çaresizlikten yazdığını biliyorum. Ah, yıllardır senin o çaresizlik
anlarını az mı düşündüm: Manav dükkânlarına asılan Paşa ve meyve resimlerine bakar
içlenirdin; arka mahallelerdeki kirli kahvelerde nemden hamurlaşmış iskambillerle altmışaltı
oynayan sert bakışlı ve acıklı erkek kardeşlerini görür dertlenirdin. Sabahın kör karanlığında
ucuz alışveriş etmek için Et ve Balık Kurumunun önündeki kuyruğa yürüyen anayla oğulu
gördüğümde, Anadolu yolculuklarımda trenim sabahları amele pazarlarının kurulduğu küçük
alanların yanından geçtiğinde, pazar öğleden sonraları, ağaçsız ve yeşilliksiz çamurlu parklarda
karıları ve çocuklarıyla oturup sigara içerek sonsuz sıkıntı vaktinin dolmasını bekleyen babalara
gözüm takıldığında, onlar hakkında senin ne düşüneceğini düşünürdüm. Bu gördüğüm
manzaraları sen görseydin, akşam küçük odana döndüğünde, bu acıklı ve unutulmuş ülkeye
tam denk düşen eski çalışma masana oturduğunda, mürekkebi dağıtan beyaz kâğıtlarına
onların masallarını yazacağını bilirdim. Başının kâğıtların üzerine eğildiğini düşünürdüm,
geceyarısı umutsuzluk ve kederle yazı masasından kalkıp buzdolabını açtığını ve bir kere
yazdığın gibi, açık buzdolabının içine doğru hiçbir şey seçmeden, hiçbir şey görmeden, hiçbir
şey almadan yalnızca dalgınlıkla baktığını, sonra bir uy-kudagezer gibi evinin odalarında,
masanın çevresinde dalgın dalgın gezindiğini düşünürdüm. Ah kardeşim, yalnızdın, acıklıydın,
hüzünlüydün. Seni ne çok severdim! Yazılarını okurken yıllarca seni, hep seni düşündüm. Ne
olur, adresini ver bana, hiç olmazsa bir cevap ver. Sana Yalova vapurunda karşılaştığım
Harbiye öğrencilerinin yüzlerine yapışmış iri ve ölü örümceklere benzeyen harfleri nasıl
gördüğümü ve vapurun kirli helasında sağlam yapılı öğrencilerle yalnız kalınca onların nasıl da
güzel ve çocuksu bir telâşa kapıldığını anlatırım. Ceplerinde senden aldığı cevap mektuplarını
taşıyan kör piyangocunun, bir kadeh rakıdan sonra onları meyhane masalarında başkalarına
nasıl okuttuğunu ve kelimeler arasından senin ona öğrettiğin esrarı her seferinde sofradakilere
nasıl bir gururla işaret ettiğini ve her sabah Milliyet Gazetesini bu esrarı tamamlayacak cümleyi
bulmak için oğluna nasıl okuttuğunu anlatırım sana. Mektupların üzerinde Teşvikiye
Postahanesinin
damgası vardı. Alo, dinliyor musun? Hiç olmazsa bir cevap ver, orada olduğunu söyle. Allah'ım!
Nefes alışını duyuyorum, senin nefes alışını. Dinle: Daha önceden özene bezene hazırladığım
cümlelerdir, bunları dikkatle dinle: Eski Boğaz vapurlarının hüzünlü dumanlar salıveren ince
bacalarının sana neden o kadar narin ve kırılgan gözüktüğünü anlatırken sen, beni seni
anladım. Kadınların kadınlarla, erkeklerin erkeklerle dans ettiği taşra düğünlerinde birdenbire
neden nefes alamaz olduğunu yazdığında, seni anladım. Kenar mahallelerde, mezarlıklarla
içice geçmiş döküntü ahşap evlerin arasından yürürken içini saran sıkıntının, geceyarısı odana
döndüğünde neden gözyaşlarına dönüştüğünü yazarken seni anladım. Küçük çocukların,
kapılarında okunmuş Teksas-Tom-miks sattığı eski sinemalarda oynayan Herküllü, Samsonlu,
Roma Tarihli filmlerin bir yerinde, köle güzeli rolündeki üçüncü sınıf bir Amerikan artistinin ince
ve uzun bacaklarıyla kederli yüzü perdede belirince, bizim erkeklerimizle kıpır kıpır kaynaşan
salondaki sessizliğin seni kahrettiğini, ölmek istediğini yazdığında da seni anladım. Nasıl? Sen
beni anlıyor musun? Cevap ver namussuz! Her yazarın bütün ömrü boyunca bir kere olsun
karşılaşırsa kendisini mutlu hissedeceği o inanılmaz okuyucuyum ben! Adresini ver, sana
hayranın olan kız lisesi öğrencilerinin fotoğraflarını getireyim. Yüz yirmi yedi tane: Bazılarının
adresleri var, bazılarının ise anket defterlerine yazılmış hayranlık sözleri. Otuz üç tanesi
gözlüklü, on biri diş teli takıyor, altısının boynu kuğu gibi uzun, yirmi dört tanesi de sevdiğin
gibi at kuyruğu saçlı. Hepsi seni seviyorlar, bayılıyorlar sana. Yemin ediyorum. Adresini ver,
altmışlı yılların başında bir köşe yazında konuşur gibi yazarken "Dün akşam radyoyu dinlediniz
mi? Ben 'Sevenler ve Sevilenler' saatini dinlerken hep bir şey düşündüm," dediğinde düşünülen
o şeyin kendilerini olduğuna bütün kalpleriyle inanan kadınların listesini getireyim sana. Taşra
şehirleri, memur evleri, subay karıları ve tutkulu ve asabi öğrenciler kadar, sosyete
çevrelerinde de hayranlarının olduğunu biliyor muydun? Adresini verirsen yalnız o acıklı
sosyete balolarında değil, kendi gerçek özel hayatlarında tebdil-i kıyafet eden kadınlarımızın o
kıyafetlerle fotoğraflarını da getirebilirim. Bizde özel hayat olmadığını, hatta çeviri romanlarda
ve yabancı dergilerden yürütülmüş magazin haberlerinde rastladığımız 'özel hayat'
sözünün anlamını bile kavrayamadığımızı yazmıştın bir kere haklı olarak, ama yüksek topuklu
çizmelerle ve şeytan maskeleriyle çekilmiş bu fotoğrafları görünce... Ah haydi, adresini ver
bana, yalvarıyorum: Sana yirmi yıl boyunca biriktirdiğim o inanılmaz vatandaş yüzleri
koleksiyonumu da getiririm hemen: Birbirlerinin yüzlerine kezzap atan kıskanç sevgililerin
olaydan hemen sonra çekilmiş fotoğrafları var, suratlarında Arap harflerini boyayarak gizli ayin
yaparken yakalanan şaşkın mürtecilerin sakallı ve sakalsız fotoğrafları, yüzleri napalmle
yanınca harflerden boşalan Kürt isyancılarının ve taşra kasabalarında sessizce asılan ırz
düşmanlarının infaz dosyalarından ne rüşvetler vererek çıkartabildiğim idam fotoğrafları var.
Yağlı ip boynu kırarken karikatürlerindekinin tersine, dil dışarı çıkmıyor hiç. Yalnızca yüzde
harfler daha açık seçik okunuyor. Eski yazılarının birinde eski infazları ve cellâtları neden tercih
ettiğini yazarken hangi gizli isteğini dile getirdiğini de biliyorum şimdi. Şifrelere, kelime
oyunlarına, gizli yazılara ne kadar meraklı olduğunu bildiğim kadar, kayıp esrarı yeniden
kurmak için geceyarıları hangi kıyafetlere bürünerek aramıza karıştığını da biliyorum. Üvey kız
kardeşinle buluşup onunla sabahlara kadar her şeyle alay edebilmek için, en saf, bizi biz
yapacak en katıksız hikâyeyi, söyleyivermek için, avukat kocasına ne oyunlar ettiğinizi de
biliyorum. Avukatlarla alay eden yazılarına cevap veren öfkeli kadın okurlarına aslında
onlardan sözetmediğini söylerken ne kadar haklı olduğunu da. Adresini ver artık. Rüyalarında
fing atan köpeklerin, kafataslarının, atların ve cadıların neleri işaret ettiklerini de bir bir
biliyorum; taksi şoförlerinin dikiz aynalarının köşesine yapıştırdıkları küçük kadın, tabanca,
kurukafa, futbolcu, bayrak, çiçek resimlerinin sana hangi aşk yazılarını yazdırdığını da. Onları
başından savmak için acıklı hayranlarının ellerine tutuşturduğun anahtar cümlelerin bir kısmını
da biliyorum, bu cümlelerin yazıldığı defterlerle, tarihi kıyafetlerini neden hiç yanından
ayırmadığını da..."
Çok sonra, telefonu sessizce kapayıp fişten çektikten sonra Celâl'in defterleri, eski kıyafetleri,
dolapları ve yazıları arasında kendi anılarını arayan bir uykudagazer gibi bir araştırma
yaptıktan sonra, pijamalarını giyip yattığı Celâl'in yatağında, Nişantaşı Meydanından gelen
akşam gürültülerini dinleyerek uzun ve derin
bir uykuya dalarken Galip, uykunun en güzel yanının insanın olduğu kişiyle bir gün yerine
geçeceğine inanmak istediği kişi arasındaki gözyaşartıcı uzaklığın unutulması kadar,
duyduklarıyla hiç duymadıklarını, gördükleriyle hiç görmediklerini ve bildikleriyle hiç
bilmediklerini huzurla birbirine karıştırabilmesi olduğunu bir kere daha anladı.
ON İKİNCİ BÖLÜM
AYNAYA GİRDİ HİKÂYE
"Şir yerde olup ikisi câlis
Ayiıieye girdi aks-ii akis"
Şeyh Galip
Rüyamda, en sonunda yıllardır olmak istediğim kişi olduğumu gördüm. 'Rüya' denen hayatın
tam orta yerinde, çamurlu şehrin apartman ormanı içinde, karanlık sokaklarla daha karanlık
suratlar arasında bir yerde. Mutsuzluğun yorgunluğuyla uyurken seninle karşılaştım. Bir başka
kişinin yerine geçemesem bile, senin beni sevebileceğini anlıyormuşum; kendi vesikalık
fotoğrafıma bakarken duyduğum tevekkülle kendimi olduğum gibi kabullenmem gerektiğini
anlıyormuşum; bir başka kişinin yerinde olmak için çırpınmanın boşluğunu anlıyormuşum:
Belki bir rüyada, belki bir hikâyede. Biz yürüdükçe karanlık sokaklar ve üzerimize üzerimize
sarkan korkunç evler açılıyor; biz yürüdükçe kaldırımlar ve dükkânlar anlamlanıyormuş.
Kaç yıl önceydi, seninle ben, hayatta sık sık karşılaşacağımız şu sihirli oyunu şaşkınlıkla ilk
keşfettiğimizde? Bir bayram arifesinde, annelerimiz bizi bir elbisecinin çocuk bölümüne
götürdüğünde (o mutlu, güzel zamanlarda 'reyon'larımız kadın ve erkek diye birbirlerinden
ayrılmamıştı daha), en sıkıcı din dersinden de daha sıkıcı dükkânın yarı karanlık bir köşesinde
karşı karşıya duran iki boy aynasının arasına rastlantıyla girdiğimizde, görüntülerimizin
küçülerek, küçülerek biı nirlerinin içine girerek nasıl çoğaldıklarını görmüştük.
Bundan iki yıl sonra, Hayvan Dostları Kulübüne resimlerini yollayan tanıdıklarla alay ederek ve
'Büyük Mucitler' köşesini de sessizlikle okuduğumuz Çocuk Haftası'nın son sayısının kapağında,
elimizde tuttuğumuz dergiyi okuyan bir kızın resmedildiğini farkedince, o kızın elinde lulluğu
dergiye dikkatle bakmış ve resimlerin içice geçerek çoğaldığını anlamıştık: Bizim tuttuğumuz
derginin kapağındaki kızın tuttuğu derginin kapağındaki kızın tut-
tuğu derginin kapağındaki kızın tuttuğu derginin kapağındaki kız da giderek küçülen aynı
kırmızı saçlı kızla aynı Çocuk Haftası'y-mış.
Tıpkı, daha da boy attığımız ve birbirimizden uzaklaştığımız yıllarda, piyasaya çıkan ve bizim
katta yenmediği için yalnızca pazar sabahlan sizin kahvaltı masanızda gördüğüm zeytin ezmesi
kavanozunda olduğu gibi. Radyoda: "Oo, bakıyorum havyar yiyorsun!" "Hayır, Ender Zeytin
Ezmesi." diye reklamı yapılan kavanozun üzerindeki kâğıtta, anneli babalı, erkek ve kız çocuklu
kusursuz ve mutlu bir ailenin kahvaltı sofrası resmedilmişti. Benim sana göstermemle,
resmedilen o kahvaltı masasının üzerinde de aynı kavanozun durduğunu ve ikinci bir kavanoz
olduğunu ve zeytin ezmesi kavanozlarının ve mutlu ailelerin göz onları farkedemeye-ne kadar
küçüldüklerini gördüğünde, şu anlatacağım masalın başını biliyorduk ikimiz, ama sonunu değil.
Kızla oğlan akrabaymışlar. Aynı apartmanda büyümüşler, aynı merdivenleri çıkarlar, aynı aslan
şekerleriyle lokumları atıştırır-larmış. Derslerini birlikte çalışır, aynı hastalıklara birlikte
yakalanır, birbirlerini korkutmak için birlikte saklamrlarmış. Aynı yaştay-mışlar. Birlikte
gittikleri okul da aynıymış, sinemalar da, dinledikleri radyo programları da birmiş, plâklar da,
okudukları 'Çocuk Haftası' dergileri de, kitaplar da, karıştırdıkları dolaplarla içinden fesler, ipek
örtüleri ve çizmeler çıkan sandıklar da. Bir gün, hikâyelerine bayıldıkları yetişkin amca oğlunun
apartmana yaptığı ziyaretlerin birinde, elinde gördükleri bir kitabı kapıp okumaya başlamışlar.
Kızla oğlanın eski kelimelerine, tumturaklı deyişlerine, Farsça deyişlerine önce alayla
güldükleri, sıkılıp kenara atıp sonra belki içinde bir işkence sahnesi, çıplak bir vücut ya da bir
トルコ語文献の1テキストを読みました。
次へ - Kara Kitap - 34
- パーツ
- Kara Kitap - 01
- Kara Kitap - 02
- Kara Kitap - 03
- Kara Kitap - 04
- Kara Kitap - 05
- Kara Kitap - 06
- Kara Kitap - 07
- Kara Kitap - 08
- Kara Kitap - 09
- Kara Kitap - 10
- Kara Kitap - 11
- Kara Kitap - 12
- Kara Kitap - 13
- Kara Kitap - 14
- Kara Kitap - 15
- Kara Kitap - 16
- Kara Kitap - 17
- Kara Kitap - 18
- Kara Kitap - 19
- Kara Kitap - 20
- Kara Kitap - 21
- Kara Kitap - 22
- Kara Kitap - 23
- Kara Kitap - 24
- Kara Kitap - 25
- Kara Kitap - 26
- Kara Kitap - 27
- Kara Kitap - 28
- Kara Kitap - 29
- Kara Kitap - 30
- Kara Kitap - 31
- Kara Kitap - 32
- Kara Kitap - 33
- Kara Kitap - 34
- Kara Kitap - 35
- Kara Kitap - 36
- Kara Kitap - 37
- Kara Kitap - 38
- Kara Kitap - 39
- Kara Kitap - 40
- Kara Kitap - 41
- Kara Kitap - 42