Kara Kitap - 27

合計単語数は 2713 です
一意の単語の合計数は 1687 です
26.5 の単語が最も一般的な 2000 単語に含まれています
40.2 の単語が最も一般的な 5000 語に含まれています
48.0 の単語が最も一般的な 8000 単語に含まれています
各行は、最も一般的な単語 1000 個あたりの単語の割合を表します。
yüzlerine hayretle bakarak bir süre dinlendi ve yoluna devam etti.
Gece soğuk ve sessizdi; rüzgar yoktu, tek dal kıpırdamıyordu ve yorgun atı da kendi yolunu
kendi buluyordu. Uzun bir süre hiçbir şey görmeden ve eski mutlu günlerinde olduğu gibi,
kafasmı tedirgin edici hiçbir soruyla kurcalamadan yoluna devam etti: Daha sonraları, karanlık
yüzünden diye düşünecekti. Çünkü bulutlar arasından ay belirince ağaçlar, gölgeler, kayalar
ağır ağır çözülmez bir esrarın işaretlerine dönüştüler. Korkutucu olan ne mezarlıklar-daki acıklı
taşlardı, ne yapayalnız serviler, ne de ıssız gecedeki kurt ulumaları. Dünyayı korkulacak kadar
şaşırtıcı yapan şey, sanki bir hikâye anlatmaya kalkmasıydı onun. Dünya, cellâta sanki bir şey
söylemek istiyor, bir anlamı işaret ediyor, ama bir rüyadaki gibi bu söz dumanlı bir belirsizlik
içinde kayboluyordu. Sabaha doğru cellât kulaklarının dibinde hıçkırık seslerini işitmeye
başladı.
Gün ağarırken, hıçkırık seslerinin, yeni çıkan rüzgârın dallarda oynadığı bir oyun olduğunu
düşündü, daha sonra, yorgunluk ve uykusuzluğun sonucu olduğuna hükmetti. Öğleye doğru
terkisinde-
ki torbadan gelen hıçkırık sesleri öyle belirginleşti ki, tıpkı, bir ge-ceyarısı iyi kapanmamış bir
pencerenin sinir bozucu gıcırtısını kesmek için sıcak yatağından çıkan biri gibi, atından indi,
torbayı terkiye bağlayan ipleri gere gere iyice sıkıştırdı. Ama daha sonra, acımasızca yağan
yağmurun altında yalnızca hıçkırıkları duymak değil, ağlayan yüzün gözyaşlarını da
hissedecekti teninin üzerinde.
Güneş yeniden açtığında dünyanın esrarının ağlayan yüzün ifadesindeki bir sırla ilişkili
olduğunu anladı. Sanki eskiden, o pek bildik ve tanıdık gelen anlaşılabilir dünyayı, yüzlerin
üzerindeki sıradan bir anlam, sıradan bir ifade ayakta tutuyordu da, tıpkı tılsımlı bir kasenin,
şangırdayarak kırılmasından, sihirli ve billur bir sürahinin çatlamasından sonra, her şeyin altüst
olması gibi, ağlayan yüzün üzerinde o tuhaf ifadenin belirmesinden sonra, âlemin anlamı da,
cellâtı korkulu bir yalnızlığa bırakarak kaybolmuştu. Üzerindeki ıslak elbiseleri güneşte
kururken, her şeyin eski düzenine dönebilmesi için, torbadaki başın yüzünde bir maske gibi
taşıdığı ifadeyi değiştirmesi gerektiğini anladı. Öte yandan, meslek ahlâkı, kestikten sonra
sıcağı sıcağına bal dolu torbaya bastırdığı başı İstanbul'a hiç bozmadan, olduğu gibi getirmesini
de ona buyuru-yordu.
At üstünde uykusuz geçen ve torbadan gelen bitip tükenmeyen hıçkırıkların sinir bozucu bir
müziğe dönüştüğü çıldırtıcı bir gecenin sabahında, cellât dünyayı o kadar değişmiş buldu ki,
kendisinin kendisi olduğuna inanmakta zorluk çekti. Çınar ve çam ağaçları, çamurlu yollar,
kendisini görenlerin dehşetle kaçıştıkları köy çeşmeleri, hiç tanımadığı, bilmediği bir dünyadan
çıkmaydılar. Öğle vakti varlığını daha önce bilmediği bir kasabada hayvani bir içgüdüyle
atıştırdığı yiyecekleri de tanımakta güçlük çekti. Kasaba dışında, atını dinlendirmek için bir
ağacın altına uzandığında, bir zamanlar gökyüzü sandığı şeyin hiç bilmediği, hiç görmediği
tuhaf ve mavi bir kubbe olduğunu anladı. Güneş batarken atına binip yoluna devam etti, ama
daha altı günlük yol vardı önünde. Torbadaki hıçkırıkları dindirmezse, ağlayan yüzün ifadesini
değiştirmezse, dünyasını o eski bildik dünyaya dönüştürecek o sihirli işlemi yapmazsa
İstanbul'a hiç varamayacağını anlamıştı artık.
Hava karardıktan sonra, havlayan köpeklerini işittiği bir köyün kıyısında bir kuyuya rastlayınca,
atından indi. Atının terkisin-
den kıl torbayı indirdi, ağzını çözdü ve saçlarından dikkatle tuttuğu kelleyi balın içinden çıkardı.
Kuyudan çektiği kova kova sularla, yeni doğmuş bir bebeği yıkar gibi, kafayı özenle yıkadı. Bir
kumaş parçasıyla saçlarının içinden kulaklarının deliklerine varıncaya kadar kuruladıktan sonra,
dolunayın ışığında yüzüne baktı: Ağlıyordu; hiç bozulmamıştı, aynı dayanılmaz, unutulmaz,
çaresizlik ifadesi vardı üzerinde.
Kafayı kuyunun kenarına bıraktı, atının terkisinden meslek aletlerini, iki özel bıçağı, kenarları
küt demir işkence çubuklarını alıp döndü. Önce, bıçaklarla ağzının kenarlarını, deriyi ve kemiği
kanırtarak ağır ağır düzeltmeye girişti. Uzun bir çabadan sonra dudakları iyice parçalamış, ama
ağzı belli belirsiz ve yılık da olsa gülümsetmeyi başarmıştı. Sonra, daha ince bir işe girişip
acıyla kasılmış gözleri açmaya başladı. Çok uzun ve yorucu bir çabadan sonra gülümseyişi
bütün yüze yayabildiğinde, yorulmuş gevşemişti artık. Gene de, boğmadan önce Abdi Paşa'nın
çenesinin kenarına indirdiği yumruğun mor izini derinin üstünde görünce sevindi. Her şeyi
yoluna koyabilmenin çocuksu sevinciyle koşarak aletlerini atının terkisine yerleştirdi.
Geri döndüğünde bıraktığı yerde baş yoktu. İlk anda, gülümseyen başın bir oyunu olarak gördü
bunu. Kafanın kuyuya düştüğünü anlayınca, hiç kararsızlık geçirmeden, en yakın eve koştu,
kapıyı vurarak içerdekileri uyandırdı. İhtiyar bir babayla, genç bir oğulun emirlerine korkuyla
uymaları için, karşılarında cellâtı görmeleri yetti. Sabaha kadar, üçü birlikte, pek de derin
olmayan kuyunun dibinden kelleyi çıkarmaya çalıştılar. Gün ışırken, boğma ipiyle belinden
kuyuya sarkıttıkları oğul, saçlarından tuttuğu kelleyle ve dehşetle bağıra bağıra yeryüzüne
döndü. Kafa parça parça olmuştu, ama ağlamıyordu artık. Cellât huzurla kafayı kuruladı, bal
dolu torbaya bastırdı ve ellerine birkaç kuruş tutuşturduğu babayla oğlunun köyünden
mutlulukla Batıya uzaklaştı.
Güneş doğarken, kuşlar açan bahar ağaçlan arasında cıvıldaşırken, cellât dünyanın yeniden o
eski ve bildik dünya olduğunu, gökyüzü kadar geniş bir sevinç ve yaşama heyecanıyla anladı.
Torbanın içinden hıçkırık sesleri duyulmuyordu artık. Öğle olmadan, çamla kaplı tepelerin
arasındaki bir gölün kıyısında atından indi ve günlerdir beklediği derin ve deliksiz uykuya
mutlulukla yattı.
Uyumadan önce, uzandığı yerden sevinçle kalkmış, göl kıyısına yürümüş ve suyun aynasında
kendi yüzünü seyredip dünyanın yerli yerinde olduğunu bir kere daha anlamıştı.
Beş gün sonra, İstanbul'da, Abdi Paşa'yı iyi tanıyan tanıklar, kıl torbadan çıkarılan kellenin
onun kellesi olmadığını söylerlerken ve yüzün gülümseyen ifadesinin hiç de Paşa'yı
hatırlatmadığını anlatırlarken, cellât gölün aynasında huzurla seyrettiği kendi mutlu yüzünü
hatırlayacaktı. Abdi Paşa'dan aldığı bir rüşvet karşılığında bir başka birinin, sözgelimi, katlettiği
günahsız bir çobanın kellesini torbaya koyup getirdiği, sahtekârlığı anlaşılmasın diye de, yüzü
hırpalayarak bozduğu yolundaki suçlamaları da hiçbir işe yaramayacağını bildiği için
cevaplamadı. Çünkü kendi kellesini gövdesinden ayıracak cellâtın kapıdan girdiğini görmüştü
bile.
Abdi Paşa yerine günahsız bir çobanın kafasının kesildiği söylentisi ise çok çabuk yayıldı; öyle
çabuk ki, Erzurum'a yollanan ikinci cellâtı, konağına kurulan Abdi Paşa karşıladı ve hemen
idam ettirdi onu. Böylece, bazılarının yüzündeki harflere bakarak düzmece olduğunu söylediği
Abdi Paşa'nın yirmi yıl süren ve altı-bin beşyüz kelleye mal olan isyan hareketi başlamış oldu.
YEDİNCİ BÖLÜM HARFLERİN ESRARI VE ESRARIN KAYBI
"Binlerce, bin/erce sır bilinecek
O gizli viiz gösterince kendini."
Attar
Şehirde akşam yemeği vakti geldiğinde, Nişantaşı Meydanında trafik açılıp köşedeki polisin
öfkeli düdüğü dindiğinde, Galip o kadar uzun bir süredir fotoğraflara bakıyordu ki, vatandaş
yüzlerinin içinde uyandırabileceği bütün hüzün, keder ve acı tükenmişti artık; gözlerinden yaş
akmıyordu. Yüzlerin içinde uyandırabileceği neşe, sevinç ve heyecan da tükenmişti; sanki
hayattan bir şey de beklemiyordu. Fotoğraflara bakarken bütün belleğini, umutlarını ve
geleceğini yitirmiş birinin kayıtsızlığını duyuyordu: Aklının bir köşesinde kıpırdanarak, yavaş
yavaş büyüyerek bütün gövdesini saracağa benzeyen bir sessizlik vardı. Mutfaktan getirdiği
peynirle, ekmeği yerken, bayat çayını içerken bile, üzerleri ekmek kırıntılarıyla kaplanan
resimlere baktı. Şehirdeki kararlı ve inanılmaz hareket dinmiş, gecenin sesleri başlamıştı.
Buzdolabının motorunu, sokağın ta öbür ucunda indirilen bir dükkân kepengini, Alaad-n'in
oradan gelen bir kahkahayı duyabiliyordu artık. Bazan, kaldırımlarda hızlı hızlı ilerleyen bir
topuklu ayakkabının sesine dikkat ediyor, bazan bir fotoğraftaki surata bir dehşet ve korku
ifadesiyle, kendisini de yoran bir hayretle bakarken sessizliği de unutuyordu.
Harflerin sırları ile yüzlerin anlamı arasındaki ilişkiyi işte bu sırada düşünmeye başladı: Celâl'in
yüz fotoğrafları üzerine çiziştir-diklerinin anlamını çözmekten çok, Rüya'nın okuduğu polisiye
romanların kahramanlarını taklit etme isteğiyle. "Polis romanlarının, eşyalar içinde sürekli
ipuçları görebilen kahramanları gibi olabilmek için," diye düşünüyordu Galip yorgunlukla,
"İnsanın çevresindeki nesnelerin kendisinden bir sır sakladıklarına inanıvermesi yeter." Celâl'in
Hurufilikle ilgili kitapları, risaleleri, gazete ve dergi kesiklerini ve binlerce resimle fotoğrafı
sakladığı kutuyu kori-
dordaki dolaptan çıkarıp çalışmaya başladı.
Arap harflerinden yapılmış yüzler gördü, gözler vav'lar ve ayın'lardan, kaşlar zcierden ve
rıiardan, burunlar eliflerden yapılmış, Celâl de eski alfabeyi öğrenen iyi niyetli bir öğrencinin
titizliğiyle harfleri teker teker işaretlemişti. Taş baskısı bir kitabın sayfalarında vav'lardan ve
cim'lerden yapılmış ağlayan gözler gördü, cim'in noktası sayfanın dibine damlayan gözyaşıydı.
Eski ve rö-tuşsuz bir siyah beyaz fotoğrafta kaşlardan, gözlerden, burun ve dudaklardan aynı
harflerin kolaylıkla okunabildiğini gördü; fotoğrafın altına bir Bektaşi şeyhinin adını Celâl
okunaklı harflerle yazmıştı. Harflerden yapılmış 'Ah miner aşk!' levhaları gördü, fırtınalarda
çalkalanan kadırgalar, gökten göz, bakış ve dehşet olarak inen yıldırımlar, ağaçların dallarına
karışmış çehreler, her biri ayrı bir harf olan sakallar gördü. Gözleri oyularak fotoğraftan
çıkarılmış soluk yüzler gördü, dudaklarının kenarına bulaşmış günah izleri harflerle işaretlenmiş
masumlar gördü, korkunç geleceklerinin hikâyesi alınlarındaki kırışıklar arasına sıkıştırılmış
günahkârlar gördü. Beyaz idam gömleklerinin ve boyunlarına asılı hüküm zabıtlarının
üzerinden ayaklarının ulaşamadığı toprağa bakan asılmış haydutların ve başbakanların dalgın
ifadesini gördü; ünlü bir sinema artistinin boyalı gözlerinden orospuluğunu okuyanların
yolladığı soluk renkli resimleri ve kendilerini padişahlara, paşalara, Rudolph Valentino ile
Mussolini'ye benzetenlerin benzerlerinin ve kendi fotoğraflarının üzerine işaretledikleri harfleri
gördü. Ce-lâl'in yazdığı bir yazıda, Allah'ın son işareti olan 'h' harfinin özel yer ve anlamlarını
göstererek okuyucularına yolladığı tebliği deşifre edenlerin, 'sabah', 'yüz', 'güneş' kelimeleriyle
bir ay, bir hafta, bir yıl boyunca çizdiği simetrileri açıklayanların, harflerle uğraşmanın puta
tapmaktan farkı olmadığını kanıtlamak için yazılmış uzun okuyucu mektuplarında, Celâl'in
keşfettiği gizli harf oyunlarının işaretlerini gördü. Hurufiliğin kurucusu Esterabadlı Fazlallah'ın
minyatürlerden kopya edilerek üzerine Arap ve Latin harfleri eklenmiş resimlerini, Alaaddin'in
dükkânında satılan gofretlerden ve ayakkabı lastiği sertliğindeki boyalı çiklet paketlerinden
çıkan futbolcuların ve sinema oyuncularının resimlerinin üzerine yazılmış kelimeleri ve harfleri,
okuyucularının Celâl'e yolladıkları katil, günahkâr ve şeyh fotoğraflarını gördü. Üzerleri
harflerle kay-
naşan yüzlerce, binlerce, onbinlerce 'vatandaş' resmi gördü: Son altmış yılda Anadolu'nun her
yerinden, tozla kaplı küçük kentlerden, yazlan güneşten toprağın çatladığı, kışları kar
yüzünden dört ay boyunca aç kurtlardan başka kimsenin uğrayamadığı ücra kasabalardan,
mayına basan erkeklerin yarısının topal gezdiği Suriye sınırındaki kaçakçı köylerinden ve kırk
yıldır yollarının yapılmasını bekleyen dağ köylerinden, büyük şehirlerdeki bar ve pavyonlardan,
mağaralara yerleşmiş salhanelerden, sigara ve esrar kaçakçılarının kahveleriyle, ıssız
demiryolu istasyonlarının 'müdüriyet' odalarından, sığır celeplerinin geceledikleri otel
salonlarıyla, Soğu-koluk'daki kerhanelerden, Celâl'e yollanmış binlerce vatandaş resmi gördü.
Devlet dairelerinin, vilayet binalarının, arzuhalci masalarının yanıbaşına kurulmuş üç ayaklı ve
nazar boncuklu şipşakçı makineleriyle kara bir çarşafın altına giren fotoğrafçının bir simyacı ya
da falcı gibi eczalı camlar, kara kapaklar, pompalar ve körüklerle uğraşarak çalıştırdığı eski
Leicaiarla çekilmiş binlerce fotoğraf gördü. Objektife bakarken vatandaşların belli belirsiz bir
ölüm korkusu ve ölümsüzlük isteğiyle ürpertici bir zaman duygusuna kapıldığını hissetmek güç
değildi. Galip, bu derin isteğin yüzlerde ve haritalarda işaretlerini tanıdığı yıkım ve ölüm ve
yenilgi ve mulsıız-lukla ilgili olduğunu hemen görüyordu. Sanki mutluluk yıllarını izleyen büyük
yenilgiden sonra, patlayan bir yanardağın saçtığı küller ve toz, geçmişin üzerini olanca
kalınlığıyla örtmüştü de, anıların bu gizli ve kaybolmuş esrarlı anlamını ortaya çıkarabilmek için
onların yüzlere bulaşmış işaretlerini Galip'in okuyup çözmesi gerekiyordu.
Bazı fotoğrafların Celâl'in ellili yılların başında bilmeceler, film eleştirileri ve 'İster İnan İster
İnanma' köşesiyle birlikte sorumluluğunu üzerine aldığı 'Yüzünüz Kişiliğiniz' köşesine
yollandığı, arkalarına yazılmış bilgilerden anlaşılıyordu; bazılarının daha sonraki yıllarda Celâl'in
köşe yazılarında yaptığı bir çağrıya uymak için (Okurlarımızın fotoğraflarını görmek ve
bazılarını da bu köşede yayımlamak istiyoruz!) ve bazılarının da, kutulardan çıkardığı kâğıtlar,
mektuplar ve fotoğraf arkalarındaki yazılardan, Galip'in okudukça içeriğini tam olarak
sökemediği bazı mektuplara cevap olarak yollandığı anlaşılıyordu. Uzak bir geçmişteki bir anıyı
hatırlar ya da ufukta belli belirsiz gözüken uzak bir kara parçası
275 '
üzerinde bir an çakıp parlayan bir yıldırımın yeşilimsi ışığına bakar gibi, kameraya bakmışlardı;
karanlık bir bataklıkta ağır ağır batmakta olan kendi geleceklerini alışkın gözlerle seyreder gibi,
kaybettikleri belleklerinin bir daha hiç geri gelmeyeceğinden kuşkusu olmayan unutkanlar gibi:
Galip, bu yüz ifadelerindeki sessizliğin aklının bir köşesinde büyüdüğünü hissederken, Celâl'in
yıllardır bütün bu resimleri, kesikleri, yüzleri, bakışları neden harflerle doldurmuş olabileceğini
apaçık seziyor, ama bu nedeni kendi hayatını Celâl'in ve Rüya'nın hayatına bağlayan bağa, bu
hayalet evden çıkışın ve kendi geleceğinin hikâyesinin bir anahtarı olarak kullanmak istediği
zaman, tıpkı fotoğraflarda gördüğü suratlar gibi, bir an durgunlaşıyor, olayları birbirine
bağlaması gereken aklı, yalnızca harflerle yüzler arasına sıkışmış bir anlamın sisleri içinde
kayboluyordu. Yüzlerce okuyacağı ve yavaş yavaş içine gireceği dehşete işte böyle böyle
yaklaşmaya başladı.
Taşbaskısı kitaplardan, imlâ hatalarıyla dolu risalelerden Hurufiliğin kurucusu ve peygamberi
Fazlallah'ın hayatını okudu. Horasan'da, Hazer Denizi yakınlarındaki Esterabad'da 1339'da
doğmuştu. On sekiz yaşındayken kendini tasavvufa vermiş, hacca gitmiş, Şeyh Hasan adlı
birinin müridi olmuştu. Azerbaycan'da, İran'da şehir şehir gezerek görgüsünü nasıl artırdığını,
Tebriz'deki, Şirvan'daki, Baku'deki şeyhlerle neler konuştuklarını okurken Galip, kendi hayatına
da, bu tür taşbaskısı kitapların dediği gibi 'yeniden başlamak' için içinde karşı konulmaz bir
istek duydu. Fazlallah'ın kendi geleceğine ve ölümüne ilişkin sonradan gerçekleşen öngörüleri,
Galip'e başlamak istediği yeni hayatı yaşayacak herhangi birinin başından geçecek sıradan
olaylar gibi gözüktü. Fazlallah ilk rüya yorumlarıyla ünlenmişti. Bir keresinde, rüyasında iki
hüdhüd kuşunu, kendisini ve Süleyman Peygamberi görmüş, kuşlar ağaçtan bakarken ağacın
altında uyuyan Fazlallah ile Süleyman Peygamber'in rüyaları birbirine karışmış, böylece,
ağaçtaki iki kuş da tek bir hüdhüd kuşu olmuştu. Bir başka seferinde, rüyasında çekildiği
mağarada kendisini ziyarete gelecek bir dervişi görüyor, sonradan, gerçekten kendisini ziyaret
eden o derviş de. Fazlallah'a rüyasında onu gördüğünü söylüyordu: Mağarada bir kitabın
sayfalarını birlikte çevirdiklerinde harflerin içinde kendi yüzlerini, birbirlerine dönüp
baktıklarında ise yüzlerinin içinde kitap-
taki harfleri görüyorlardı.
Fazlallah'a göre ses, varlık ile yokluk arasındaki ayrım çizgi-siydi. Gayb âleminden maddi
âleme geçip, elle dokunulabilir olan her şeyin çıkartacağı bir ses vardı çünkü: 'En sessiz'
nesneleri bile birbirine çarpmak bunu anlamaya yeterdi. Sesin en gelişmiş şekli ise tabii ki
'söz'dü, 'kelâm' denen yüce şeydi, 'kelime' denen sihirdi ve o da harflerden oluşuyordu.
Varlığın özü, anlamı ve Allahın yeryüzünde görünüşü demek olan harfleri ise insan yüzünde
apaçık seçmek mümkündü. Yüzlerimizde doğuştan gelen iki kaş, dört kirpik ve bir de saç
çizgisinden oluşan yedi hat vardı. Bu işaretlere, sonradan, ergenlikle birlikte, 'geç açan' burun
çizgisi de eklendiğinde, harfler on dört ediyor, bu hatların hayâli varlığı ile ondan daha şiirsel
olan gerçek görüntüsü de iki olarak hesaba katılınca, Muhammed'in konuştuğu, Kuran'ın dile
geldiği yirmi sekiz harfin hiç de rastlantı olmadığı anlaşılıyordu. Fazlallah'ın konuştuğu ve ünlü
kitabı 'Cavidanname'yi yazdığı Farsça'daki otuz iki harfe varmak için saçları ve çene altındaki
hattı daha bir dikkatle inceleyip, ikiye ayırıp, iki ayrı harf olarak görmek gerektiğini
okuduğunda Galip kutulardan bulup çıkardığı bazı fotoğraflardaki yüzlerin ve saçların niye bin
dokuzyüz otuzların Amerikan filmlerinde briyantinli oyuncuların yaptığı gibi ortadan ikiye
ayrıldığını anladı. Her şey çok basit gözüküyordu ve Galip bir anda bu çocuksu yalınlıktan
hoşlanarak bir kere daha Celâl'i harf oyunlarına çeken şeyin ne olduğunu anladığını hissetti.
Tıpkı CelâPin hikâyesini yazdığı 'O' gibi, Fazlallah kendini bir kurtarıcı, bir peygamber,
museviler'in beklediği Mesih, hıristi-yanlar'ın gökten inişine hazırlandıkları ve Muhammed'in
müjdelediği Mehdi olarak ilan etmiş, İsfahan'da kendisine inanan yedi kişiyi çevresine
topladıktan sonra, dinini yaymaya başlamıştı. Galip, Fazlallah'ın şehir şehir gezerek dünyanın
anlamını ilk bakışta teslim eden bir yer olmadığını, sırlarla kaynaştığını, bu sırlara ulaşabilmek
için harflerin esrarını bilmek gerektiğini vaaz ettiğini okurken bir iç huzuru duydu: Beklediği ve
hep istediği gibi, kendi dünyasının da sırlarla kaynaştığı kolaylıkla kanıtlanmıştı sanki. Galip
duyduğu iç huzurunun, bu kanıtın basitliğiyle ilgili olduğunu da seziyordu: Dünyanın sırlarla
kaynaşan bir yer olduğu doğruysa, masanın üzerinde gördüğü kahve fincanının, küllüğün,
kitap açacağı-
nın ve*hatta açacağın yanında dalgın bir yengeç gibi dinlenen kendi elinin de işaret ettiği ve
bir parçası olduğu gizli dünyanın varlığı gerçekti. Rüya bu dünyadaydı. Galip bu dünyanın
eşiğindeydi. Az sonra, harflerin sırrıyla içeri girecekti.
Bunun için dikkatle biraz daha okuması gerekiyordu. Fazlal-lah'm hayatını ve ölümünü,
yeniden okudu. Kendi ölümünü rüyasında gördüğünü ve ölümüne bir rüya görür gibi gittiğini
anladı. Allaha değil, harflere, insanlara ve putlara tapıyor, kendini Mehdi ilan ediyor ve
Kuran'ın gerçek ve görünen anlamına değil gizli ve görünmez anlamı dediği kendi hayâllerine
iman ediyor diye zındıklıkla suçlanmış, yakalanmış, yargılanmış ve asılmıştı.
Fazlallah'ın ve yakınlarının öldürülmesinden sonra İran'da tutunmakta zorlanan Hurufılerin
Anadolu'ya geçişi, Fazlallah'ın halifelerinden şair Ncsimî sayesinde olmuştu. Fazlallah'ın
kitaplarıyla Hurufiliğe ilişkin elyazmalarını sonraları Hurufıler arasında efsanevi bir nitelik
kazanacak yeşil bir sandığa yükleyen şair, Anadolu'yu şehir şehir gezerek, örümceklerin
uyukladığı ücra medreselerde, kertenkelelerin kaynaştığı miskin tekkelerinde yeni yandaşlar
bulmuş, yetiştirdiği halifelerine yalnız Kuran'ın değil, dünyanın da sırlarla kaynaştığını
göstermek için, çok sevdiği satranç oyunundan çıkarılmış kelime ve harf oyunlarına
başvurmuştu. İki mıs-rada, sevgilisinin yüzündeki hattı ve beni harfle noktaya, bu harfle
noktasını deniz dibindeki süngerle inciye, kendisini bu inci peşinde ölen dalgıca, ölüme istekle
dalan bu dalgıcı Tanrıya koşan âşığa ve böylece, daireyi tamamlayarak, Tanrıyı da sevgilisine
benzeten şair Nesimi, Halep'te tutuklanmış, uzun uzun yargılanmış, derisi yüzülerek
öldürülmüş, ölüsü asılarak şehirde teşhir edildikten sonra, yedi parçaya ayrılan cesedi ibret
olsun diye kendine taraftar bulduğu ve şiirlerinin ezberlendiği yedi ayrı şehire gömülmüştü.
Nesimi'nin etkisiyle Bektaşiler arasında Osmanoğlu ülkesinde hızla yayılan Hurufilik,
İstanbul'un fethinden on beş yıl sonra, Fatih Sultan Mehmet'i de heyecanlandırmıştı. Padişahın
elinde Fazlallah'ın risaleleri, dünyanın esrarından, harflerin sorduğu sorulardan ve yeni
yerleştiği sarayından seyrettiği Bizans'ın sırlarından sözettiğini, elleriyle bir bir işaret ettiği her
bacanın, her kubbenin, her ağacın yer altındaki başka bir âlemin esrarına nasıl
278 '
anahtar olabileceğini araştırdığını çevresindeki ulema öğrenince, bir kumpas düzenleyip
Sultana yakınlaşabilen Hurufileri diri diri yaktırmışlardı.
II. Dünya Savaşının başında, Erzurum yakınlarında, Horasan'daki bir matbaada gizlice basıldığı
elyazısıyla son sayfasına eklenmiş bir nottan anlaşılan (ya da öyle anlaşılsın istenen) bir küçük
kitapta, Galip, Fatih'in oğlu II. Beyazıt'a yapılan başarısız suikasttan sonra, boynu vurulan ve
yakılan Hurufileri yanarken gösteren bir resim gördü. Başka bir sayfada, Kanuni Süleyman'ın
sürgün enirine boyun eğmediği için yakılan Hurufiler de aynı çocuksu çizgilerle ve aynı dehşet
トルコ語文献の1テキストを読みました。