Kara Kitap - 23

合計単語数は 2700 です
一意の単語の合計数は 1705 です
28.0 の単語が最も一般的な 2000 単語に含まれています
38.9 の単語が最も一般的な 5000 語に含まれています
47.6 の単語が最も一般的な 8000 単語に含まれています
各行は、最も一般的な単語 1000 個あたりの単語の割合を表します。
motoru dik ve çamurlu bir yokuşta vites değiştiren eski ve yüklü bir kamyonun hüzünlü
yorgunluğuyla inledi ve her yer kapkaranlık oldu. Elektrik kesilmelerine alışık bütün
İstanbullular gibi Galip "şimdi gelir" umuduyla kucağında gazete kesikleriyle dolu dosyalar,
koltukta uzun bir süre kıpırdamadan oturdu. Apartmanın yıllardır unuttuğu kendi iç seslerini,
kaloriferlerdeki tıkırtıyı, duvarların sessizliğini, parkelerin gerinişini, musluklardaki ve su
borularında-
ki iniltiyi, yerini unuttuğu bir saatin boğuk tiktaklarını, apartman aralığından gelen ürpertici
uğultuyu dinledi. Karanlıkta elyorda-mıyla'Celâl'in odasına girdiğinde çok vakit geçmişti.
Elbiselerini çıkarırken, CelâPin pijamalarını giyerken dün gece pavyonda rastladığı acıklı
yazarın tarihi hikâyesinde bir kahramanın ötekinin karanlık sessiz ve boş yatağına uzanıverdiği
geldi aklına. Yatağa girdi, ama hemen uyuyamadı.
İKİNCİ BÖLÜM UYUYAMIYOR MUSUNUZ?
"Rinalarımız bir ikinci havamı:" Gerard de Nerval
Yatağınıza girdiniz. Tanıdığınız eşyalar arasında kendi kokunuz ve anılarınızla dolu çarşaflar,
battaniyeler arasına yerleştiniz, başınız yastığınızın tanıdık yumuşaklığını buldu, yania
döndünüz, bacaklarınızı karnınıza çekerken boynunuzu one eğdiniz, yastığın serin yüzü
yanağınızı serinletti: Birazdan, birazdan uyuyacak, karanlığın içinde hepsini, hepsini
unutacaksınız.
Hepsini unutacaksınız: Sizden üstün olanların acımasız gücünü, söylenmiş o düşüncesizce
sözleri, budalalıkları, yetiştiremediği-niz işleri, anlayışsızlığı, ihaneti, haksızlığı, aldırışsızlığı. sizi
suçlayanları ve suçlayacak olanları, parasızlığınızı, hızla geçen zamanı, hiç geçmeyen zamanı,
kavuşamadıklarınızı, yalnızlığınızı, utancınızı, yenilgilerinizi, zavallılığınızı, acıklı halinizi,
felâketleri, felâketlerin hepsini, hepsini birazdan unutacaksınız. Unutacağınız için
memnunsunuz. Bekliyorsunuz.
Sizinle birlikte çevrenizdeki eşyalar karanlığın ya da yarı karanlığın içindeki o alelade ve tamdık
dolaplar, çekmeceler, kaloriferler, masalar, sehpalar, sandalyeler, kapalı perdeler, çıkarıp
attığınız elbiseler, sigara paketiniz, ceketinizin cebindeki kibritle el çantanız, saatiniz; onlar da
bekliyorlar.
Bekİerken tanıdık sesler duyuyorsunuz; mahalleden geçen bir otomobilin bildik parke taşlarının
ve yol kenarındaki su birikintilerinin üzerinden geçişini, yakınlarda bir yerde kapanan bir sokak
kapısını, eski buzdolabının motorunu, çok uzakta havlayan köpekleri, taa deniz kıyısından
gelen sis düdüğünü, muhallebicinin ansızın kapanan kepengini. Uyku ve rüya çağrışımlarıyla,
mutlu unutu-şun yeni dünyasına açılan anılarla dolu bu sesler, her şeyin yolunda gittiğine,
birazdan onları da çevrenizdeki eşyalar ve sevgili yatağınızla birlikte unutup başka bir âleme
gideceğinizi size hatırlatıyor. Hazırsınız.
Hazırsınız; sanki vücudunuzdan, sevgili bacaklarınız ve kalçalarınızdan, hatta daha yakındaki
kollarınız ve ellerinizden de uzaklaştınız. Hazırsınız ve hazır olduğunuz için o kadar
memnunsunuz ki, gövdenizin bu yakın uzantılarının bile artık yardımına gerek duymuyor,
gözleriniz kapanırken yakında onları da unutacağınızı biliyorsunuz.
- Kapanmış gözlerinizin altında, yumuşacık bir kas hareketiyle gözbebeklerinizin ışıktan iyice
uzaklaştığını biliyorsunuz. Sanki tanıdık kokular ve seslerin çağrışımlarıyla her şeyin yolunda
gittiğini bilen gözbebekleriniz, şimdi odadaki belli belirsiz ışığı değil, gittikçe gevşeyerek huzura
giren aklınızın içindeki bir ışığın havai fişekler gibi açan renklerini gösteriyor size: Mavi lekeler,
mavi yıldırımlar, mor dumanlar, mor kubbeler görüyorsunuz; titreyen lacivert renk dalgalarını,
eflatun renkli çağlayanların gölgelerini, yanardağ ağzından akan erguvani lavların salmışını,
sessizce parlayan yıldızların Prusya mavisini görüyorsunuz. Renkler ve biçimler birbirlerini
sessizce tekrarlayarak, bir kaybolup yine ortaya çıkarak, yavaş yavaş değişerek, unutulmuş ve
hiç olmamış bazı sahneleri, bazı anıları gösteriyorlar size, aklınızın içindeki renkleri
seyrediyorsunuz.
Ama uyuyamıyorsunuz da.
Bu gerçeği itiraf etmek için çok erken değil mi daha? Huzurla uyuduğunuz zamanlarda
düşündüğünüz şeyleri aklınıza getirin: Hayır, bugün ne yaptığınızı ve yarın ne yapacağınızı
değil, içinden geçerek sizi uykunun unutuşuna kavuşturan o tatlı anları düşünün: İşte herkes
sizin dönüşünüzü beklerken en sonunda geri geliyorsunuz ve çok seviniyorlar; hayır hiç
gelmiyorsunuz geri, çantanızda en sevdiğiniz şeyler, karlı telgraf direkleri arasından giden bir
trendesiniz; aklınıza gelen o güzel sözleri, zekice cevapları verince hepsi hatalarını anlıyor,
susuyor ve size gizli de olsa bir hayranlık duyuyorlar; sevdiğiniz güzel gövdeye sarılıyorsunuz,
o gövde de size; unutamadığınız bahçeye dönüp dallardan olgun kirazlar toplu-yorsunuz; yaz
geliyor, kış geliyor, bahar geliyor; sabah geliyor, mavi bir sabah, güzel bir sabah, güneşli bir
sabah, yolunda, mutlu bir sabah... Ama hayır, uyuyamıyorsunuz.
O zaman benim gibi yapın: Kolunuzu bacağınızı onları hiç huzursuz etmeden usulca
kıpırdatarak yatağınızda hafifçe dönün, başınız
yastığın öteki ucunu bulsun, yanağınız yastığın serin bir köşesini. Sonra, yedi yüz yıl önce
Bizans'tan Moğol Hakanı Hülâgü'ye gelin olarak yollanan Prenses Mariya Palaeologina'yı
düşünün. Sizin yaşadığınız bu şehirden, Konstantinopolis'ten ta İran'a Hülâ-gü'yle evlenmeye
yollanmış, daha oraya varmadan Hülâgü ölünce, yerine tahta geçen oğlu Abaka ile evlenmiş,
İran'daki Moğol sarayında on beş yıl yaşamış, kocası öldürülünce sizin de üstünde huzurla
uyumak istediğiniz bu tepelere geri dönmüştü. Prenses Mariya'yi içinizde iyice hissedene kadar
onun yola çıkışındaki hüznü düşünün, geri dönüşündeki, dönüşte yaptırıp içine kapandığı Haliç
kıyısındaki kilisede geçen günlerini düşünün. Handan Sultan'in cücelerim düşünün. I. Sultan
Ahmet'in annesi çok sevdiği bu dostlarını mutlu edebilmek için onlara Üsküdar'da bir cüceler
evi yaptırmış, yıllarca burada yaşayan bu dostları daha sonra gene Sultandan aldıkları bir
destekle kendilerini bilinmeyen bir ülkeye, haritada bile yerini bulamadıkları bir cennete
götürecek bir kalyon yapıp, suya indirip İstanbul'dan uzaklaşmışlardı. Yolculuk sabahı
dostlarından ayrılan Handan Sultan'm kederiyle, ona kalyondan mendil sallayan cücelerin
hüznünü, sanki siz de birazdan İstanbul'dan, çok sevdiklerinizden ayrılıyormuşsunuz gibi
düşünün.
Bunlar da uyutmazsa beni, sevgili okurlarım, ben ıssız bir ge-ceyarısı, ıssız bir istasyonun
peronunda aşağı yukarı yürüyerek bir türlü gelmeyen bir treni bekleyen tedirgin adamı
düşünürüm; adamın nereye gideceğine karar verdiğimde ben o adam olmuşumdur. Yedi yüzyıl
önce, İstanbul'u işgal eden Greklerin şehre girmelerini sağlayacak Silivrikapı'daki geçitte
yeraltında çalışanları düşünürüm. Nesnelerin ikinci anlamlarını keşfeden adamın şaşkın-- lığını
hayâl ederim. Dünyanın içinde açılan ikinci dünyayı düşler, her şeyin ikinci anlamı bana ağır
ağır açılırken bu yeni dünyada yeni anlamlar arasında nasıl sarhoş olacağımı kurarım.
Hafızasını kaybeden adamın mutlu şaşkınlığını düşünürüm. Hiç tanımadığım bir hayalet şehire
bırakıldığımı düşünürüm; bir zamanlar milyonlarca insanın yaşadığı mahalleler, caddeler,
camiler, köprüler, gemiler her şey, her şey bomboştur ve ben o hayâletimsi boş alanlarda
yürüdükçe gözyaşlarıyla kendi geçmişimi ve kendi şehrimi hatırlıyor, ağır ağır kendi
mahalleme, kendi evime, içinde uyumaya çalıştığım yatağıma doğru yürüyorumdur. Rosette
taşı üzerindeki hi-
yeroglifı çözmek için gece yatağından kalkıp, uykudagezenlerin dalgınlığıyla kendi belleğimin
karanlık dehlizlerinde dolaşan, çıkmaz sokaklara girip tükenmiş anılarla karşılaşan Francois
Cham-pollion olduğumu düşünürüm. İçki yasağım denetlemek için bir gece sarayında kıyafet
değiştiren IV. Murat olduğumu düşünür, kılık değiştirmiş muhafızlarımla birlikteyken kimsenin
bana zarar veremeyeceğinin gizli güveniyle camilerde, hâlâ açık tek tük dükkânlarda, gizli
geçitlerdeki miskinhanelerde pinekleyen kullarımın hayatını sevgiyle seyretmeye koyulurum.
Sonra, geceyansı, kapı kapı dolaşarak on dokuzuncu yüzyılda en son Yeniçeri isyanlarından
birine hazırlık olsun diye, esnafa gizli bir şifrenin ilk ve son hecelerini fısıldayan bir yorgancı
çırağı olmuşumdur. Ya da yasaklanmış bir tarikatın uykuya dalmış meczuplarını yıllar süren
suskunluk ve uykudan uyandıran medreseli bir haberciyimdir. •
Hâlâ uyuyamamışsam sevgili okurlarım, anılarının izini sürerek kaybettiği sevgilisinin suretini
arayan mutsuz âşık olur, şehrin her kapısını açar, afyon içilen her odada, hikâye anlatılan her
mecliste, şarkı söylenen her evde kendi geçmişimin ve sevgilimin izlerini ararım. Bu uzun
yolculuklarım sırasında hafızam ve hayâl gücüm ve oradan oraya sürüklenen benim hayâllerim
yorgun düşüp pes etmemişse hâlâ, en sonunda, uykuyla uyanıklık arasındaki o mutlu belirsizlik
anlarının birinde önüme çıkan ilk tanıdık mekâna, uzak bir dostun evine ya da yakın bir
akrabanın boş kalmış konağına girer, belleğimin unutulmuş köşelerini yoklar gibi kapıları aça
aça bulduğum odaların sonuncusuna girer, mumu söndürür yatağa yatıp, uzak, yabancı ve
tuhaf nesneler arasında uyurum.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ŞEMSİ TEBRİZİ'Yİ KİM ÖLDÜRDÜ?
"Ne kadar saman arayacağım seni ev ev, kapı kapı? Ne kadar zaman köşeden köşeye, sokak
sokak?"
Mevlâna
Galip uzun süren derin bir uykudan sabah huzurla uyandığında, tavandan sarkan altmış yıllık
lamba, sararmış bir kâğıt rengiyle yanıyordu. Üzerinde Celâl'in pijaması, Galip evdeki açık
lambaları söndürdü, kapının altından atılmış Milliyet'i alıp Celâl'in çalışma masasına oturup
okudu: Bugünkü köşe yazısında cumartesi öğleden sonra gazeteye gittiğinde okuduğu yanlışı
görünce ('kendiniz olmakta'yı, 'kendimiz olmakta' olarak yazmışlardı), eli kendiliğinden
çekmeceye uzanıp yeşil bir tükenmez kalem buldu ve yazıyı düzeltmeye başladı. Yazıyı
bitirdiğinde Celâl'in de her sabah üzerinde bu mavi çubuklu pijamayla bu masaya oturup aynı
kalemle düzeltmeler yaparken sigara içtiği aklına geldi.
İçinde her şeyin yolunda gittiğine ilişkin bir inanç vardı. Uykusunu aldıktan sonra zorlu bir
güne güvenle başlayacak biri gibi iyimserlikle kahvaltısını yaparken kendisiyle dopdoluydu ve
sanki başka biri olmasına gerek de yoktu.
Kahvesini hazırladıktan sonra, koridordaki dolaptan çıkardığı köşe yazıları, mektuplar ve
gazete kesikleriyle dolu bazı kutuları çalışma masasının üzerine yerleştirdi. Bütün dikkatini
vererek inançla önündeki kâğıtları okursa aradığı şeyi en sonunda bulacağından kuşkusu yoktu
hiç.
Celâl'in Galata Köprüsünün dubaları içinde yaşayan kimsesiz çocukların vahşi hayatına,
yetimhanelerdeki kekeme ve canavar müdürlere, Galata Kulesinden suya atlar gibi göğe
atlayan kanatlı hezarfenlerin uçuş yarışmasına, oğlancılığın tarihine ve günümüzde bu işin
ticaretini yapanlara ilişkin köşe yazılarını okurkerr Galip, yazılara gösterilmesi gereken sabır ve
dikkati kendinde buldu. İstanbul'a ilk gelen T modeli Ford'un şoförlüğünü yapan Beşiktaşlı
makineci çırağının anılarını, İstanbul'da neden her mahallede
müzikli saat kuleleri dikilmesi gerektiğini, Binbir Gece Masalla-rı'ndaki harem kadınlarıyla köle
zencilerin buluştuğu sahnelerin Mısır'da yasaklanmasının tarihi anlamını, eski atlı tramvaylara
hareket halinde binebilmenin yararlarını ve papağanların neden İstanbul'dan kaçıp kargaların
geldiğini ve bu yüzden kar yağışlarının başladığını açıklayan hikâyeyi de Galip aynı iyi niyet ve
güvenle okudu.
Okudukça, bu yazıları ilk okuduğu günleri hatırlıyor, arada bir kâğıt parçasına notlar alıyor,
bazan bir cümleyi, bir paragrafı ya da bazı kelimeleri yeniden okuyor, bitirdiği köşe yazısını
kutuya geri koyarken sevgiyle bir yenisini çekip çıkartıyordu.
. Güneş odanın içine değil yalnız pencerelerin kenarlarına vuruyordu. Perdeler açılmıştı. Karşı
apartmanın çatısından sarkan buzların ucundan, pislik ve karla dolmuş olukların kenarından
sular damlıyordu. Kiremit kırmızısı ve kirli kar rengi bir damın üçgeniyle, karanlık dişleri
arasından linyit dumanları çıkan uzun bir bacanın dikdörtgeni arasından mavi ve parlak bir gök
gözüküyordu. Galip okumaktan yorulan gözlerini bu üçgenle dörtgen arasına diktiğinde,
maviliği hızlı uçuşlarıyla kesen kargaları görüyor, başını önündeki kâğıda çevirdiğinde Celâl'in
de yazılarını kaleme alırken yorulduğunda aynı yere bakıp aynı kargaların uçuşunu seyrettiğini
anlıyordu.
Çok sonra, güneş artık karşı apartmanın perdeleri çekili karanlık pencerelerine vururken
Galip'in iyimserliği dağılmaya başladı. Eşyalar, kelimeler, anlam, her şey hâlâ yerli yerindeydi
belki, ama onları birlikte tutan daha derin bir gerçekliğin çekip gittiğini Galip okudukça acıyla
hissediyordu. Celâl'in Mehdiler, sahte peygamberler, düzmece padişahlar üzerine yazdıklarını
okuyordu, Mevlâna ve Şemsi Tebrizi ilişkisi üzerine, Şemsi Tebrizi'den sonra 'bu büyük şairin'
yakınlaştığı kuyumcu Selâhaddin ve onun ölümünden sonra da yerini tutan Çelebi Hüsamettin
üzerine Celâl'in yazdıklarını okuyordu. İçinde biriken tatsızlık duygusundan çıkmak için 'İster
İnan İster İnanma' köşesine yazdıklarını okuyor, Sultan İbrahim'in başvezirine bir beyit
yazarak hakaret ettiği için bir eşeğe bağlanarak bütün İstanbul'da dolaştırılan şair Figani'nin ve
kızkardeşlerinin her biriyle evlenerek istemeden her birinin ölümünü hazırlayan Şeyh Eflâki'nin
hikayesiyle oyalanamiyordu. Öte-
ki kutudan çıkardığı mektupları okurken, Celâl'le ne kadar çok ve ne kadar değişik insanların
ilgilendiğini, tıpkı çocukluğundaki gibi hayretle görüyor, ama para isteyenlerin, birbirlerini
suçlayanların, polemiğe girdiği öteki köşe yazarlarının karılarının orospu olduğunu
açıklayanların, gizli tarikatların kumpaslarıyla, bölge tekel alım müdürlerinin yediği rüşvetleri
ihbar edenlerin, aşklarını ve nefretlerini ilân edenlerin mektupları Galip'in içinde biriken
güvensizlik duygusunu beslemekten başka bir işe yaramıyordu.
Her şeyin, masaya otururken aklındaki Celâl imgesinin yavaş yavaş değişmesiyle ilgili
olduğunu biliyordu. Sabah eşyalar ve nesneler anlaşılır bir dünyanın uzantılarıyken, Celâl de,
yıllardır yazılarını okuduğu, bilinmeyen yanlarını 'bilinmeyen yan' olarak uzaktan anlayıp
benimsediği biriydi. Öğleden sonra, alt kattaki jinekologun muayenehanesine asansörün
durmadan hasta ve gebe kadın taşımaya başladığı saatlerde Galip aklındaki bu Celâl imgesinin
tuhaf bir şekilde daha 'eksik' bir imgeye dönüştüğünü anladığında, oturduğu masanın,
çevresindekLeşyaların ve odanın bütünüyle değiştiğini hissetti., Eşyalar artık sırları kolay kolay
çözülemeyecek bir dünyanın hiç de dost gözükmeyen tehlikeli işaretleriydiler.
Bu değişimin Celâl'in Mevlâna üzerine yazdıklarıyla yakından bağlantılı olduğunu anladığı için,
Galip konunun üzerine gitmeye karar verdi. Kısa sürede CelâPin Mevlâna üzerine yazdığı köşe
yazılarının hepsini ortaya çıkardı ve hızla okumaya başladı.
Celâl'i gelmiş geçmiş en etkili mutasavvıf şaire bağlayan şey, ne on üçüncü yüzyılda Konya'da
Farsça yazılmış şiirlerdi, ne de ortaokul ahlâk derslerinde öğretilen erdemlere örnek olsun diye
bu şiirlerden seçilen beylik mısralar. Bir yığın sıradan yazarın kitabının ilk sayfasını süsleyen
'seçme' inciler kadar, turistlerin ve kartpostal şirketlerinin vazgeçemedikleri çıplak ayaklı ve
eteklikli Mevlevi ayinleri de Celâl'in ilgisini çekmemişti hiç. Yedi yüzyıl boyunca, hakkında on
binlerce cilt şerh yazılan Mevlâna ve ölümünden sonra yayılan tarikatı, Celâl'i, bir köşe
yazarının kullanıp yararlanması gereken bir ilgi odağı olarak heyecanlandırmıştı yalnızca.
Mevlâna'da Celâl'i en çok ilgilendiren şey, hayatının bazı dönemlerinde bazı erkeklerle kurduğu
'cinsel ve mistik' yakınlıklarla bunların hikâyelerine de yansıyan esrarı ve sonuçlarıydı.
Konya'da babasından devraldığı şeyhlik makamında oturur-
ken yalnız müridlerinin değil, bütün şehrin hayranlıkla sevdiği Mevlâna, kırk beş
yaşlarındayken ne bilgisi, ne değerleri, ne de hayata bakışı kendisininkine benzeyen, Şemsi
Tebrizi adlı şehir şehir gezen bir dervişin etkisi altına girmişti. Celâl'e göre hiç de an-
laşılamayacak bir davranıştı bu. Yedi yüzyıl boyunca yorumcuların bu ilişkiyi 'anlaşılır' hale
sokmak için yazdıkları 'açıklamalar' da bunun bir kanıtıydı. Şems'in kaybolmasından ya da
öldürülmesinden sonra Mevlâna öbür müridlerinin isyanına rağmen, bu sefer iyice bilgisiz,
özelliksiz bir kuyumcuyu kendine halife tayin etmişti. CelâPe göre, herkesin kanıtlamaya
çalıştığı gibi Tebrizli Şems'in 'çok kuvvetli bir sufiyane cezbeye' sahip olmasının değil,
Mevlâna'nın kendi ruhsal ve cinsel durumunun belirtilerini gösteren bir başka işaretti bu seçim.
Nitekim, bu ikinci halifenin ölümünden sonra Mevlâna'nın, kendine 'hemdem' olarak seçtiği
üçüncü halife, ikincisini aratmayacak kadar özelliksiz ve parlaklıktan yoksundu.
Celâl'e göre, yüzyıllardır yapıldığı gibi, 'anlaşılmaz' gözüken bu üç ilişkiyi 'anlaşılır' kılmak için
çeşitli kulplar takmak, 'halifelerin' her birine taşıyamayacakları gerçekdışı erdemler
yakıştırmak, hele bazılarının yaptıkları gibi, onların Muhammed'in, Ali'nin soyundan geldiklerini
kanıtlayacak sahte şecereler düzmek, Mevlâna ile ilgili çok önemli bir özelliği gözden
kaçırmaktı. Celâl, Mevlâna'nın eserine de yansıdığını söylediği bu özelliği Konya'da her yıl
düzenlenen anma gününe rastlayan bir pazar yazısında anlatmıştı. Çocukluğunda, dinle ilgili
bütün yazılar gibi sıkıcı bulduğu ve ya-yımlanışını yalnızca o yıl çıkarılan Mevlâna pulları dizisi
(on beş kuruşlukları pembeydi, otuzluklar mavi ve az bulunan altmış kuruşluklar yeşil)
yüzünden hatırladığı bu yazıyı yirmi iki yıl sonra yeniden okurken Galip çevresindeki eşyaların
değiştiğini bir daha hissetti.
Celâl'e göre, yorumcuların kitaplarının baş köşelerine oturttukları ve binlerce kere anlattıkları
gibi Mevlâna'nın gezgin derviş Şemsi Tebrizi'yi Konya'da görür görmez onu etkilediği ve ondan
etkilendiği bir gerçekti. Ama, sanıldığı gibi, Şemsi Tebrizi'nin ortaya bir soru atmasıyla
başlayan o ünlü 'diyalog'dan sonra Mevlâna bu adamın bir bilge olduğunu hemen anladığı için
değildi bu. Aralarında geçen konuşma, en yavan tasavvuf kitaplarında bile
binlerce örneği görülen sıradan bir 'alçakgönüllülük meseli'ne dayanıyordu. Denildiği kadar bir
bilge kişiyse eğer Mevlâna, bu kadar sıradan bir 'mesel'den etkilenmez, olsa olsa etkilenmiş
gibi yapardı.
O da öyle yapmış, Şems'de derin bir kişilikle, etkileyici bir ruhla karşılaşmış gibi davranmıştı.
Celâl'e göre kırk beş yaşlarındaki Mevlâna'nın o yağmurlu gün gerçekten böyle bir 'ruh' ile
karşılaşmaya, kendi suretini yüzünde göreceği birisine ihtiyacı vardı çünkü. Böylece, Şems'le
karşılaşır karşılaşmaz kendisini aradığı kişinin bu olduğuna inandırmış, Şems'i de gerçek yüce
kişiliğin kendisi olduğuna inandırması da tabii, hiç de zor olmamıştı. 23 Ekim 1244'teki bu
karşılaşmadan hemen sonra, bir medrese hücresine kapanmışlar, altı ay oradan hiç
çıkmamışlardı. Bir medrese hücresinde altı ay ne yaptıkları, ne konuştukları sorusunu,
Mevlevilerin çok az değindikleri bu İâik' soruyu, Celâl dindar okurlarını daha fazla
öfkelendirmemek için yazısında dikkatle bir kurcaladıktan sonra, asıl konusuna geçiyordu.
Mevlâna bütün hayatı boyunca kendisini harekete geçirecek, kendisini alevlendirecek bir '
öteki'ni, kendi yüzünü ve ruhunu yansıtacak bir aynayı aramıştı. Hücrede yaptıkları ve
konuştukları şeyler, bu yüzden, tıpkı Mevlâna'nın eserleri gibi, birden fazla kişinin kılığına
bürünmüş tek bir kişinin ya da tek kişi kılığına girmiş birden fazla kişinin işleri, sözleri ve
sesleriydi. Çevresindeki budala (ve vazgeçemediği) müridlerinin hayranlığına ve on üçüncü
yüzyılda bir Anadolu kentindeki boğucu havaya dayanabilmesi için çünkü, şairin her zaman
dolabında sakladığı tebdil-i kıyafet araçları gibi, yanında tuttuğu, sırasında kişiliğine bürünerek
ferahlayabileceği başka kimliklere ihtiyacı vardı. Celâl, bu derin isteği kendi başka yazılarından
ödünç aldığı bir imgeyle pekiştirmişti: "Tıpkı, budala bir ülkede, dalkavuklar, zalimler ve
fakirler arasında hüküm sürmeye dayanamayan bir padişahın geceleri giyip sokaklarda gezerek
rahatlayabilmek için dolabında sakladığı köylü elbiseleri gibi."
Galip'in beklediği gibi, dinine bağlı okurların ölüm tehditleriyle ve Cumhuriyetçi lâik okurların
da tebrik mektuplarıyla karşılanan bu köşe yazısından bir ay sonra, Celâl, gazete patronunun
bir daha dönmemesini rica ettiği bu konuyu bir daha açmıştı.
Yeni yazıda Celâl bütün Mevlevilerin bildiği bazı temel olguların üzerinden geçiyordu önce:
Mevlâna'nın ne idüğü belirsiz bir dervişe bu kadar yakınlık göstermesini kıskanan öbür
müridler, Şems'i sıkıştırıp ölümle tehdit etmişler. Bunun üzerine karlı bir kış günü 15 Şubat
1246'da (Dizgi hatalarıyla dolu lise kitaplarını hatırlatan Celâl'in bu kesin tarih tutkusunu Galip
çok seviyordu) Şems Konya'da kaybolmuştu. Sevgilisinin ve bürünebileceği ikinci kişiliğin yok
olmasına dayanamayan Mevlâna, bir mektuptan Şems'in Şam'da olduğunu anlayınca "aşkını"
(Celâl bu kelimeyi okuyucularını daha da şüphelendirmek için, tırnak içinde kullanıyordu hep.)
geri getirtmiş, onu evlatlık kızlarından biriyle de hemen evlendirtmişti. Ancak, bundan sonra
Şems'in çevresindeki kıskançlık çemberi yeniden daralmaya başlayacak, çok geçmeden 1247
yılı aralık ayının beşinci perşembe günü, aralarında Mevlâna'nın oğlu Alaaddin de olan bir
kalabalık tarafından Şems pusuya düşürülüp bıçaklanarak öldürülecek, aynı gece pis ve soğuk
bir yağmur yağarken cesedi Mevlâna'nın evinin bitişiğindeki bir kuyuya atılacaktı.
Yazının Şems'in cesedinin atıldığı bu kuyuyu anlatan bundan sonraki satırlarında Galip
kendisine hiç de yabancı gelmeyen bir şeyler buldu. Celâl'in kuyu, kuyuya atılan ceset, cesetin
トルコ語文献の1テキストを読みました。