Kara Kitap - 20
合計単語数は 2748 です
一意の単語の合計数は 1552 です
30.7 の単語が最も一般的な 2000 単語に含まれています
42.2 の単語が最も一般的な 5000 語に含まれています
50.6 の単語が最も一般的な 8000 単語に含まれています
yaklaşabileceğine karar vererek, kalemle yazının kenarına yeni notlar almaya, bambaşka hece
ve kelimeleri işaretlemeye başladı. Kendini işine vermişti ki Belkıs masaya yaklaştı.
"Celâl Salik'in yazısı," dedi. "Amcan olduğunu biliyordum. Yer altındaki mankeni, biliyor musun
dün akşam bana neden o kadar korkunç gözüktü?"
"Biliyorum," dedi Galip. "Ama amcam değil, amcamın oğlu"
"Manken ona o kadar benzediği için," dedi Belkıs. "Size rastlarım diye Nişantaşı'na çıktığım
zamanlarda size değil, aynı kıyafetle ona rastlardım."
"Yıllar önceki yağmurluğu o onun," dedi Galip. "Eskiden çok giyerdi"
"Hâlâ giyip Nişantaşı'nda hayalet gibi geziniyor" dedi Belkıs. "Kenarına aldığın notlar nedir
öyle?"
"Yazıyla ilgili değil," dedi Galip gazeteyi katlarken. "Kaybolan bir kutup kâşifine ilişkin.
Kaybolduğu için onun yerine bir başkası daha kayboluyor. İkinci kaybolan kişinin esrarım
derinleştirdi-ği birinci kaybolan ise, başka bir adla, unutulmuş bir şehirde yaşamaya devam
ediyormuş, ama öldürülmüş bir gün. Öldürülen takma adlı bu kişinin..."
Galip hikâyesini bitirdiğinde yeniden anlatmak zorunda kalacağını anladı. Yeniden anlatırken,
kendisini bu hikâyeyi yeniden yeniden anlatmak zorunda bırakan bütün insanlara derin bir öfke
duyuyordu. "Herkes artık kendisi gibi olsun ve kimsenin de hikâye anlatmasma gerek
kalmasın!" demek geliyordu içinden. Hikâyeyi ikinci defa anlatırken masadan kalkmış, katladığı
gazeteyi tekrar eski paltosunun cebine koyuyordu.
"Gidiyor musun?" dedi Belkıs çekine çekine.
"Hikâyemi bitirmedim," dedi Galip öfkeyle.
Hikâyesini bitirirken Galip'e kadının suratmda bir maske varmış gibi geliyordu.
Supertechnirama kırmızısıyla ağzı boyanmış o
maskeyi kadımn suratından çekerse altından çıkacak yüzün üstünde bütün anlam açık seçik
okunacaktı, ama bu anlamın ne olması gerektiğini kestiremiyordu. Sanki çocukluğunda
cansıkıntısına gırtlağına kadar gömüldüğü zamanlarda yaptığı gibi, kendi kendine "Ne İçin
Varız?" oyunu oynuyordu. Oyunu oynarken de, çocukluğunda yaptığı gibi başka bir şeyle
meşgul olup hikâyesini anlatabiliyordu. Bir ara, CelâFin de hem hikâye anlattığı, hem de aynı
anda başka şeyler düşünebildiği için kadınların ilgisini o kadar çok çektiğini düşündü, ama
Belkıs kendisine Celâl'den bir hikâye dinleyen bir kadın gibi değil, yüzündeki anlamı
saklayamayan biri gibi bakıyordu şimdi.
"Rüya hiç merak etmez mi seni?" dedi Belkıs. "Etmez," dedi Galip. "Kaç gece geceyarıları eve
döndüm. Kayıp siyasiler, takma adla borç senedi düzenleyen sahtekârlar yüzünden; kirayı
ödemeden yok olan esrarengiz kiracılar, sahte kimlikle ikinci evliliğini yapan mutsuzlar
yüzünden kaç kere sabahlara kadar ben de kayboldum."
"Ama vakit öğleyi geçti," dedi Belkıs. "Seni evde bekleyen Rüya ben olsam, bir an önce telefon
etmeni isterdim." "Telefon etmek istemiyorum."
"Seni bekleyen ben olsaydım meraktan yatağa düşerdim," diye devam ediyordu Belkıs.
"Gözüm pencerede, kulağım telefonda olurdu. Benim mutsuzluğumu ve merakımı bile bile
aramadığını düşünerek daha da mutsuz olurdum. Hadi, telefon et ona. Burada olduğunu söyle,
benim yanımda olduğunu söyle."
Kadın ahizeyi bir oyuncak gibi yanına getirince, Galip eve telefon etti. Kimse cevap vermedi.
"Kimse yok."
"Nerededir?" dedi kadın meraktan çok bir oyun duygusuyla. "Bilmiyorum," dedi Galip.
Paltosunun cebinden gazeteyi çıkardı, yeniden masaya dönüp Celâl'in yazısını okumaya
başladı. Yazıyı yeniden yeniden o kadar uzun bir süre okudu ki, kelimeler anlamlarını kaybedip
yalnızca harflerden yapılmış bazı şekillere dönüştüler. Daha sonra, Galip, bu yazıyı kendisinin
de yazabileceğini, Celâl gibi yazı yazabileceğini düşündü. Çok geçmeden, dolaptan paltosunu
çıkarıp giydi, gazeteyi dikkâtle katlayıp, köşe yazısını yırtıp cebine koydu.
"Gidiyor musun?" dedi Belkıs. "Gitme."
Çok sonra bulabildiği bir taksinin pencerelerinden bu tamdık arka sokağa son defa bakarken
Galip, gitmemesi için ısrar eden Belkıs'ın suratını unutamamaktan korkuyordu; kadın aklında
başka bir yüzle, başka bir hikâyeyle yer etsin istiyordu. Rüya'nm okuduğu polisiye
romanlardaki gibi şoföre, "Filanca caddeye çek!" demek gelmişti içinden, ama yalnızca Galata
köprüsüne gideceğini söyledi.
Yürüyerek köprüyü geçerken pazar kalabalığının içinde yıllardır aradığı ve aradığının şimdi
farkına vardığı bir sırrı hemen çözü-verecekmiş duygusuna kapıldı. Bir rüyada olduğu gibi
derinden derine bu beklentinin bir yanılsama olduğunu seziyor, ama gene de birbirleriyle
çelişen bu iki gerçek Galip'i hiç de rahatsız etmeden kafasının içinde kıpırdanıyordu. Çarşı
iznine çıkmış erler, balık avlayanlar, vapura yetişmek için acele acele yürüyen çocuklu aileler
görüyordu. Hepsi Galip'in çözmekte olduğu bu sırrın içinde yaşıyorlardı, ama farkmda
değillerdi. Az sonra, Galip bu sırrı çözünce kucağında çocuğuyla bir pazar ziyaretine giden şu
babayla lastik ayakkabılı oğlu, otobüsün içindeki başörtülü ana kız, hayatlarını yıllardır
derinden derine belirleyen bu gerçeğin farkına varacaklardı.
Köprünün üzerinde, Marmara tarafındaki kaldırımdaydı, insanların üzerine üzerine yürümeye
başladı: Suratlarındaki o kaybolup gitmiş, yıllanmış, tükenmiş ifade, sanki böylece, bir an
aydınlanıyordu. Üzerlerine üzerlerine gelen kişinin kim olduğuna şöyle bir bakarlarken, Galip
de onların gözlerinin, yüzlerinin içine bakıyor ve sırrı orada okuyordu sanki.
Çoğunun paltoları ceketleri eskiydi, eski ve soluk. Yürürlerken bastıkları kaldırım kadar bütün
dünyayı da olağan karşılıyorlardı, ama iyice yerleşmiş değildiler bu dünyaya. Dalgındılar, ama
biraz kışkırtılınca belleklerinin derinliklerinden kendilerini geçmişte kalmış derin bir anlama
bağlayan bir merak, bir an suratlarının maskeleşmiş ifadesi içinde beliriyordu. "Onları huzursuz
etmek isterdim!" diye düşümlü Galip. "Onlara Şehzadenin hikâyesini anlatabilmek isterdim!"
Aklına gelen bu hikâye yepyeniydi şimdi, hikâyeyi yaşadığını, hatırladığını hissediyordu.
Köprüden geçenlerin çoğunun ellerinde plastik torbalar var-
di. İçlerinden kesekağıtları, maden ya da plastik parçacıkları, gazeteler, paketler fışkıran
torbalara ilk defa görüyormuş gibi bakarken üzerlerindeki yazıları dikkâtle okudu: Bir anda
torbaların üzerindeki kelimelerin, harflerin 'öteki gerçeği', 'asıl gerçeği' gösterecek işaretler
olduğunu hissettiği için umutlandı. Ama yanından geçen her yüzün anlamının da bir anlık bir
parlaklıktan sonra sönü-vermesi gibi, plastik torbaların üzerindeki kelimeler ve heceler de bir
an yeni bir anlamla ışıdıktan sonra teker teker kayboluyorlar-dı. Galip gene de uzun bir süre
onları okudu: "Muhallebicisi... Ataköy... Türksan... Yemişleri... saatidir... Sarayları..."
Balık tutan bir ihtiyarın torbasında harf değil, yalnızca bir leylek resmi görünce kelimeler kadar
torbaların üzerindeki resimlerin de okunabileceğini düşündü. Bir torbada dünyaya umutla
bakan neşeli bir anne babayla biri kız biri erkek iki çocuğun yüzlerini gördü, bir başka torbada
iki balık vardı, ayakkabı resimleri, Türkiye haritaları, bina siluetleri, sigara paketleri, kara
kediler, horozlar, at nalları, minareler, baklavalar, ağaçlar gördü torbaların üzerinde. Besbelli,
hepsi bir esrarın işaretleriydiler, ama hangi esrarın? Yeni Caminin önünde güvercinler için kuş
yemi satan yaşlı kadının yanındaki torbada bir baykuş resmi gördü. Bu baykuşun Rüya'nın
okuduğu polisiye romanların üzerindeki baykuşun kendisi ya da kurnazca gizlenen bir kardeşi
olduğunu anladığında, Ga-Kp, her şeyi gizli gizli düzenleyen bir 'el'in varlığını açık seçik
hissetti. İşte, ortaya çıkarılması, deşifre edilmesi gereken bu 'el'in oyunlarıydı, o gizli anlamdı,
ama kendisi hariç kimse metelik vermiyordu bu anlama. Üstelik gırtlaklarına kadar bu anlama,
kaybettikleri bir sırra gömülmüş olmalarına rağmen!
Galip, baykuşu yakından inceleyebilmek için cadıya benzeyen kadından bir tabak dolusu darı
alıp güvercinlere attı. Bir anda yemin çevresinde gürleyerek kapanan bir şemsiye gibi kara ve
çirkin güvercin yığını toplaştı. Plastik torbanın üzerindeki baykuş, Rüya'nın okuduğu polisiye
kitaplardaki baykuşun ta kendisiydi! Galip küçük kızlarının kuşlara yem atmasını gurur ve
mutlulukla seyreden bir anneyle babaya, bu baykuşun, bu açık gerçeğin, öbür işaretlerin,
herhangi bir işaretin, hiçbir şeyin farkına varmadıkları için öfke duydu. İçlerinde bir kuşku
kırıntısı, belli belirsiz bir sezgi bile yoktu. Unutmuşlardı. Kendisini evde beklerken Rüya'nın
okuduğunu kurduğu polisiye romanın kahramanının kendisi olduğunu düşledi. Çözülmesi
gereken düğüm, kendisiyle, her şeyi o çok gizli anlama işaret edecek bir şekilde ustalıkla
düzenleyip gene de kendisi saklı kalmayı başaran o gizli el arasındaydı.
Plastik torbaların üzerlerindeki kelimeler, harfler, resimler kadar, onların anlattıkları,
resmettikleri şeylerin de birer işaret olduğuna karar vermesi için Süleymaniye Camiinin
yakınındayken, bu caminin küçük boncuklarla yapılmış çerçeveli bir resmini taşıyan bir çırak
görmesi yetti. Resmin cırtlak renkleri camiden daha gerçekti. Yalnız yazılar, suratlar, resimler
değil bütün nesneler gizli 'el'in oynadığı oyunun taşlarıydılar. Bunu anlar anlamaz,
karmakarışık sokaklarında yürüdüğü Zindan Kapı mahallesinin adının da kimsenin
farkedemediği özel bir anlamı olduğuna karar verdi: Bir bulmacanın sonuna varan sabırlı
oyuncu gibi her şeyin artık kolayca yerli yerine yerleşmek üzere olduğunu hissediyordu.
Mahallenin derme çatma dükkânlarında, eğri büğrü kaldırımlarında gördüğü bahçe
makaslarının, yıldızlı tornavidaların, park edilmez işaretlerinin, salça tenekelerinin, ucuz
lokanta duvarındaki takvimlerin, üzerine pleksigias harfler asılmış bir Bizans kemerinin, kapalı
kepenglere takılı ağır kilitlerin de bu gizli anlamın işaretleri olduğunu seziyordu. İsterse, tıpkı
insan yüzlerini okur gibi bu nesneleri, işaretleri okuyabileceğini hissediyordu. Böylece
kerpetenin 'dikkâtin', bir kavanozdaki zeytinlerin 'sabrın', bir araba lastiği ilanındaki mutlu
şoförün de 'hedefe yaklaşmanın' işaretleri olduğunu anlayarak sabır ve dikkatle hedefine
yaklaştığına karar verdi. Ama çevresi, sökülmesi çok daha çetin işaretlerle doluydu: Telefon
kabloları, bir sünnetçi ilanı, trafik işaretleri, çamaşır sabunu paketleri, kulpsuz kürekler,
okunamayan siyasal sloganlar, buz parçalan, elektrik numaraları, işaret okları, yazısız kâğıt
parçaları... Belki az sonra anlaşılacak gibiydi, ama karmakarışıktı, yorucuydu, gürültülüydü her
şey. Oysa Rüya'nın okuduğu polisiye romanların kahramanları, yazarlarının onlara sunduğu
sınırlı sayıdaki ipucuyla çevrilmiş rahat ve huzurlu bir dünyada yaşıyorlardı.
Gene de ama Ahi Çelebi Camii anlaşılabilir bir hikâyenin işareti, bir teselli oldu: Yıllar önce
Celâl, bir rüyada kendisini bu küçük camide Muhammet ve bazı evliyalarla birlikte gördüğünü
yazmıştı. Rüyasını yordurmak için gittiği Kasımpaşa'daki bir yorum-
cu, ona, hayatının sonuna kadar yazı yazacağını söylemişti. O kadar çok yazıp hayâl kuracaktı
ki, hiç evinden çıkmasa bile ömrünün sonunda bütün hayatını uzun bir yolculuk olarak
hatırlayacaktı. Galip, bu yazının ünlü bir Evliya Çelebi parçasının uyarlaması olduğunu çok
sonra anlamıştı.
Halin önünden geçerken, "Böylece," diye düşündü Galip, "birinci okuyuşumda bir anlama, ikinci
okuyuşumda bambaşka bir anlama geliyordu hikâye". Üçüncü dördüncü okuyuşlarda da Ce-
lâl'in köşe yazısının daha başka anlamları olacağından kuşkusu yoktu hiç: Celâl'in bu hikâyeleri
her seferinde başka bir şeye işaret de etseler tıpkı çocuk dergilerindeki bulmacalar gibi, Galip'e
birbirine açılan kapılardan geçe geçe bir hedefe yaklaştığı duygusunu veriyorlardı. Galip,
meyve sebze halinin karmakarışık sokaklarında dalgın dalgın yürürken bir an önce Celâl'in
bütün yazılarını yeniden okuyabileceği bir yerde olmak istedi.
Halden çıktığında bir eskici gördü: Boş bir kaldırıma geniş. bir çarşaf sermiş, üzerine sebze
halinin inanılmaz uğultusu ve kokusundan hiçbir sonuca ulaşamadan şaşkınlıkla çıkan Galip'i
büyüleyen bir dizi nesne sermişti: iki tane boru dirseği, eski plâklar, bir çift kara ayakkabı, bir
lamba altlığı, kırık bir kerpeten, kara bir telefon, iki tane somya yayı, sedef bir sigara ağızlığı,
durmuş bir duvar saati, beyaz Rus banknotları, pirinç bir musluk, sırtı oklu bir Yunan
tanrıçasını -Diana?- canlandıran bir biblo, boş bir çerçeve, eski bir radyo, iki kapı tokmağı, bir
şekerlik.
Hepsini tek tek kelimeleri telâffuz ederek adlandırdı, hepsini dikkâtle seyretti Galip. Nesneleri
büyüleyici kılan şeyin aslında kendileri değil sergileniş şekilleri olduğunu hissetti. Her sokak
eskicisinin sergisinde görülebilecek bu eşyaları ihtiyar eskici, çarşafın üzerine büyük bir dama
tahtasına yerleştirir gibi dörderden dört sıraya dizmişti. Sınırlı sayıdaki kareli dama
tahtasındaki taşlar gibi, eşyaların aralarında ölçülü bir uzaklık vardı, birbirlerine değiniyorlardı,
ama duruşlarındaki bu kesinlik ve basitlik, rastlantısal değil sanki niyet edilmiş bir şeydi. Öyle
ki, Galip'in aklına hemen yabancı dil öğreten kitapların kelime testi sayfası geldi: O sayfalarda
da böyle yan yana dizilmiş on altı eşyanın resmini görür sonra öğrendiği yeni dilin kelimeleriyle
bu eşyaları adlandırırdı. Aynı heyecanla: "Boru, plak, telefon, ayakkabı, kerpeten..." de-
mek geliyordu Galip'in içinden.
Ama korkutucu olan şey, nesnelerin bir de başka bir anlama işaret ettiklerini Galip'in açık seçik
hissetmesiydi. Pirinç musluğa bakarken, bunun 'sözlük egzersizi'nde olduğu gibi, bir pirinç
musluğu gösterdiğini sanıyor, ama sonra, musluğun başka bir şeye daha da işaret ettiğini
heyecanla seziyordu. Çarşafın üzerindeki kara telefon, yabancı dil kitabının sayfasındaki telefon
resmi gibi telefon kavramına, fişe takılıp kadranı çevrilirse bizi başka kişilerin sesine
ulaştıracak o bilinen araca işaret ettiği kadar, Galip'in heyecanla tüylerini ürperten bir başka
anlamı da gösteriyordu.
İkinci anlamların esrarlı dünyasına nasıl girebilir, esrarı nasıl keşfedebilirdi? Bu âlemin eşiğinde
olduğunu mutlulukla hissediyor, ama içeri giren adımı atamıyordu bir türlü. Rüya'nm okuduğu
polisiye romanların sonunda düğüm çözüldüğü zaman, örtülerin altındaki ikinci âlem
aydınlanır, ama aynı anda bu sefer birinci dünya ilgisizliğin karanlığına bürünürdü. Geceyarısı
ağzı Alâad-din'in dükkânından aldığı leblebilerle doluyken Rüya, "Katil hakarete uğradığı için
intikam alan emekli albaymış!" dediğinde, Galip, İngiliz uşaklar, çakmaklar, yemek masaları,
porselen fincanlar ve tabancalarla kaynaşan kitabın bütün ayrıntılarını karısının unuttuğunu,
yalnızca bu eşyaların ve kişilerin işaret ettiği yeni ve gizli bir anlamın dünyasını aklında
tutacağını anlardı. Ama, kötü çevrilmiş o kitapların sonunda, dedektifle birlikte Rüya'yı da yeni
bir dünyaya sokan eşyalar, şimdi Galip'e yalnızca bu yeni dünyanın umudunu vermekle
yetiniyorlardı. Galip bu sırra ulaşabilmek için esrarlı nesneleri çarşafın üzerine dizen eskicinin
suratına dikkâtle baktı, sanki anlamı ihtiyarın yüzünde okuyacaktı.
"Telefon kaç para?"
"Alıcı mısın?" dedi eskici, bir pazarlığın kapısını açmak için dikkâtle.
Bu beklenmedik kimlik sorusu Galip'e şaşırtıcı geldi. "İşte onlar da beni başka şeylerin işareti
olarak görüyorlar!" diye düşündü bir an. Ama içine girmek istediğini dünya bu dünya değil,
Celâl'in yıllarını vererek kurduğu başka bir dünyaydı. Yıllarca köşe yazılarında nesneleri bir bir
adlandırarak, hikâyeler anlatarak Celâl'in, içine gizlendiği bu dünyanın duvarlarını ördüğünü ve
anahtarını gizlediğini hissetti. Eskicinin pazarlık heyecanıyla bir an parlayan
yüzü gene eski durgunluğuna dönmüştü.
"Bu neye yarar?" dedi Galip, küçük ve basit lamba altlığını göstererek.
"Masa ayağı," dedi eskici, "ama perde kornişlerinin ucuna da takıyorlar. Kapı kulpu da olur."
Atatürk köprüsüne çıktığında, "Artık yalnızca yüzlere bakacağım," diye düşündü Galip.
Köprüden gelip geçen her yüzün bir an parlayan ifadesi çeviri resimli romanların büyüyen soru
işaretleri gibi, bir an aklının içinde genişliyor, sonra, kaybolan yüzle birlikte, soru da, arkasında
küçük bir iz bırakarak yokoluyordu. Bir ara köprüden gözüken şehir manzarasıyla yüzlerin
aklında biriktirdiği anlam arasında bir ilişki kurar gibi olduysa da, yanıltıcıydı bu. Şehrin
eskiliğini, talihsizliğini, yitip gitmiş ihtişamını, hüznünü ve acık-lılığını vatandaşlarının yüzünde
de görmek mümkündü belki, ama bu özel olarak düzenlenmiş bir sırrın değil, paylaşılan bir
yenilginin, bir tarihin ve suç ortaklığının belirtisiydi. Römorkörlerin arkalarında bıraktıkları
köpüklü suda Halic'in soğuk ve kurşuni mavisi korkutucu bir kahverengiye dönüşüyordu.
Tünel arkalarında bir ara sokaktaki bir kahveye girdiğinde Galip yetmiş üç yeni surat
görmüştü. Bir masaya oturdu, gördüklerinden memnundu. Çıraktan çayını istedikten sonra
alışkanlıkla paltosunun cebinden gazeteyi çıkarıp Celâl'in yazısını yeniden yeniden okumaya
başladı. Kelimeler, cümleler ve harfler hiç de yeni değillerdi artık, ama Galip onları okurken
daha önce aklına hiç gelmemiş bazı düşüncelerinin doğrulandığını hissediyordu: Bu düşünceler
Celâl'in yazısından çıkmıyordu, kendi düşünceleriydiler, ama Celâl'in yazısı tuhaf bir şekilde
onları içeriyordu. Kendi düşünceleriyle Celâl'in düşünceleri arasındaki bu koşutluğu hissettiği
zaman, Galip, çocukluğunda yerinde olmak istediği bir kişiyi iyice taklit edebildiğine karar
verdiği zamanlardaki gibi, bir iç huzuru duydu.
Masanın üzerinde, koni şeklinde kıvrılmış bir kâğıt parçası vardı. Yanındaki ay çekirdeği
kabuklarından, bir seyyar satıcının Galip'ten önce masada oturanlara bu koninin içinde
ayçekirdeği sattığı anlaşılıyordu. Galip kâğıdın bir okul defterinden kopartılmış olduğunu
kenarlarından anladı. Öteki tarafındaki özenli bir çocuk yazısını okudu: "6 Kasım 1972. Ünite
12. Ödev: Evimiz,
bahçemiz. Evimizin bahçesinde dört tane ağaç var. Bunlar 2 tane kavak ağacı, bir tane büyük
söğüt bir tane küçük söğüt ağacı. Bahçemizin duvarlarını babam taşlardan ve telle ördü. Ev
insanları kışın soğuktan, yazın sıcaktan koruyan barınaktır. Ev bizi kötülüklerden korur.
Evimizin 1 kapısı, 6 penceresi, 2 bacası var." Yazının altında kurukalemle boyalı resimde Galip
bahçe içindeki evi, ağaçları gördü. Kiremitler önce tek tek çizilmiş, sonra sabırsızlıkla kırmızıya
karalanmıştı. Galip resimdeki kapı, pencere, ağaç ve baca sayısının yazıdakileri doğruladığını
görünce içindeki huzurun büyüdüğünü hissetti.
Bu huzurla, kâğıdın boş yüzünü çevirip hızlı hızlı yazmaya başladı. Çizgiler arasına yazdığı
kelimelerin, tıpkı çocuğun yazdığı kelimeler gibi gerçekten varolan bazı olgulara işaret
ettiğinden bir kuşkusu yoktu hiç. Sanki, uzun yıllardır dilini ve kelimelerini kaybetmişti de,
bu,ödev sayfası yüzünden onları yeniden buluyordu. Küçük harflerle yazdığı ipuçlarını alt alta
dizerek sayfanın dibine geldiğinde, "Her şey bu kadar basitmiş!" diye düşündü Galip. "Celâl'in
benim gibi düşündüğünden emin olmam için, daha çok yüz görmem gerek!" diye düşündü.
Kahvedekilerin yüzlerini seyrederek çayını içtikten sonra soğuk sokağa yeniden çıktı.
Galatasaray Lisesinin arkasındaki sokakların birinde, kendi kendine konuşarak yürüyen
başörtülü yaşlı bir kadın gördü. Bir bakkalın yarı açık kepenginin altından eğilerek çıkan kız
çocuğunun yüzünden, bütün hayatların birbirine benzediğini okudu. Buzda kayan lastik
ayakkabılarına baka baka yürüyen soluk elbiseli genç kızın yüzünde telâşın ne olduğunu bildiği
yazılıydı.
Galip yeniden bir kahveye girip oturduktan sonra, cebinden ev ödevini çıkarıp. Celâl'in köşe
yazısını okur gibi hızlı hızlı okumaya başladı. Yazılarını okuya okuya Celâl'in hafızasını edinirse
Celâl'in nerede olduğunu bulabileceğini çok iyi biliyordu artık. Demek ki, bu hafızayı edinmek
için önce Celâl'in bütün yazılarının saklandığı yeri bulması gerekiyordu. Yeniden yeniden
okuduğu ev ödevinden Galip bu müzenin bir 'ev' olması gerektiğini çoktan anlamıştı: "Bizi
kötülüklerden koruyacak bir yer." Ev ödevini okudukça nesneleri pervasızca adlandırabilen bir
çocuğun saflığını öyle duydu ki içinde, Rüya ile Celâl'in kendisini bekledikleri bu
yerin neresi olduğunu hemen söyleyivereceğini sandı. Kahve masasında otururken bu
heyecana her kapılışında, ev ödevinin arkasına yeni ipuçları yazmaktan fazlası da elinden
gelmiyordu.
Yeniden sokağa çıktığında Galip bu ipuçlarının bazılarını elemiş, bazılarını öne çıkarmıştı: Şehir
dışında olamazlardı, çünkü Celâl İstanbul'dan başka bir yerde yaşayamazdı. Anadolu yakasında
olamazdı, çünkü orasının yeterince 'tarihi' olmadığını söylerdi. Rüya ile Celâl birlikte bir
arkadaşlarının evine de sığınamazlardı, çünkü yoktu böyle arkadaşları. Rüya da bir arkadaşının
evinde olamazdı, çünkü öyle bir yere Celâl' le gidemezdi. Otel odalarında, anılardan yoksun
oldukları ve kardeş de olsalar biri kadın biri erkek iki kişi şüphe çekeceği için kalamazlardı.
Bundan sonraki kahveye oturduğunda, en azından yönünün doğru olduğundan emindi.
Beyoğlu'nun arkalarından Taksim'e doğru yürüyordu. Nişantaşı'na, Şişli'ye, kendi geçmişinin ta
kalbine doğru. Celâl'in, bir yazısında İstanbul sokaklarındaki atlardan uzun uzun sözettiğini
hatırladı. Duvara asılmış bir resimde Celâl'in hakkında uzun uzun konuştuğu rahmetli bir
güreşçiyi gördü. Resim siyah beyazdı, eski Hayat dergilerinin bir çok manavın, berberin ve
terzinin duvarlarını renklendiren orta sayfasından çıkartılıp çerçevelenmişti. Ellerini beline
koyarak alçakgönüllülükle gülümseyen Olimpiyat madalyalı güreşçinin fotoğraftaki ifadesine
ve kelimeleri işaretlemeye başladı. Kendini işine vermişti ki Belkıs masaya yaklaştı.
"Celâl Salik'in yazısı," dedi. "Amcan olduğunu biliyordum. Yer altındaki mankeni, biliyor musun
dün akşam bana neden o kadar korkunç gözüktü?"
"Biliyorum," dedi Galip. "Ama amcam değil, amcamın oğlu"
"Manken ona o kadar benzediği için," dedi Belkıs. "Size rastlarım diye Nişantaşı'na çıktığım
zamanlarda size değil, aynı kıyafetle ona rastlardım."
"Yıllar önceki yağmurluğu o onun," dedi Galip. "Eskiden çok giyerdi"
"Hâlâ giyip Nişantaşı'nda hayalet gibi geziniyor" dedi Belkıs. "Kenarına aldığın notlar nedir
öyle?"
"Yazıyla ilgili değil," dedi Galip gazeteyi katlarken. "Kaybolan bir kutup kâşifine ilişkin.
Kaybolduğu için onun yerine bir başkası daha kayboluyor. İkinci kaybolan kişinin esrarım
derinleştirdi-ği birinci kaybolan ise, başka bir adla, unutulmuş bir şehirde yaşamaya devam
ediyormuş, ama öldürülmüş bir gün. Öldürülen takma adlı bu kişinin..."
Galip hikâyesini bitirdiğinde yeniden anlatmak zorunda kalacağını anladı. Yeniden anlatırken,
kendisini bu hikâyeyi yeniden yeniden anlatmak zorunda bırakan bütün insanlara derin bir öfke
duyuyordu. "Herkes artık kendisi gibi olsun ve kimsenin de hikâye anlatmasma gerek
kalmasın!" demek geliyordu içinden. Hikâyeyi ikinci defa anlatırken masadan kalkmış, katladığı
gazeteyi tekrar eski paltosunun cebine koyuyordu.
"Gidiyor musun?" dedi Belkıs çekine çekine.
"Hikâyemi bitirmedim," dedi Galip öfkeyle.
Hikâyesini bitirirken Galip'e kadının suratmda bir maske varmış gibi geliyordu.
Supertechnirama kırmızısıyla ağzı boyanmış o
maskeyi kadımn suratından çekerse altından çıkacak yüzün üstünde bütün anlam açık seçik
okunacaktı, ama bu anlamın ne olması gerektiğini kestiremiyordu. Sanki çocukluğunda
cansıkıntısına gırtlağına kadar gömüldüğü zamanlarda yaptığı gibi, kendi kendine "Ne İçin
Varız?" oyunu oynuyordu. Oyunu oynarken de, çocukluğunda yaptığı gibi başka bir şeyle
meşgul olup hikâyesini anlatabiliyordu. Bir ara, CelâFin de hem hikâye anlattığı, hem de aynı
anda başka şeyler düşünebildiği için kadınların ilgisini o kadar çok çektiğini düşündü, ama
Belkıs kendisine Celâl'den bir hikâye dinleyen bir kadın gibi değil, yüzündeki anlamı
saklayamayan biri gibi bakıyordu şimdi.
"Rüya hiç merak etmez mi seni?" dedi Belkıs. "Etmez," dedi Galip. "Kaç gece geceyarıları eve
döndüm. Kayıp siyasiler, takma adla borç senedi düzenleyen sahtekârlar yüzünden; kirayı
ödemeden yok olan esrarengiz kiracılar, sahte kimlikle ikinci evliliğini yapan mutsuzlar
yüzünden kaç kere sabahlara kadar ben de kayboldum."
"Ama vakit öğleyi geçti," dedi Belkıs. "Seni evde bekleyen Rüya ben olsam, bir an önce telefon
etmeni isterdim." "Telefon etmek istemiyorum."
"Seni bekleyen ben olsaydım meraktan yatağa düşerdim," diye devam ediyordu Belkıs.
"Gözüm pencerede, kulağım telefonda olurdu. Benim mutsuzluğumu ve merakımı bile bile
aramadığını düşünerek daha da mutsuz olurdum. Hadi, telefon et ona. Burada olduğunu söyle,
benim yanımda olduğunu söyle."
Kadın ahizeyi bir oyuncak gibi yanına getirince, Galip eve telefon etti. Kimse cevap vermedi.
"Kimse yok."
"Nerededir?" dedi kadın meraktan çok bir oyun duygusuyla. "Bilmiyorum," dedi Galip.
Paltosunun cebinden gazeteyi çıkardı, yeniden masaya dönüp Celâl'in yazısını okumaya
başladı. Yazıyı yeniden yeniden o kadar uzun bir süre okudu ki, kelimeler anlamlarını kaybedip
yalnızca harflerden yapılmış bazı şekillere dönüştüler. Daha sonra, Galip, bu yazıyı kendisinin
de yazabileceğini, Celâl gibi yazı yazabileceğini düşündü. Çok geçmeden, dolaptan paltosunu
çıkarıp giydi, gazeteyi dikkâtle katlayıp, köşe yazısını yırtıp cebine koydu.
"Gidiyor musun?" dedi Belkıs. "Gitme."
Çok sonra bulabildiği bir taksinin pencerelerinden bu tamdık arka sokağa son defa bakarken
Galip, gitmemesi için ısrar eden Belkıs'ın suratını unutamamaktan korkuyordu; kadın aklında
başka bir yüzle, başka bir hikâyeyle yer etsin istiyordu. Rüya'nm okuduğu polisiye
romanlardaki gibi şoföre, "Filanca caddeye çek!" demek gelmişti içinden, ama yalnızca Galata
köprüsüne gideceğini söyledi.
Yürüyerek köprüyü geçerken pazar kalabalığının içinde yıllardır aradığı ve aradığının şimdi
farkına vardığı bir sırrı hemen çözü-verecekmiş duygusuna kapıldı. Bir rüyada olduğu gibi
derinden derine bu beklentinin bir yanılsama olduğunu seziyor, ama gene de birbirleriyle
çelişen bu iki gerçek Galip'i hiç de rahatsız etmeden kafasının içinde kıpırdanıyordu. Çarşı
iznine çıkmış erler, balık avlayanlar, vapura yetişmek için acele acele yürüyen çocuklu aileler
görüyordu. Hepsi Galip'in çözmekte olduğu bu sırrın içinde yaşıyorlardı, ama farkmda
değillerdi. Az sonra, Galip bu sırrı çözünce kucağında çocuğuyla bir pazar ziyaretine giden şu
babayla lastik ayakkabılı oğlu, otobüsün içindeki başörtülü ana kız, hayatlarını yıllardır
derinden derine belirleyen bu gerçeğin farkına varacaklardı.
Köprünün üzerinde, Marmara tarafındaki kaldırımdaydı, insanların üzerine üzerine yürümeye
başladı: Suratlarındaki o kaybolup gitmiş, yıllanmış, tükenmiş ifade, sanki böylece, bir an
aydınlanıyordu. Üzerlerine üzerlerine gelen kişinin kim olduğuna şöyle bir bakarlarken, Galip
de onların gözlerinin, yüzlerinin içine bakıyor ve sırrı orada okuyordu sanki.
Çoğunun paltoları ceketleri eskiydi, eski ve soluk. Yürürlerken bastıkları kaldırım kadar bütün
dünyayı da olağan karşılıyorlardı, ama iyice yerleşmiş değildiler bu dünyaya. Dalgındılar, ama
biraz kışkırtılınca belleklerinin derinliklerinden kendilerini geçmişte kalmış derin bir anlama
bağlayan bir merak, bir an suratlarının maskeleşmiş ifadesi içinde beliriyordu. "Onları huzursuz
etmek isterdim!" diye düşümlü Galip. "Onlara Şehzadenin hikâyesini anlatabilmek isterdim!"
Aklına gelen bu hikâye yepyeniydi şimdi, hikâyeyi yaşadığını, hatırladığını hissediyordu.
Köprüden geçenlerin çoğunun ellerinde plastik torbalar var-
di. İçlerinden kesekağıtları, maden ya da plastik parçacıkları, gazeteler, paketler fışkıran
torbalara ilk defa görüyormuş gibi bakarken üzerlerindeki yazıları dikkâtle okudu: Bir anda
torbaların üzerindeki kelimelerin, harflerin 'öteki gerçeği', 'asıl gerçeği' gösterecek işaretler
olduğunu hissettiği için umutlandı. Ama yanından geçen her yüzün anlamının da bir anlık bir
parlaklıktan sonra sönü-vermesi gibi, plastik torbaların üzerindeki kelimeler ve heceler de bir
an yeni bir anlamla ışıdıktan sonra teker teker kayboluyorlar-dı. Galip gene de uzun bir süre
onları okudu: "Muhallebicisi... Ataköy... Türksan... Yemişleri... saatidir... Sarayları..."
Balık tutan bir ihtiyarın torbasında harf değil, yalnızca bir leylek resmi görünce kelimeler kadar
torbaların üzerindeki resimlerin de okunabileceğini düşündü. Bir torbada dünyaya umutla
bakan neşeli bir anne babayla biri kız biri erkek iki çocuğun yüzlerini gördü, bir başka torbada
iki balık vardı, ayakkabı resimleri, Türkiye haritaları, bina siluetleri, sigara paketleri, kara
kediler, horozlar, at nalları, minareler, baklavalar, ağaçlar gördü torbaların üzerinde. Besbelli,
hepsi bir esrarın işaretleriydiler, ama hangi esrarın? Yeni Caminin önünde güvercinler için kuş
yemi satan yaşlı kadının yanındaki torbada bir baykuş resmi gördü. Bu baykuşun Rüya'nın
okuduğu polisiye romanların üzerindeki baykuşun kendisi ya da kurnazca gizlenen bir kardeşi
olduğunu anladığında, Ga-Kp, her şeyi gizli gizli düzenleyen bir 'el'in varlığını açık seçik
hissetti. İşte, ortaya çıkarılması, deşifre edilmesi gereken bu 'el'in oyunlarıydı, o gizli anlamdı,
ama kendisi hariç kimse metelik vermiyordu bu anlama. Üstelik gırtlaklarına kadar bu anlama,
kaybettikleri bir sırra gömülmüş olmalarına rağmen!
Galip, baykuşu yakından inceleyebilmek için cadıya benzeyen kadından bir tabak dolusu darı
alıp güvercinlere attı. Bir anda yemin çevresinde gürleyerek kapanan bir şemsiye gibi kara ve
çirkin güvercin yığını toplaştı. Plastik torbanın üzerindeki baykuş, Rüya'nın okuduğu polisiye
kitaplardaki baykuşun ta kendisiydi! Galip küçük kızlarının kuşlara yem atmasını gurur ve
mutlulukla seyreden bir anneyle babaya, bu baykuşun, bu açık gerçeğin, öbür işaretlerin,
herhangi bir işaretin, hiçbir şeyin farkına varmadıkları için öfke duydu. İçlerinde bir kuşku
kırıntısı, belli belirsiz bir sezgi bile yoktu. Unutmuşlardı. Kendisini evde beklerken Rüya'nın
okuduğunu kurduğu polisiye romanın kahramanının kendisi olduğunu düşledi. Çözülmesi
gereken düğüm, kendisiyle, her şeyi o çok gizli anlama işaret edecek bir şekilde ustalıkla
düzenleyip gene de kendisi saklı kalmayı başaran o gizli el arasındaydı.
Plastik torbaların üzerlerindeki kelimeler, harfler, resimler kadar, onların anlattıkları,
resmettikleri şeylerin de birer işaret olduğuna karar vermesi için Süleymaniye Camiinin
yakınındayken, bu caminin küçük boncuklarla yapılmış çerçeveli bir resmini taşıyan bir çırak
görmesi yetti. Resmin cırtlak renkleri camiden daha gerçekti. Yalnız yazılar, suratlar, resimler
değil bütün nesneler gizli 'el'in oynadığı oyunun taşlarıydılar. Bunu anlar anlamaz,
karmakarışık sokaklarında yürüdüğü Zindan Kapı mahallesinin adının da kimsenin
farkedemediği özel bir anlamı olduğuna karar verdi: Bir bulmacanın sonuna varan sabırlı
oyuncu gibi her şeyin artık kolayca yerli yerine yerleşmek üzere olduğunu hissediyordu.
Mahallenin derme çatma dükkânlarında, eğri büğrü kaldırımlarında gördüğü bahçe
makaslarının, yıldızlı tornavidaların, park edilmez işaretlerinin, salça tenekelerinin, ucuz
lokanta duvarındaki takvimlerin, üzerine pleksigias harfler asılmış bir Bizans kemerinin, kapalı
kepenglere takılı ağır kilitlerin de bu gizli anlamın işaretleri olduğunu seziyordu. İsterse, tıpkı
insan yüzlerini okur gibi bu nesneleri, işaretleri okuyabileceğini hissediyordu. Böylece
kerpetenin 'dikkâtin', bir kavanozdaki zeytinlerin 'sabrın', bir araba lastiği ilanındaki mutlu
şoförün de 'hedefe yaklaşmanın' işaretleri olduğunu anlayarak sabır ve dikkatle hedefine
yaklaştığına karar verdi. Ama çevresi, sökülmesi çok daha çetin işaretlerle doluydu: Telefon
kabloları, bir sünnetçi ilanı, trafik işaretleri, çamaşır sabunu paketleri, kulpsuz kürekler,
okunamayan siyasal sloganlar, buz parçalan, elektrik numaraları, işaret okları, yazısız kâğıt
parçaları... Belki az sonra anlaşılacak gibiydi, ama karmakarışıktı, yorucuydu, gürültülüydü her
şey. Oysa Rüya'nın okuduğu polisiye romanların kahramanları, yazarlarının onlara sunduğu
sınırlı sayıdaki ipucuyla çevrilmiş rahat ve huzurlu bir dünyada yaşıyorlardı.
Gene de ama Ahi Çelebi Camii anlaşılabilir bir hikâyenin işareti, bir teselli oldu: Yıllar önce
Celâl, bir rüyada kendisini bu küçük camide Muhammet ve bazı evliyalarla birlikte gördüğünü
yazmıştı. Rüyasını yordurmak için gittiği Kasımpaşa'daki bir yorum-
cu, ona, hayatının sonuna kadar yazı yazacağını söylemişti. O kadar çok yazıp hayâl kuracaktı
ki, hiç evinden çıkmasa bile ömrünün sonunda bütün hayatını uzun bir yolculuk olarak
hatırlayacaktı. Galip, bu yazının ünlü bir Evliya Çelebi parçasının uyarlaması olduğunu çok
sonra anlamıştı.
Halin önünden geçerken, "Böylece," diye düşündü Galip, "birinci okuyuşumda bir anlama, ikinci
okuyuşumda bambaşka bir anlama geliyordu hikâye". Üçüncü dördüncü okuyuşlarda da Ce-
lâl'in köşe yazısının daha başka anlamları olacağından kuşkusu yoktu hiç: Celâl'in bu hikâyeleri
her seferinde başka bir şeye işaret de etseler tıpkı çocuk dergilerindeki bulmacalar gibi, Galip'e
birbirine açılan kapılardan geçe geçe bir hedefe yaklaştığı duygusunu veriyorlardı. Galip,
meyve sebze halinin karmakarışık sokaklarında dalgın dalgın yürürken bir an önce Celâl'in
bütün yazılarını yeniden okuyabileceği bir yerde olmak istedi.
Halden çıktığında bir eskici gördü: Boş bir kaldırıma geniş. bir çarşaf sermiş, üzerine sebze
halinin inanılmaz uğultusu ve kokusundan hiçbir sonuca ulaşamadan şaşkınlıkla çıkan Galip'i
büyüleyen bir dizi nesne sermişti: iki tane boru dirseği, eski plâklar, bir çift kara ayakkabı, bir
lamba altlığı, kırık bir kerpeten, kara bir telefon, iki tane somya yayı, sedef bir sigara ağızlığı,
durmuş bir duvar saati, beyaz Rus banknotları, pirinç bir musluk, sırtı oklu bir Yunan
tanrıçasını -Diana?- canlandıran bir biblo, boş bir çerçeve, eski bir radyo, iki kapı tokmağı, bir
şekerlik.
Hepsini tek tek kelimeleri telâffuz ederek adlandırdı, hepsini dikkâtle seyretti Galip. Nesneleri
büyüleyici kılan şeyin aslında kendileri değil sergileniş şekilleri olduğunu hissetti. Her sokak
eskicisinin sergisinde görülebilecek bu eşyaları ihtiyar eskici, çarşafın üzerine büyük bir dama
tahtasına yerleştirir gibi dörderden dört sıraya dizmişti. Sınırlı sayıdaki kareli dama
tahtasındaki taşlar gibi, eşyaların aralarında ölçülü bir uzaklık vardı, birbirlerine değiniyorlardı,
ama duruşlarındaki bu kesinlik ve basitlik, rastlantısal değil sanki niyet edilmiş bir şeydi. Öyle
ki, Galip'in aklına hemen yabancı dil öğreten kitapların kelime testi sayfası geldi: O sayfalarda
da böyle yan yana dizilmiş on altı eşyanın resmini görür sonra öğrendiği yeni dilin kelimeleriyle
bu eşyaları adlandırırdı. Aynı heyecanla: "Boru, plak, telefon, ayakkabı, kerpeten..." de-
mek geliyordu Galip'in içinden.
Ama korkutucu olan şey, nesnelerin bir de başka bir anlama işaret ettiklerini Galip'in açık seçik
hissetmesiydi. Pirinç musluğa bakarken, bunun 'sözlük egzersizi'nde olduğu gibi, bir pirinç
musluğu gösterdiğini sanıyor, ama sonra, musluğun başka bir şeye daha da işaret ettiğini
heyecanla seziyordu. Çarşafın üzerindeki kara telefon, yabancı dil kitabının sayfasındaki telefon
resmi gibi telefon kavramına, fişe takılıp kadranı çevrilirse bizi başka kişilerin sesine
ulaştıracak o bilinen araca işaret ettiği kadar, Galip'in heyecanla tüylerini ürperten bir başka
anlamı da gösteriyordu.
İkinci anlamların esrarlı dünyasına nasıl girebilir, esrarı nasıl keşfedebilirdi? Bu âlemin eşiğinde
olduğunu mutlulukla hissediyor, ama içeri giren adımı atamıyordu bir türlü. Rüya'nm okuduğu
polisiye romanların sonunda düğüm çözüldüğü zaman, örtülerin altındaki ikinci âlem
aydınlanır, ama aynı anda bu sefer birinci dünya ilgisizliğin karanlığına bürünürdü. Geceyarısı
ağzı Alâad-din'in dükkânından aldığı leblebilerle doluyken Rüya, "Katil hakarete uğradığı için
intikam alan emekli albaymış!" dediğinde, Galip, İngiliz uşaklar, çakmaklar, yemek masaları,
porselen fincanlar ve tabancalarla kaynaşan kitabın bütün ayrıntılarını karısının unuttuğunu,
yalnızca bu eşyaların ve kişilerin işaret ettiği yeni ve gizli bir anlamın dünyasını aklında
tutacağını anlardı. Ama, kötü çevrilmiş o kitapların sonunda, dedektifle birlikte Rüya'yı da yeni
bir dünyaya sokan eşyalar, şimdi Galip'e yalnızca bu yeni dünyanın umudunu vermekle
yetiniyorlardı. Galip bu sırra ulaşabilmek için esrarlı nesneleri çarşafın üzerine dizen eskicinin
suratına dikkâtle baktı, sanki anlamı ihtiyarın yüzünde okuyacaktı.
"Telefon kaç para?"
"Alıcı mısın?" dedi eskici, bir pazarlığın kapısını açmak için dikkâtle.
Bu beklenmedik kimlik sorusu Galip'e şaşırtıcı geldi. "İşte onlar da beni başka şeylerin işareti
olarak görüyorlar!" diye düşündü bir an. Ama içine girmek istediğini dünya bu dünya değil,
Celâl'in yıllarını vererek kurduğu başka bir dünyaydı. Yıllarca köşe yazılarında nesneleri bir bir
adlandırarak, hikâyeler anlatarak Celâl'in, içine gizlendiği bu dünyanın duvarlarını ördüğünü ve
anahtarını gizlediğini hissetti. Eskicinin pazarlık heyecanıyla bir an parlayan
yüzü gene eski durgunluğuna dönmüştü.
"Bu neye yarar?" dedi Galip, küçük ve basit lamba altlığını göstererek.
"Masa ayağı," dedi eskici, "ama perde kornişlerinin ucuna da takıyorlar. Kapı kulpu da olur."
Atatürk köprüsüne çıktığında, "Artık yalnızca yüzlere bakacağım," diye düşündü Galip.
Köprüden gelip geçen her yüzün bir an parlayan ifadesi çeviri resimli romanların büyüyen soru
işaretleri gibi, bir an aklının içinde genişliyor, sonra, kaybolan yüzle birlikte, soru da, arkasında
küçük bir iz bırakarak yokoluyordu. Bir ara köprüden gözüken şehir manzarasıyla yüzlerin
aklında biriktirdiği anlam arasında bir ilişki kurar gibi olduysa da, yanıltıcıydı bu. Şehrin
eskiliğini, talihsizliğini, yitip gitmiş ihtişamını, hüznünü ve acık-lılığını vatandaşlarının yüzünde
de görmek mümkündü belki, ama bu özel olarak düzenlenmiş bir sırrın değil, paylaşılan bir
yenilginin, bir tarihin ve suç ortaklığının belirtisiydi. Römorkörlerin arkalarında bıraktıkları
köpüklü suda Halic'in soğuk ve kurşuni mavisi korkutucu bir kahverengiye dönüşüyordu.
Tünel arkalarında bir ara sokaktaki bir kahveye girdiğinde Galip yetmiş üç yeni surat
görmüştü. Bir masaya oturdu, gördüklerinden memnundu. Çıraktan çayını istedikten sonra
alışkanlıkla paltosunun cebinden gazeteyi çıkarıp Celâl'in yazısını yeniden yeniden okumaya
başladı. Kelimeler, cümleler ve harfler hiç de yeni değillerdi artık, ama Galip onları okurken
daha önce aklına hiç gelmemiş bazı düşüncelerinin doğrulandığını hissediyordu: Bu düşünceler
Celâl'in yazısından çıkmıyordu, kendi düşünceleriydiler, ama Celâl'in yazısı tuhaf bir şekilde
onları içeriyordu. Kendi düşünceleriyle Celâl'in düşünceleri arasındaki bu koşutluğu hissettiği
zaman, Galip, çocukluğunda yerinde olmak istediği bir kişiyi iyice taklit edebildiğine karar
verdiği zamanlardaki gibi, bir iç huzuru duydu.
Masanın üzerinde, koni şeklinde kıvrılmış bir kâğıt parçası vardı. Yanındaki ay çekirdeği
kabuklarından, bir seyyar satıcının Galip'ten önce masada oturanlara bu koninin içinde
ayçekirdeği sattığı anlaşılıyordu. Galip kâğıdın bir okul defterinden kopartılmış olduğunu
kenarlarından anladı. Öteki tarafındaki özenli bir çocuk yazısını okudu: "6 Kasım 1972. Ünite
12. Ödev: Evimiz,
bahçemiz. Evimizin bahçesinde dört tane ağaç var. Bunlar 2 tane kavak ağacı, bir tane büyük
söğüt bir tane küçük söğüt ağacı. Bahçemizin duvarlarını babam taşlardan ve telle ördü. Ev
insanları kışın soğuktan, yazın sıcaktan koruyan barınaktır. Ev bizi kötülüklerden korur.
Evimizin 1 kapısı, 6 penceresi, 2 bacası var." Yazının altında kurukalemle boyalı resimde Galip
bahçe içindeki evi, ağaçları gördü. Kiremitler önce tek tek çizilmiş, sonra sabırsızlıkla kırmızıya
karalanmıştı. Galip resimdeki kapı, pencere, ağaç ve baca sayısının yazıdakileri doğruladığını
görünce içindeki huzurun büyüdüğünü hissetti.
Bu huzurla, kâğıdın boş yüzünü çevirip hızlı hızlı yazmaya başladı. Çizgiler arasına yazdığı
kelimelerin, tıpkı çocuğun yazdığı kelimeler gibi gerçekten varolan bazı olgulara işaret
ettiğinden bir kuşkusu yoktu hiç. Sanki, uzun yıllardır dilini ve kelimelerini kaybetmişti de,
bu,ödev sayfası yüzünden onları yeniden buluyordu. Küçük harflerle yazdığı ipuçlarını alt alta
dizerek sayfanın dibine geldiğinde, "Her şey bu kadar basitmiş!" diye düşündü Galip. "Celâl'in
benim gibi düşündüğünden emin olmam için, daha çok yüz görmem gerek!" diye düşündü.
Kahvedekilerin yüzlerini seyrederek çayını içtikten sonra soğuk sokağa yeniden çıktı.
Galatasaray Lisesinin arkasındaki sokakların birinde, kendi kendine konuşarak yürüyen
başörtülü yaşlı bir kadın gördü. Bir bakkalın yarı açık kepenginin altından eğilerek çıkan kız
çocuğunun yüzünden, bütün hayatların birbirine benzediğini okudu. Buzda kayan lastik
ayakkabılarına baka baka yürüyen soluk elbiseli genç kızın yüzünde telâşın ne olduğunu bildiği
yazılıydı.
Galip yeniden bir kahveye girip oturduktan sonra, cebinden ev ödevini çıkarıp. Celâl'in köşe
yazısını okur gibi hızlı hızlı okumaya başladı. Yazılarını okuya okuya Celâl'in hafızasını edinirse
Celâl'in nerede olduğunu bulabileceğini çok iyi biliyordu artık. Demek ki, bu hafızayı edinmek
için önce Celâl'in bütün yazılarının saklandığı yeri bulması gerekiyordu. Yeniden yeniden
okuduğu ev ödevinden Galip bu müzenin bir 'ev' olması gerektiğini çoktan anlamıştı: "Bizi
kötülüklerden koruyacak bir yer." Ev ödevini okudukça nesneleri pervasızca adlandırabilen bir
çocuğun saflığını öyle duydu ki içinde, Rüya ile Celâl'in kendisini bekledikleri bu
yerin neresi olduğunu hemen söyleyivereceğini sandı. Kahve masasında otururken bu
heyecana her kapılışında, ev ödevinin arkasına yeni ipuçları yazmaktan fazlası da elinden
gelmiyordu.
Yeniden sokağa çıktığında Galip bu ipuçlarının bazılarını elemiş, bazılarını öne çıkarmıştı: Şehir
dışında olamazlardı, çünkü Celâl İstanbul'dan başka bir yerde yaşayamazdı. Anadolu yakasında
olamazdı, çünkü orasının yeterince 'tarihi' olmadığını söylerdi. Rüya ile Celâl birlikte bir
arkadaşlarının evine de sığınamazlardı, çünkü yoktu böyle arkadaşları. Rüya da bir arkadaşının
evinde olamazdı, çünkü öyle bir yere Celâl' le gidemezdi. Otel odalarında, anılardan yoksun
oldukları ve kardeş de olsalar biri kadın biri erkek iki kişi şüphe çekeceği için kalamazlardı.
Bundan sonraki kahveye oturduğunda, en azından yönünün doğru olduğundan emindi.
Beyoğlu'nun arkalarından Taksim'e doğru yürüyordu. Nişantaşı'na, Şişli'ye, kendi geçmişinin ta
kalbine doğru. Celâl'in, bir yazısında İstanbul sokaklarındaki atlardan uzun uzun sözettiğini
hatırladı. Duvara asılmış bir resimde Celâl'in hakkında uzun uzun konuştuğu rahmetli bir
güreşçiyi gördü. Resim siyah beyazdı, eski Hayat dergilerinin bir çok manavın, berberin ve
terzinin duvarlarını renklendiren orta sayfasından çıkartılıp çerçevelenmişti. Ellerini beline
koyarak alçakgönüllülükle gülümseyen Olimpiyat madalyalı güreşçinin fotoğraftaki ifadesine
トルコ語文献の1テキストを読みました。
次へ - Kara Kitap - 21
- パーツ
- Kara Kitap - 01
- Kara Kitap - 02
- Kara Kitap - 03
- Kara Kitap - 04
- Kara Kitap - 05
- Kara Kitap - 06
- Kara Kitap - 07
- Kara Kitap - 08
- Kara Kitap - 09
- Kara Kitap - 10
- Kara Kitap - 11
- Kara Kitap - 12
- Kara Kitap - 13
- Kara Kitap - 14
- Kara Kitap - 15
- Kara Kitap - 16
- Kara Kitap - 17
- Kara Kitap - 18
- Kara Kitap - 19
- Kara Kitap - 20
- Kara Kitap - 21
- Kara Kitap - 22
- Kara Kitap - 23
- Kara Kitap - 24
- Kara Kitap - 25
- Kara Kitap - 26
- Kara Kitap - 27
- Kara Kitap - 28
- Kara Kitap - 29
- Kara Kitap - 30
- Kara Kitap - 31
- Kara Kitap - 32
- Kara Kitap - 33
- Kara Kitap - 34
- Kara Kitap - 35
- Kara Kitap - 36
- Kara Kitap - 37
- Kara Kitap - 38
- Kara Kitap - 39
- Kara Kitap - 40
- Kara Kitap - 41
- Kara Kitap - 42