Kara Kitap - 17

合計単語数は 2793 です
一意の単語の合計数は 1673 です
30.3 の単語が最も一般的な 2000 単語に含まれています
43.5 の単語が最も一般的な 5000 語に含まれています
51.3 の単語が最も一般的な 8000 単語に含まれています
各行は、最も一般的な単語 1000 個あたりの単語の割合を表します。
Milletimiz çift anlamlı sözlere ancak ikinci anlamda bir tür hakaret ya da aşağılama olduğu
sürece ilgi gösterdiği için berberin alınganlığıyla ilgilenmedim bile. Hatta diyebilirim ki, bir
genel helada köşe yazarınızı tanıyıp, pantolonunu ilikleyen adama, hayatın anlamını ya da
Allaha inanıp inanmadığını soran heyecanlı okuyucuları küçümser gibi küçümsedim de onu.
Fakat aradan zaman geçtikçe... Bu yarım kalmış cümleden sonra, küstahlığımdan pişman
olduğumu, berberin sorusunun ne kadar yerinde olduğunu hep düşündüğümü, hatta bir gece
rüyamda onu görüp suçluluk duyguları ve kâbuslarla uyandığımı yazaca1 ğımı sanan
okuyucularım, anlaşılan beni hâlâ tanımamışlar. Berberi, bir kere hariç,, hiç düşünmedim bile,
O düşündüğüm "bir kerede" de, düşüncem berberin kendisinden yola çıkmıyordu. Onu
tanımadan, yıllar önce düşündüğüm bir düşüncenin devamıydı aklıma gelen. Hatta ilk başta
buna düşünce bile denemezdi; çocukluğumdan beri zaman zaman aklıma takılan bir nakarat,
birden kulaklarımın dibinde, hayır, aklımın, ruhumun derinliklerinde bir yerde yemden tekrara
başlamıştı: "Kendim olmalıyım, kendim ol-
malıyım, kendim olmalıyım..."
Kalabalık içinde, akrabalar ve iş 'arkadaşları' arasında geçirdiğim bir günden1 sonra, geceyarısı
yatağıma girmeden önce evimin öbür odasındaki eski koltuğa oturmuş, ayaklarımı sehpaya
uzatmış, sigara içerek tavana bakıyordum. Bütün gün gördüğüm insanların bitip tükenmeyen
sözleri, gürültüleri, istekleri sanki birleşip bir tek ses olmuş da kulağımın dibinde tatsız ve
yorucu bir baş ağrısı gibi, dahası sinsi bir diş ağrısı gibi çınlıyordu. 'Düşünce' demekten
çekindiğim bu eski 'nakarat' da bu çınlamaya karşı, -nasıl desem- sanki bir tür 'karşı ses'
olarak başladı önce. Kalabalığın bitip tükenmeyen gürültüsünden beni kurtarmak için, kendi iç
sesime, kendi mutluluk ve huzuruma, hatta kokuma gömüleyim diye bana çıkış yolunu
hatırlatıyordu. "Kendin olmalısın, kendin olmalısın, kendin olmalısın!"
Geceyarısı bütün kalabalıktan ve onların, (cuma vaazını veren imamın, öğretmenlerin,
halamın, babamın, amcamın, politikacıların, hepsinin) 'hayat' diyerek içine iyice gömülmemi,
gömülmemizi istedikleri o iğrenç kargaşanın çamurundan uzakta oturmaktan ne kadar
memnun olduğumu o zaman sezdim! Onların tatsız ve yavan masallarının değil de, kendi
hayâllerimin bahçesinde gezinmekten öyle memnundum ki, koltuktan sehpaya doğru uzanan
ince bacaklarıma, zavallı ayaklarıma bile' sevgiyle bakıyor, dumanını tavana üflediğim sigarayı
ağzıma götürüp getiren beceriksiz ve çirkin elimi bile hoşgörüyle süzüyordum. Kırk yılın
tekinde kendim olabilmiştim! Kırk yılın tekinde kendim olabildiğim için, sonunda kendimi
sevebilmiştim! İşte, bu mutluluk anında 'nakarat' da renk değiştirdi. Cami duvarı boyunca
yürürken her taşta aynı kelimeyi tekrarlayan mahallenin budalası gibi ya da trenin
penceresinden bir bir bir telgraf direklerini sayan ihtiyar yolcu gibi, nakarat aynı kelimeleri
tekrarlayacağına, yalnız beni değil, hiddeti ve sabırsızlığıyla içinde oturduğum o benim eski ve
zavallı odayı da kaplayarak bütün 'gerçekliği' saran bir tür şiddet haline dönüştü. İçine
düştüğüm bu şiddetle artık bu sefer 'nakarat' değil, mutlu bir öfkeyle ben kendim
tekrarlıyordum:
Kendim olmalıyım, diye tekrarlıyordum, onlara hiç aldırmadan onların seslerine, kokularına,
isteklerine, sevgilerine ve nefretlerine aldırmadan kendim olmalıyım ben, kendim olmalıyım,
diye
tekrarlıyordum, sehpanın üzerinde memnun duran ayaklanma ve tavana doğru üflediğim
sigara dumanına bakarak; çünkü kendim olamazsam onların olmamı istedikleri biri oluyorum
ve onların olmamı istedikleri o insana hiç katlanamıyorum ve onların olmamı istedikleri o
dayanılmaz kişi olacağıma hiçbir şey olmayayım ya da hiç olmayayım daha iyi, diye
düşünüyordum, çünkü gençliğimde amcamların ve halamların evine gidince "Ne yazık ki
gazetecilik yapıyor, ama çok çalışıyor ve böyle çalışırsa inşallah bir gün başarılı olacak," diye
baktıkları kişi oluyordum ve o kişi olmaktan kurtulmak için yıllarca çalıştıktan sonra bu sefer,
bir katında yeni karısıyla babamın da oturduğu o apartmana ben, koca adam, gidince, "Çok
çalıştı ve yıllar sonra biraz olsun başarılı oldu," diye gördükleri kişi oluyordum ve daha kötüsü,
ben de kendimi başka türlü göremediğim için, bu hiç sevemediğim kişilik etimin üzerine çirkin
bir deri gibi yapışıyor ve biraz sonra, onlarla birlikteyken ben kendimin değil bu kişinin sözlerini
söylerken yakalıyordum kendimi ve akşam eve döndüğümde olmak istemediğim bu kişinin
sözlerini nasıl söylediğimi kendime işkence etmek için bir bir hatırlıyor ve "bu haftaki uzun
yazımda bu konuya değindim", "en son Pazar yazımda bu meseleyi ele aldım", "yarınki
yazımda şunu da söylüyorum", "Bu Salı, uzun yazıda şunu da deşiyorum" gibi bayağı sözleri,
mutsuzluktan boğulacak gibi oluncaya kadar tekrarlıyordum ki, en sonunda biraz kendim
olabileyim.
Bütün hayatım bu tür kötü hatıralarla doluydu. Ayaklarımı uzatarak oturduğum koltukta
kendim olabilmenin tadını daha da çıkarabilmek için kendim olamadığım zamanları bir bir
hatırladım.
Askerliğimin ilk gününde silâh 'arkadaşlarım' benim öyle biri olduğuma karar verdiler diye,
bütün askerliğimi 'en zor durumda şaka yapmaktan vazgeçmeyen biri' olarak geçirdiğimi
hatırladım. Vakit geçirmekten çok serin bir karanlıkta yalnız başıma oturmak için gittiğim kötü
filmlerin 'beş dakika aralarında sigara içen işsiz güçsüz kalabalığın bakışlarından beni 'çok
anlamlı işler yapmaya aday değerli bir genç' olarak gördüklerine karar verdiğim için 'çok
anlamlı, hatta ulvi düşüncelere boğulmuş bir dalgın' gibi davrandığımı hatırladım. Bir askeri
darbenin hazırlık planlarına ve iktidarı ele geçireceğimiz günlerin hayâllerine gömüldüğümüz
sıra-
larda, askeri darbe bir gecikir de, milletimin çektiği sıkıntılar daha da uzar korkusuyla, geceleri
uyuyamayacak kadar milletini seven biriymişim gibi davrandığımı hatırladım. Kimselere
gözükmeden gizlice gittiğim randevuevlerinde, orospular öylelerine daha iyi davranıyorlar diye,
yakın geçmişte başımdan korkunç ve umutsuz bir aşk macerası geçmiş bir umutsuz gibi
yaptığımı hatırladım. Kaldırım değiştirecek vaktim yoksa, polis karakollarının önünden iyi uslu
bir vatandaş gibi gözükmeye çalışarak geçtiğimi hatırladım. Sırf, yılbaşı gecesi denilen o
korkunç geceyi tek başıma geçirecek cesaretim olmadığı için gittiğim babaannelerimin evinde,
herkese katılmak için tombala oynarken çok eğleniyormuş gibi yaptığımı hatırladım. Hoşuma
giden kadınların yanında kendim gibi olmayıp da onların hoşuna böylesi gider diye, kimine
evlilikten, hayat mücadelesinden başka bir şey düşünmeyen biri gibi, kimine memleketin
kurtuluşundan başka hiçbir şeye vakit ayırmamaya kararlı biri gibi, kimine de ülkemizdeki
yaygın duyarsızlıktan ve anlayışsızlıktan bıkmış duygulu biri gibi hatta bayağı bir deyişle 'gizli
şair' gibi gözükmeye çalıştığımı hatırladım. Sonra, (evet, en sonunda) iki ayda bir gittiğim
berberimde asıl kendim olamadığımı, taklit ettiğim bütün bu kişilerin toplamı olan kendimi
taklit ettiğimi hatırladım.
Oysa kendimi koyvermeye giderdim ben bu berbere. (Yazımın başındakinden başka bir berber
tabii!) Ama berberle birlikte kesilecek saçlara, bu saçları taşıyan kafaya, omuzlara, gövdeye,
ay-'nanın içine, bakmaya başladığımız zaman, hemen anlardım bu kol-. tukta oturan ve
aynanın içinde seyrettiğimiz kişinin 'ben' değil de, bir başkası olduğunu. Berberin "Önden ne
kadar alacağız?" derken elinde tuttuğu bu kafa, bu kafayı taşıyan boyun, omuzlar ve gövde
benim değil de, köşe yazarı Celâl Beyindi. Benimse hiç ilgim bile yoktu bu adamla. O kadar
açık seçik bir gerçekti ki bu, berber de farkedecek sanırdım, ama o hiç oralı olmazdı. Üstelik,
ben değil de, 'köşe yazarı' olduğumu daha fazla hissettirmek ister gibi, bir köşe yazarına
sorulacak sorulan sorardı bana: "Harp çıksa şimdi biz Yunanlıları yener miyiz?", "Başbakanın
karısının orospu olduğu doğru mu?", "Pahalılığı manavlar mı çıkarıyor?" gibi. Nereden geldiğini
bir türlü çıkaramadığım anlaşılmaz bir güç, bu sorulara benim kendimin cevap vermeme izin
vermez, benim yeri-
me, aynada benim de tuhaf bir şaşkınlıkla seyrettiğim köşe yazarı, her zamanki ukalâ
havasıyla birşeyler mırıldanırdı: "Barış iyi şeydir!", "Adam asmakla fiyatların düşmeyeceğini
bilmek lazım!" gibi.
Her şeyi bildiğini sanan, bilmediği zaman da bilmediğini bilen, kendi eksiklik ve fazlalıklarına
hoşgörüyle bakmayı da ukalâca öğrenmiş bu köşe yazarından nefret ediyordum! Her sorusuyla
beni daha çok "köşe yazarı Celâl Bey" yapan berberden de nefret ederdim! Bana tuhaf sorular
sormaya gazeteye gelen berberi de işte kötü anılarımın bu noktasında hatırladım.
O noktada, gecenin geç saatlerinde, beni ben yapan kendi koltuğumda, ayaklarımı sehpaya
uzatarak oturmuş, kulaklarımın dibinde bana kötü anılarımı hatırlatan o eski nakaratın yeni
öfkesini dinlerken, "Evet, berber efendi!" diyordum kendi kendime, "insanın kendisi olmasına
bir türlü izin vermezler, insanı bırakmazlar kendisi olsun diye, hiçbir zaman bırakmazlar." Ama
nakaratın vezni ve öfkesiyle söylediğim bu sözler, beni yalnızca içine girmek istediğim huzura
daha da fazla gömüyordu. O zaman bütün bu hikâyede, berberin ziyaretinde ve başka bir
berber aracılığıyla tazelenen anısında, başka yazılarımda da anlattığım ve ancak pek sadık
okurlarımın farkedeceği bir düzen, bir anjam, hatta nasıl desem 'esrarlı bir simetri' olduğuna
hükmettim. Geleceğime dönük bir işaretti bu: Uzun bir günün, hatta akşamın ardından insanın
yalnız başına kalıp, kendi koltuğuna oturup kendisi olabilmesi, yıllar süren uzun ve maceralı bir
yolculuktan sonra yolcunun kendi evine dönmesine benziyor.
ON YEDİNCİ BÖLÜM BENİ TANIDINIZ MI?
'Yine şimdi o zamanlara doğnı irca-i nazar ettikçe karanlıkta yürüyen bir izdiham sezinler gibi
oluyorum." .. „ ¦
Hikâye anlatanlar pavyondan çıkınca hemen dağılmamış, hafif hafif atıştıran karın altında ne
olduğunu kestiremedikleri yeni bir eğlenceyi bekliyor, bir yangına ya da bir cinayete tanık
olduktan sonra, bir ikincisi de patlak verir diye olay yerinde çakılanlar gibi, birbirlerinin yüzüne
bakıyorlardı. Kafasına kocaman bir fötr şapkayı çoktan geçirmiş kabak adam, "Öyle herkese
açık bir yer değil, İskender Bey," dedi. "Bu kalabalığı kaldıramazlar. Yalnızca İngilizleri
götürmek istiyorum. Memleketimizin bu yanından da ibret alsınlar." Galip'e döndü. "Siz de
gelebilirsiniz tabii..." Ötekiler gibi atlatamadıkları için, son anda onlara katılan iki kişiyi,
antikacılık yapan bir kadınla, fırça bıyıklı orta yaşlı bir mimarı da aralarına alarak Tepebaşma
doğru yürüdüler.
Amerikan Konsolosluğunun önünden geçerlerken, "Celâl Beyin Nişantaşı ve Şişli'deki evlerine
gittiniz mi?" diye sordu fötr şapkalı adam. "Ne için?" dedi Galip, adamın pek de anlamlı
bulmadığı yüzüne yakından bakarak. "İskender Bey, sizin Celâl Salik'in yeğeni olduğunuzu
söyledi. Onu aramıyor musunuz? İngilizlere memleketimizin meselelerini anlatması iyi olmaz
mıydı? Bakın, dünya da artık bize ilgi gösteriyor," "Tabii," dedi Galip. "Sizde adresleri var
mıydı?" diye sordu fötr şapkalı adam. "Yok," dedi Galip, "kimseye vermez." "O evlere
kadınlarla kapandığı doğru mu?" "Hayır," dedi Galip. "Kusura bakmayın," dedi adam.
"Dedikodu işte. Neler söylemiyorlar ki! İnsanların ağzı torba değil ki büzesi-niz. Hele Celâl Bey
gibi gerçekten bir efsaneyseniz! Kendisini tanırım." "Öyle mi?" "Öyle. Bir keresinde beni
Nişantaşı'ndaki evlerinden birine çağırmıştı." "Neredeydi?" diye sordu Galip. "Çoktan yıkıldı
şimdi orası. O iki katlı, taş evde bana, bir akşamüstü yalnızlıktan şikâyet ettiydi. İstediğim
zaman kendisini aramamı söylemişti." "Ama kendisi istiyor yalnız olmayı," dedi Galip. "Onu iyi
tanımıyorsunuz belki," dedi adam. "İçimden gelen bir ses benden yar-
dim beklediğini söylüyor bana. Adresini hiç mi bilmiyorsunuz?" "Hiç," dedi Galip. "Ama
herkesin onda kendinden bir parça bulması boşuna değildir." "Müstesna bir kişilik!" dedi fötr
şapkalı adam durumu özetleyerek. Böylece Celâl'in son yazılarından söz etmeye başladılar.
Tünel'e çıkan sokakların birinde, kenar mahallerde işitilecek cinsten bir bekçi düdüğü
duyulunca hepsi dönüp dar sokağın mor bir neon lambanın aydınlattığı karlı kaldırımlarına
baktılar: Galata Kulesine açılan sokaklardan birine girdiklerinde, Galip'e, yolun iki tarafındaki
yapıların üst katları, ağır ağır kapanan bir sinema perdesi gibi, birbirlerine yaklaşıyorlarmış gibi
geldi. Kule'nin tepesinde, ertesi gün yağacak karı işaret eden kırmızı lambalar yanıyordu. Saat
gecenin ikisiydi, yakınlarda bir yerde bir dükkânın ke-pengi gürültüyle indirildi.
Kulenin çevresinde dolandıktan sonra, Galip'in daha önce hiç görmediği ara sokaklardan birine
girip, buz tutmuş karanlık kaldırımlarda yürüdüler. Fötr şapkalı adam, iki katlı küçük bir evin
eski kapısını vurdu. Çok sonra, ikinci katta bir lamba yandı, açılan bir pencereden mavimsi bir
baş uzandı. "Kapıyı aç, benim," dedi fötr şapkalı adam. "İngiliz misafirlerimiz var." Dönüp
mahcup, utangaç, İngilizlere gülümsedi sonra.
Üzerinde, 'Merih Manken Atölyesi' yazan kapıyı, soluk yüzlü, otuz yaşlarında, tıraşsız biri açtı.
Yüzü uykuluydu. Bacaklarında kara bir pantolon, üzerinde mavi çubuklu bir pijama gömleği
vardı. Misafirlerinin her birinin elini gizli bir davanın kardeşleriy-miş gibi esrarengiz bir bakışla
tek tek sıktıktan sonra, kutular, kalıplar, tenekeler ve çeşitli vücut parçalarıyla dolu ve boya
kokan ışıl ışıl bir odaya aldı onları. Bir köşeden çıkardığı broşürleri dağıtırken, tekdüze bir sesle
anlatmaya başladı.
"Müessesemiz, Balkanlar ve Orta Doğu'nun en eski manken-cilik kuruluşudur. Yüz yıllık
tarihimizden soma, bugün vardığımız aşama, aynı zamanda, sanayileşme ve modernleşme
konusunda Türkiye'nin de nerelere ulaştığının bir göstergesidir. Bugün artık, yalnız kolların,
bacakların, kalçaların, yüzde yüz kendi ülkemizde yapılması değil..."
"Cebbar Bey," dedi kabak kafalı adam sıkıntıyla, "arkadaşlarımız burayı değil, sizin
rehberliğinizde aşağı katları, yer altını, mut-
suzları, tarihimizi, bizi biz yapan şeyi görmeye geldiler."
Rehber, öfkeli bir hareketle düğmeyi çevirince geniş odadaki yüzlerce kol, bacak, kafa, gövde,
bir anda sessiz bir karanlığın içinde kalırken, bir merdivene açılan küçük bir sahanlığı
aydınlatan çıplak bir ampul yandı. Hep birlikte demir merdivenleri iniyorlardı, aşağıdan bir nem
kokusu gelince, Galip bir an durakladı. Cebbar Bey, şaşırtıcı bir rahatlıkla Galip'e yaklaştı.
"Aradığını burada bulacaksın, korkma!" dedi çok bilmiş bir havayla. "Beni O yolladı, yanlış
yollarda dolanmanı, kaybolmanı hiç istemiyor."
Başkalarına da söylüyor muydu bu anlamı belirsiz sözleri? Merdivenlerden ilk odaya
indiklerinde gördükleri mankenleri, "Babamın ilk eserleri," diye tanıttı rehber. Ondan sonraki
odada bazı osmanlı denizcilerinin, korsanların, kâtiplerin, bir yer sofrasının çevresinde bağdaş
kurarak oturan köylülerin çıplak bir ampulün ışığında gördükleri mankenlerine bakarken,
rehber gene belirsiz birşeyler mırıldandı. Bir başka odadaki çamaşırcı bir kadının, kafası
koparılmış zındığın, elinde iş aletleriyle bir celladın mankenlerini gördüklerinde, Galip ilk defa
rehberin sözlerini anlayabildi. "Yüz yıl önce, bu ilk odalarda gördüğünüz ilk eserlerini
yarattığında, dedemin aklında herkesin aklında olması gereken şu basit düşünceden fazlası
yoktu: Dükkân vitrinlerinde sergilenen mankenler bizim insanlarımız örnek alınarak yapılmalı,
diye düşünmüştü dedem. Ama iki yüz yıldır tezgâhlanan uluslararası ve tarihi bir kumpasın
mutsuz kurbanları onu engellediler."
Merdivenlerden indikçe, birbirlerine basamaklarla açılan kapılardan geçtikçe, tavanından sular
damlayan ve içinde bir elektrik kordonuyla ona bağlı çıplak ampullerin bir çamaşır ipi gibi
dolandığı odalarda yüzlerce manken gördüler.
Otuz yıllık genel kurmay başkanlığı sırasında milletinin hep düşmanlarla işbirliği etmesinden
korktuğu için, ülkenin bütün köprülerini havaya uçurmayı, Ruslara işaret olmasın diye
minarelerini yıkmayı ve düşmanın eline geçerse yolunu kaybedeceği bir labirente dönüşsün
diye İstanbul'u boşaltıp bir hayalet şehir ilan etmeyi düşünen Mareşal Fevzi Çakmak'in,
birbirleriyle evlene evlene, ana, baba, kız, dede, amca hepsi birbirlerinin tıpatıp aynısı olan
Konyalı köylülerin, kapı kapı dolaşarak, farkında olmadan, bizi
biz yapan bütün o eski eşyaları toplayan eskicilerin mankenlerini gördüler. Ne kendileri, ne
başka biri olabildikleri için oynadıkları filmlerde kendileri olamayan film kahramanlarını ya da
düpedüz kendilerini en iyi canlandırabilen ünlü Türk artistlerinin ve oyuncularının ve Batı'nm
bilim ve sanatını Doğu'ya taşımak için bütün ömürlerini çeviri ve 'adaptasyona' veren acıklı
şaşkınların ve İstanbul'un kargacık burgacık sokaklarından, Berlin'deki ıhlamurlu, Paris'deki
gibi yıldız biçiminde ve köprülü bulvarlar açabilmek için, bütün ömrünce haritalar üzerinde elde
büyüteç çalışan ve bütün ömrünce akşamları emekli Paşalarımızın Batılılar gibi tasmalarla
gezdireceği köpeklerini sıçtırabilecekleri modern kaldırımlar düşledikten sonra, hayâllerinin
hiçbirini gerçekleştiremeden ölüp mezarı kaybolan hayalperestlerin ve işkencede yeni
uluslararası değerlere değil, milli ve geleneksel yöntemlere bağlı kalmak istedikleri için erken
emekli edilen istihbarat görevlilerinin ve omuzlarında sırık, mahalle aralarında boza, palamut
balığı, ve yoğurt satan seyyar satıcıların mankenlerini gördüler. Rehberin, "Dedemin başladığı,
babamın geliştirdiği ve benim de devraldığım bir dizi," diyerek tanıttığı "Kahve Manzaraları"
arasında, başları omuzlarının arasında kaybolan işsizleri, dama ya da tavla oynarken
yaşadıkları yüzyılı ve kendi kimliklerini mutlulukla unutabilen talihlileri, ellerinde çay
bardaklarını tutarken ve ucuz sigaraları içerken kaybettikleri varoluş nedenini hatırlamaya
çalışır gibi sonsuzdaki bir noktaya bakan, kendi iç düşüncelerine çekilen ya da oraya da çekile-
medikleri için oyun kâğıtlarını, zarları ya da birbirlerini hırpalayan vatandaşları gördüler.
"Dedem ölüm döşeğindeyken karşısmdaki uluslararası güçlerin ne kadar büyük olduğunu
sezmişti artık," diye anlatıyordu rehber. "Milletimizin kendisi olabilmesini istemeyen tarihi
güçler, bizi en kıymetli hazinemiz olan günlük hayatımızın hareketlerinden, jestlerimizden
mahrum bırakmak istedikleri için, dedemi Beyoğlu'ndan, dükkânlardan, İstiklâl Caddesinden,
vitrinlerden kovdular. Babam, ölüm döşeğindeki dedemle birlikte gelecek olarak bir tek
yeraltının evet yeraltınm, kendisine bırakıldığını anladığında, İstanbul'un bütün tarihi boyunca,
her zaman bir yeraltı şehri olduğunu daha bilmiyordu. Bunu önce hayattan, sonra da
mankenlerini yerleştirecek yeni odalar açtıkça çamurun içinde, karşılaştığı
dehlizlerden öğrendi."
Yeraltındaki bu dehlizlere ulaşan merdivenleri inerlerken, artık oda bile denemeyecek çamurlu
mağaralardan, sahanlıklardan geçerlerken, yüzlerce umutsuzun mankenini gördüler. Çıplak
ampullerin ışığı altındaki mankenler, kimi zaman Galip'e, unutulmuş bir otobüs durağında
hiçbir zaman gelmeyecek bir otobüsü beklerken üzerleri yüzyılların toz ve çamuruyla kaplanan
sabırlı vatan-' daşlan, kimi zaman, İstanbul sokaklarında yürürken duyduğu bir yanılsamayı,
bütün mutsuzların birbirleriyle kardeş olduğu duygusunu hatırlatıyordu. Ellerinde torbaları,
tombalacıları gördü. Alaycı ve asabi üniversite öğrencilerini gördü. Fıstıkçı dükkânlarının
çıraklarını, kuş severleri ve define arayanları gördü. Batı bilim ve sanatının Doğu'dan
yürütüldüğünü kanıtlamak için Dante okuyanları ve minare denen şeylerin bir başka dünyaya
verilmiş işaret olduğunu kanıtlamak için harita çizenlerin ve yüksek gerilim hattına çarparak,
hep birlikte mavi elektrikli bir şaşkınlığa kapılıp, iki yüzyıl öncesinin günlük olaylarını
hatırlamaya başlayan imam hatip liseli öğrencilerin mankenlerini gördü. Çamurla kaplı
odalarda sıralanan mankenlerin sahtekârlar, kendileri olamayanlar, günahkârlar, başkalarının
yerine geçenler gibi takımlara ayrıldığını gördü. Mutsuz evlileri, huzursuz ölüleri, mezarından
çıkan şehitleri gördü. Yüzlerine, alınlarına harfler yazılmış esrarengiz kişileri, bu harflerin
sırlarını ortaya atmış bilgeleri ve bu bilgelerin halifeliğini yapan günümüz ünlülerini bile gördü.
Bir köşede, çağımızın ünlü Türk yazar-çizer, sanatçıları arasında, Celâl'i üzerinde yirmi yıl önce
giydiği yağmurlukla gösteren bir manken de vardı. Rehber, bir zamanlar babasının çok
umutlar-beslediği bu yazarın ondan aldığı harflerin esrarını kötü amaçlarla kullandığını, kendini
ucuz zaferler için sattığını söyledi geçerken. Yirmi yıl önce, Celâl'in rehberin babası ve dedesi
üzerine yazdığı bir yazı çerçevelettirilmiş ve idam hükmü gibi mankeninin boynuna asılmıştı.
Bir çok dükkâncının yaptığı gibi, belediyeden izin alınmadığı için kaçak kazılan çamurlu odaların
duvarlarından sızan nemi ve geniz yakan küf kokusunu ciğerlerinde hissederken Galip,
rehberin babasının karşılaştığı sayısız ihanetlerden sonra, nasıl bütün umutlarını Anadolu
yolculuklarında topladığı harflerin esrarına verdiğini ve nasıl bu esrarı mankenlerinin,
mutsuzlarının
L
yüzlerine kazırken, aynı günlerde, İstanbul'u İstanbul yapan yeraltı dehlizlerinin bir bir
kendisine açıldığını anlatıyordu. Galip, Celâl'in şişman, kocaman gövdeli, yumuşak bakışlı,
küçük elli mankeninin karşısında uzunca bir süre hiç kıpırdamadan kaldı. "Senin yüzünden
kendim olamadım hiç!" demek geldi içinden, "senin yüzünden beni sen yapan bütün o
hikâyelere inandım." Celâl'in mankenini, babasının iyi çekilmiş bir fotoğrafını yıllar sonra ilgiyle
inceleyen oğul gibi, dikkâtle uzun uzun seyretti. Üzerindeki pantolon kumaşının uzak bir
akrabanın Sirkeci'deki dükkânından indirimle alındığını, yağmurluğu kendisini İngiliz polisiye
トルコ語文献の1テキストを読みました。