Kara Kitap - 16
合計単語数は 2814 です
一意の単語の合計数は 1565 です
31.1 の単語が最も一般的な 2000 単語に含まれています
45.1 の単語が最も一般的な 5000 語に含まれています
52.4 の単語が最も一般的な 8000 単語に含まれています
Tabii ki sofrada oturanlar, asıl aşkın fotoğrafçıyla kadm ara-
sındaki aşk olduğunu aralarında fısıldaşarak, kaş göz işaretleriyle anlaşarak çoktan karar
vermişlerdi, ama 'aşk hikâyesi'nin sonunda, bambaşka bir kahraman vardı: Serin bir yaz
sabahı, elindeki kalabalık bir pavyon masasının fotoğrafında, anlamsız suratlar arasında pırıl
pırıl parıldayan o inanılmaz yüzü gördüğü an, kadın, on bir yıldır sürdürdüğü araştırmalarının
hiç de boşa gitmediğine hemen karar vermiş. Aynı gece, gene pavyonda görüldüğü için bu
harika ve genç yüzün, rahatlıkla çekilip büyütülen fotoğraflarında çok yalın, çok sade, çok açık
bir anlam okunuyormuş: Aşk imiş bu anlam. Sonraları, Karagümrük'te küçük bir dükkânda
saat tamirciliği yaptığını öğrendikleri otuz üç yaşındaki bu adamın, temiz ve açık suratında
kelimenin üç 'yeni' harfi o kadar kolay okunuyormuş ki, kadın bu harflerin hiçbirini göremeyen
fotoğrafçıya kör olduğunu söylemiş öfkeyle. Ondan sonraki günleri de, görücüye çıkacak bir
gelin gibi titreyerek, yenilgiye mahkûm olduğunu daha baştan bilen bir âşık gibi peşinen acılar
çekerek ve küçük bir umut ışığı gördüğü zamanlarda da, gerçekleşebilecek bütün mutluluk
ihtimâllerini kılı kırk yaran bir titizlikle hayâl ederek geçirmiş. Bir haftada, saatçinin çeşitli
bahane ve hilelerle çekilmiş yüzlerce fotoğrafı kadının salonunun her köşesine asılmış.
Fotoğrafçının daha yakından, daha ayrıntılı fotoğraflar çektiği bir akşamdan sonra, inanılmaz
yüzlü saat tamircisinin pavyondan ayağı kesilince, kadın deliler gibi olmuş. Fotoğrafçıyı
saatçinin peşinden Karagümrük'e yollamış, ama dükkânında da, mahallelinin gösterdiği evinde
de yokmuş adam. Bir hafta sonra, yeniden gittiğinde dükkân, 'devren satılık'mış, ev de
boşaltılmış. Bundan sonra, fotoğrafçının artık yalnızca 'aşkı için' getirdiği fotoğraflarla kadın
ilgilenmez olmuş, saatçinin dışında en ilginç yüzlere bile gözünün ucuyla olsun bakmıyormuş.
Erken gelen o rüzgârlı sonbahar sabahlarının birinde, elinde kadını ilgilendirebilecek ilginç bir
'parça', kapısını çaldığı zaman, apartmanın her zaman meraklı kapıcısı, hanımefendinin adresi
belli olmayan bir başka yere taşındığını zevkle söylediğinde, fotoğrafçı kederle hikâyesinin
bittiğini sanmış: Artık geçmişi düşünerek kuracağı kendi hikâyesi başlıyormuş belki de.
Ama hikâyenin asıl sonunu, yıllar sonra, dalgın dalgın okuduğu bir gazetenin manşetinden
çıkarmış: 'Suratına Kezzap Attı!'
r
Kezzap atan kıskanç karının ne adı, ne suratı, ne de yaşı Şişli'deki hammefendininkini
tutuyormuş; suratına kezzap atılan koca da saat tamircisi değil, haberin çıkış yeri olan bir Orta
Anadolu kasabasında Cumhuriyet Savcısıymış. Dahası, gazetedeki ayrıntıların hiçbiri yıllardır
hayâlini kurduğu kadınla, güzel saatçinin özelliklerini tutmuyormuş, ama daha 'kezzap'
kelimesini görür görmez fotoğrafçımız bu çiftin 'onlar' olduğunu sezmiş; onların yıllardır birlikte
olduğunu, kendisini kullanarak birlikte kaçtıklarını, kendisi gibi kimbilir hangi mutsuz erkeği
aradan çıkarmak için bu oyuna başvurduklarını anlamış. O gün aldığı başka bir rezalet
gazetesinde saatçinin tamamen eriyerek anlamdan ve harflerden bütün bütün kurtulan mutlu
yüzünü görünce ne kadar haklı olduğunu da anlamış.
Fotoğrafçı özellikle yabancı gazetecilere bakarak anlattığı hikâyesinin takdir ve ilgiyle
karşılandığını görünce zaferini taçlandıracak son bir ayrıntıyı askeri bir sır verir gibi açıkladı:
Aynı rezalet gazetesi, suratı erimiş aynı yüzü, Ortadoğu'da yıllardır sürüp giden bir savaşm son
kurbanın resmi olarak (yıllar sonra bir kere daha) bastıktan sonra, altına şu anlamlı cümleyi
yazmış: "Aşk için imiş diyorlar öyleyse her şey"
Masadakiler neşeyle, hep birlikte fotoğrafçıya poz verdiler. Aralarında Galip'in uzaktan tanıdığı
bir iki gazeteci ve reklamcı, gözünün ısırdığı kabak kafalı bir adam, sofraya ucundan katılmış
birkaç yabana da vardı. Sofrada, bir geceliğine bir hanı, ya da fazla önemli olmayan bir kazayı
paylaşan insanlar arasındaki o rastlantısal dostluk ve merak duygusu oluşmuştu. Pavyon iyice
boşalıp sessizleşmiş, sahne ışıkları da çoktan sönmüştü.
Galip pavyonu Türkân Şoray'ın pavyon kadınını oynadığı 'Vesikalı Yarim'in çekildiği yere
benzetince, bunu yanına çağırdığı yaşlı garsona sordu. Belki de, o sırada herkesin kendisine
dönmesinden, belki de, kulak misafiri olduğu öteki hikâyelerin heyecanıyla yaşlı garson da,
kısa bir hikâye anlattı:
Hayır, o filme değil, ama burada bu pavyonda çekilen ve Rüya sinemasında gösterildiği hafta,
kendisinin de on dört kere kendisini seyrettiği eski bir filme ilişkindi hikâyesi. Prodüktörle
birlikte, filmde oynayan güzel kadın da ondan bir iki sahnede gözükmesini isteyince garson
memnuniyetle kabul etmiş. İki ay sonra sey-
rettiği filmde gözüken suratı ve elleri garsonun kendi suratı ve el-leriymiş, ama başka bir
sahnedeki sırtı, omuzları ve ensesi kendisinin değilmiş ve filmi her seyredişinde bu garsonu
hem korkutuyor, hem de tuhaf bir zevkle ürperüyormuş. Dahası ağzından bir başkasının,
üstelik başka filmlerde de sık sık işiteceği bir başkasının sesinin çıkmasına alışamıyormuş bir
türlü. Filmi seyreden ya-kınlarıysa bu tüyler ürpertici, akıl karıştırıcı rüyamsı yer
değiştirmelerle onun kadar ilgilenmemişler, ne film hilesi denen şeyi, ne de asıl önemli gerçeği,
bir küçük hileyle insanın bir başkasını kendisi, kendisini de bir başkası olarak gösterebileceğini
anlamışlar.
Garson, çift film gösterdikleri yaz haftalarında Beyoğlu sinemaları kendisinin bir an gözüktüğü
o filmi oynatırlar diye yıllarca boşu boşuna beklemiş. Filmi bir daha görebilseymiş, kendi
gençli-ğiyle karşılaştığı için değil, yakınlarının anlamadığı, ama bu seçkin sofradakilerin
anlayacağı öteki 'malûm' nedenden yepyeni bir hayata başlayabileceğine inamyormuş.
Yaşlı garsonun arkasından öteki 'malûm neden'in ne olduğu konusunda sofrada uzun uzun
konuşuldu. Çoğuna göre tabii ki, aşk idi bu neden; garson kendine ya da kendinde gördüğü
dünyaya, ya da 'sinema sanatı'na âşıktı. Pavyon kadını ise, garsonun, bütün eski güreşçiler
gibi 'ibne' olduğunu söyleyerek konuyu bağladı: Çırılçıplak soyunup aynada kendine kötülük
yaparken, mutfakta genç komileri sıkıştırırken yakalanmıştı.
Galip'in gözünün ısırdığı kabak kafalı ihtiyar, pavyon kadının ata sporumuzu yapan güreşçiler
hakkındaki bu "temelsiz önyargısına karşı çıkıp bir zamanlar özellikle Trakya'da çok yakından
takip ettiği bu müstesna insanların örnek aile hayatlarına ilişkin gözlemlerini saymaya başladı.
İskender de aynı sırada ihtiyarın kim olduğunu Galip'e anlattı: İngiliz gazetecilerin günlük
programlarını yapıp iki ayağını bir pabuca sokmaya çalıştığı o telâşlı günlerde İskender, Celâl'i
ararken -evci, belki de Galip'e telefon ettiği o günün akşamında- Pera Palas'in lobisinde
karşılaşmış bu kabak ihtiyarla. Adam ona Celâl Beyle tanıştığını, kendisinin de kişisel bir İŞ için
onu aradığını söyleyerek araştırmalarına katılmış. Sonraki günlerde şurada burada karşısına
çıkarak, yalnızca Celâl'i bulmak için değil, başka bazı ufak tefek işlerden de geniş çevresi
sayesinde -emekli askerdi- ona ve İngiliz gazetecilere yardım etmiş..
Çat pat İngiüzcesiyle bir iki kelime söylemekten pek hoşlanıyor-muş. Besbelli, boş vakitlerinde
yararlı şeyler yapmak isteyen, dostluğa meraklı ve İstanbul'u da iyi tanıyan bir emekliymiş.
İhtiyar Trakyalı güreşçilerden sonra, asıl hikâyenin sırası geldiğini söyleyerek kendi hikâyesini
anlattı:
Hikâyeden çok bir soruydu aslında bu: Gün ortasında güneş tutulduğu için kendiliğinden köye
dönen koyun sürüsünü ağıla kapatıp evine dönen ihtiyar bir çoban, çok sevdiği karısını
yatağında âşığıyla yakalıyor, bir an kararsızlık geçirdikten sonra, eline geçirdiği bıçakla ikisini
de öldürüyordu. Teslim olduktan sonra, kadı önünde kendisi savunurken karısını ve sevgilisini
değil, kendi yatağında gördüğü, hiç tanımadığı bir kadınla âşığını öldürdüğünü söylerken,
çobanın ileri sürdüğü mantık çok yalındı: Yıllardır aşkla birlikte yaşadığı, inandığı, tanıdığı
'kadının', bunu 'kendisi'ne yapmasına imkân olmadığına göre, 'kendisi'de, yataktaki "kadın" da
aslında başka biriydiler. Çoban bu şaşırtıcı değişime, güneşin de verdiği olağanüstü işarete
güvenerek hemen inanmıştı. Bir anda büründüğü ve hatırladığı o başka kişiliğin suçunun
cezasını çekmeye elbette hazırdı çoban, ama yatağında öldürdüğü kadınla erkeğin de, evine
girip kendi yatağının nimetlerinden hayasızca istifade etmiş iki hırsız olarak görülmesini
istiyordu. Cezasını, ne olursa olsun, çektikten sonra, güneşin tutulduğu günden beri
göremediği karısını aramaya yollara düşecek, onu bulduktan sonra da, kaybettiği kendi
kişiliğini, belki de karısının yardımıyla aramaya başlayacaktı. Kadı, çobana ne ceza vermişti
acaba?
Emekli albayın sorusuna masadakilerin verdiği cevapları dinlerken Galip, bu hikâyeyi ve soruyu
bir başka yerde okuduğunu, ya da dinlediğini düşünüyordu, ama o yerin neresi olduğunu hatır-
layamıyordu bir türlü. Fotoğrafçının banyodan getirip masadakilere dağıttığı fotoğraflardan
birine bakınca, hikâyeyi ve kabak kafalı adamı nereden hatırladığını çıkaracağını sandı bir an; o
an sanki kendisi de adama aslında kim olduğunu söyleyeverecek ve bir anda tıpkı fotoğrafçının
hikâyesindeki suratlar gibi, anlamı zor okunan yüzlerden birinin de esrarı çözülecekti. Galip,
sırası gelince, kadının çobanı affetmesi gerektiğini söylerken, emekli askerin yüzündeki
anlamın sırrını çözdüğünü hissetti: Sanki hikâyesini anlatmaya başladığında bir kişiydi emekli
asker, hikâyesini bitirdiğinde
bir başka kişi. Hikâyeyi anlatırken ona ne olmuştu, hikâyesini anlatırken onu değiştiren şey
neydi?
Anlatma sırası kendisine gelince, Galip, yıllar önce, bir başka köşe yazarından dinlediğini
söyleyerek yaşlı ve yalnız bir gazetecinin aşk hikâyesini anlatmaya başladı. Bütün hayatını
Babıâli gazetelerine, dergilere çeviriler yaparak, en son filmler ve oyunlar üzerine yazılar
yazarak geçirmişmiş bu adam. Kadınlardan çok, kadınların elbiselerine ve takılarına ilgi
duyduğu için hiç evlenmemiş* Beyoğlu'nun bir arka sokağındaki iki odalı küçük dairesinde,
kendinden de yaşlı ve yalnız gözüken tekir kedisiyle birlikte yapayalnız yaşarmış. Olaysız geçen
hayatında tek sarsıntı, Marcel Pro-ust'un geçmiş zamanın peşine düştüğü o okumakla
bitmeyecek kitabını ömrünün sonuna doğru okumaya başlamasıymış.
Yaşlı gazeteci, kitabı o kadar çok sevmiş ki, bir süre önüne gelen herkese ondan sözetmiş,
ama değil kendisi gibi ne emekler vererek o ciltleri Fransızca okuyup sevecek birini bulmak,
heyecanını bile paylaşacak kimseye bile rastlayamamış. Bunun üzerine içine kapanmış ve
kimbilir kaç kere okuduğu ciltlerdeki hikâyeleri, sahneleri bir bir kendine anlatmaya başlamış.
Gün boyunca ne zaman bir sıkıntıyla karşılaşsa, duygusuz, incelikten yoksun, hırslı ve
böylelerinin hep olduğu gibi 'kültürsüz' kişilerin kabalıklarına ve acımasızlıklarına ne zaman
katlanmak zorunda kalsa, "Zaten, şimdi burada değilim ben!" diye düşünüyormuş. "Şimdi ben,
evimde, yatak odamdayım ve içerdeki odada uyuyan ya da uyanmakta olan Albertine'imin ne
yaptığını düşlüyorum ya da uyandıktan sonra Albertine'in evin içinde gezinirken çıkardığı o
yumuşak, o tatlı ayak seslerini dinliyorum keyifle, sevinçle!" Sokaklarda, mutsuzlukla
yürürken, tıpkı Proust'un romanındaki anlatıcının yaptığı gibi, evinde kendisini bekleyen genç
ve güzel bir kadın olduğunu, bir zamanlar tanışmayı bile mutluluk sayacağı Albertine adlı bu
kadının kendisini beklediğini ve beklerken de Albertine'in neler yaptığını hayâl ediyormuş.
Sobası bir türlü iyi yanmayan iki odalı kendi evine döndüğündeyse, ihtiyar gazeteci,
Albertine'in Pro-ust'u terkettiği öteki ciltteki sayfalan kederle hatırlar, boş evin hüznünü içinde
hisseder, bir zamanlar burada Albertine ile gülüşerek konuştukları şeyleri, onun kendisini
ancak zili çaldıktan sonra zıyaret etmesini, sabah kahvaltılarını, kendi bitip tükenmeyen kıs-
kançlık nöbetlerini, birlikte çıkacakları Venedik yolculuğunun hayâllerini tek tek, sanki kendisi
hem Proust hem de kapatması Albertine imiş gibi, gözlerinden hüzün ve mutluluk yaşları
akana kadar hatırlarmış.
Tekir kedisiyle evinde geçirdiği pazar sabahları, kaba saba hikâyeler yayımlayan gazeteye
öfkelendiğinde, meraklı komşuların, anlayışsız uzak akrabalarm ve sivri dilli terbiyesiz
çocukların söyledikleri o alaycı sözleri hatırladığında, kendi eski çekmecesinin gözünde bir
yüzük bulmuş gibi yapar, bunun hizmetçisi Françoise'ın gül ağacından masanın çekmecesinde
bulduğu ve Albertine'in unuttuğu yüzük olduğunu düşünür, sonra hayâli hizmetçiye dönerek:
"Hayır, Françoise," dermiş tekir kedinin işitebileceği kadar yüksek sesle konuşarak, "Albertine
bunu unutmadı, yüzüğü ona geri yollamamız da boşuna olur, çünkü nasıl olsa pek yakın
zamanda eve dönecek Albertine."
Kimse Albertine'i tanımadığı, kimse Proust'u bilmediği için bu kadar sefil ve acıklı bizim
ülkemiz, diye düşünürdü ihtiyar gazeteci. Bir gün Proust'u ve Albertine'i anlayacak birileri bu
ülkede çıktığında, evet belki o zaman sokaklardaki bıyıklı ve yoksul insanlar daha iyi bir hayat
yaşamaya başlayacaklar, belki o zaman, ilk kıskançlık anında birbirlerini bıçaklayacaklarına,
Proust gibi sevgililerinin hayâlini gözlerinin önünde nasıl canlandırdıkları üzerine hayâllere
dalacaklardı. Okumuş yazmış kabul edildikleri için gazetelerde çalıştırılan bütün o yazarlar,
çevirmenler de Proust okumadıkları, Albertine'i tanımadıkları ihtiyar gazetecinin Proust'u
okuduğunu bilmedikleri, onun Proust ve Albertine'nin bizzat kendisi olduğunu anlamadıkları
için bu kadar kötü ve anlayışsızdılar.
Ama hikâyede şaşılacak yan, yaşlı ve yalnız gazetecinin kendini bir roman kahramanı ya da
yazarı sanması değilmiş; çünkü kimsenin okumadığı bir Batı eserini aşkla seven her Türk, bir
süre sonra, kitabı yalnızca, çok severek okuduğuna değil, onu yazdığına da içtenlikle inanmaya
başlarmış. Daha sonra bu kişi, çevresindeki insanları, yalnız bu kitabı okumadıkları için değil,
kendisinin yazdığı gibi bir kitap yazamadıkları için de küçümsermiş. İşte bu yüzden, şaşırtıcı
olan şey ihtiyar gazetecinin yıllarca kendini Pro-ust ya da Albertine sanması değil, yıllarca
herkesten sakladığı bu sırrım bir gün genç bir köşe yazarına açmasıymış.
Belki de ihtiyar gazeteci, bu genç köşe yazarına çok özel bir sevgi duyduğu için ona açılabilmiş,
çünkü Proust ve Albertine'i andıran bir güzellik varmış bu delikanlı köşe yazarında: Badem
bıyıklı, sağlam ve klasik yapılı, güzel kalçalı, uzun kirpikli ve Proust ve Albertine gibi de esmer
ve kısaca boyluymuş; teninin bir Pakistanlıyı hatırlatan yumuşacık ipeksi derisi pırıl pırıl
parlarmış. Ama benzerlik de bu kadarmış işte: Avrupa edebiyatı zevki Paul de Kock ve
Pitigrilli'den öte geçmeyen genç ve güzel köşe yazarı, ihtiyar gazetecinin sırlarının ve aşkının
hikâyesini dinleyince, önce kahkahalarla gülmüş, sonra da bu ilginç hikâyeyi bir köşe yazısında
yazacağını söylemiş.
Yaptığı hatayı anlayan ihtiyar gazeteci, her şeyi unutması için genç ve güzel meslektaşına
yalvarmış, ama hâlâ gülen öteki, oralı olmamış bile. İhtiyar gazeteci evine döndüğünde, bir
anda, bütün - dünyasının yıkıldığını anlamış: Boş ^inde artık ne Proust'un kıskançlıklarım
düşünebiliyormuş, ne de Albertine ile geçirdikleri güzel zamanlan, ne de Albertine'nin nereye
gittiğini. İstanbul'da yalnızca ve yalnızca kendisinin bildiği, yaşadığı o olağanüstü ve büyülü
aşk, hayatının tek gurur kaynağı olan ve kimsenin kirletemediği o yüce aşk, pek yakında
yüzbinlerce anlayışsız okura kabaca anlatılacak, yıllardır tapındığı Albertine'in sanki ırzına
geçilecekmiş. İhtiyar gazeteci, en son başbakanın hırsızlıklarıyla, en son radyo programlarının
kusurlarından başka hiçbir şey okuyamayan budala okurların, daha sonra çöp tenekesinin
altına koyacakları ya da üzerinde balık ayıklayacakları kâğıt parçaları üzerinde, Albertine'in
adının, o çok sevdiği, ölürcesine kıskandığı, kendisini terke-dince mutsuzluktan yıkıldığı ve
Balbec'te ilk gördüğü zaman bisiklete binişini hiç mi hiç unutamadığı sevgili Albertine'in güzel
adını göreceğini düşündükçe yalnızca ölmek istiyormuş.
Bu yüzden, son bir cesaret ve kararlılıkla, badem bıyıklı ipek <¦ tenli genç köşe yazarına
telefon etmiş ve ona bu şifa bulmaz ve özel aşkı, bu insanlık durumunu, çaresiz ve sınırsız
kıskançlığını "yalnızca ve yalnızca" kendisinin anlayacağını söyleyerek, Proust'-tan ve
Albertine'den hiçbir köşe yazısında, hiçbir zaman sözetme-sini yalvararak istemiş. Bir cesaretle
de eklemiş: "Hem siz zaten Marcel Proust'un o eserini okumadınız bile!" "Kimin, hangi eserini?"
diye sormuş, "niye?" diye sormuş konuyu ve ihtiyar gazeteci-
nin aşkını çoktan unutmuş olan genç köşe yazarı. İhtiyar, her şeyi gene anlatmış ve genç ve
acımasız köşe yazan gene aynı kahkahayla gülüp, evet, evet, işte bu hikâyeyi yazması
gerektiğini söylemiş sevinçle. Hatta belki de ihtiyarın konunun yazılmasını istediğini düşündüğü
için de.
Yazmış da. Bir hikâyeye benzeyen o köşe yazısında ihtiyar köşe yazarı şu dinlediğiniz
hikâyedeki gibi anlatılıyormuş: Tuhaf bir Batı romanının kahramanına âşık olan ve kendisini
hem yazarı hem kahramanı sanan İstanbullu, yalnız ve acıklı bir ihtiyar olarak. Hikâyedeki
ihtiyar gazetecinin de, gerçek ihtiyar gazeteci gibi bir tekir kedisi varmış. Köşe yazısındaki
ihtiyar gazeteci de, bir köşe yazısında anlatılan hikâyede kendisiyle alay edildiğini görünce
sarsıhyormuş. O anlatılan hikâyenin içindeki hikâyede de ihtiyar gazeteci, Proust'un ve
Albertine'in adlarım gazetede görünce ölmek istiyormuş. Hikâyenin içindeki hikâyenin içindeki,
hikâyenin içindeki yalnız gazeteciler, Proust'lar ve Albertine'ler ihtiyar yazarın hayatının son
mutsuz gecelerinin kâbuslarmda dipsizlik ve sonsuzluk kuyularından birer birer ortaya
çıkmışlar. Geceyarılarmda kâbuslarla uyandığında, ihtiyar gazetecinin, kimse bilmediği için
hayalleriyle mutlu olabileceği bir aşkı da yokmuş artık. Acımasız köşe yazısının
yayımlanmasından üç gün sonra, bir sabah kapısı kırılarak açıldığında, bir türlü yanmayan
sobanın borusundan sızan dumanla ihtiyar gazetecinin uykusunda sessizce öldüğü anlaşılmış.
Tekir kedisi iki gündür açmış, ama gene de efendisini yemeye cesaret edememiş.
Bütün ötek hikâyeler gibi, Galip'in anlattığı hikâyede de onca hüznüne rağmen dinleyicileri
birbirlerine bağlayarak neşelen-dirmişti. Aralarında yabancı gazetecilerin de olduğu birkaç kişi
masalardan kalkıp gözükmeyen bir radyonun müziğiyle konsomatrislerle birlikte pavyon
boşalana kadar oynadılar, eğlendiler, güldüler.
ON ALTINCI BÖLÜM
KENDİM OLMALIYIM
"Neşeli va da hüzünlü ya da dalgın ya da düşünceli ya da kibar olmak istiyorsan, bu durumları
tek tek bütün a'vrmtı-lanyla ovnaman gerekivordu valnızca."
Patricia Highsrtıith
Yirmi altı yıl önce, bir kış gecesi başımdan geçen bir metafizik deneyi, yıllar sonra hatırlayarak
bir köşe yazımda, bu sütunlarda kısaca anlatmıştım. Bundan on bir ya da on iki yıl önce, iyi
çıkartamıyorum, (Ne yazık ki hafızamın iyice zayıfladığı bugünlerde bu gibi durumlarda
başvurduğum 'gizli arşivim' elimin altında değil!) yazdığım bu uzunca yazıdan sonra,
okuyucularımdan bir yığın mektup aldım. Her zaman olduğu gibi, bekledikleri, alıştıkları türden
bir yazı yazmadığım için öfkelenen (Niye her zamanki gibi yurt sorunlarından sözetmiyordum,
niye her zamanki gibi yağmurlu İstanbul sokaklarının hüznünü anlatmıyordum?) okuyucularım
arasında, başka 'çok önemli bir konuda' benimle aynı görüşte olduğunu 'sezen' bir
okuyucumun mektubu da vardı. Kısa bir süre sonra beni ziyaret edecek, ve ortak anlaşma
noktalarımız olarak gördüğü bazı 'özel' ve 'derin' konularda bana sorular soracaktı.
Berber olduğunu yazan (bu da tuhaftı) bu okuyucumun mektubunu unutmak üzereydim ki, bir
öğleden sonra kendisi gerçekten çıkageldi. Sayfaların bağlanma vaktiydi, yarı kalmış yazıları
bitirip aşağıya yollamak üzereydik, hiç vaktim yoktu. Üstelik, berberin, dertlerini uzun uzun
anlatacağını, bu biçip tükenmez dertlere sütunlarımda niye yeterince yer veremeyeceğimi
sorarak beni sıkıştıracağını da düşünüyordum. Başımdan savmak için başka bir zaman
gelmesini söyledim. Geleceğini önceden yazdığını hatırlattı bana, zaten 'başka bir zamana' da
vakti olmadığını söyledi; hemen cevaplandırabileceğim iki soru soracakmış, ayak üstü bile
cevap verebilirmişim. Berberin konuya doğrudan doğruya girmesinden hoşlandığım için
soruları hemen sormasını söyledim. "Kendiniz olmakta güçlük çekiyor musunuz?" Tuhaf bir
şeyin, bir eğlencenin, sonradan hep birlikte gülüne-
cek bir şakanın yaklaştığını sezdikleri için masanın başına küçük bir kalabalık toplanmıştı:
Ağabeylik ettiğim genç gazeteciler, şakalarıyla herkesi güldüren şişman ve gürültücü bir futbol
yazarı..: Böylece, soruya cevap olarak, böyle durumlarda benden beklenilen o 'zeki' şakalardan
birini yaptım. BerberJ)u şakayı istediği bir cevap gibi dikkatle dinledikten sonra ikinci sorusunu
sordu.
"İnsanın yalnızca kendisi olabilmesinin bir yolu var mıdır acaba?"
Kendi merakını doyurmak için değil de, sözcülüğünü ettiği bir başkasının isteği üzerine aracılık
eder gibi sormuştu bu sefer. Besbelli, soruyu daha önceden hazırlayıp ezberlemişti. İlk
şakamın etkisi hâlâ havadaydı, gülüşmeleri işiten başkaları da gelmişti, böyle bir durumda
'insanın kendisi olabilmesi' üzerine ontolojik bir nutuk atmak yerine, heyecanla beklenen ve
taşı gediğe oturtacak ikinci şakayı patlatmaktan daha doğal ne olabilir? Üstelik, bu ikinci
şakayla, birinci şakanın etkisi de artıyor, her şey yokluğumda da anlatılacak şık bir hikâye
haline dönüşüyordu. Bugün de hatırlamadığım bu ikinci şakadan sonra, berber:
"Zaten anlamıştım!" deyip gitti.
sındaki aşk olduğunu aralarında fısıldaşarak, kaş göz işaretleriyle anlaşarak çoktan karar
vermişlerdi, ama 'aşk hikâyesi'nin sonunda, bambaşka bir kahraman vardı: Serin bir yaz
sabahı, elindeki kalabalık bir pavyon masasının fotoğrafında, anlamsız suratlar arasında pırıl
pırıl parıldayan o inanılmaz yüzü gördüğü an, kadın, on bir yıldır sürdürdüğü araştırmalarının
hiç de boşa gitmediğine hemen karar vermiş. Aynı gece, gene pavyonda görüldüğü için bu
harika ve genç yüzün, rahatlıkla çekilip büyütülen fotoğraflarında çok yalın, çok sade, çok açık
bir anlam okunuyormuş: Aşk imiş bu anlam. Sonraları, Karagümrük'te küçük bir dükkânda
saat tamirciliği yaptığını öğrendikleri otuz üç yaşındaki bu adamın, temiz ve açık suratında
kelimenin üç 'yeni' harfi o kadar kolay okunuyormuş ki, kadın bu harflerin hiçbirini göremeyen
fotoğrafçıya kör olduğunu söylemiş öfkeyle. Ondan sonraki günleri de, görücüye çıkacak bir
gelin gibi titreyerek, yenilgiye mahkûm olduğunu daha baştan bilen bir âşık gibi peşinen acılar
çekerek ve küçük bir umut ışığı gördüğü zamanlarda da, gerçekleşebilecek bütün mutluluk
ihtimâllerini kılı kırk yaran bir titizlikle hayâl ederek geçirmiş. Bir haftada, saatçinin çeşitli
bahane ve hilelerle çekilmiş yüzlerce fotoğrafı kadının salonunun her köşesine asılmış.
Fotoğrafçının daha yakından, daha ayrıntılı fotoğraflar çektiği bir akşamdan sonra, inanılmaz
yüzlü saat tamircisinin pavyondan ayağı kesilince, kadın deliler gibi olmuş. Fotoğrafçıyı
saatçinin peşinden Karagümrük'e yollamış, ama dükkânında da, mahallelinin gösterdiği evinde
de yokmuş adam. Bir hafta sonra, yeniden gittiğinde dükkân, 'devren satılık'mış, ev de
boşaltılmış. Bundan sonra, fotoğrafçının artık yalnızca 'aşkı için' getirdiği fotoğraflarla kadın
ilgilenmez olmuş, saatçinin dışında en ilginç yüzlere bile gözünün ucuyla olsun bakmıyormuş.
Erken gelen o rüzgârlı sonbahar sabahlarının birinde, elinde kadını ilgilendirebilecek ilginç bir
'parça', kapısını çaldığı zaman, apartmanın her zaman meraklı kapıcısı, hanımefendinin adresi
belli olmayan bir başka yere taşındığını zevkle söylediğinde, fotoğrafçı kederle hikâyesinin
bittiğini sanmış: Artık geçmişi düşünerek kuracağı kendi hikâyesi başlıyormuş belki de.
Ama hikâyenin asıl sonunu, yıllar sonra, dalgın dalgın okuduğu bir gazetenin manşetinden
çıkarmış: 'Suratına Kezzap Attı!'
r
Kezzap atan kıskanç karının ne adı, ne suratı, ne de yaşı Şişli'deki hammefendininkini
tutuyormuş; suratına kezzap atılan koca da saat tamircisi değil, haberin çıkış yeri olan bir Orta
Anadolu kasabasında Cumhuriyet Savcısıymış. Dahası, gazetedeki ayrıntıların hiçbiri yıllardır
hayâlini kurduğu kadınla, güzel saatçinin özelliklerini tutmuyormuş, ama daha 'kezzap'
kelimesini görür görmez fotoğrafçımız bu çiftin 'onlar' olduğunu sezmiş; onların yıllardır birlikte
olduğunu, kendisini kullanarak birlikte kaçtıklarını, kendisi gibi kimbilir hangi mutsuz erkeği
aradan çıkarmak için bu oyuna başvurduklarını anlamış. O gün aldığı başka bir rezalet
gazetesinde saatçinin tamamen eriyerek anlamdan ve harflerden bütün bütün kurtulan mutlu
yüzünü görünce ne kadar haklı olduğunu da anlamış.
Fotoğrafçı özellikle yabancı gazetecilere bakarak anlattığı hikâyesinin takdir ve ilgiyle
karşılandığını görünce zaferini taçlandıracak son bir ayrıntıyı askeri bir sır verir gibi açıkladı:
Aynı rezalet gazetesi, suratı erimiş aynı yüzü, Ortadoğu'da yıllardır sürüp giden bir savaşm son
kurbanın resmi olarak (yıllar sonra bir kere daha) bastıktan sonra, altına şu anlamlı cümleyi
yazmış: "Aşk için imiş diyorlar öyleyse her şey"
Masadakiler neşeyle, hep birlikte fotoğrafçıya poz verdiler. Aralarında Galip'in uzaktan tanıdığı
bir iki gazeteci ve reklamcı, gözünün ısırdığı kabak kafalı bir adam, sofraya ucundan katılmış
birkaç yabana da vardı. Sofrada, bir geceliğine bir hanı, ya da fazla önemli olmayan bir kazayı
paylaşan insanlar arasındaki o rastlantısal dostluk ve merak duygusu oluşmuştu. Pavyon iyice
boşalıp sessizleşmiş, sahne ışıkları da çoktan sönmüştü.
Galip pavyonu Türkân Şoray'ın pavyon kadınını oynadığı 'Vesikalı Yarim'in çekildiği yere
benzetince, bunu yanına çağırdığı yaşlı garsona sordu. Belki de, o sırada herkesin kendisine
dönmesinden, belki de, kulak misafiri olduğu öteki hikâyelerin heyecanıyla yaşlı garson da,
kısa bir hikâye anlattı:
Hayır, o filme değil, ama burada bu pavyonda çekilen ve Rüya sinemasında gösterildiği hafta,
kendisinin de on dört kere kendisini seyrettiği eski bir filme ilişkindi hikâyesi. Prodüktörle
birlikte, filmde oynayan güzel kadın da ondan bir iki sahnede gözükmesini isteyince garson
memnuniyetle kabul etmiş. İki ay sonra sey-
rettiği filmde gözüken suratı ve elleri garsonun kendi suratı ve el-leriymiş, ama başka bir
sahnedeki sırtı, omuzları ve ensesi kendisinin değilmiş ve filmi her seyredişinde bu garsonu
hem korkutuyor, hem de tuhaf bir zevkle ürperüyormuş. Dahası ağzından bir başkasının,
üstelik başka filmlerde de sık sık işiteceği bir başkasının sesinin çıkmasına alışamıyormuş bir
türlü. Filmi seyreden ya-kınlarıysa bu tüyler ürpertici, akıl karıştırıcı rüyamsı yer
değiştirmelerle onun kadar ilgilenmemişler, ne film hilesi denen şeyi, ne de asıl önemli gerçeği,
bir küçük hileyle insanın bir başkasını kendisi, kendisini de bir başkası olarak gösterebileceğini
anlamışlar.
Garson, çift film gösterdikleri yaz haftalarında Beyoğlu sinemaları kendisinin bir an gözüktüğü
o filmi oynatırlar diye yıllarca boşu boşuna beklemiş. Filmi bir daha görebilseymiş, kendi
gençli-ğiyle karşılaştığı için değil, yakınlarının anlamadığı, ama bu seçkin sofradakilerin
anlayacağı öteki 'malûm' nedenden yepyeni bir hayata başlayabileceğine inamyormuş.
Yaşlı garsonun arkasından öteki 'malûm neden'in ne olduğu konusunda sofrada uzun uzun
konuşuldu. Çoğuna göre tabii ki, aşk idi bu neden; garson kendine ya da kendinde gördüğü
dünyaya, ya da 'sinema sanatı'na âşıktı. Pavyon kadını ise, garsonun, bütün eski güreşçiler
gibi 'ibne' olduğunu söyleyerek konuyu bağladı: Çırılçıplak soyunup aynada kendine kötülük
yaparken, mutfakta genç komileri sıkıştırırken yakalanmıştı.
Galip'in gözünün ısırdığı kabak kafalı ihtiyar, pavyon kadının ata sporumuzu yapan güreşçiler
hakkındaki bu "temelsiz önyargısına karşı çıkıp bir zamanlar özellikle Trakya'da çok yakından
takip ettiği bu müstesna insanların örnek aile hayatlarına ilişkin gözlemlerini saymaya başladı.
İskender de aynı sırada ihtiyarın kim olduğunu Galip'e anlattı: İngiliz gazetecilerin günlük
programlarını yapıp iki ayağını bir pabuca sokmaya çalıştığı o telâşlı günlerde İskender, Celâl'i
ararken -evci, belki de Galip'e telefon ettiği o günün akşamında- Pera Palas'in lobisinde
karşılaşmış bu kabak ihtiyarla. Adam ona Celâl Beyle tanıştığını, kendisinin de kişisel bir İŞ için
onu aradığını söyleyerek araştırmalarına katılmış. Sonraki günlerde şurada burada karşısına
çıkarak, yalnızca Celâl'i bulmak için değil, başka bazı ufak tefek işlerden de geniş çevresi
sayesinde -emekli askerdi- ona ve İngiliz gazetecilere yardım etmiş..
Çat pat İngiüzcesiyle bir iki kelime söylemekten pek hoşlanıyor-muş. Besbelli, boş vakitlerinde
yararlı şeyler yapmak isteyen, dostluğa meraklı ve İstanbul'u da iyi tanıyan bir emekliymiş.
İhtiyar Trakyalı güreşçilerden sonra, asıl hikâyenin sırası geldiğini söyleyerek kendi hikâyesini
anlattı:
Hikâyeden çok bir soruydu aslında bu: Gün ortasında güneş tutulduğu için kendiliğinden köye
dönen koyun sürüsünü ağıla kapatıp evine dönen ihtiyar bir çoban, çok sevdiği karısını
yatağında âşığıyla yakalıyor, bir an kararsızlık geçirdikten sonra, eline geçirdiği bıçakla ikisini
de öldürüyordu. Teslim olduktan sonra, kadı önünde kendisi savunurken karısını ve sevgilisini
değil, kendi yatağında gördüğü, hiç tanımadığı bir kadınla âşığını öldürdüğünü söylerken,
çobanın ileri sürdüğü mantık çok yalındı: Yıllardır aşkla birlikte yaşadığı, inandığı, tanıdığı
'kadının', bunu 'kendisi'ne yapmasına imkân olmadığına göre, 'kendisi'de, yataktaki "kadın" da
aslında başka biriydiler. Çoban bu şaşırtıcı değişime, güneşin de verdiği olağanüstü işarete
güvenerek hemen inanmıştı. Bir anda büründüğü ve hatırladığı o başka kişiliğin suçunun
cezasını çekmeye elbette hazırdı çoban, ama yatağında öldürdüğü kadınla erkeğin de, evine
girip kendi yatağının nimetlerinden hayasızca istifade etmiş iki hırsız olarak görülmesini
istiyordu. Cezasını, ne olursa olsun, çektikten sonra, güneşin tutulduğu günden beri
göremediği karısını aramaya yollara düşecek, onu bulduktan sonra da, kaybettiği kendi
kişiliğini, belki de karısının yardımıyla aramaya başlayacaktı. Kadı, çobana ne ceza vermişti
acaba?
Emekli albayın sorusuna masadakilerin verdiği cevapları dinlerken Galip, bu hikâyeyi ve soruyu
bir başka yerde okuduğunu, ya da dinlediğini düşünüyordu, ama o yerin neresi olduğunu hatır-
layamıyordu bir türlü. Fotoğrafçının banyodan getirip masadakilere dağıttığı fotoğraflardan
birine bakınca, hikâyeyi ve kabak kafalı adamı nereden hatırladığını çıkaracağını sandı bir an; o
an sanki kendisi de adama aslında kim olduğunu söyleyeverecek ve bir anda tıpkı fotoğrafçının
hikâyesindeki suratlar gibi, anlamı zor okunan yüzlerden birinin de esrarı çözülecekti. Galip,
sırası gelince, kadının çobanı affetmesi gerektiğini söylerken, emekli askerin yüzündeki
anlamın sırrını çözdüğünü hissetti: Sanki hikâyesini anlatmaya başladığında bir kişiydi emekli
asker, hikâyesini bitirdiğinde
bir başka kişi. Hikâyeyi anlatırken ona ne olmuştu, hikâyesini anlatırken onu değiştiren şey
neydi?
Anlatma sırası kendisine gelince, Galip, yıllar önce, bir başka köşe yazarından dinlediğini
söyleyerek yaşlı ve yalnız bir gazetecinin aşk hikâyesini anlatmaya başladı. Bütün hayatını
Babıâli gazetelerine, dergilere çeviriler yaparak, en son filmler ve oyunlar üzerine yazılar
yazarak geçirmişmiş bu adam. Kadınlardan çok, kadınların elbiselerine ve takılarına ilgi
duyduğu için hiç evlenmemiş* Beyoğlu'nun bir arka sokağındaki iki odalı küçük dairesinde,
kendinden de yaşlı ve yalnız gözüken tekir kedisiyle birlikte yapayalnız yaşarmış. Olaysız geçen
hayatında tek sarsıntı, Marcel Pro-ust'un geçmiş zamanın peşine düştüğü o okumakla
bitmeyecek kitabını ömrünün sonuna doğru okumaya başlamasıymış.
Yaşlı gazeteci, kitabı o kadar çok sevmiş ki, bir süre önüne gelen herkese ondan sözetmiş,
ama değil kendisi gibi ne emekler vererek o ciltleri Fransızca okuyup sevecek birini bulmak,
heyecanını bile paylaşacak kimseye bile rastlayamamış. Bunun üzerine içine kapanmış ve
kimbilir kaç kere okuduğu ciltlerdeki hikâyeleri, sahneleri bir bir kendine anlatmaya başlamış.
Gün boyunca ne zaman bir sıkıntıyla karşılaşsa, duygusuz, incelikten yoksun, hırslı ve
böylelerinin hep olduğu gibi 'kültürsüz' kişilerin kabalıklarına ve acımasızlıklarına ne zaman
katlanmak zorunda kalsa, "Zaten, şimdi burada değilim ben!" diye düşünüyormuş. "Şimdi ben,
evimde, yatak odamdayım ve içerdeki odada uyuyan ya da uyanmakta olan Albertine'imin ne
yaptığını düşlüyorum ya da uyandıktan sonra Albertine'in evin içinde gezinirken çıkardığı o
yumuşak, o tatlı ayak seslerini dinliyorum keyifle, sevinçle!" Sokaklarda, mutsuzlukla
yürürken, tıpkı Proust'un romanındaki anlatıcının yaptığı gibi, evinde kendisini bekleyen genç
ve güzel bir kadın olduğunu, bir zamanlar tanışmayı bile mutluluk sayacağı Albertine adlı bu
kadının kendisini beklediğini ve beklerken de Albertine'in neler yaptığını hayâl ediyormuş.
Sobası bir türlü iyi yanmayan iki odalı kendi evine döndüğündeyse, ihtiyar gazeteci,
Albertine'in Pro-ust'u terkettiği öteki ciltteki sayfalan kederle hatırlar, boş evin hüznünü içinde
hisseder, bir zamanlar burada Albertine ile gülüşerek konuştukları şeyleri, onun kendisini
ancak zili çaldıktan sonra zıyaret etmesini, sabah kahvaltılarını, kendi bitip tükenmeyen kıs-
kançlık nöbetlerini, birlikte çıkacakları Venedik yolculuğunun hayâllerini tek tek, sanki kendisi
hem Proust hem de kapatması Albertine imiş gibi, gözlerinden hüzün ve mutluluk yaşları
akana kadar hatırlarmış.
Tekir kedisiyle evinde geçirdiği pazar sabahları, kaba saba hikâyeler yayımlayan gazeteye
öfkelendiğinde, meraklı komşuların, anlayışsız uzak akrabalarm ve sivri dilli terbiyesiz
çocukların söyledikleri o alaycı sözleri hatırladığında, kendi eski çekmecesinin gözünde bir
yüzük bulmuş gibi yapar, bunun hizmetçisi Françoise'ın gül ağacından masanın çekmecesinde
bulduğu ve Albertine'in unuttuğu yüzük olduğunu düşünür, sonra hayâli hizmetçiye dönerek:
"Hayır, Françoise," dermiş tekir kedinin işitebileceği kadar yüksek sesle konuşarak, "Albertine
bunu unutmadı, yüzüğü ona geri yollamamız da boşuna olur, çünkü nasıl olsa pek yakın
zamanda eve dönecek Albertine."
Kimse Albertine'i tanımadığı, kimse Proust'u bilmediği için bu kadar sefil ve acıklı bizim
ülkemiz, diye düşünürdü ihtiyar gazeteci. Bir gün Proust'u ve Albertine'i anlayacak birileri bu
ülkede çıktığında, evet belki o zaman sokaklardaki bıyıklı ve yoksul insanlar daha iyi bir hayat
yaşamaya başlayacaklar, belki o zaman, ilk kıskançlık anında birbirlerini bıçaklayacaklarına,
Proust gibi sevgililerinin hayâlini gözlerinin önünde nasıl canlandırdıkları üzerine hayâllere
dalacaklardı. Okumuş yazmış kabul edildikleri için gazetelerde çalıştırılan bütün o yazarlar,
çevirmenler de Proust okumadıkları, Albertine'i tanımadıkları ihtiyar gazetecinin Proust'u
okuduğunu bilmedikleri, onun Proust ve Albertine'nin bizzat kendisi olduğunu anlamadıkları
için bu kadar kötü ve anlayışsızdılar.
Ama hikâyede şaşılacak yan, yaşlı ve yalnız gazetecinin kendini bir roman kahramanı ya da
yazarı sanması değilmiş; çünkü kimsenin okumadığı bir Batı eserini aşkla seven her Türk, bir
süre sonra, kitabı yalnızca, çok severek okuduğuna değil, onu yazdığına da içtenlikle inanmaya
başlarmış. Daha sonra bu kişi, çevresindeki insanları, yalnız bu kitabı okumadıkları için değil,
kendisinin yazdığı gibi bir kitap yazamadıkları için de küçümsermiş. İşte bu yüzden, şaşırtıcı
olan şey ihtiyar gazetecinin yıllarca kendini Pro-ust ya da Albertine sanması değil, yıllarca
herkesten sakladığı bu sırrım bir gün genç bir köşe yazarına açmasıymış.
Belki de ihtiyar gazeteci, bu genç köşe yazarına çok özel bir sevgi duyduğu için ona açılabilmiş,
çünkü Proust ve Albertine'i andıran bir güzellik varmış bu delikanlı köşe yazarında: Badem
bıyıklı, sağlam ve klasik yapılı, güzel kalçalı, uzun kirpikli ve Proust ve Albertine gibi de esmer
ve kısaca boyluymuş; teninin bir Pakistanlıyı hatırlatan yumuşacık ipeksi derisi pırıl pırıl
parlarmış. Ama benzerlik de bu kadarmış işte: Avrupa edebiyatı zevki Paul de Kock ve
Pitigrilli'den öte geçmeyen genç ve güzel köşe yazarı, ihtiyar gazetecinin sırlarının ve aşkının
hikâyesini dinleyince, önce kahkahalarla gülmüş, sonra da bu ilginç hikâyeyi bir köşe yazısında
yazacağını söylemiş.
Yaptığı hatayı anlayan ihtiyar gazeteci, her şeyi unutması için genç ve güzel meslektaşına
yalvarmış, ama hâlâ gülen öteki, oralı olmamış bile. İhtiyar gazeteci evine döndüğünde, bir
anda, bütün - dünyasının yıkıldığını anlamış: Boş ^inde artık ne Proust'un kıskançlıklarım
düşünebiliyormuş, ne de Albertine ile geçirdikleri güzel zamanlan, ne de Albertine'nin nereye
gittiğini. İstanbul'da yalnızca ve yalnızca kendisinin bildiği, yaşadığı o olağanüstü ve büyülü
aşk, hayatının tek gurur kaynağı olan ve kimsenin kirletemediği o yüce aşk, pek yakında
yüzbinlerce anlayışsız okura kabaca anlatılacak, yıllardır tapındığı Albertine'in sanki ırzına
geçilecekmiş. İhtiyar gazeteci, en son başbakanın hırsızlıklarıyla, en son radyo programlarının
kusurlarından başka hiçbir şey okuyamayan budala okurların, daha sonra çöp tenekesinin
altına koyacakları ya da üzerinde balık ayıklayacakları kâğıt parçaları üzerinde, Albertine'in
adının, o çok sevdiği, ölürcesine kıskandığı, kendisini terke-dince mutsuzluktan yıkıldığı ve
Balbec'te ilk gördüğü zaman bisiklete binişini hiç mi hiç unutamadığı sevgili Albertine'in güzel
adını göreceğini düşündükçe yalnızca ölmek istiyormuş.
Bu yüzden, son bir cesaret ve kararlılıkla, badem bıyıklı ipek <¦ tenli genç köşe yazarına
telefon etmiş ve ona bu şifa bulmaz ve özel aşkı, bu insanlık durumunu, çaresiz ve sınırsız
kıskançlığını "yalnızca ve yalnızca" kendisinin anlayacağını söyleyerek, Proust'-tan ve
Albertine'den hiçbir köşe yazısında, hiçbir zaman sözetme-sini yalvararak istemiş. Bir cesaretle
de eklemiş: "Hem siz zaten Marcel Proust'un o eserini okumadınız bile!" "Kimin, hangi eserini?"
diye sormuş, "niye?" diye sormuş konuyu ve ihtiyar gazeteci-
nin aşkını çoktan unutmuş olan genç köşe yazarı. İhtiyar, her şeyi gene anlatmış ve genç ve
acımasız köşe yazan gene aynı kahkahayla gülüp, evet, evet, işte bu hikâyeyi yazması
gerektiğini söylemiş sevinçle. Hatta belki de ihtiyarın konunun yazılmasını istediğini düşündüğü
için de.
Yazmış da. Bir hikâyeye benzeyen o köşe yazısında ihtiyar köşe yazarı şu dinlediğiniz
hikâyedeki gibi anlatılıyormuş: Tuhaf bir Batı romanının kahramanına âşık olan ve kendisini
hem yazarı hem kahramanı sanan İstanbullu, yalnız ve acıklı bir ihtiyar olarak. Hikâyedeki
ihtiyar gazetecinin de, gerçek ihtiyar gazeteci gibi bir tekir kedisi varmış. Köşe yazısındaki
ihtiyar gazeteci de, bir köşe yazısında anlatılan hikâyede kendisiyle alay edildiğini görünce
sarsıhyormuş. O anlatılan hikâyenin içindeki hikâyede de ihtiyar gazeteci, Proust'un ve
Albertine'in adlarım gazetede görünce ölmek istiyormuş. Hikâyenin içindeki hikâyenin içindeki,
hikâyenin içindeki yalnız gazeteciler, Proust'lar ve Albertine'ler ihtiyar yazarın hayatının son
mutsuz gecelerinin kâbuslarmda dipsizlik ve sonsuzluk kuyularından birer birer ortaya
çıkmışlar. Geceyarılarmda kâbuslarla uyandığında, ihtiyar gazetecinin, kimse bilmediği için
hayalleriyle mutlu olabileceği bir aşkı da yokmuş artık. Acımasız köşe yazısının
yayımlanmasından üç gün sonra, bir sabah kapısı kırılarak açıldığında, bir türlü yanmayan
sobanın borusundan sızan dumanla ihtiyar gazetecinin uykusunda sessizce öldüğü anlaşılmış.
Tekir kedisi iki gündür açmış, ama gene de efendisini yemeye cesaret edememiş.
Bütün ötek hikâyeler gibi, Galip'in anlattığı hikâyede de onca hüznüne rağmen dinleyicileri
birbirlerine bağlayarak neşelen-dirmişti. Aralarında yabancı gazetecilerin de olduğu birkaç kişi
masalardan kalkıp gözükmeyen bir radyonun müziğiyle konsomatrislerle birlikte pavyon
boşalana kadar oynadılar, eğlendiler, güldüler.
ON ALTINCI BÖLÜM
KENDİM OLMALIYIM
"Neşeli va da hüzünlü ya da dalgın ya da düşünceli ya da kibar olmak istiyorsan, bu durumları
tek tek bütün a'vrmtı-lanyla ovnaman gerekivordu valnızca."
Patricia Highsrtıith
Yirmi altı yıl önce, bir kış gecesi başımdan geçen bir metafizik deneyi, yıllar sonra hatırlayarak
bir köşe yazımda, bu sütunlarda kısaca anlatmıştım. Bundan on bir ya da on iki yıl önce, iyi
çıkartamıyorum, (Ne yazık ki hafızamın iyice zayıfladığı bugünlerde bu gibi durumlarda
başvurduğum 'gizli arşivim' elimin altında değil!) yazdığım bu uzunca yazıdan sonra,
okuyucularımdan bir yığın mektup aldım. Her zaman olduğu gibi, bekledikleri, alıştıkları türden
bir yazı yazmadığım için öfkelenen (Niye her zamanki gibi yurt sorunlarından sözetmiyordum,
niye her zamanki gibi yağmurlu İstanbul sokaklarının hüznünü anlatmıyordum?) okuyucularım
arasında, başka 'çok önemli bir konuda' benimle aynı görüşte olduğunu 'sezen' bir
okuyucumun mektubu da vardı. Kısa bir süre sonra beni ziyaret edecek, ve ortak anlaşma
noktalarımız olarak gördüğü bazı 'özel' ve 'derin' konularda bana sorular soracaktı.
Berber olduğunu yazan (bu da tuhaftı) bu okuyucumun mektubunu unutmak üzereydim ki, bir
öğleden sonra kendisi gerçekten çıkageldi. Sayfaların bağlanma vaktiydi, yarı kalmış yazıları
bitirip aşağıya yollamak üzereydik, hiç vaktim yoktu. Üstelik, berberin, dertlerini uzun uzun
anlatacağını, bu biçip tükenmez dertlere sütunlarımda niye yeterince yer veremeyeceğimi
sorarak beni sıkıştıracağını da düşünüyordum. Başımdan savmak için başka bir zaman
gelmesini söyledim. Geleceğini önceden yazdığını hatırlattı bana, zaten 'başka bir zamana' da
vakti olmadığını söyledi; hemen cevaplandırabileceğim iki soru soracakmış, ayak üstü bile
cevap verebilirmişim. Berberin konuya doğrudan doğruya girmesinden hoşlandığım için
soruları hemen sormasını söyledim. "Kendiniz olmakta güçlük çekiyor musunuz?" Tuhaf bir
şeyin, bir eğlencenin, sonradan hep birlikte gülüne-
cek bir şakanın yaklaştığını sezdikleri için masanın başına küçük bir kalabalık toplanmıştı:
Ağabeylik ettiğim genç gazeteciler, şakalarıyla herkesi güldüren şişman ve gürültücü bir futbol
yazarı..: Böylece, soruya cevap olarak, böyle durumlarda benden beklenilen o 'zeki' şakalardan
birini yaptım. BerberJ)u şakayı istediği bir cevap gibi dikkatle dinledikten sonra ikinci sorusunu
sordu.
"İnsanın yalnızca kendisi olabilmesinin bir yolu var mıdır acaba?"
Kendi merakını doyurmak için değil de, sözcülüğünü ettiği bir başkasının isteği üzerine aracılık
eder gibi sormuştu bu sefer. Besbelli, soruyu daha önceden hazırlayıp ezberlemişti. İlk
şakamın etkisi hâlâ havadaydı, gülüşmeleri işiten başkaları da gelmişti, böyle bir durumda
'insanın kendisi olabilmesi' üzerine ontolojik bir nutuk atmak yerine, heyecanla beklenen ve
taşı gediğe oturtacak ikinci şakayı patlatmaktan daha doğal ne olabilir? Üstelik, bu ikinci
şakayla, birinci şakanın etkisi de artıyor, her şey yokluğumda da anlatılacak şık bir hikâye
haline dönüşüyordu. Bugün de hatırlamadığım bu ikinci şakadan sonra, berber:
"Zaten anlamıştım!" deyip gitti.
トルコ語文献の1テキストを読みました。
次へ - Kara Kitap - 17
- パーツ
- Kara Kitap - 01
- Kara Kitap - 02
- Kara Kitap - 03
- Kara Kitap - 04
- Kara Kitap - 05
- Kara Kitap - 06
- Kara Kitap - 07
- Kara Kitap - 08
- Kara Kitap - 09
- Kara Kitap - 10
- Kara Kitap - 11
- Kara Kitap - 12
- Kara Kitap - 13
- Kara Kitap - 14
- Kara Kitap - 15
- Kara Kitap - 16
- Kara Kitap - 17
- Kara Kitap - 18
- Kara Kitap - 19
- Kara Kitap - 20
- Kara Kitap - 21
- Kara Kitap - 22
- Kara Kitap - 23
- Kara Kitap - 24
- Kara Kitap - 25
- Kara Kitap - 26
- Kara Kitap - 27
- Kara Kitap - 28
- Kara Kitap - 29
- Kara Kitap - 30
- Kara Kitap - 31
- Kara Kitap - 32
- Kara Kitap - 33
- Kara Kitap - 34
- Kara Kitap - 35
- Kara Kitap - 36
- Kara Kitap - 37
- Kara Kitap - 38
- Kara Kitap - 39
- Kara Kitap - 40
- Kara Kitap - 41
- Kara Kitap - 42