Kara Kitap - 13
合計単語数は 2797 です
一意の単語の合計数は 1677 です
31.5 の単語が最も一般的な 2000 単語に含まれています
45.6 の単語が最も一般的な 5000 語に含まれています
53.4 の単語が最も一般的な 8000 単語に含まれています
yanıyordu hâlâ: Sanki tenim buz gibi, ama etim ve kanım alevler içinde olduğu için, derin,
dayanılmaz bir huzursuzluk duyuyordum. Eminönü'nden vapura binip Kadıköy'e geçtim.
Mahallesindeki öpüşken bir kızın (yani evlenmeden önce öpüşen bir kızın) maceralarını anlatan
bir lise arkadaşım vardı. Fenerbahçe'ye onun evine yürürken, o kız olmasa bile, arkadaşım
onun gibi başkalarını bilir, diye düşünüyordum. Arkadaşımın bir zamanlar oturduğu yerde,
karanlık ahşap konaklar ve servi ağaçlarının çevresinde dört döndüm, ama evini bulamadım.
Bugün çoktan hepsi yıkılmış o ahşap yapılar arasında yürürken bazı aydınlık pencerelere
bakıyor ve evlenmeden önce öpüşen kızın orada oturduğunu hayâl ediyordum. "İşte, benimle
öpüşecek kız orada!" diye düşünüyordum bir pencereye bakarak. Aramızda çok bir uzaklık
yoktu, bir bahçe duvarı, kapı, ahşap merdivenler, ama ulaşamıyordum ona; öpüşemiyordum;
herkesin bildiği o esrarlı, tuhaf, inanılmaz ve rüya kadar yabancı ve sihirli şey, o korkutucu ve
çekici şey o an ne kadar yakın ve ne kadar da uzaktı!
Yeniden Avrupa yakasına dönerken, vapurda gördüğüm kadınlardan birini zorla ya da bir an bir
yanlışlık olmuş gibi yaparak öpsem ne olur diye düşündüğümü hatırlıyorum, ama ince eleyip
sık dokuyacak gibi olmadığım halde, çevremde öyle bir yüz- göre-miyordum. Hayatımın başka
dönemlerinde de İstanbul kalabalıkları içersinde soluk alıp verirken umutsuzluk ve acıyla şehrin
boş, bomboş olduğu duygusuna kapıldığım zamanlar olmuştur, ama hiçbir zaman bu duyguyu
o günkü gibi şiddetle hissetmemiştim. Üzeri nemle kaplı kaldırımlarda uzun uzun yürüdüm. Bu
boş, bomboş şehire istediğini elde etmek için, başka bir zaman, şan ve şöhretle gelecektim
elbette. O anda ise, köşe yazarınızın annesiyle oturduğu evine gidip, zavallı Rastignac'ı Türkçe
çevirisinden anlatan Balzac'tan başka hiçbir tesellisi yoktu. Ama kitapları, o zamanlar, kendi
keyfim için değil, tam bir Türk gibi, ilerde bana yararı olacak şeyler diye görev duygusuyla
okurdum. İlerde yararı olacak şey ise şimdiyi hiç mi hiç kurtarmaz! Böylece, odama
kapandıktan az sonra, sabırsızlık içinde dışarı çıktım. Banyonun aynasına baktığımı, insanın hiç
olmazsa kendisini öpebileceği-ni düşündüğümü, aynaya bakarken filmdeki oyuncuları gözümün
önüne getirdiğimi hatırlıyorum.
Zaten o oyuncuların dudakları hiç gitmiyorlardı gözümün önünden (Joan Bennett, Dan
Duryca). Ama kendimi bile değil, en fazla aynayı öpecektim; dışarı çıktım. Annem, masaya
oturmuş, kimbilir hangi uzak akrabanın zengin akrabasından aldığı patronlar ve şifon kumaş
kesikleri arasında, bir düğün için gece elbisesi yetiştiriyordu.
Ona birşeyler anlatmaya başladım. İlerde yapacağım şeyleri, başarılarımı, hayâllerimi
çağrıştıran hikâyeler ve hayâller olmalıydı bunlar, ama annem kendini vererek beni
dinlemiyordu. Anladım ki, ne anlatırsam anlatayım, önemli değildi; önemli olan bir cumartesi
akşamı evde annemle oturup yârenlik etmemdi. Bir öfke duymaya başladım. Saçları o akşam
nedense bakımlı ve taralıydı, dudaklarına belli belirsiz bir boya sürmüştü; kiremit kırmızısı
rengini hâlâ hatırladığım bir dudak boyası. Annemin dudaklarına, sık sık benimkine benzetilen
ağzına bakarken kalakalmışım.
"Tuhaf tuhaf ne bakıyorsun öyle bana?" dedi korkuyla.
Uzun bir sessizlik oldu. Anneme doğru yürüdüm, ama iki adım sonra da durdum; bacaklarım
titriyordu. Daha fazla yaklaşmadan, bütün gücümle bağırmaya başlamışım. Ne söylediğimi açık
seçik hatırlayamıyorum şimdi; ama hemen, aramızda sık sık çıkan o korkunç kavgalardan biri
başlamıştı. Komşular bizi dinliyor korkusu bir anda ikimizin de yüreğinden çıkmıştı. İnsanın
karşısındakine her şeyi söyleyiverdiği o öfke ve özgürlük anlarından biriydi: Böyle durumlarda
bir fincan kırılır ya da soba devrilivere-cekmiş gibi olur.
Zorlukla kendimi evden dışarı attığımda, şifon kumaşların,
makaraların ve ithal toplu iğnelerin (ilk Türk toplu iğnesi 1976'da Atlı firmasınca üretilmiştir)
arasında annem ağlıyordu. Geceyarısı-na kadar şehrin sokaklarında dolaştım durdum.
Süleymaniye Ca-miinin avlusuna girdim, Atatürk Köprüsünden geçtim, Beyoğlu'na çıktım.
Sanki ben, ben değildim; sanki bir çeşit öfke ve intikam ruhu beni izliyordu; sanki olmam
gereken kişi peşimdeydi.
Beyoğlu'nda bir muhallebiciye oturmuştum; sırf kalabalık içersinde olmak için; ama cumartesi
akşamının o sonsuzluk saatini doldurmaya çalışan benim gibi biriyle göz göze gelirim diye
kimseye de bakmıyordum: Benim gibi olanlar, birbirlerini hemen tanır ve küçümserler çünkü.
Az sonra, bir karı-koca bana yaklaştılar. Adam birşeyler anlatmaya başladı. Anılarımın
arasındaki bu beyaz saçlı hayalet kimdi?
Fenerbahçe'deki evini bir türlü bulamadığım eski arkadaşmış. Evlenmiş, Devlet Demir
Yolları'nda çalışıyormuş, saçları şimdiden beyazlamış, o yılları da çok iyi hatırlıyormuş. Yıllar
sonra rastladığınız eski bir arkadaşınız, yanındaki karısı ya da ahbabına, kendi geçmişini ilginç
gösterebilmek için, sizi çok ilginç buluyormuş, ortak ne anılarınız, ne sırlarınız varmış gibi
yaparak sizi şaşırtır ya, o da öyle yaptı bana, ama ben şaşırmadım. Yalnızca hayâli anıları daha
da ilginç kılan o role, benim onun geçmişte bıraktığı sefil ve acıklı hayata hâlâ devam ettiğim
oyununa girmedim.
Şekersiz, su muhallebimi kaşıklarken, çoktan evlendiğimi, çok iyi para kazandığımı, senin beni
evde beklediğini, Chevrolet arabamı Taksim'e bırakıp, senin nazın üzerine buraya sana
tavukgöğsü almaya geldiğimi, Nişantaşı'nda oturduğumuzu, onları arabamla yolum üzerinde
bir yere bırakabileceğimi itiraf ettim: Teşekkür etti, hâlâ Fenerbahçe'de oturuyormuş çünkü.
Meraklı olduğu için önce çekine çekine, sonra, senin "iyi bir aileden" olduğunu öğrenince de, iyi
ailelere olan yakınlığını karısına kanıtlamak için soruşturdu: Fırsatı kaçırmadım ve seni
hatırlaması gerektiğini söyledim. Memnuniyetle hatırladı. Sana derin saygılarını yolladı. Elimde
tavukgöğsü paketi muhallebiciden çıkarken önce onu, sonra filmlerden öğrenilmiş kibar Batılı
havasıyla karısını da öptüm. Ne tuhaf okurlarsınız siz, ne tuhaf ülke burası.
ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM BAK, KİM GELDİ
"Çok eskiden rast/aşacaktık." Türkân Şoray
Rüya'nın eski kocasının evinden çıktıktan sonra indiği anacad-' dede, Galip kendini alacak
hiçbir araç bulamadı. Arada bir durdurulmaz bir kararlılıkla geçen şehirler arası otobüsleri
hızlarını bile kesmiyorlardı. Bakırköy tren istasyonuna kadar yürümeye karar verdi. Bakkalların
vitrin niyetine kullandıkları o döküntü buzdolaplarını hatırlatan tren istasyonuna varana kadar,
kara bata çıka yürürken, sayısız kereler hayâlinde Rüya ile buluşmuş, her zamanki günlük
hayatlarına dönmüşler, Rüya'nın çok basit ve anlaşılır olduğu anlaşılan 'terk' nedeni neredeyse
unutulmuş, ama hayâllerinde yeniden başlayan günlük hayatta, eski kocayla karşılaşmasını
Rüya'ya anlatamamıştı bir türlü.
Yarım saat sonra kalkan trende bir ihtiyar, Galip'e, kırk yıl önce gene aynı soğukluktaki bir kış
gecesi yaşadığı bir hikâyeyi anlattı. Savaşın bize de bulaşmasını bekledikleri yokluk yıllarında,
Trakya'da bir köyde bölüğüyle zor bir kış geçirmişti ihtiyar. Bir sabah gizli bir emir alınca,
bütün bölük atlarına binip köyden ayrılmışlar, bütün bir gün süren uzun bir yolculuktan sonra
İstanbul'a yaklaşmışlar, ama şehre girmemişlerdi: Haliç tepelerinde geceyi beklemişlerdi önce.
Şehirde hayat iyice durunca karanlık sokaklara inmişler, karartılmış lambaların soluk ışığı
altında, buzlu parke taşlarının üzerinde atlarını sessizce sürüp Sütlüce'deki salhaneye
hayvanları teslim etmişlerdi. İhtiyarın anlattığı kanlı kesim sahnelerini, atların bir bir devrilişini
yayları, dışarı fırlamış koltuk gibi, iç organları dışarı sarkan, barsakları kanlı taşlara yayılıveren
hayvanların şaşkınlığını, kasapların öfkesini, sırasını bekleyen atların yüzündeki hüzünlü
bakışla, adi adımla şehirden suçlu gibi çıkan askerlerin yüzlerindeki ifadenin nasıl birbirine
benzediğini dinlerken Galip, trenin gürültüsü içersinde kelimeleri, heceleri zorlukla seçiyordu.
Sirkeci'de, istasyonun önünde hiçbir araç yoktu. Galip bir an, hana yürüyüp geceyi
yazıhanesinde geçirmeyi düşündü, ama U dönüşü yapan bir taksinin kendisini almak için
duracağını sezdi. Ama araba kaldırıma çok daha önce yanaşınca, siyah beyaz filmlerden çıkma,
eli çantalı, siyah beyaz bir adam kapısını açıp içeri girdi. Yolcusunu aldıktan sonra, şoför
Galip'in önünde de durdu, "beyefendiyle" birlikte onu Galatasaray'a bırakabileceğini söyledi.
Galip taksiye bindi.
Galatasaray'da taksiden indiğinde siyah beyaz filmlerden çıkma adamla hiçbir şey konuşmadığı
için pişmandı. Karaköy Köprüsüne bağlı ve lambaları yanan boş Boğaz vapurlarına bakarken
Galip, adama şöyle diyebileceğini düşünmüştü: "Beyefendi, bir keresinde yıllar önce, gene
böyle karlı bir gecede..." Sanki anlatmaya başlasaydı, başladığı rahatlıkla hikâyesinin sonunu
getirebilir, adam da onu beklediği ilgiyle dinleyebilirdi.
Atlas Sinemasının az ilerisindeki bir kadın ayakkabıcısının vitrinine (Rüya'nın ayaklan otuz yedi
numaradır) bakarken, küçük ince bir adam Galip'e yaklaştı. Elinde kapı kapı dolaşan havagazı
tahsildarlarının taşıdığı deri taklidi plastik çantalardan vardı. "Yıldızları sever misin?" diye
sordu. Ceketini boynuna kadar düğmeleyerek palto niyetine giymişti. Galip, bulutsuz
gecelerde, Taksim Meydanına teleskopunu kurup meraklılara yüz liraya yıldızları seyrettiren
adamın bir meslektaşına rastladığını düşünüyordu ki, adam çantasından bir 'albüm' çıkardı.
Galip adamın kendi eliyle çevirdjği sayfalarda bazı ünlü film yıldızlarımızın iyi kâğıda basılmış
inanılmaz fotoğraflarını gördü.
Hayır tabii, fotoğraflar ünlü yıldızların değil, onların kıyafetlerini giyen, takılarını takan ve en
önemlisi, pozlarını, duruşlarını, sigara içişlerini, dudaklarının yuvarlaklığını ya da öpecek gibi
ileri uzanışını taklit eden benzerlerinin fotoğraflarıydı. Her yıldızın sayfasına, gazete
manşetlerinden kesilmiş çarpıcı adıyla, magazin dergilerinden alınmış renkli bir fotoğrafı
yapıştırılmış, çevresine, yıldızın benzerinin aslına benzemeye çalıştığı çeşitli 'çekici' pozları
eklenmişti.
Fotoğraflarla ilgilendiğini görünce, çantalı ince adam, Galip'i Yeni Melek Sinemasına çıkan dar
ve boş sokağa çekip kendi eliyle karıştırsın diye albümü uzattı. Tavanından ince ipliklerle sarkı-
130 ¦ . ' "
tılmış kesik kollar, bacaklar, eldivenler, şemsiyeler, çantalar, çoraplar sergilenen tuhaf bir
vitrinin ışığında Galip, dans ederken çingene elbiseleri sonsuza kadar açılan, yorgun yorgun bir
sigara yakan Türkân Şoray'lan; muz soyan, çapkınca kameraya bakan, pervasız bir kahkaha
atan Müjde Ar'ları; gözünde gözlük, çıkardığı sutyenini diken, bulaşık yıkarken öne eğilen ve
sonra dertli mahzun ağlayan Hülya Koçyiğit'leri dikkatle inceledi. Aynı dikkatle, kendisini
inceleyen albüm sahibi, yasak kitap okuyan öğrencisini yakalayan öğretmenin kararlılığıyla
albümü birden Galip'in elinden bir hamlede çekip çantasına tıkıştırdı. "Götüreyim mi seni
onlara?" "Neredeler?"
"Sen efendi adama benziyorsun, gel bakalım." Ara sokaklardan geçerlerken, Galip ısrarlı
sorular üzerine bir seçim yapmak için, Türkân Şoray'dan hoşlandığını söyledi.
"Kendisidir!" dedi çantalı adam, sır verir gibi. "O da sevinecek, senden çok hoşlanacak."
Beyoğlu Karakolunun yanında, üzerinde 'Dostlar' yazan eski bir taş evin toz ve kumaş kokan
ilk katına girdiler. Yarı karanlık odada, dikiş makineleri ya da kumaş yoktu, ama- nedense
Galip'in içinden "Dostlar Terzihanesi" demek geldi. Yüksek ve beyaz bir kapıdan girdikleri ışıl
ışıl ikinci oda, Galip'e pezevenge para vermesi gerektiğini hatırlattı.
"Türkân!" dedi adam, parayı cebine koyarken. "Türkân, bak İzzet geldi seni arıyor."
Kâğıt oynayan iki kadın gülüşerek dönüp Galip'e baktılar. Eski ve döküntü bir tiyatro sahnesini
hatırlatan odada, borusu iyi çekmeyen sobalı mekânlara özgü o uykulu havasızlık, uykulu bir
parfüm kokusu ve yorucu bir 'yerli-pop' müziğinin gürültüsü vardı. Bir divanda ne bir yıldıza,
ne de Rüya'ya benzeyen bir kadın, Rüya'nın polisiye roman okurken aldığı duruşla (bir bacağı
divanın arkalığının üstünde) uzanmış bir mizah dergisini karıştırıyordu. Müjde Ar'ın Müjde Ar
olduğu, gömleğinin göğsündeki Müjde Ar yazısından anlaşılıyordu. Garson kılığında yaşlı bir
adam, televizyonda, İstanbul'un fethinin dünya tarihi içindeki önemini tartı-§an açık
oturumcular karşısında uyuyakalmıştı.
Galip, saçları permalı ye blucinli genç bir kadını, adını unut-
tuğu bir Amerikan yıldızına benzetebildi, ama bu benzerliğe niyet edildiğinden emin değil pek.
Öteki kapıdan giren bir adam, Müjde Ar' a yaklaşıp, yaşadıkları şeylere gazete manşetlerinde
okuyunca inananlar gibi, gömleğinin üzerindeki yazılı adını ilk hecesini yutarak sarhoş
ciddiyetiyle uzun uzun okudu.
Leopar elbiseli kadının Türkân Şoray olması gerektiğini Galip, kendisine yaklaşmasından ve
yürüyüşündeki belli belirsiz bir ahenkten anladı. Belki de en çok o benziyordu aslına: Upuzun
sarı saçlarının hepsini sağ omuzunun üstünde toplamıştı.
"Bir sigara içebilir miyim?" dedi hoşça gülümseyerek. Dudaklarına filtresiz bir sigara yerleştirdi.
"Yakar mısınız?"
Galip çakmağıyla sigarayı yakınca, kadının başının çevresinde inanılmaz yoğunlukta bir duman
oluştu. Müziğin gürültüsünün işi-tilmediği o tuhaf sessizlikte, sisler içinden beliren bir azizenin
başı gibi, iri kirpikli gözleri ve başı dumanın içinden çıkınca, Galip hayatında ilk defa, Rüya'dan
başka bir kadınla yatabileceğim düşündü. Kendisine "İzzet Bey" diyen memur kılıklı bir adama
parayı verdi. Yukarı kata, dikkatlice döşenmiş bir odaya çıktıkları zaman, kadın elindeki
bitmemiş sigarayı bir Akbank küllüğüne bastırıp paketinden bir yenisini çıkardı.
"Bir sigara içebilir miyim?" dedi sonra aynı ses ve edayla. Sigarayı aynı pozla dudaklarının
kenarına yerleştirmiş aynı mağrur bakışla hoşça gülümsüyordu. "Yakar mısınız?"
Başını gene aynı şekilde, göğüslerini gösterecek bir biçimde, hoş bir hareketle hayâli bir
çakmağa doğru eğdiğini farkettiğinde Galip, bu sigara yakma jestinin ve kadının sözlerinin,
Türkân Şoray'ın bir filminden çıktığını, kendisinin de aynı filmdeki baş erkek oyuncu İzzet
Günay olması gerektiğini anladı. Sigarayı yakınca, kadının başı çevresinde gene aynı inanılmaz
yoğunluktaki duman birikti ve iri kirpikli iri kara gözler, bu sisin içinde ağır ağır belirdiler.
Ancak stüdyoda çıkarılabilecek bu kadar dumanı ağzıyla nasıl çıkarabiliyordu?
"Niye susuyorsun?" dedi kadın gülümseyerek. "Susmuyorum," dedi Galip.
"Anasının gözü gibi gözüküyorsun, ama saf mısın yoksa?" dedi kadın yapmacıklı bir merak ve
öfkeyle. Aynı cümleyi aynı jestlerle bir daha söyledi. Çıplak omuzlarma kadar sarkan iri
küpeleri
vardı.
Sırtı kalçaya kadar açık leopar elbiseyi, pavyon kadınını oynayan Türkân Şoray'ın, yirmi yıl
önce İzzet Günay'la başrolü paylaştığı 'Vesikalı Yarim' filminde giydiğini yuvarlak komodin
aynasının kenarlarına iliştirilmiş 'lobi' fotoğraflarından anladığında, Galip, kadımn ağzından
Türkân Şoray'ın aynı filmde söylediği başka sözleri de işitmişti: (Mahzun ve şımarık bir çocuk
gibi boynunu bükerek, çenesinin altında birleştirdiği ellerini birden açarak): "Uyunmaz ki
şimdi; içince de canım eğlenmek ister." (Komşu çocuğu için meraklanan iyi teyze havasıyla):
"İzzet, gel bende kal köprü kapanıncaya kadar!" (Birdenbire coşarak): "Kısmet senin-leymiş,
bugüneymiş!" (Hanımefendi gibi): "Tanıştığımıza memnun oldum, tanıştığımıza memnun
oldum, tanıştığımıza memnun oldum..."
Galip kapının yanındaki sandalyeye geçmiş, kadın da filmdeki aslma oldukça benzeyen
yuvarlak komodinin taburesine oturmuş, boyalı uzun sarı saçlarını tarıyordu. Aynanın
kenarında bu sahnenin de fotoğrafı vardı. Kadının sırtı aslından güzeldi. Bir an aynada gördüğü
Galip'e baktı.
"Çok eskiden rastlaşacaktık..."
"Çok eskiden de rastlaştık," dedi Galip, kadının aynadaki yüzüne bakarak. "Okuldayken aynı
sıralarda oturmazdık, ama sıcak bahar günlerinde sınıfta uzun tartışmalardan sonra pencere
açıldığında, hemen arkasındaki kara tahtanın karasından aynalaşan camın içinde yansıyan
yüzünü şimdiki gibi seyrederdim."
"Hmm... Çok eskiden rastlaşacaktık."
"Çok eskiden rastlaştık," dedi Galip. "İlk rastlaştığımızda bacakların o kadar ince, o kadar narin
gözükmüştü ki bana, onların kırılıvereceğinden korkmuştun. Tenin sanki çocukken daha sertti
de, büyüdükçe, ortaokuldan sonra renklenerek inanılmaz bir incelikle yumuşadı. Evin içinde
oynamaktan kudurduğumuz sıcak yaz günlerinde, bizi bir plaja götürmüşlerse eğer, dönüş
yolunda, ellerimizde Tarabya'dan aldığımız dondurmalarla yürürken, sivri tırnaklarımızla
kollarımıza, üzerindeki tuzu kazıyarak harfler yazardık. İnce kollarının üzerindeki küçük tüyleri
severdim. Güneş yanı-ğıyla pembeleşen bacaklarını severdim. Başımın üzerindeki raftan bir
şey almak için uzandığında yüzüne dökülüveren saçlarını sever-
dim.'.."
"Çok eskiden rastlaşacaktık."
"Annenden alıp giydiğin askılı mayonun sırtında bıraktığı askı izlerini, sinirlendiğin zaman
saçlarını dalgın dalgın çekiştirmeni, filtresiz sigara içerken ortanca ve baş parmaklarınla dilinin
ucundaki tütün parçasını yakalayışını, film seyrederken ağzını açışını, kitap okurken elinin
altındaki bir tabakta bulduğun leblebileri ve fındıkları farkında olmadan yeyişini, anahtarlarını
kaybedişini, miyopluğunu kabul etmediğin gözlerini kısışını severdim. Gözlerini kısıp uzaktaki
bir noktaya bakarken başka bir yere gittiğini, başka birşey düşündüğünü anlayınca seni
endişeyle severdim. Aklının içindekilerin bildiğim kadarını ve daha çok da bilmediğim kadarını
korkuyla korkuyla severdim, Allahım!"
Galip, Türkân Şoray'm aynadaki yüzünde belli belirsiz bir endişe görerek sustu. Kadın
komodinin yanıbaşındaki yatağa uzandı.
"Hadi gel," dedi. "Hiçbir şey için değmez, hiçbir şey için, anlıyor musun?" Ama Galip
kararsızlıkla oturuyordu. "Türkân Şoray'ı-nı sevmiyor musun yoksa?" diye ekledi kadın, Galip'in
gerçek mi, oyun mu olduğunu tam çıkaramadığı bir kıskançlıkla.
"Seviyorum."
"Gözlerimi kırpıştırışımı da severdin değil mi?"
"Severdim."
"Fıstık gibi Maşallah'da plaj merdivenlerinden inişimi, 'Vesikalı Yarim'de sigara yakışımı,
'Bomba Gibi Kız'da ağızlıkla sigara içişimi severdin değil mi?"
"Severdim."
"Hadi canım, gel o zaman."
"Daha konuşalım."
"Ne?"
Galip düşünüyordu.
"Adın ne senin, ne iş yaparsın?"
"Avukatım."
"Bir avukatım vardı," dedi kadın. "Bütün paramı aldı, ama kocamın elinden üstüme yaptığı
arabayı alamadı. Araba benimdi, anladın mı benim, şimdi bir orospunun elinde: İtfaiye kırmızısı
renginde 56 Chevrolet. Bana arabamı geri getiremiyorsa ben avukattan ne anladım? Kocamın
elinden bana arabamı alabilir misin?"
"Alırım," dedi Galip.
"Alır mısın?" dedi kadın umutla. "Ahrsın. Alırsın, ben de seninle evlenirim. Beni bu hayattan
kurtarırsın. Yani film hayatından. Artistlikten bıktım. Bu geri zekâlı millet artiste sanatçı değil,
orospu diye bakıyor. Artist değilim ben, sanatçıyım, anlıyor musun?"
"Tabii..."
"Evlenir misin benimle?" dedi kadın neşeyle. "Evlenirsen arabamla gezeriz. Evlenir misin? Ama
beni sevmen gerek."
"Evlenirim." '
"Ha^ır hayır sen sor bana... Evlenir misin diye sor."
"Türkân, benimle evlenir misin?"
"Öyle değil! İçten, hissederek sor, filmlerdeki gibi! Önce ayağa kalk, bu soruyu hiç kimse
otururken sormaz."
Galip, İstiklâl Marşını söyleyecekmiş gibi ayağa kalktı: "Türkân! Benimle, benimle, evlenir
misin?"
"Ama ben bakire değilim," dedi kadın. "Başımdan bir kaza geçti benim."
"Ata binerken mi, tırabzandan kayarken mi?" "Hayır, ütü yaparken. Gülüyorsun, ama ben daha
dün duydum Padişahımızın senin boynunun vurulmasını emrettiğini. Evli misin?"
"Evliyim."
"Evliler de hep beni bulur zaten!" dedi kadın, 'Vesikalı Yarim' filminden çıkma bir havayla.
"Ama önemli değil. Önemli olan Devlet Demir Yolları. Sence bu yıl hangi takım şampiyon
olacak? Sence bu gidişat nereye? Sence askerler ne zaman bu anarşiye dur diyecek? Biliyor
musun, saçlarını kestirsen daha iyi olur." "Kişiliğimle ilgili şeyler söyleme," dedi Galip.
"Ayıptır." "Ama ne dedim şimdi ben?" dedi kadın yapmacık bir şaşkınlıkla, gözlerini kocaman
kocaman açıp Türkân Şoray gibi kırpıştırarak. "Benimle evlenirsen arabamı kurtarır mısın,
dedim. Hayır, arabamı kurtarırsan benimle evlenir misin, dedim. Plakasını vereyim: 34 CG 19
Mayıs 1919. Samsun'dan yola çıktı bütün Anadolu'yu kurtardı. 56 Chevrolet."
"Bana Chevrolet'yi anlat!" dedi Galip.
"İyi ama, birazdan kapıya vururlar. Vizita bitiyor."
"Türkçesi ziyaret." "Efendim?"
"Para önemli değil," dedi Galip.
"Bence de," dedi kadın. "56 Chevrolet'im tırnaklarımın kırmı-zısıydı, aynen bu renkte. Biri
kırılmış değil mi? Belki Chevrolet'im de bir yere çarpmıştır. Kocam olacak o rezil, o orospuya
hediye etmeden önce buraya hergün arabamla gelirdim. Ama şimdi yalnızca yollarda
görüyorum onu, yani arabayı. Bazan Taksim Meydanını dönerken görüyorum, içinde başka bir
şoför oluyor, bazan Karaköy iskelesinde yolcu beklerken, gene başka bir şoför. Kan arabaya
düşkün, her gün boyatıyor. Bir gün bakıyorum Chev- . rolet'im kestane rengi olmuş, ertesi gün
bu sefer nikelajlar, lambalar takılmış ve sütlü kahve renginde. Ertesi gün çiçeklerle bezenmiş,
önüne bebek oturtulmuş pembe bir gelin arabası, derken, bir hafta sonra bir bakıyorum,
karalara boyanmış, içinde de altı tane kara bıyıklı polis, olmuş mu sana bir polis arabası?
Üzerinde 'polis' bile yazıyor, yanılmak mümkün değil. Tabii, her seferinde plaka numaraları da
değiştiriliyor ki, anlamayayım." "Tabii."
"Tabii," dedi kadın. "Polisler de, şoförler de karının kırıkları, ama benim boynuzlu kocam
dünyayı mı görüyor? Bir gün beni öyle terketti gitti. Seni hiç öyle bırakıp gittiler mi? Bugün
dayanılmaz bir huzursuzluk duyuyordum. Eminönü'nden vapura binip Kadıköy'e geçtim.
Mahallesindeki öpüşken bir kızın (yani evlenmeden önce öpüşen bir kızın) maceralarını anlatan
bir lise arkadaşım vardı. Fenerbahçe'ye onun evine yürürken, o kız olmasa bile, arkadaşım
onun gibi başkalarını bilir, diye düşünüyordum. Arkadaşımın bir zamanlar oturduğu yerde,
karanlık ahşap konaklar ve servi ağaçlarının çevresinde dört döndüm, ama evini bulamadım.
Bugün çoktan hepsi yıkılmış o ahşap yapılar arasında yürürken bazı aydınlık pencerelere
bakıyor ve evlenmeden önce öpüşen kızın orada oturduğunu hayâl ediyordum. "İşte, benimle
öpüşecek kız orada!" diye düşünüyordum bir pencereye bakarak. Aramızda çok bir uzaklık
yoktu, bir bahçe duvarı, kapı, ahşap merdivenler, ama ulaşamıyordum ona; öpüşemiyordum;
herkesin bildiği o esrarlı, tuhaf, inanılmaz ve rüya kadar yabancı ve sihirli şey, o korkutucu ve
çekici şey o an ne kadar yakın ve ne kadar da uzaktı!
Yeniden Avrupa yakasına dönerken, vapurda gördüğüm kadınlardan birini zorla ya da bir an bir
yanlışlık olmuş gibi yaparak öpsem ne olur diye düşündüğümü hatırlıyorum, ama ince eleyip
sık dokuyacak gibi olmadığım halde, çevremde öyle bir yüz- göre-miyordum. Hayatımın başka
dönemlerinde de İstanbul kalabalıkları içersinde soluk alıp verirken umutsuzluk ve acıyla şehrin
boş, bomboş olduğu duygusuna kapıldığım zamanlar olmuştur, ama hiçbir zaman bu duyguyu
o günkü gibi şiddetle hissetmemiştim. Üzeri nemle kaplı kaldırımlarda uzun uzun yürüdüm. Bu
boş, bomboş şehire istediğini elde etmek için, başka bir zaman, şan ve şöhretle gelecektim
elbette. O anda ise, köşe yazarınızın annesiyle oturduğu evine gidip, zavallı Rastignac'ı Türkçe
çevirisinden anlatan Balzac'tan başka hiçbir tesellisi yoktu. Ama kitapları, o zamanlar, kendi
keyfim için değil, tam bir Türk gibi, ilerde bana yararı olacak şeyler diye görev duygusuyla
okurdum. İlerde yararı olacak şey ise şimdiyi hiç mi hiç kurtarmaz! Böylece, odama
kapandıktan az sonra, sabırsızlık içinde dışarı çıktım. Banyonun aynasına baktığımı, insanın hiç
olmazsa kendisini öpebileceği-ni düşündüğümü, aynaya bakarken filmdeki oyuncuları gözümün
önüne getirdiğimi hatırlıyorum.
Zaten o oyuncuların dudakları hiç gitmiyorlardı gözümün önünden (Joan Bennett, Dan
Duryca). Ama kendimi bile değil, en fazla aynayı öpecektim; dışarı çıktım. Annem, masaya
oturmuş, kimbilir hangi uzak akrabanın zengin akrabasından aldığı patronlar ve şifon kumaş
kesikleri arasında, bir düğün için gece elbisesi yetiştiriyordu.
Ona birşeyler anlatmaya başladım. İlerde yapacağım şeyleri, başarılarımı, hayâllerimi
çağrıştıran hikâyeler ve hayâller olmalıydı bunlar, ama annem kendini vererek beni
dinlemiyordu. Anladım ki, ne anlatırsam anlatayım, önemli değildi; önemli olan bir cumartesi
akşamı evde annemle oturup yârenlik etmemdi. Bir öfke duymaya başladım. Saçları o akşam
nedense bakımlı ve taralıydı, dudaklarına belli belirsiz bir boya sürmüştü; kiremit kırmızısı
rengini hâlâ hatırladığım bir dudak boyası. Annemin dudaklarına, sık sık benimkine benzetilen
ağzına bakarken kalakalmışım.
"Tuhaf tuhaf ne bakıyorsun öyle bana?" dedi korkuyla.
Uzun bir sessizlik oldu. Anneme doğru yürüdüm, ama iki adım sonra da durdum; bacaklarım
titriyordu. Daha fazla yaklaşmadan, bütün gücümle bağırmaya başlamışım. Ne söylediğimi açık
seçik hatırlayamıyorum şimdi; ama hemen, aramızda sık sık çıkan o korkunç kavgalardan biri
başlamıştı. Komşular bizi dinliyor korkusu bir anda ikimizin de yüreğinden çıkmıştı. İnsanın
karşısındakine her şeyi söyleyiverdiği o öfke ve özgürlük anlarından biriydi: Böyle durumlarda
bir fincan kırılır ya da soba devrilivere-cekmiş gibi olur.
Zorlukla kendimi evden dışarı attığımda, şifon kumaşların,
makaraların ve ithal toplu iğnelerin (ilk Türk toplu iğnesi 1976'da Atlı firmasınca üretilmiştir)
arasında annem ağlıyordu. Geceyarısı-na kadar şehrin sokaklarında dolaştım durdum.
Süleymaniye Ca-miinin avlusuna girdim, Atatürk Köprüsünden geçtim, Beyoğlu'na çıktım.
Sanki ben, ben değildim; sanki bir çeşit öfke ve intikam ruhu beni izliyordu; sanki olmam
gereken kişi peşimdeydi.
Beyoğlu'nda bir muhallebiciye oturmuştum; sırf kalabalık içersinde olmak için; ama cumartesi
akşamının o sonsuzluk saatini doldurmaya çalışan benim gibi biriyle göz göze gelirim diye
kimseye de bakmıyordum: Benim gibi olanlar, birbirlerini hemen tanır ve küçümserler çünkü.
Az sonra, bir karı-koca bana yaklaştılar. Adam birşeyler anlatmaya başladı. Anılarımın
arasındaki bu beyaz saçlı hayalet kimdi?
Fenerbahçe'deki evini bir türlü bulamadığım eski arkadaşmış. Evlenmiş, Devlet Demir
Yolları'nda çalışıyormuş, saçları şimdiden beyazlamış, o yılları da çok iyi hatırlıyormuş. Yıllar
sonra rastladığınız eski bir arkadaşınız, yanındaki karısı ya da ahbabına, kendi geçmişini ilginç
gösterebilmek için, sizi çok ilginç buluyormuş, ortak ne anılarınız, ne sırlarınız varmış gibi
yaparak sizi şaşırtır ya, o da öyle yaptı bana, ama ben şaşırmadım. Yalnızca hayâli anıları daha
da ilginç kılan o role, benim onun geçmişte bıraktığı sefil ve acıklı hayata hâlâ devam ettiğim
oyununa girmedim.
Şekersiz, su muhallebimi kaşıklarken, çoktan evlendiğimi, çok iyi para kazandığımı, senin beni
evde beklediğini, Chevrolet arabamı Taksim'e bırakıp, senin nazın üzerine buraya sana
tavukgöğsü almaya geldiğimi, Nişantaşı'nda oturduğumuzu, onları arabamla yolum üzerinde
bir yere bırakabileceğimi itiraf ettim: Teşekkür etti, hâlâ Fenerbahçe'de oturuyormuş çünkü.
Meraklı olduğu için önce çekine çekine, sonra, senin "iyi bir aileden" olduğunu öğrenince de, iyi
ailelere olan yakınlığını karısına kanıtlamak için soruşturdu: Fırsatı kaçırmadım ve seni
hatırlaması gerektiğini söyledim. Memnuniyetle hatırladı. Sana derin saygılarını yolladı. Elimde
tavukgöğsü paketi muhallebiciden çıkarken önce onu, sonra filmlerden öğrenilmiş kibar Batılı
havasıyla karısını da öptüm. Ne tuhaf okurlarsınız siz, ne tuhaf ülke burası.
ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM BAK, KİM GELDİ
"Çok eskiden rast/aşacaktık." Türkân Şoray
Rüya'nın eski kocasının evinden çıktıktan sonra indiği anacad-' dede, Galip kendini alacak
hiçbir araç bulamadı. Arada bir durdurulmaz bir kararlılıkla geçen şehirler arası otobüsleri
hızlarını bile kesmiyorlardı. Bakırköy tren istasyonuna kadar yürümeye karar verdi. Bakkalların
vitrin niyetine kullandıkları o döküntü buzdolaplarını hatırlatan tren istasyonuna varana kadar,
kara bata çıka yürürken, sayısız kereler hayâlinde Rüya ile buluşmuş, her zamanki günlük
hayatlarına dönmüşler, Rüya'nın çok basit ve anlaşılır olduğu anlaşılan 'terk' nedeni neredeyse
unutulmuş, ama hayâllerinde yeniden başlayan günlük hayatta, eski kocayla karşılaşmasını
Rüya'ya anlatamamıştı bir türlü.
Yarım saat sonra kalkan trende bir ihtiyar, Galip'e, kırk yıl önce gene aynı soğukluktaki bir kış
gecesi yaşadığı bir hikâyeyi anlattı. Savaşın bize de bulaşmasını bekledikleri yokluk yıllarında,
Trakya'da bir köyde bölüğüyle zor bir kış geçirmişti ihtiyar. Bir sabah gizli bir emir alınca,
bütün bölük atlarına binip köyden ayrılmışlar, bütün bir gün süren uzun bir yolculuktan sonra
İstanbul'a yaklaşmışlar, ama şehre girmemişlerdi: Haliç tepelerinde geceyi beklemişlerdi önce.
Şehirde hayat iyice durunca karanlık sokaklara inmişler, karartılmış lambaların soluk ışığı
altında, buzlu parke taşlarının üzerinde atlarını sessizce sürüp Sütlüce'deki salhaneye
hayvanları teslim etmişlerdi. İhtiyarın anlattığı kanlı kesim sahnelerini, atların bir bir devrilişini
yayları, dışarı fırlamış koltuk gibi, iç organları dışarı sarkan, barsakları kanlı taşlara yayılıveren
hayvanların şaşkınlığını, kasapların öfkesini, sırasını bekleyen atların yüzündeki hüzünlü
bakışla, adi adımla şehirden suçlu gibi çıkan askerlerin yüzlerindeki ifadenin nasıl birbirine
benzediğini dinlerken Galip, trenin gürültüsü içersinde kelimeleri, heceleri zorlukla seçiyordu.
Sirkeci'de, istasyonun önünde hiçbir araç yoktu. Galip bir an, hana yürüyüp geceyi
yazıhanesinde geçirmeyi düşündü, ama U dönüşü yapan bir taksinin kendisini almak için
duracağını sezdi. Ama araba kaldırıma çok daha önce yanaşınca, siyah beyaz filmlerden çıkma,
eli çantalı, siyah beyaz bir adam kapısını açıp içeri girdi. Yolcusunu aldıktan sonra, şoför
Galip'in önünde de durdu, "beyefendiyle" birlikte onu Galatasaray'a bırakabileceğini söyledi.
Galip taksiye bindi.
Galatasaray'da taksiden indiğinde siyah beyaz filmlerden çıkma adamla hiçbir şey konuşmadığı
için pişmandı. Karaköy Köprüsüne bağlı ve lambaları yanan boş Boğaz vapurlarına bakarken
Galip, adama şöyle diyebileceğini düşünmüştü: "Beyefendi, bir keresinde yıllar önce, gene
böyle karlı bir gecede..." Sanki anlatmaya başlasaydı, başladığı rahatlıkla hikâyesinin sonunu
getirebilir, adam da onu beklediği ilgiyle dinleyebilirdi.
Atlas Sinemasının az ilerisindeki bir kadın ayakkabıcısının vitrinine (Rüya'nın ayaklan otuz yedi
numaradır) bakarken, küçük ince bir adam Galip'e yaklaştı. Elinde kapı kapı dolaşan havagazı
tahsildarlarının taşıdığı deri taklidi plastik çantalardan vardı. "Yıldızları sever misin?" diye
sordu. Ceketini boynuna kadar düğmeleyerek palto niyetine giymişti. Galip, bulutsuz
gecelerde, Taksim Meydanına teleskopunu kurup meraklılara yüz liraya yıldızları seyrettiren
adamın bir meslektaşına rastladığını düşünüyordu ki, adam çantasından bir 'albüm' çıkardı.
Galip adamın kendi eliyle çevirdjği sayfalarda bazı ünlü film yıldızlarımızın iyi kâğıda basılmış
inanılmaz fotoğraflarını gördü.
Hayır tabii, fotoğraflar ünlü yıldızların değil, onların kıyafetlerini giyen, takılarını takan ve en
önemlisi, pozlarını, duruşlarını, sigara içişlerini, dudaklarının yuvarlaklığını ya da öpecek gibi
ileri uzanışını taklit eden benzerlerinin fotoğraflarıydı. Her yıldızın sayfasına, gazete
manşetlerinden kesilmiş çarpıcı adıyla, magazin dergilerinden alınmış renkli bir fotoğrafı
yapıştırılmış, çevresine, yıldızın benzerinin aslına benzemeye çalıştığı çeşitli 'çekici' pozları
eklenmişti.
Fotoğraflarla ilgilendiğini görünce, çantalı ince adam, Galip'i Yeni Melek Sinemasına çıkan dar
ve boş sokağa çekip kendi eliyle karıştırsın diye albümü uzattı. Tavanından ince ipliklerle sarkı-
130 ¦ . ' "
tılmış kesik kollar, bacaklar, eldivenler, şemsiyeler, çantalar, çoraplar sergilenen tuhaf bir
vitrinin ışığında Galip, dans ederken çingene elbiseleri sonsuza kadar açılan, yorgun yorgun bir
sigara yakan Türkân Şoray'lan; muz soyan, çapkınca kameraya bakan, pervasız bir kahkaha
atan Müjde Ar'ları; gözünde gözlük, çıkardığı sutyenini diken, bulaşık yıkarken öne eğilen ve
sonra dertli mahzun ağlayan Hülya Koçyiğit'leri dikkatle inceledi. Aynı dikkatle, kendisini
inceleyen albüm sahibi, yasak kitap okuyan öğrencisini yakalayan öğretmenin kararlılığıyla
albümü birden Galip'in elinden bir hamlede çekip çantasına tıkıştırdı. "Götüreyim mi seni
onlara?" "Neredeler?"
"Sen efendi adama benziyorsun, gel bakalım." Ara sokaklardan geçerlerken, Galip ısrarlı
sorular üzerine bir seçim yapmak için, Türkân Şoray'dan hoşlandığını söyledi.
"Kendisidir!" dedi çantalı adam, sır verir gibi. "O da sevinecek, senden çok hoşlanacak."
Beyoğlu Karakolunun yanında, üzerinde 'Dostlar' yazan eski bir taş evin toz ve kumaş kokan
ilk katına girdiler. Yarı karanlık odada, dikiş makineleri ya da kumaş yoktu, ama- nedense
Galip'in içinden "Dostlar Terzihanesi" demek geldi. Yüksek ve beyaz bir kapıdan girdikleri ışıl
ışıl ikinci oda, Galip'e pezevenge para vermesi gerektiğini hatırlattı.
"Türkân!" dedi adam, parayı cebine koyarken. "Türkân, bak İzzet geldi seni arıyor."
Kâğıt oynayan iki kadın gülüşerek dönüp Galip'e baktılar. Eski ve döküntü bir tiyatro sahnesini
hatırlatan odada, borusu iyi çekmeyen sobalı mekânlara özgü o uykulu havasızlık, uykulu bir
parfüm kokusu ve yorucu bir 'yerli-pop' müziğinin gürültüsü vardı. Bir divanda ne bir yıldıza,
ne de Rüya'ya benzeyen bir kadın, Rüya'nın polisiye roman okurken aldığı duruşla (bir bacağı
divanın arkalığının üstünde) uzanmış bir mizah dergisini karıştırıyordu. Müjde Ar'ın Müjde Ar
olduğu, gömleğinin göğsündeki Müjde Ar yazısından anlaşılıyordu. Garson kılığında yaşlı bir
adam, televizyonda, İstanbul'un fethinin dünya tarihi içindeki önemini tartı-§an açık
oturumcular karşısında uyuyakalmıştı.
Galip, saçları permalı ye blucinli genç bir kadını, adını unut-
tuğu bir Amerikan yıldızına benzetebildi, ama bu benzerliğe niyet edildiğinden emin değil pek.
Öteki kapıdan giren bir adam, Müjde Ar' a yaklaşıp, yaşadıkları şeylere gazete manşetlerinde
okuyunca inananlar gibi, gömleğinin üzerindeki yazılı adını ilk hecesini yutarak sarhoş
ciddiyetiyle uzun uzun okudu.
Leopar elbiseli kadının Türkân Şoray olması gerektiğini Galip, kendisine yaklaşmasından ve
yürüyüşündeki belli belirsiz bir ahenkten anladı. Belki de en çok o benziyordu aslına: Upuzun
sarı saçlarının hepsini sağ omuzunun üstünde toplamıştı.
"Bir sigara içebilir miyim?" dedi hoşça gülümseyerek. Dudaklarına filtresiz bir sigara yerleştirdi.
"Yakar mısınız?"
Galip çakmağıyla sigarayı yakınca, kadının başının çevresinde inanılmaz yoğunlukta bir duman
oluştu. Müziğin gürültüsünün işi-tilmediği o tuhaf sessizlikte, sisler içinden beliren bir azizenin
başı gibi, iri kirpikli gözleri ve başı dumanın içinden çıkınca, Galip hayatında ilk defa, Rüya'dan
başka bir kadınla yatabileceğim düşündü. Kendisine "İzzet Bey" diyen memur kılıklı bir adama
parayı verdi. Yukarı kata, dikkatlice döşenmiş bir odaya çıktıkları zaman, kadın elindeki
bitmemiş sigarayı bir Akbank küllüğüne bastırıp paketinden bir yenisini çıkardı.
"Bir sigara içebilir miyim?" dedi sonra aynı ses ve edayla. Sigarayı aynı pozla dudaklarının
kenarına yerleştirmiş aynı mağrur bakışla hoşça gülümsüyordu. "Yakar mısınız?"
Başını gene aynı şekilde, göğüslerini gösterecek bir biçimde, hoş bir hareketle hayâli bir
çakmağa doğru eğdiğini farkettiğinde Galip, bu sigara yakma jestinin ve kadının sözlerinin,
Türkân Şoray'ın bir filminden çıktığını, kendisinin de aynı filmdeki baş erkek oyuncu İzzet
Günay olması gerektiğini anladı. Sigarayı yakınca, kadının başı çevresinde gene aynı inanılmaz
yoğunluktaki duman birikti ve iri kirpikli iri kara gözler, bu sisin içinde ağır ağır belirdiler.
Ancak stüdyoda çıkarılabilecek bu kadar dumanı ağzıyla nasıl çıkarabiliyordu?
"Niye susuyorsun?" dedi kadın gülümseyerek. "Susmuyorum," dedi Galip.
"Anasının gözü gibi gözüküyorsun, ama saf mısın yoksa?" dedi kadın yapmacıklı bir merak ve
öfkeyle. Aynı cümleyi aynı jestlerle bir daha söyledi. Çıplak omuzlarma kadar sarkan iri
küpeleri
vardı.
Sırtı kalçaya kadar açık leopar elbiseyi, pavyon kadınını oynayan Türkân Şoray'ın, yirmi yıl
önce İzzet Günay'la başrolü paylaştığı 'Vesikalı Yarim' filminde giydiğini yuvarlak komodin
aynasının kenarlarına iliştirilmiş 'lobi' fotoğraflarından anladığında, Galip, kadımn ağzından
Türkân Şoray'ın aynı filmde söylediği başka sözleri de işitmişti: (Mahzun ve şımarık bir çocuk
gibi boynunu bükerek, çenesinin altında birleştirdiği ellerini birden açarak): "Uyunmaz ki
şimdi; içince de canım eğlenmek ister." (Komşu çocuğu için meraklanan iyi teyze havasıyla):
"İzzet, gel bende kal köprü kapanıncaya kadar!" (Birdenbire coşarak): "Kısmet senin-leymiş,
bugüneymiş!" (Hanımefendi gibi): "Tanıştığımıza memnun oldum, tanıştığımıza memnun
oldum, tanıştığımıza memnun oldum..."
Galip kapının yanındaki sandalyeye geçmiş, kadın da filmdeki aslma oldukça benzeyen
yuvarlak komodinin taburesine oturmuş, boyalı uzun sarı saçlarını tarıyordu. Aynanın
kenarında bu sahnenin de fotoğrafı vardı. Kadının sırtı aslından güzeldi. Bir an aynada gördüğü
Galip'e baktı.
"Çok eskiden rastlaşacaktık..."
"Çok eskiden de rastlaştık," dedi Galip, kadının aynadaki yüzüne bakarak. "Okuldayken aynı
sıralarda oturmazdık, ama sıcak bahar günlerinde sınıfta uzun tartışmalardan sonra pencere
açıldığında, hemen arkasındaki kara tahtanın karasından aynalaşan camın içinde yansıyan
yüzünü şimdiki gibi seyrederdim."
"Hmm... Çok eskiden rastlaşacaktık."
"Çok eskiden rastlaştık," dedi Galip. "İlk rastlaştığımızda bacakların o kadar ince, o kadar narin
gözükmüştü ki bana, onların kırılıvereceğinden korkmuştun. Tenin sanki çocukken daha sertti
de, büyüdükçe, ortaokuldan sonra renklenerek inanılmaz bir incelikle yumuşadı. Evin içinde
oynamaktan kudurduğumuz sıcak yaz günlerinde, bizi bir plaja götürmüşlerse eğer, dönüş
yolunda, ellerimizde Tarabya'dan aldığımız dondurmalarla yürürken, sivri tırnaklarımızla
kollarımıza, üzerindeki tuzu kazıyarak harfler yazardık. İnce kollarının üzerindeki küçük tüyleri
severdim. Güneş yanı-ğıyla pembeleşen bacaklarını severdim. Başımın üzerindeki raftan bir
şey almak için uzandığında yüzüne dökülüveren saçlarını sever-
dim.'.."
"Çok eskiden rastlaşacaktık."
"Annenden alıp giydiğin askılı mayonun sırtında bıraktığı askı izlerini, sinirlendiğin zaman
saçlarını dalgın dalgın çekiştirmeni, filtresiz sigara içerken ortanca ve baş parmaklarınla dilinin
ucundaki tütün parçasını yakalayışını, film seyrederken ağzını açışını, kitap okurken elinin
altındaki bir tabakta bulduğun leblebileri ve fındıkları farkında olmadan yeyişini, anahtarlarını
kaybedişini, miyopluğunu kabul etmediğin gözlerini kısışını severdim. Gözlerini kısıp uzaktaki
bir noktaya bakarken başka bir yere gittiğini, başka birşey düşündüğünü anlayınca seni
endişeyle severdim. Aklının içindekilerin bildiğim kadarını ve daha çok da bilmediğim kadarını
korkuyla korkuyla severdim, Allahım!"
Galip, Türkân Şoray'm aynadaki yüzünde belli belirsiz bir endişe görerek sustu. Kadın
komodinin yanıbaşındaki yatağa uzandı.
"Hadi gel," dedi. "Hiçbir şey için değmez, hiçbir şey için, anlıyor musun?" Ama Galip
kararsızlıkla oturuyordu. "Türkân Şoray'ı-nı sevmiyor musun yoksa?" diye ekledi kadın, Galip'in
gerçek mi, oyun mu olduğunu tam çıkaramadığı bir kıskançlıkla.
"Seviyorum."
"Gözlerimi kırpıştırışımı da severdin değil mi?"
"Severdim."
"Fıstık gibi Maşallah'da plaj merdivenlerinden inişimi, 'Vesikalı Yarim'de sigara yakışımı,
'Bomba Gibi Kız'da ağızlıkla sigara içişimi severdin değil mi?"
"Severdim."
"Hadi canım, gel o zaman."
"Daha konuşalım."
"Ne?"
Galip düşünüyordu.
"Adın ne senin, ne iş yaparsın?"
"Avukatım."
"Bir avukatım vardı," dedi kadın. "Bütün paramı aldı, ama kocamın elinden üstüme yaptığı
arabayı alamadı. Araba benimdi, anladın mı benim, şimdi bir orospunun elinde: İtfaiye kırmızısı
renginde 56 Chevrolet. Bana arabamı geri getiremiyorsa ben avukattan ne anladım? Kocamın
elinden bana arabamı alabilir misin?"
"Alırım," dedi Galip.
"Alır mısın?" dedi kadın umutla. "Ahrsın. Alırsın, ben de seninle evlenirim. Beni bu hayattan
kurtarırsın. Yani film hayatından. Artistlikten bıktım. Bu geri zekâlı millet artiste sanatçı değil,
orospu diye bakıyor. Artist değilim ben, sanatçıyım, anlıyor musun?"
"Tabii..."
"Evlenir misin benimle?" dedi kadın neşeyle. "Evlenirsen arabamla gezeriz. Evlenir misin? Ama
beni sevmen gerek."
"Evlenirim." '
"Ha^ır hayır sen sor bana... Evlenir misin diye sor."
"Türkân, benimle evlenir misin?"
"Öyle değil! İçten, hissederek sor, filmlerdeki gibi! Önce ayağa kalk, bu soruyu hiç kimse
otururken sormaz."
Galip, İstiklâl Marşını söyleyecekmiş gibi ayağa kalktı: "Türkân! Benimle, benimle, evlenir
misin?"
"Ama ben bakire değilim," dedi kadın. "Başımdan bir kaza geçti benim."
"Ata binerken mi, tırabzandan kayarken mi?" "Hayır, ütü yaparken. Gülüyorsun, ama ben daha
dün duydum Padişahımızın senin boynunun vurulmasını emrettiğini. Evli misin?"
"Evliyim."
"Evliler de hep beni bulur zaten!" dedi kadın, 'Vesikalı Yarim' filminden çıkma bir havayla.
"Ama önemli değil. Önemli olan Devlet Demir Yolları. Sence bu yıl hangi takım şampiyon
olacak? Sence bu gidişat nereye? Sence askerler ne zaman bu anarşiye dur diyecek? Biliyor
musun, saçlarını kestirsen daha iyi olur." "Kişiliğimle ilgili şeyler söyleme," dedi Galip.
"Ayıptır." "Ama ne dedim şimdi ben?" dedi kadın yapmacık bir şaşkınlıkla, gözlerini kocaman
kocaman açıp Türkân Şoray gibi kırpıştırarak. "Benimle evlenirsen arabamı kurtarır mısın,
dedim. Hayır, arabamı kurtarırsan benimle evlenir misin, dedim. Plakasını vereyim: 34 CG 19
Mayıs 1919. Samsun'dan yola çıktı bütün Anadolu'yu kurtardı. 56 Chevrolet."
"Bana Chevrolet'yi anlat!" dedi Galip.
"İyi ama, birazdan kapıya vururlar. Vizita bitiyor."
"Türkçesi ziyaret." "Efendim?"
"Para önemli değil," dedi Galip.
"Bence de," dedi kadın. "56 Chevrolet'im tırnaklarımın kırmı-zısıydı, aynen bu renkte. Biri
kırılmış değil mi? Belki Chevrolet'im de bir yere çarpmıştır. Kocam olacak o rezil, o orospuya
hediye etmeden önce buraya hergün arabamla gelirdim. Ama şimdi yalnızca yollarda
görüyorum onu, yani arabayı. Bazan Taksim Meydanını dönerken görüyorum, içinde başka bir
şoför oluyor, bazan Karaköy iskelesinde yolcu beklerken, gene başka bir şoför. Kan arabaya
düşkün, her gün boyatıyor. Bir gün bakıyorum Chev- . rolet'im kestane rengi olmuş, ertesi gün
bu sefer nikelajlar, lambalar takılmış ve sütlü kahve renginde. Ertesi gün çiçeklerle bezenmiş,
önüne bebek oturtulmuş pembe bir gelin arabası, derken, bir hafta sonra bir bakıyorum,
karalara boyanmış, içinde de altı tane kara bıyıklı polis, olmuş mu sana bir polis arabası?
Üzerinde 'polis' bile yazıyor, yanılmak mümkün değil. Tabii, her seferinde plaka numaraları da
değiştiriliyor ki, anlamayayım." "Tabii."
"Tabii," dedi kadın. "Polisler de, şoförler de karının kırıkları, ama benim boynuzlu kocam
dünyayı mı görüyor? Bir gün beni öyle terketti gitti. Seni hiç öyle bırakıp gittiler mi? Bugün
トルコ語文献の1テキストを読みました。
次へ - Kara Kitap - 14
- パーツ
- Kara Kitap - 01
- Kara Kitap - 02
- Kara Kitap - 03
- Kara Kitap - 04
- Kara Kitap - 05
- Kara Kitap - 06
- Kara Kitap - 07
- Kara Kitap - 08
- Kara Kitap - 09
- Kara Kitap - 10
- Kara Kitap - 11
- Kara Kitap - 12
- Kara Kitap - 13
- Kara Kitap - 14
- Kara Kitap - 15
- Kara Kitap - 16
- Kara Kitap - 17
- Kara Kitap - 18
- Kara Kitap - 19
- Kara Kitap - 20
- Kara Kitap - 21
- Kara Kitap - 22
- Kara Kitap - 23
- Kara Kitap - 24
- Kara Kitap - 25
- Kara Kitap - 26
- Kara Kitap - 27
- Kara Kitap - 28
- Kara Kitap - 29
- Kara Kitap - 30
- Kara Kitap - 31
- Kara Kitap - 32
- Kara Kitap - 33
- Kara Kitap - 34
- Kara Kitap - 35
- Kara Kitap - 36
- Kara Kitap - 37
- Kara Kitap - 38
- Kara Kitap - 39
- Kara Kitap - 40
- Kara Kitap - 41
- Kara Kitap - 42