Kara Kitap - 12
合計単語数は 2814 です
一意の単語の合計数は 1743 です
31.8 の単語が最も一般的な 2000 単語に含まれています
44.1 の単語が最も一般的な 5000 語に含まれています
51.4 の単語が最も一般的な 8000 単語に含まれています
beklenmedik yanıtını bulmuş, bir anlık şaşkınlık geçiriyordu; Galip bunun eve girmeden
buradan kaçabilmek için tek fırsat olduğuna karar vererek bir solukla anlattı:
Geceyarısı rahatsız ettiği için çok özür diliyordu, çok sıkışık bir durumdaydı; başka bir zaman
dostluk için (hatta Rüya'yla), geleceği bu eve, şimdi çok acil bir sorun için, bir kişi, belki de bir
ad hakkında bilgi almak için gelmişti. Savunmasını üstüne aldığı bir üniversite öğrencisi,
işlemediği bir cinayetten suçlanıyordu. Hayır, ortada bir ölü yok değildi, ama takma adla bir
hayalet gibi şehirde gezdiği söylenen asıl katil, bir zamanlar...
Hikâyesini bitirebildiğinde Galip içeri alınmış, çıkardığı ayakkabıların yerine ayaklarına küçük
gelen birer terlik verilmiş, çayın demlendiği söylenerek eline bir fincan kahve tutuşturulmuştu.
Galip konuyu toparlamak için, söz konusu kişinin adını, (bir rastlantıya yer vermemek için
yepyeni bir ad icat etmişti) bir kere daha tekrar ettikten sonra, Rüya'nın eski kocası anlatmaya
başladı. O anlattıkça, Galip hikâyelerin üzerine uyku gibi çökeceğini, evden çıkmasının gittikçe
zorlaşacağını hissediyordu. Bir ara dinlemekle Rüya'ya ilişkin birşeyler, hiç olmazsa bazı
ipuçları öğrenebileceğini düşünerek kendisini avutmaya çalıştığını hatırlayacaktı daha sonra,
ama bu, ölümcül bir ameliyat öncesi bayılmakta olan bir hastanın kendini avutmasına
benziyordu daha çok. Üç saat sonra, hiçbir zaman açılmayacağını sandığı sokak kapısına
yaklaşabildiğinde, eski kocanın, hiçbir engel tanımadan akan sel suları gibi çağlayan
hikâyelerinden şunları öğrenmişti:
Çok şey bildiğimizi sanıyor, ama hiçbir şey bilmiyorduk. Doğu Avrupa ve Amerika'daki
Yahudilerin çoğunun Kafkaslar ve Volga arasında bin yıl önce hüküm süren Yahudi Hazar
Devleti ahalisinden geldiğini biliyorduk meselâ. Hazarların aslında Yahudiliğe geçen Türkler
olduğunu da biliyorduk. Ama bilmediğimiz şey, Yahudilerin Türk olması kadar, Türklerin de
Yahudi olduğuydu. Kardeş olan bu iki kavmin, yirmi yüzyıl boyunca, göç-
lerle, birbirlerine kavuşamadan, ama hep birbirlerine teğet geçerek, gizli bir müziğin ritmiyle
birbirleriyle dans eder gibi, birbirlerine mahkûm umutsuz ikizler gibi dalgalanmalarını izlemek
ne kadar, ne kadar ilginçti.
Harita içeriden gelince Galip bir tür masal gibi içine girdiği o dalgınlıktan birden uyanıp ayağa
kalkmış, sıcakta gevşeyen gövdesini hareket ettirmiş ve masanın üzerine yayılan masal
gezegeninde yeşil renkli bir tükenmezle işaretlenmiş oklara hayretle bakmıştı. Tarihin
simetrilerle konuştuğu tartışmasız bir gerçek olduğuna göre, şimdi biz mutluluğumuz kadar
uzun sürecek bir mutsuzluğa hazırlanmalıydık vs.
Önce Boğazlarda bir devlet kurulacaktı. Bu sefer bin yıl önce yapıldığı gibi, yeni ülkeye yeni
insanlar yerleştirmeyeceklerdi ama; yalnızca eski insanları, kendilerine hizmet edebilecek 'yeni
insan' yapacaklardı. Bu amaçla, hafızalarımızı çözeceklerini, bizi geçmişsiz, tarihsiz, zaman dışı
zavallılara çevireceklerini tahmin etmek için İbni Haldun okumaya bile gerek yoktu.
Hafızalarımızı tahrip etmek içiri, Beyoğlu'nun arka sokaklarındaki, Boğaz tepelerindeki karanlık
misyoner okullarında, Türk çocuklarına eflatun renkli bazı (rengin adına dikkat edin demişti
kocasını dikkatle dinleyen anne) sıvılar içirildiği biliniyordu. Sonraları, bu pervasız yöntem
Batının 'insancıl kanat'ı tarafından kimyasal sakıncalarından dolayı fazla tehlikeli bulunmuş,
daha ılımlı, ama uzun vadeli çözüm olan 'sinema-müzik' yöntemine başvurulmuştu.
İkonlardan çıkmış o güzel kadın yüzleriyle, kilise orglarının güçlü simetrik müziğiyle, ilâhileri
hatırlatan o görüntü tekrarlarıy-la, göz alıcı, pırıl pırıl içki, silah, uçak ve giyecek
manzaralarıyla, sinema yönteminin misyonerlerin Latin Amerika ve Afrika'da denediği
yöntemlerden çok daha köktenci ve sonuç alıcı olduğundan kuşku yoktu. (Galip daha Önceden
de kurulduğu anlaşılan bu uzun cümlelerin başka kimler tarafından dinlenildiğini merak etti:
Mahalle komşuları? İş ortaklan? Kimliksiz dolmuş yolcuları? Kayınvalide?) İstanbul'da ilk
sinemaların Şehzadebaşı'nda, Beyoğlu'nda faaliyete başladığı günlerde yüzlerce kişi düpedüz
kör olmuştu. Sinema salonlarında kendilerine yapılan korkunç şeyi sezerek isyan edenlerin
umutsuz çığlıkları polisler ve deli doktorları tarafından susturulmuştu. Aynı içten tepkiyi bugün
gösteren çocuk-
lan, yeni görüntülerle körleşmiş gözlerine yalnızca birer sigorta gözlüğü takmakla
yatıştırabiliyorlardı artık. Ama bu kadar kolay avutulmayacak olanlar çıkıyordu her zaman. İki
mahalle uzakta, on altı yaşında bir delikanlıyı, bir geceyansı reklâm afişlerine umutsuzca
kurşun sıkarken görmüş, hemen anlamıştı. Bir başkası, elinde benzin tenekeleri, sinema
girişinde yakalandığında kendisini tartaklayanlardan gözlerini geri istemişti; evet eski
görüntüleri görebilen gözlerini... Malatyalı bir çoban çocuğunun, bir haftada sinemalara
ahştırıldığım, sonra evine dönüş yolunu, bütün bildiklerini ve bütün hafızasını kaybettiğini
gazeteler yazmıştı, acaba Galip okumuş muydu? Beyaz perdenin üstünde gördükleri sokakları,
giysileri, kadınları istedikleri için artık eski hayatlarına geri dönemeyip sersefil olanların
hikâyelerini anlatmaya günler yetmezdi. Kendilerini sinemada gördükleri o kişilerin yerine
koyanlar ise sayılamayacak kadar çok olduğu için onlara 'hasta' ya da 'suçlu' denmiyordu,
hatta yeni efendilerimiz onları işlerine ortak ediyorlardı. Hepimiz kör olmuştuk, hepimiz,
hepimiz...
Rüya'nın eski kocası, ev sahibi şimdi soruyordu: İstanbul'un çöküşüyle sinemaların yükselişi
arasındaki koşutluğu bu devletin hiçbir görevlisi gerçekten görmemiş miydi? Soruyordu:
Ülkemizde sinemalarla kerhanelerin hep aynı sokaklarda açılması bir rastlantı mıydı?
Soruyordu: Sinemalar neden o kadar, o kadar karanlık, hep kapkaranlıktı?
Burada, bu evde, on yıl önce Rüya Hanım ile bütün içtenlik-leriyle inandıkları bir dava için
takma adlarla, sahte kimliklerle yaşamaya çalışmışlardı, (Galip tırnaklarına bakıyordu arada
bir). Hiç gitmedikleri bir ülkeden gelen ve hiç gitmedikleri bir ülkenin diliyle yazılmış bildirileri,
o uzak ülkelerin diline benzetmeye çalışarak 'dilimize' çeviriyorlar, hiç görmedikleri insanlardan
öğrendikleri siyasi kehanetleri, bu yeni dille yazıp hiç göremeyecekleri insanlara duyurmak için
daktilo ve teksir ediyorlardı. Aslında yalnızca bir başkası olmak istiyorlardı tabii. Yeni tanıdıkları
birinin, takma adlarını ciddiye aldığını öğrendiklerinde ne kadar da sevinirlerdi! Bazan ikisinden
biri, pil fabrikasındaki saatlerin yorgunluğunu, yazılacak yazıları, zarflanacak bildirileri unutur,
elindeki yeni kimliğe dakikalarca bakar, bakardı. Gençlik heyecanı ve iyim-serliğiyle
"Değiştim!" demekten, "Artık bambaşka biriyim!" de-
mekten öyle hoşlanırlardı ki, birbirlerine bu sözü söyletecek fırsatlar yaratırlardı. Yeni kimlikleri
sayesinde dünyada şimdiye kadar okuyamadıkları anlamlar okuyorlardı: Dünya baştan sona
okunabilecek yepyeni bir ansiklopediydi; okudukça ansiklopedi de değişirdi, onlar da; öyle ki,
baştan sona okuyup bitirdikten sonra, geri dönüp ansiklopedi-dünyayı birinci ciltten yeniden
okumaya başlar, sayfaların arasında, kaçıncısı olduğunu unuttukları yeni kimliklerinin
sarhoşluğuyla kendilerinden geçerlerdi. (Ev sahibi öteki sözleri gibi ilk defa kullanmadığı bu
ansiklopedi benzetmesinin sayfaları arasında kaybolmuşken, Galip, büfenin bir gözünde
saklanan ve bir gazetenin fasikül fasikül dağıttığı Bilgi Hazinesi'nin ciltlerini gördü.) Oysa şimdi,
yıllar sonra bu döngünün 'onlar' tarafından düzenlenmiş bir tür avuntu olduğunu anlamıştı: Bir
başkası olduktan sonra, bir daha bir başkası, bir daha bir daha başkası ola ola, ilk kimliğimizin
mutluluğuna geri dönebileceğimizi sanmak boş bir iyimserlikti. Yolun ortasında bir yerde, artık
anlamlandırama-dıkları işaretler, mektuplar, bildiriler, resimler, suratlar, tabancalar arasında
karı-koca yollarını kaybettiklerini anlamışlardı. O zaman, bu ev kıraç bir tepenin üzerinde, tek
başınaydı. Bir akşam, Rüya,.küçük çantasına birkaç eşya tıkıştırıp daha güvenli bulduğu eski
evine, ailesinin yanına dönmüştü.
Bakışları, Galip'e, bazan eski bir çocuk dergisindeki 'Hınzır Tavşan'ı hatırlatan ve kelimelerinin
şiddetine kapıldıkça oturduğu koltuktan kalkıp aşağı yukarı yürüyen ve Galip"e uykulu bir baş-
dönmesi veren ev sahibi, 'onların' oyunlarını boşa çıkarmak için her şeyin başına, ta başlangıca
dönmemiz gerektiğine böyle karar vermişti işte. Galip Bey görüyordu: Evi tam bir 'küçük
burjuvanın' ya da 'orta sınıftan birinin' ya da 'geleneksel vatandaşımızın' eviydi. Üzerine çiçekli
basmadan kılıflar geçirilmiş eski koltukları, sentetik kumaştan perdeleri, kenarları kelebekli
emaye tabaklan, içinde bayram misafirlerine çıkarılan şekerlikli, hiçbir zaman kullanılmayan
likör takımlarının saklandığı çirkin bir 'büfe'leri ve rengi solmuş, pestil gibi bir halıları vardı.
Karısının Rüya gibi okumuş, öyle aman aman bir kadın olmadığını da biliyordu: Annesi gibiydi,
sadeydi, basitti, kendi halindeydi, (Kadın, Galip'in sırrını çözemediği bir anlamla önce ona,
sonra kocasına gülümsedi) amcasının kızıydı. Çocukları da kendi gibiydiler. Sağ olsaydı, hiç de-
ğişmeseydi, kendi babasının kuracağı hayattı bu. Bu hayatı bilinçle seçip, bilinçle yaşayarak iki
bin yıllık bir kumpası boşa çıkarıyor, bir başkası olmayı reddediyor, kendi 'öz' kimliğinde
direniyordu.
Galip Beyin odada rastlantısal olarak gördüğü her şey de bu amaca göre düzenlenmişti. Duvar
saati, bu tür bir eve böyle tıkır-dayan bir duvar saati gerektiği için özellikle seçilmişti. Böyle
evlerde, bu saatlerde hep açık durduğu için, televizyon bir sokak lambası gibi sürekli açık
bırakılmış, üzerindeki el işi örgü, bu tür ailelerin televizyonlarının üzerinde bu tür örtüler
durduğu için serilmişti. Masanın üzerindeki dağınıklık, kuponları kesildikten sonra atılı
atıhverilmiş eski gazeteler, hediyelik çikolata kutusundan bozma dikiş kutusunun kenarındaki
reçel damlası, hatta, doğrudan kendisinin yapmadığı şeyler, kulağı andıran kulpunu çocukların
kırdığı bir fincan, korkutucu sobanın yanında kurutulan çamaşırlar, her şey, inceden
düşünülmüş bir tasarının sonucuydu. Bazan, karısıyla, çocuklarıyla konuştukları şeyleri,
masalarda sandalyelerde oturuş şekillerini, bir an durup, film seyreder gibi seyreder,
sözlerinin, hareketlerinin, tam böyle ailelerdeki gibi olduğunu far-kederek keyiflenirdi.
Mutluluk, insanın bilinçle, istediği hayatı ya-şamasıysa, mutluydu da. Üstelik, bu mutluluk
aracılığıyla, iki bin yıllık bir tarihi kumpası da boşa çıkardığı için daha da mutlu oluyordu.
Bu sözü bir kapanış cümlesi olarak görmek isteyen Galip, onca çay kahveye rağmen üzerinde
bir baygınlık hissi, karın yeniden başladığını söyleyerek, kalkıp kapıya doğru sendeleyerek
yürüdü. Ev sahibi, Galip'le duvara asılı paltosu arasına girerek devam etti: Bütün bu çöküşün
başladığı İstanbul'a geri dönüyor diye Galip Bey için üzülüyordu. İstanbul bir mihenk taşıydı:
Değil orada, i yaşamak, oraya adım atmak bile bir teslimiyet, bir yenilgiydi. Kor- i kunç şehir,
ilk başlarda yalnızca karanlık sinemalarda gördüğümüz o çürümüş görüntülerle kaynaşıyordu
şimdi. Umutsuz kalabalıklar, eski arabalar, ağır ağır suya gömülen köprüler, teneke yığınları,
delik deşik asfalt, anlaşılmaz iri iri harfler, okunmayan afişler, anlamsız yırtık panolar, boyaları
akmış duvar yazıları, şişe ve sigara resimleri, ezansız minareler, taş yığınları, toz, çamur vs.
vs. Bu çöküntüden beklenebilecek hiçbir şey yoktu. Yeni bir diriliş
bir gün gerçekleşecekse eğer -ki ev sahibi kendisi gibi bütün hayatlarıyla direnen başkalarının
varlığından da emindi- bunun buralarda, kendi öz cevherimizi hâlâ koruduğu için "beton
gecekondu" diye küçümsenen bu mahallelerde başlayacağından emindi. Böyle bir mahallenin
kurucusu, yol açıcısı olmakla iftihar ediyor, Galip'i buraya, bu hayata davet ediyordu, hem de
şimdi. Bu gece burada kalabilirdi, hiç olmazsa tartışırlardı...
Galip paltosunu giymiş, sessiz anne ve dalgın çocuklarla veda-laşmış, kapıyı açmış çıkıyordu.
Ev sahibi, dışardaki kara bir an dikkatle baktıktan sonra, söyleyiş şekli Galip'in de hoşuna
giden bir kelimeyi heceledi: "Be-yaz". Yalnızca beyazlar giyen bir şeyh tanımıştı, ama onu
tanıdıktan sonra bembeyaz bir rüya görmüştü. Bembeyaz rüyada, bembeyaz bir Cadillac'in
arka koltuğunda Mu-hammed ile birlikteydiler. Önde suratı gözükmeyen şoför ve beyaz
elbiseler içinde Muhammed'in iki torunu küçük Hasan ile Hüseyin vardı. Beyaz Cadillac afişler,
reklâmlar, sinemalar, kerhanelerle dolu Beyoğlu'ndan geçerken torunlar arkaya, dedelerine
dönüp, yüzlerini ekşitiyorlardı.
Galip karla kaplı merdivenleri inecekti, ev sahibi devam etti: Hayır rüyalara da, yine de
gereğinden fazla önem vermiyordu. Yalnızca bazı kutsal işaretleri okumayı öğrenmişti o kadar.
Öğrendiklerinden Galip Bey de, Rüya da yararlansın isterdi. Başkaları yararlanıyordu çünkü:
Üç yıl önce, politik hayatının en hareretli günlerinde, takma adla yayımladığı bazı politik
çözümlemelerini, "dünya tahlillerini" şimdi kelimesi kelimesine Başbakan'ın ağzından duymak
zevk oluyordu. Tabii, "adamların" ülkede çıkan en küçük dergiyi bile izleyen, gereğinde yukarı
ileten geniş bir istihbarat örgütleri vardı. Geçenlerde Celâl Salik'in bir yazısına gözü ilişmiş,
onun da aynı kanallardan aynı yazılara ulaştığını anlamıştı, ama umutsuz bir vakaydı o: Bitmiş
bir davanın, yanlış bir çözümünü satıldığı köşede boş yere arıyordu.
Bu iki vakada ise, ilginç olan bazılarının bitmiş, tükenmiş diye artık kapısını bile çalmadıkları bir
inançlının düşüncelerinin, hangi yollardan geçerek, başbakanlarca ve ünlü köşe yazarlarınca
kullanılmasrydı. Kimsenin okumadığı o fraksiyon dergisindeki yazıdan bazı ifadeleri, hatta bazı
cümleleri bu iki muhteremin olduğu
gibi nasıl aldıklarını tek tek kelimeleriyle kanıtlamayı, bu pervasız fikir hırsızlığını basına
açıklamayı düşünmüştü bir ara, ama şartlar henüz böyle bir baskın için elverişli değildi. Daha
sabırla beklemek gerektiğini, kapısının bir gün bu insanlarca da çalınacağını da adı gibi
biliyordu. Galip Bey'in, hiç de inandırıcı olmayan bir takma ad bahanesiyle, karlı bir gece bu
uzak semte kadar gelmesi de bunun işaretiydi: Bu işaretleri iyi okuduğunu Galip Bey'in
bilmesini istiyor ve Galip en sonunda karlı sokağa indiğinde ona son sorularını sessizce
soruyordu:
Galip Bey, tarihimizi bu yeni görüşle okuyabilir miydi? Yolları karıştırmadan anacaddeye kadar
tek başına yürüyemezse ev sahibi yanında gelebilir miydi? Aynı yoldan Galip yeniden ne zaman
ziyarete gelebilirdi? Peki, Rüya'ya çok selâm söyleyebilir miydi?
ON İKİNCİ BÖLÜM
ÖPÜŞ
"İbnii Rüşd'ün anti-mnemonicler va da hafızayı zayıflatan şeyler sınıflandırmasına gazete dergi
okumak da uygun bir şekilde eklenebilirse..."
Coleridge
Tam bir hafta önce, birisi sana selâm söyledi. "Tabii ki söylerim selâmını," dedim, ama arabaya
binene kadar da unutmuşum. Selâmı değil, selâm söyleyen adamı. Üzülüyor da değilim hani
buna. Bana kalırsa, akıllı bir koca, karısına selâm söyleyen bütün erkeklerin selâmını
unutmalıdır. Çünkü ne olur ne olmaz. Hele karınız ev kadınıysa: Çarşı pazarda gördüğü
bakkalla çakkalın ve akraba çevresinin dışında, ev kadını denen talihsiz kişi zaten o bıktırıcı
kocasından başka erkek de görmez hayatında. O zaman, biri ona selâm söylerse düşünür o
ince kişiyi,, buna vakti de olur. Gerçekten de incedir ya bu kişiler. Eskiden böyle bir gelenek mi
vardı Al-lahaşkına? İnce kişiler olsa olsa kimliksiz, belirsiz bir hareme saygı yollardı o güzel
eski zamanlarda. Eski tramvaylar daha iyiydi.
Evlenmediğimi, hiç evlenmediğimi, gazeteci olduğum için hiç evlenemeyeceğimi bilen
okurlarım ilk cümleden başlayarak bir şaşırtmaca verdiğimi anlamışlardır. Kimdi bu
seslendiğim "sen"? Ho-kus-pokus! Yaşlı köşe yazarınız yavaş yavaş kaybettiği hafızasından
sözedecek; benimle birlikte bahçemin solan güllerini koklamaya buyurun siz de gelin,
anlarsınız. Ama fazla sokulmayın, iki adım ötede durun bakalım, da çok da aman aman bir şey
olmayan yazı numaramızı, hilelerimiz anlaşılmadan rahat rahat yapalım.
Şöyle bir otuz yıl önce, gazeteciliğimin ilk yıllarında Beyoğlu muhabiriyken kapı kapı dolaşır
haber yakalamaya çalışırdım. Pavyonlarda, esrar tüccarları, Beyoğlu gangsterleri arasında yeni
bir cinayet, intiharla biten bir aşk hikâyesi var mı diye bakar, otel otel gezer, İstanbul'a ünlü
bir yabancı geldi mi, ya da ünlü bir yabancı diye okurlarına sunabileceğim ilgi çekici bir Batılı
şehrimize uğradı mı diye, ayda bir, bir iki buçukluk toka ettiğim kâtiplerden
T2';
kayıt defterlerini alır okurdum. O zamanlar dünya şimdiki gibi ünlülerle dolup taşmıyordu;
hiçbiri gelmezdi İstanbul'a. Kendi ülkelerinde hiç tanınmadıkları halde, gazetemde ünlü diye
tanıttıklarım da, gazetedeki resimlerini gördüklerinde, sonucu hep vefasızlık olan bir şaşkınlığa
kapılmışlardır. Aralarında biri, onun için gazetemde öngördüğüm şan ve şöhrete yıllar sonra
gerçekten ülkesinde ulaştı da: Ünlü kadın modacısı filanca dün şehrimizdeydi, diye ben haberi
geçtikten yirmi yıl sonra, gerçekten ünlü bir Fransız -ve egzistansiyalist- modacısı oldu, ama
bana bir teşekkür yok; Batılı nankördü.
Vasıfsız ünlüler ve yerli gangsterlerle (şimdi bunlara Mafya deniyor) uğraştığım o günlerin
birinde, ilginç bir haber olabilecek ihtiyar bir eczacıyla tanıştım. Bu adam, benim şimdi
çektiğim uykusuzluk ve hafıza kaybı hastalıklarının ikisine de yakalanmıştı. Bu iki hastalığın
yan yana gelmesindeki korkunç yan, biriyle (uykusuzluk sonucu fazla zaman) ötekini (hafıza
eksikleri) kapatacağınızı sanırken, tam tersi olmasıdır bunun: Uykusuzluk gecelerinde, tıpkı
benim gibi, anıları ihtiyardan öyle bir kaçıyormuş ki, bir türlü geçmeyen zamanın ve gecenin
ortasında, kimliksiz, kişiliksiz, kokusuz, renksiz bir dünyada, o zamanlar yabancı dergilerden
çeviri yazılarda sözü çok edilen "Ay'ın öteki yüzünde" yapayalnız olduğunu sanıyormuş adam.
İhtiyar, hastalığını benim gibi yazı yazarak tedavi edeceğine, eczanesinin laboraluvarında bir
ilaç icat etmişti. Benimle birlikte, bir de, bir akşam gazetesinden esrarkeş bir muhabirin
katıldığı iki kişilik (eczacıyla birlikte üç ediyorduk) basın toplantısında, kamuoyuna tanıttığı
pembe renkli sıvısını şişesinden bir bardağa gösterişle doldurup doldurup içtikten sonra,
gerçekten yıllardır aradığı uykusuna kavuşmuştu da. Uykusu kadar hafızasının cennet anılarına
da kavuştu mu, ihtiyar eczacı hiç uyanmadığı için, bir Türk, en sonunda bir şey icat etti
heyecanına kapılan kamuoyu bunu hiç öğrenemedi.
¦ Karanlık bir gün, sanırım iki gün sonra, gittiğimiz cenazesinde, hatırlamak istediği şeyin ne
olduğunu düşünmüştüm hep. Hâlâ da düşünürüm: Hafızamızın, biz yaşlandıkça fazla yük
taşımak istemeyen huysuz bir yük hayvanı gibi attığı ağırlıklar en sevmediği vükler midir, en
ağırlan mı, yoksa en kolay düşenler mi?
İstanbul'un en güzel köşelerindeki küçük odalarda tül perdeler arasından süzülen güneş
ışığının gövdelerimize nasıl vurduğunu ben unuttum. Gişedeki soluk Rum kızına âşık olarak
deliren bilet karaborsacısının, hangi sinemanın kapısında çalıştığını unuttum. Gazeteniz için
rüyalarınızı yorumlarken, benimle aynı rüyaları gören sevgili okuyucularımın adlarını ve onlara
mektupla yolladığım esrarı çoktan unuttum.
Yıllar sonra, köşe yazarınız, o kayıp zamana yeniden bakarken, geceyarısı uykusuzluk içinde
tutunacak bir dal ararken, aklına İstanbul sokaklarında geçirdiği korkunç bir gün geliyor: Bir
keresinde bütün gövdemi, bütün ruhumu sonuna kadar kaplayan bir öpüşme isteğine
kapılmıştım.
Eski sinemaların birinde, bir cumartesi öğleden sonra, belki sinemadan da eski bir Amerikan
dedektif filmini (Kızıl Fener) seyrederken pek de uzun olmayan bir öpüşme sahnesi
görmüştüm. Siyah beyaz filmlerdeki Öteki öpüşme sahnelerinden farkı olmayan ve bizim
sansürcüler tarafından dört saniyeden fazlası kesilmiş sıradan bir öpüşme sahnesiydi, ama
nasıl oldu bilmiyorum, bir kadınla aynı şekilde, dudaklarını onun dudaklarına bastırarak, evet,
bütün gücümle bastırarak öpüşme isteği öyle bir şekilde yükseldi ki içimde, mutsuzluktan
tıkanacak gibi oldum. Yirmi dört yaşındaydım, ama daha kimseyle dudaktan öpüşmemiştim.
Hayır, kerhanelerde kadınlarla yatmamış değildim hiç, ama o kadınlar hiç öpüşmedikleri gibi,
ben de istemezdim onların dudaklarını öpmeyi-
Caddeye çıktığımda film bitmemişti; şehrin bir yerinde bir yerde, benimle öpüşmek isteyen bir
kadın beni bekliyormuş gibi bir sabırsızlık ve telâş vardı üzerimde. Tünele kadar koşturur gibi
yürüdüğümü, sonra gerisin geri hızla Galatasaray'a döndüğümü ve umutsuzca, karanlıkta bir
şey aranır gibi, bir yüzün anısını, bir gülümseyişi, bir kadın hayâlini çıkarmaya çalıştığımı
hatırlıyorum. Öpüşebileceğim hiçbir tanıdık, hiçbir akraba yoktu; bir sevgili bulabilme umudu
hiç yoktu; sevgilim olabilecek bir kimseyi tanımıyordum ki hiç! Sanki kalabalık şehir bomboş
gibiydi.
Ama, gene de, Taksim'e gelir gelmez, bir otobüse binmiş buldum kendimi. Ana tarafımdan
uzak bir akraba ailesi, babam bizi terkettiği yıllarda bize ilgi göstermişti; benden iki yaş küçük
ve o
zamanlar birkaç kere dokuz taş oynadığım bir kızları vardı. Bir saat sonra, ta Fındıkzade'deki
evlerine varıp kapılarını çaldığımda, öpmeyi hayâl ettiğim kızın çoktan evlendiğini hatırladım.
Bugün ikisi de rahmetli olan anneyle baba beni içeri buyur ettiler. Biraz şaşırmışlar, yıllar sonra
neden geldiğimi anlayamamışlardı. Şundan bundan konuşarak (gazeteci olmam bile ilgilerini
çekmiyordu: Dedikoduculuk gibi aşağılık bir meslekti bu onlar için), radyodaki futbol maçını
dinleyerek çay içtik, simit yedik. Akşam yemeğine de kalmamı bekliyorlardı iyi niyetle, ama
birden birşeyler mırıldanarak kendimi dışarı attım.
Dışarı çıktığımda, soğuk havayı hissettiğimde, öpüşme isteği bütün şiddetiyle içimde alev alev
buradan kaçabilmek için tek fırsat olduğuna karar vererek bir solukla anlattı:
Geceyarısı rahatsız ettiği için çok özür diliyordu, çok sıkışık bir durumdaydı; başka bir zaman
dostluk için (hatta Rüya'yla), geleceği bu eve, şimdi çok acil bir sorun için, bir kişi, belki de bir
ad hakkında bilgi almak için gelmişti. Savunmasını üstüne aldığı bir üniversite öğrencisi,
işlemediği bir cinayetten suçlanıyordu. Hayır, ortada bir ölü yok değildi, ama takma adla bir
hayalet gibi şehirde gezdiği söylenen asıl katil, bir zamanlar...
Hikâyesini bitirebildiğinde Galip içeri alınmış, çıkardığı ayakkabıların yerine ayaklarına küçük
gelen birer terlik verilmiş, çayın demlendiği söylenerek eline bir fincan kahve tutuşturulmuştu.
Galip konuyu toparlamak için, söz konusu kişinin adını, (bir rastlantıya yer vermemek için
yepyeni bir ad icat etmişti) bir kere daha tekrar ettikten sonra, Rüya'nın eski kocası anlatmaya
başladı. O anlattıkça, Galip hikâyelerin üzerine uyku gibi çökeceğini, evden çıkmasının gittikçe
zorlaşacağını hissediyordu. Bir ara dinlemekle Rüya'ya ilişkin birşeyler, hiç olmazsa bazı
ipuçları öğrenebileceğini düşünerek kendisini avutmaya çalıştığını hatırlayacaktı daha sonra,
ama bu, ölümcül bir ameliyat öncesi bayılmakta olan bir hastanın kendini avutmasına
benziyordu daha çok. Üç saat sonra, hiçbir zaman açılmayacağını sandığı sokak kapısına
yaklaşabildiğinde, eski kocanın, hiçbir engel tanımadan akan sel suları gibi çağlayan
hikâyelerinden şunları öğrenmişti:
Çok şey bildiğimizi sanıyor, ama hiçbir şey bilmiyorduk. Doğu Avrupa ve Amerika'daki
Yahudilerin çoğunun Kafkaslar ve Volga arasında bin yıl önce hüküm süren Yahudi Hazar
Devleti ahalisinden geldiğini biliyorduk meselâ. Hazarların aslında Yahudiliğe geçen Türkler
olduğunu da biliyorduk. Ama bilmediğimiz şey, Yahudilerin Türk olması kadar, Türklerin de
Yahudi olduğuydu. Kardeş olan bu iki kavmin, yirmi yüzyıl boyunca, göç-
lerle, birbirlerine kavuşamadan, ama hep birbirlerine teğet geçerek, gizli bir müziğin ritmiyle
birbirleriyle dans eder gibi, birbirlerine mahkûm umutsuz ikizler gibi dalgalanmalarını izlemek
ne kadar, ne kadar ilginçti.
Harita içeriden gelince Galip bir tür masal gibi içine girdiği o dalgınlıktan birden uyanıp ayağa
kalkmış, sıcakta gevşeyen gövdesini hareket ettirmiş ve masanın üzerine yayılan masal
gezegeninde yeşil renkli bir tükenmezle işaretlenmiş oklara hayretle bakmıştı. Tarihin
simetrilerle konuştuğu tartışmasız bir gerçek olduğuna göre, şimdi biz mutluluğumuz kadar
uzun sürecek bir mutsuzluğa hazırlanmalıydık vs.
Önce Boğazlarda bir devlet kurulacaktı. Bu sefer bin yıl önce yapıldığı gibi, yeni ülkeye yeni
insanlar yerleştirmeyeceklerdi ama; yalnızca eski insanları, kendilerine hizmet edebilecek 'yeni
insan' yapacaklardı. Bu amaçla, hafızalarımızı çözeceklerini, bizi geçmişsiz, tarihsiz, zaman dışı
zavallılara çevireceklerini tahmin etmek için İbni Haldun okumaya bile gerek yoktu.
Hafızalarımızı tahrip etmek içiri, Beyoğlu'nun arka sokaklarındaki, Boğaz tepelerindeki karanlık
misyoner okullarında, Türk çocuklarına eflatun renkli bazı (rengin adına dikkat edin demişti
kocasını dikkatle dinleyen anne) sıvılar içirildiği biliniyordu. Sonraları, bu pervasız yöntem
Batının 'insancıl kanat'ı tarafından kimyasal sakıncalarından dolayı fazla tehlikeli bulunmuş,
daha ılımlı, ama uzun vadeli çözüm olan 'sinema-müzik' yöntemine başvurulmuştu.
İkonlardan çıkmış o güzel kadın yüzleriyle, kilise orglarının güçlü simetrik müziğiyle, ilâhileri
hatırlatan o görüntü tekrarlarıy-la, göz alıcı, pırıl pırıl içki, silah, uçak ve giyecek
manzaralarıyla, sinema yönteminin misyonerlerin Latin Amerika ve Afrika'da denediği
yöntemlerden çok daha köktenci ve sonuç alıcı olduğundan kuşku yoktu. (Galip daha Önceden
de kurulduğu anlaşılan bu uzun cümlelerin başka kimler tarafından dinlenildiğini merak etti:
Mahalle komşuları? İş ortaklan? Kimliksiz dolmuş yolcuları? Kayınvalide?) İstanbul'da ilk
sinemaların Şehzadebaşı'nda, Beyoğlu'nda faaliyete başladığı günlerde yüzlerce kişi düpedüz
kör olmuştu. Sinema salonlarında kendilerine yapılan korkunç şeyi sezerek isyan edenlerin
umutsuz çığlıkları polisler ve deli doktorları tarafından susturulmuştu. Aynı içten tepkiyi bugün
gösteren çocuk-
lan, yeni görüntülerle körleşmiş gözlerine yalnızca birer sigorta gözlüğü takmakla
yatıştırabiliyorlardı artık. Ama bu kadar kolay avutulmayacak olanlar çıkıyordu her zaman. İki
mahalle uzakta, on altı yaşında bir delikanlıyı, bir geceyansı reklâm afişlerine umutsuzca
kurşun sıkarken görmüş, hemen anlamıştı. Bir başkası, elinde benzin tenekeleri, sinema
girişinde yakalandığında kendisini tartaklayanlardan gözlerini geri istemişti; evet eski
görüntüleri görebilen gözlerini... Malatyalı bir çoban çocuğunun, bir haftada sinemalara
ahştırıldığım, sonra evine dönüş yolunu, bütün bildiklerini ve bütün hafızasını kaybettiğini
gazeteler yazmıştı, acaba Galip okumuş muydu? Beyaz perdenin üstünde gördükleri sokakları,
giysileri, kadınları istedikleri için artık eski hayatlarına geri dönemeyip sersefil olanların
hikâyelerini anlatmaya günler yetmezdi. Kendilerini sinemada gördükleri o kişilerin yerine
koyanlar ise sayılamayacak kadar çok olduğu için onlara 'hasta' ya da 'suçlu' denmiyordu,
hatta yeni efendilerimiz onları işlerine ortak ediyorlardı. Hepimiz kör olmuştuk, hepimiz,
hepimiz...
Rüya'nın eski kocası, ev sahibi şimdi soruyordu: İstanbul'un çöküşüyle sinemaların yükselişi
arasındaki koşutluğu bu devletin hiçbir görevlisi gerçekten görmemiş miydi? Soruyordu:
Ülkemizde sinemalarla kerhanelerin hep aynı sokaklarda açılması bir rastlantı mıydı?
Soruyordu: Sinemalar neden o kadar, o kadar karanlık, hep kapkaranlıktı?
Burada, bu evde, on yıl önce Rüya Hanım ile bütün içtenlik-leriyle inandıkları bir dava için
takma adlarla, sahte kimliklerle yaşamaya çalışmışlardı, (Galip tırnaklarına bakıyordu arada
bir). Hiç gitmedikleri bir ülkeden gelen ve hiç gitmedikleri bir ülkenin diliyle yazılmış bildirileri,
o uzak ülkelerin diline benzetmeye çalışarak 'dilimize' çeviriyorlar, hiç görmedikleri insanlardan
öğrendikleri siyasi kehanetleri, bu yeni dille yazıp hiç göremeyecekleri insanlara duyurmak için
daktilo ve teksir ediyorlardı. Aslında yalnızca bir başkası olmak istiyorlardı tabii. Yeni tanıdıkları
birinin, takma adlarını ciddiye aldığını öğrendiklerinde ne kadar da sevinirlerdi! Bazan ikisinden
biri, pil fabrikasındaki saatlerin yorgunluğunu, yazılacak yazıları, zarflanacak bildirileri unutur,
elindeki yeni kimliğe dakikalarca bakar, bakardı. Gençlik heyecanı ve iyim-serliğiyle
"Değiştim!" demekten, "Artık bambaşka biriyim!" de-
mekten öyle hoşlanırlardı ki, birbirlerine bu sözü söyletecek fırsatlar yaratırlardı. Yeni kimlikleri
sayesinde dünyada şimdiye kadar okuyamadıkları anlamlar okuyorlardı: Dünya baştan sona
okunabilecek yepyeni bir ansiklopediydi; okudukça ansiklopedi de değişirdi, onlar da; öyle ki,
baştan sona okuyup bitirdikten sonra, geri dönüp ansiklopedi-dünyayı birinci ciltten yeniden
okumaya başlar, sayfaların arasında, kaçıncısı olduğunu unuttukları yeni kimliklerinin
sarhoşluğuyla kendilerinden geçerlerdi. (Ev sahibi öteki sözleri gibi ilk defa kullanmadığı bu
ansiklopedi benzetmesinin sayfaları arasında kaybolmuşken, Galip, büfenin bir gözünde
saklanan ve bir gazetenin fasikül fasikül dağıttığı Bilgi Hazinesi'nin ciltlerini gördü.) Oysa şimdi,
yıllar sonra bu döngünün 'onlar' tarafından düzenlenmiş bir tür avuntu olduğunu anlamıştı: Bir
başkası olduktan sonra, bir daha bir başkası, bir daha bir daha başkası ola ola, ilk kimliğimizin
mutluluğuna geri dönebileceğimizi sanmak boş bir iyimserlikti. Yolun ortasında bir yerde, artık
anlamlandırama-dıkları işaretler, mektuplar, bildiriler, resimler, suratlar, tabancalar arasında
karı-koca yollarını kaybettiklerini anlamışlardı. O zaman, bu ev kıraç bir tepenin üzerinde, tek
başınaydı. Bir akşam, Rüya,.küçük çantasına birkaç eşya tıkıştırıp daha güvenli bulduğu eski
evine, ailesinin yanına dönmüştü.
Bakışları, Galip'e, bazan eski bir çocuk dergisindeki 'Hınzır Tavşan'ı hatırlatan ve kelimelerinin
şiddetine kapıldıkça oturduğu koltuktan kalkıp aşağı yukarı yürüyen ve Galip"e uykulu bir baş-
dönmesi veren ev sahibi, 'onların' oyunlarını boşa çıkarmak için her şeyin başına, ta başlangıca
dönmemiz gerektiğine böyle karar vermişti işte. Galip Bey görüyordu: Evi tam bir 'küçük
burjuvanın' ya da 'orta sınıftan birinin' ya da 'geleneksel vatandaşımızın' eviydi. Üzerine çiçekli
basmadan kılıflar geçirilmiş eski koltukları, sentetik kumaştan perdeleri, kenarları kelebekli
emaye tabaklan, içinde bayram misafirlerine çıkarılan şekerlikli, hiçbir zaman kullanılmayan
likör takımlarının saklandığı çirkin bir 'büfe'leri ve rengi solmuş, pestil gibi bir halıları vardı.
Karısının Rüya gibi okumuş, öyle aman aman bir kadın olmadığını da biliyordu: Annesi gibiydi,
sadeydi, basitti, kendi halindeydi, (Kadın, Galip'in sırrını çözemediği bir anlamla önce ona,
sonra kocasına gülümsedi) amcasının kızıydı. Çocukları da kendi gibiydiler. Sağ olsaydı, hiç de-
ğişmeseydi, kendi babasının kuracağı hayattı bu. Bu hayatı bilinçle seçip, bilinçle yaşayarak iki
bin yıllık bir kumpası boşa çıkarıyor, bir başkası olmayı reddediyor, kendi 'öz' kimliğinde
direniyordu.
Galip Beyin odada rastlantısal olarak gördüğü her şey de bu amaca göre düzenlenmişti. Duvar
saati, bu tür bir eve böyle tıkır-dayan bir duvar saati gerektiği için özellikle seçilmişti. Böyle
evlerde, bu saatlerde hep açık durduğu için, televizyon bir sokak lambası gibi sürekli açık
bırakılmış, üzerindeki el işi örgü, bu tür ailelerin televizyonlarının üzerinde bu tür örtüler
durduğu için serilmişti. Masanın üzerindeki dağınıklık, kuponları kesildikten sonra atılı
atıhverilmiş eski gazeteler, hediyelik çikolata kutusundan bozma dikiş kutusunun kenarındaki
reçel damlası, hatta, doğrudan kendisinin yapmadığı şeyler, kulağı andıran kulpunu çocukların
kırdığı bir fincan, korkutucu sobanın yanında kurutulan çamaşırlar, her şey, inceden
düşünülmüş bir tasarının sonucuydu. Bazan, karısıyla, çocuklarıyla konuştukları şeyleri,
masalarda sandalyelerde oturuş şekillerini, bir an durup, film seyreder gibi seyreder,
sözlerinin, hareketlerinin, tam böyle ailelerdeki gibi olduğunu far-kederek keyiflenirdi.
Mutluluk, insanın bilinçle, istediği hayatı ya-şamasıysa, mutluydu da. Üstelik, bu mutluluk
aracılığıyla, iki bin yıllık bir tarihi kumpası da boşa çıkardığı için daha da mutlu oluyordu.
Bu sözü bir kapanış cümlesi olarak görmek isteyen Galip, onca çay kahveye rağmen üzerinde
bir baygınlık hissi, karın yeniden başladığını söyleyerek, kalkıp kapıya doğru sendeleyerek
yürüdü. Ev sahibi, Galip'le duvara asılı paltosu arasına girerek devam etti: Bütün bu çöküşün
başladığı İstanbul'a geri dönüyor diye Galip Bey için üzülüyordu. İstanbul bir mihenk taşıydı:
Değil orada, i yaşamak, oraya adım atmak bile bir teslimiyet, bir yenilgiydi. Kor- i kunç şehir,
ilk başlarda yalnızca karanlık sinemalarda gördüğümüz o çürümüş görüntülerle kaynaşıyordu
şimdi. Umutsuz kalabalıklar, eski arabalar, ağır ağır suya gömülen köprüler, teneke yığınları,
delik deşik asfalt, anlaşılmaz iri iri harfler, okunmayan afişler, anlamsız yırtık panolar, boyaları
akmış duvar yazıları, şişe ve sigara resimleri, ezansız minareler, taş yığınları, toz, çamur vs.
vs. Bu çöküntüden beklenebilecek hiçbir şey yoktu. Yeni bir diriliş
bir gün gerçekleşecekse eğer -ki ev sahibi kendisi gibi bütün hayatlarıyla direnen başkalarının
varlığından da emindi- bunun buralarda, kendi öz cevherimizi hâlâ koruduğu için "beton
gecekondu" diye küçümsenen bu mahallelerde başlayacağından emindi. Böyle bir mahallenin
kurucusu, yol açıcısı olmakla iftihar ediyor, Galip'i buraya, bu hayata davet ediyordu, hem de
şimdi. Bu gece burada kalabilirdi, hiç olmazsa tartışırlardı...
Galip paltosunu giymiş, sessiz anne ve dalgın çocuklarla veda-laşmış, kapıyı açmış çıkıyordu.
Ev sahibi, dışardaki kara bir an dikkatle baktıktan sonra, söyleyiş şekli Galip'in de hoşuna
giden bir kelimeyi heceledi: "Be-yaz". Yalnızca beyazlar giyen bir şeyh tanımıştı, ama onu
tanıdıktan sonra bembeyaz bir rüya görmüştü. Bembeyaz rüyada, bembeyaz bir Cadillac'in
arka koltuğunda Mu-hammed ile birlikteydiler. Önde suratı gözükmeyen şoför ve beyaz
elbiseler içinde Muhammed'in iki torunu küçük Hasan ile Hüseyin vardı. Beyaz Cadillac afişler,
reklâmlar, sinemalar, kerhanelerle dolu Beyoğlu'ndan geçerken torunlar arkaya, dedelerine
dönüp, yüzlerini ekşitiyorlardı.
Galip karla kaplı merdivenleri inecekti, ev sahibi devam etti: Hayır rüyalara da, yine de
gereğinden fazla önem vermiyordu. Yalnızca bazı kutsal işaretleri okumayı öğrenmişti o kadar.
Öğrendiklerinden Galip Bey de, Rüya da yararlansın isterdi. Başkaları yararlanıyordu çünkü:
Üç yıl önce, politik hayatının en hareretli günlerinde, takma adla yayımladığı bazı politik
çözümlemelerini, "dünya tahlillerini" şimdi kelimesi kelimesine Başbakan'ın ağzından duymak
zevk oluyordu. Tabii, "adamların" ülkede çıkan en küçük dergiyi bile izleyen, gereğinde yukarı
ileten geniş bir istihbarat örgütleri vardı. Geçenlerde Celâl Salik'in bir yazısına gözü ilişmiş,
onun da aynı kanallardan aynı yazılara ulaştığını anlamıştı, ama umutsuz bir vakaydı o: Bitmiş
bir davanın, yanlış bir çözümünü satıldığı köşede boş yere arıyordu.
Bu iki vakada ise, ilginç olan bazılarının bitmiş, tükenmiş diye artık kapısını bile çalmadıkları bir
inançlının düşüncelerinin, hangi yollardan geçerek, başbakanlarca ve ünlü köşe yazarlarınca
kullanılmasrydı. Kimsenin okumadığı o fraksiyon dergisindeki yazıdan bazı ifadeleri, hatta bazı
cümleleri bu iki muhteremin olduğu
gibi nasıl aldıklarını tek tek kelimeleriyle kanıtlamayı, bu pervasız fikir hırsızlığını basına
açıklamayı düşünmüştü bir ara, ama şartlar henüz böyle bir baskın için elverişli değildi. Daha
sabırla beklemek gerektiğini, kapısının bir gün bu insanlarca da çalınacağını da adı gibi
biliyordu. Galip Bey'in, hiç de inandırıcı olmayan bir takma ad bahanesiyle, karlı bir gece bu
uzak semte kadar gelmesi de bunun işaretiydi: Bu işaretleri iyi okuduğunu Galip Bey'in
bilmesini istiyor ve Galip en sonunda karlı sokağa indiğinde ona son sorularını sessizce
soruyordu:
Galip Bey, tarihimizi bu yeni görüşle okuyabilir miydi? Yolları karıştırmadan anacaddeye kadar
tek başına yürüyemezse ev sahibi yanında gelebilir miydi? Aynı yoldan Galip yeniden ne zaman
ziyarete gelebilirdi? Peki, Rüya'ya çok selâm söyleyebilir miydi?
ON İKİNCİ BÖLÜM
ÖPÜŞ
"İbnii Rüşd'ün anti-mnemonicler va da hafızayı zayıflatan şeyler sınıflandırmasına gazete dergi
okumak da uygun bir şekilde eklenebilirse..."
Coleridge
Tam bir hafta önce, birisi sana selâm söyledi. "Tabii ki söylerim selâmını," dedim, ama arabaya
binene kadar da unutmuşum. Selâmı değil, selâm söyleyen adamı. Üzülüyor da değilim hani
buna. Bana kalırsa, akıllı bir koca, karısına selâm söyleyen bütün erkeklerin selâmını
unutmalıdır. Çünkü ne olur ne olmaz. Hele karınız ev kadınıysa: Çarşı pazarda gördüğü
bakkalla çakkalın ve akraba çevresinin dışında, ev kadını denen talihsiz kişi zaten o bıktırıcı
kocasından başka erkek de görmez hayatında. O zaman, biri ona selâm söylerse düşünür o
ince kişiyi,, buna vakti de olur. Gerçekten de incedir ya bu kişiler. Eskiden böyle bir gelenek mi
vardı Al-lahaşkına? İnce kişiler olsa olsa kimliksiz, belirsiz bir hareme saygı yollardı o güzel
eski zamanlarda. Eski tramvaylar daha iyiydi.
Evlenmediğimi, hiç evlenmediğimi, gazeteci olduğum için hiç evlenemeyeceğimi bilen
okurlarım ilk cümleden başlayarak bir şaşırtmaca verdiğimi anlamışlardır. Kimdi bu
seslendiğim "sen"? Ho-kus-pokus! Yaşlı köşe yazarınız yavaş yavaş kaybettiği hafızasından
sözedecek; benimle birlikte bahçemin solan güllerini koklamaya buyurun siz de gelin,
anlarsınız. Ama fazla sokulmayın, iki adım ötede durun bakalım, da çok da aman aman bir şey
olmayan yazı numaramızı, hilelerimiz anlaşılmadan rahat rahat yapalım.
Şöyle bir otuz yıl önce, gazeteciliğimin ilk yıllarında Beyoğlu muhabiriyken kapı kapı dolaşır
haber yakalamaya çalışırdım. Pavyonlarda, esrar tüccarları, Beyoğlu gangsterleri arasında yeni
bir cinayet, intiharla biten bir aşk hikâyesi var mı diye bakar, otel otel gezer, İstanbul'a ünlü
bir yabancı geldi mi, ya da ünlü bir yabancı diye okurlarına sunabileceğim ilgi çekici bir Batılı
şehrimize uğradı mı diye, ayda bir, bir iki buçukluk toka ettiğim kâtiplerden
T2';
kayıt defterlerini alır okurdum. O zamanlar dünya şimdiki gibi ünlülerle dolup taşmıyordu;
hiçbiri gelmezdi İstanbul'a. Kendi ülkelerinde hiç tanınmadıkları halde, gazetemde ünlü diye
tanıttıklarım da, gazetedeki resimlerini gördüklerinde, sonucu hep vefasızlık olan bir şaşkınlığa
kapılmışlardır. Aralarında biri, onun için gazetemde öngördüğüm şan ve şöhrete yıllar sonra
gerçekten ülkesinde ulaştı da: Ünlü kadın modacısı filanca dün şehrimizdeydi, diye ben haberi
geçtikten yirmi yıl sonra, gerçekten ünlü bir Fransız -ve egzistansiyalist- modacısı oldu, ama
bana bir teşekkür yok; Batılı nankördü.
Vasıfsız ünlüler ve yerli gangsterlerle (şimdi bunlara Mafya deniyor) uğraştığım o günlerin
birinde, ilginç bir haber olabilecek ihtiyar bir eczacıyla tanıştım. Bu adam, benim şimdi
çektiğim uykusuzluk ve hafıza kaybı hastalıklarının ikisine de yakalanmıştı. Bu iki hastalığın
yan yana gelmesindeki korkunç yan, biriyle (uykusuzluk sonucu fazla zaman) ötekini (hafıza
eksikleri) kapatacağınızı sanırken, tam tersi olmasıdır bunun: Uykusuzluk gecelerinde, tıpkı
benim gibi, anıları ihtiyardan öyle bir kaçıyormuş ki, bir türlü geçmeyen zamanın ve gecenin
ortasında, kimliksiz, kişiliksiz, kokusuz, renksiz bir dünyada, o zamanlar yabancı dergilerden
çeviri yazılarda sözü çok edilen "Ay'ın öteki yüzünde" yapayalnız olduğunu sanıyormuş adam.
İhtiyar, hastalığını benim gibi yazı yazarak tedavi edeceğine, eczanesinin laboraluvarında bir
ilaç icat etmişti. Benimle birlikte, bir de, bir akşam gazetesinden esrarkeş bir muhabirin
katıldığı iki kişilik (eczacıyla birlikte üç ediyorduk) basın toplantısında, kamuoyuna tanıttığı
pembe renkli sıvısını şişesinden bir bardağa gösterişle doldurup doldurup içtikten sonra,
gerçekten yıllardır aradığı uykusuna kavuşmuştu da. Uykusu kadar hafızasının cennet anılarına
da kavuştu mu, ihtiyar eczacı hiç uyanmadığı için, bir Türk, en sonunda bir şey icat etti
heyecanına kapılan kamuoyu bunu hiç öğrenemedi.
¦ Karanlık bir gün, sanırım iki gün sonra, gittiğimiz cenazesinde, hatırlamak istediği şeyin ne
olduğunu düşünmüştüm hep. Hâlâ da düşünürüm: Hafızamızın, biz yaşlandıkça fazla yük
taşımak istemeyen huysuz bir yük hayvanı gibi attığı ağırlıklar en sevmediği vükler midir, en
ağırlan mı, yoksa en kolay düşenler mi?
İstanbul'un en güzel köşelerindeki küçük odalarda tül perdeler arasından süzülen güneş
ışığının gövdelerimize nasıl vurduğunu ben unuttum. Gişedeki soluk Rum kızına âşık olarak
deliren bilet karaborsacısının, hangi sinemanın kapısında çalıştığını unuttum. Gazeteniz için
rüyalarınızı yorumlarken, benimle aynı rüyaları gören sevgili okuyucularımın adlarını ve onlara
mektupla yolladığım esrarı çoktan unuttum.
Yıllar sonra, köşe yazarınız, o kayıp zamana yeniden bakarken, geceyarısı uykusuzluk içinde
tutunacak bir dal ararken, aklına İstanbul sokaklarında geçirdiği korkunç bir gün geliyor: Bir
keresinde bütün gövdemi, bütün ruhumu sonuna kadar kaplayan bir öpüşme isteğine
kapılmıştım.
Eski sinemaların birinde, bir cumartesi öğleden sonra, belki sinemadan da eski bir Amerikan
dedektif filmini (Kızıl Fener) seyrederken pek de uzun olmayan bir öpüşme sahnesi
görmüştüm. Siyah beyaz filmlerdeki Öteki öpüşme sahnelerinden farkı olmayan ve bizim
sansürcüler tarafından dört saniyeden fazlası kesilmiş sıradan bir öpüşme sahnesiydi, ama
nasıl oldu bilmiyorum, bir kadınla aynı şekilde, dudaklarını onun dudaklarına bastırarak, evet,
bütün gücümle bastırarak öpüşme isteği öyle bir şekilde yükseldi ki içimde, mutsuzluktan
tıkanacak gibi oldum. Yirmi dört yaşındaydım, ama daha kimseyle dudaktan öpüşmemiştim.
Hayır, kerhanelerde kadınlarla yatmamış değildim hiç, ama o kadınlar hiç öpüşmedikleri gibi,
ben de istemezdim onların dudaklarını öpmeyi-
Caddeye çıktığımda film bitmemişti; şehrin bir yerinde bir yerde, benimle öpüşmek isteyen bir
kadın beni bekliyormuş gibi bir sabırsızlık ve telâş vardı üzerimde. Tünele kadar koşturur gibi
yürüdüğümü, sonra gerisin geri hızla Galatasaray'a döndüğümü ve umutsuzca, karanlıkta bir
şey aranır gibi, bir yüzün anısını, bir gülümseyişi, bir kadın hayâlini çıkarmaya çalıştığımı
hatırlıyorum. Öpüşebileceğim hiçbir tanıdık, hiçbir akraba yoktu; bir sevgili bulabilme umudu
hiç yoktu; sevgilim olabilecek bir kimseyi tanımıyordum ki hiç! Sanki kalabalık şehir bomboş
gibiydi.
Ama, gene de, Taksim'e gelir gelmez, bir otobüse binmiş buldum kendimi. Ana tarafımdan
uzak bir akraba ailesi, babam bizi terkettiği yıllarda bize ilgi göstermişti; benden iki yaş küçük
ve o
zamanlar birkaç kere dokuz taş oynadığım bir kızları vardı. Bir saat sonra, ta Fındıkzade'deki
evlerine varıp kapılarını çaldığımda, öpmeyi hayâl ettiğim kızın çoktan evlendiğini hatırladım.
Bugün ikisi de rahmetli olan anneyle baba beni içeri buyur ettiler. Biraz şaşırmışlar, yıllar sonra
neden geldiğimi anlayamamışlardı. Şundan bundan konuşarak (gazeteci olmam bile ilgilerini
çekmiyordu: Dedikoduculuk gibi aşağılık bir meslekti bu onlar için), radyodaki futbol maçını
dinleyerek çay içtik, simit yedik. Akşam yemeğine de kalmamı bekliyorlardı iyi niyetle, ama
birden birşeyler mırıldanarak kendimi dışarı attım.
Dışarı çıktığımda, soğuk havayı hissettiğimde, öpüşme isteği bütün şiddetiyle içimde alev alev
トルコ語文献の1テキストを読みました。
次へ - Kara Kitap - 13
- パーツ
- Kara Kitap - 01
- Kara Kitap - 02
- Kara Kitap - 03
- Kara Kitap - 04
- Kara Kitap - 05
- Kara Kitap - 06
- Kara Kitap - 07
- Kara Kitap - 08
- Kara Kitap - 09
- Kara Kitap - 10
- Kara Kitap - 11
- Kara Kitap - 12
- Kara Kitap - 13
- Kara Kitap - 14
- Kara Kitap - 15
- Kara Kitap - 16
- Kara Kitap - 17
- Kara Kitap - 18
- Kara Kitap - 19
- Kara Kitap - 20
- Kara Kitap - 21
- Kara Kitap - 22
- Kara Kitap - 23
- Kara Kitap - 24
- Kara Kitap - 25
- Kara Kitap - 26
- Kara Kitap - 27
- Kara Kitap - 28
- Kara Kitap - 29
- Kara Kitap - 30
- Kara Kitap - 31
- Kara Kitap - 32
- Kara Kitap - 33
- Kara Kitap - 34
- Kara Kitap - 35
- Kara Kitap - 36
- Kara Kitap - 37
- Kara Kitap - 38
- Kara Kitap - 39
- Kara Kitap - 40
- Kara Kitap - 41
- Kara Kitap - 42