Kara Kitap - 11

合計単語数は 2835 です
一意の単語の合計数は 1669 です
32.9 の単語が最も一般的な 2000 単語に含まれています
45.4 の単語が最も一般的な 5000 語に含まれています
53.9 の単語が最も一般的な 8000 単語に含まれています
各行は、最も一般的な単語 1000 個あたりの単語の割合を表します。
gelmeyecek bir karanlığa doğru uzanıyordu. Sokağın, duvarın -perspektifin- uzandığı karanlık
noktada, bu saçma (başka ne diyebilirdim ki?) göz de beni bekliyordu. Artık anlaşılmıştır
sanıyorum: Öyle kötü bir şey için, ne bileyim, beni korkutmak, boğmak, bıçaklamak, öldürmek
için değil; sonraları düşündüğüm gibi, daha çok bir rüyayı hatırlatan bu 'metafizik deney'e bir
an önce gireyim diye, bana yardım etmek için bekliyordu 'göz' beni.
Çıt yoktu. İlk anda, bütün bu deneyin, gazetecilik mesleğinin benden alıp götürdükleriyle,
içimin boşluğuyla ilgili bir şey olduğunu hemen sezdim. İnsan en gerçek kâbusları yorgunken
görür! Ama kâbus değildi, daha kesin, berrak ve neredeyse matematiksel bir duyguydu.
"İçimin bomboş olduğunu biliyorum." Böyle düşünmüştüm. Durup cami duvarına yaslanınca da
şöyle: "İçimin bomboş olduğunu biliyor!" Ne düşündüğümü biliyordu, şimdiye kadar neler
yaptığımı biliyordu, ama bunlar bile önemli değildi, çünkü başka bir şeye, hem de çok açık olan
başka bir şeye işaret ediyordu 'göz'. Ben onu yaratmıştım, o da beni! Bu düşünce, kimi zaman
insanm kaleminin ucuna geliveren saçma bir kelime gibi, aklımın ucundan bir an geçip gidecek
sandım, ama kaldı orada. Böylece ben de düşüncenin açtığı kapıdan, -tarladaki delikten
boşluğa düşen o İngiliz tavşanı gibi- yeni bir âleme girdim.
Başlangıçta, bu 'göz'ü ben yaratmıştım. Tabii ki, beni görsün ye gözlesin diye. Onun bakışı
içinden çıkmak istemiyordum. Ken-
dimi bu bakışın altında, bu bakıştan oluşturmuştum ve bu bakıştan hoşnuttum. Her an
gözlendiğimin bilincinde olduğum için varoluyordum çünkü. Sanki bu göz beni görmese ben de
varolmayacaktım. Bu öyle açık bir gerçekti ki, onu kendimin yarattığını da unutup beni var
eden bu göze şükran duyuyordum. Onun buyruklarına uymak istiyordum! Böylece daha hoş bir
'varoluşun' içine girecektim, ama zordu bunu yapmak, öte yandan acı veren bir şey değildi bu
zorluk, hayatın biçimiydi, doğal karşılanması gereken rahat bir şeydi. Bu yüzden cami duvarına
yaslanırken içine düştüğüm düşünce alemi, bir kâbus gibi değil, 'İster İnan İster İnanma'
köşesinde tuhaflıklarım özetlediğim o varolmayan ressamların yaptığı resimler gibi anılar ve
tanıdık görüntülerle örülmüş bir tür mutluluktu.
Bu mutluluk bahçesinin orta yerinde kendimi gördüm, cami duvarına geceyarısı yaslanmış,
kendi düşüncemi seyrediyordum.
Düşüncemin ya da hayâlin, yanılsama aleminin -ne derseniz deyin- ortasında gördüğüm şeyin
benim bir benzerim değil, kendim olduğunu da hemen anladım. O zaman bakışımın, az önce
gördüğüm o 'göz'ün bakışı olduğunu hissettim. Demek ki şimdi ben, az önceki 'göz' olmuştum
ve kendimi dışarıdan seyrediyordum. Ama tuhaf ve yabancı bir duygu değildi bu, korkunç bir
şey hiç değildi. Kendimi dışarıdan görür görmez hatırlamış ve anlamıştım zaten kendimi
dışarıdan görmeyi alışkanlık edindiğimi. Yıllardır, kendimi dışarıdan görürken kendime
çekidüzen veriyordum. Kendimi dışarıdan görürken, "Evet, her şey yerli yerinde," diyordum;
kendimi dışarıdan görürken, "Yeterince benzemiyo-rum," diyordum, "benzemek istediğim şeye
yeterince benzemiyo-rum." Ya da "Benziyorum, ama daha gayret etmeliyim," diyordum
yıllardır ve sonradan yeniden kendimi dışarıdan görerek, "Evet, benzemek istediğim şeye
benzedim sonunda!" diyordum mutlulukla, "evet benzedim ve ben O oldum!"
Kimdi bu 'O'? Harikalar alemindeki gezimin bu noktasında, benzemek istediğim bu 'O'nun bana
neden göründüğünü anladım önce. Uzun gece yürüyüşü sırasında O'na benzemek istemediğim,
o sıra hiçbir şeyi taklit etmediğim için. Yanlış anlaşılmasın, insanın taklit etmeden, bir başkası
olmak istemeden yaşayabileceğini sanmıyorum, ama o akşam yorgunluktan içimin
boşluğundan ben-
deki istek o kadar düşmüştü ki, yıllardır buyruklarına uyduğum O'nunla ilk defa 'eşit' olmuştuk.
O'ndan korkmadığıma, O'nun beni çağırdığı hayâl alemine çekinmeden girişime bakarak da
anlayabilirdiniz bu 'görece' eşitliği. O'nun bakışı altındaydım, ama o güzel kış akşamında
özgürdüm de. Kendi iradem ve zaferimle değil de, yorgunluk ve yenilgimle elde ettiğim bir
duygu da olsa, bu özgürlük ve eşitlik duygusu, O'nunla aramda senli benli bir yakınlığın
kapısını açmıştı. (Bu samimiyet üslûbumdan da anlaşılıyordur.) Böylece yıllardır ilk olarak, O
bana sırlarını açıyor, ben de O'nu anlıyordum. Evet, kendi kendime konuşuyordum tabii, ama
bütün bu tür konuşmalar kendi içimize gömdüğümüz ikinci, sonra üçüncü kişiyle fısıldaşarak
ahbaplık etmekten başka nedir ki?
Dikkatli okurlarım kelimeler arasındaki yer değiştirmelerden çoktan anlamışlardır zaten, ama
ben gene de yazayım: 'O', tabii ki, 'göz'dü. Olmak istediğim kişiydi göz. Ben önce 'göz'ü değil,
O'nu yaratmıştım, olmak istediğim kişiyi. Olmak istediğim 'O' da kendinden bana uzanan o
korkunç, boğucu bakışı salıvermişti üzerime. Özgürlüğümü kısıtlayan 'göz', her şeyimi görüp
yargılayan o insafsız bakış, üzerimden hiç ayrılmayan lanet olası bir güneş gibi tepemde asılıp
kalmıştı. Sözlerime kanıp şikâyet ettiğimi sanmayın sakın. 'Göz'ün bana sunduğu pırıl pırıl
manzaradan hoşnuttum.
Bu geometrik ve tertemiz manzarada, (hoş yanı da buydu ya zaten) kendimi dışarıdan
seyrederken O'nu kendimin yarattığını hemen anlamıştım, ama nasıl yarattığımı ancak belli
belirsiz sezinleyebiliyordum. Bazı ipuçları, O'nu kendi hayat malzemem ve anılarımdan
çıkardığımı gösteriyordu. Taklit etmek istediğim O'nda çocukluğumda okuduğum bazı resimli
roman kahramanlarına, bazı yabancı dergilerde resimlerini gördüğüm düşünür 'yazar'larm, ve
bu kasıntılı kişilerin kütüphanelerinin, çalışma masalarının ya da 'derin ve anlamlı'
düşüncelerini geliştirdikleri kutsal mekânların önünde fotoğrafçılara verdikleri pozların etkisi
vardı. Tabii ki onlar gibi olmak istemiştim, ama ne kadar? Bu metafizik coğrafyada O'nu kendi
geçmişimin hangi ayrıntılarından yaptığıma ilişkin başka bazı umut. kırıcı ipuçları da gördüm:
Annemin hayranlıkla sözünü ettiği çalışkan ve zengin bir komşu, Batılılaşarak kendini
memleketini kurtarmaya adamış bir paşanın gölgesi, baştan sona
108 ¦ .
beş kere okunmuş bir kitaptaki kahramanın hayâli, bizleri sessizli-ğiyle cezalandıran bir
öğretmen, annesine babasına "siz" diyen ve her gün başka bir temiz çorap giyecek kadar
zengin bir sınıf arkadaşı, Şehzadebaşı ve Beyoğlu sinemalarında gösterilmiş yabancı filmlerin
akıllı, başarılı ve hazırcevap kahramanları, onların içki bardaklarını tutuşları, kadınların, güzel
kadınların karşısında öyle rahat, öyle şakacı, gerektiğinde kararlı olabilmeleri, ünlü yazarlar,
filozoflar, alimler, kaşifler ve mucitlerin ansiklopediler ve kitap önsözlerinde okuduğum hayat
hikâyeleri, bazı askerler, gece uyu-yamadığı için bütün şehri sel felâketinden koruyan hikâye
kahramanları... Bütün bu kişiler geceyarısını çok geçe, cami duvarına yaslanırken içine
girdiğim harikalar âleminde, bir haritanın orasından burasından bana el eden tanıdık mekânla*
gibi bana bir bir gözüktüler. Yıllardır içinde yaşadığı sokağı mahalleyi ömründe ilk defa harita
üzerinde gören birisi nasıl şaşırırsa, aynı çocuksu heyecanla şaşırdım önce. Sonra, haritaya ilk
defa bakan aynı kişi, hatırlanması bütün bir ömür alacak binaların, sokakların, parkların,
evlerin kendi anılarıyla yüklü bütün o yerlerin nasıl birer küçük çizgiyle, noktayla işaretlenip
geçiştirildiklerini, koca haritayı kaplayan öteki çizgi ve işaretlerin yanında ne kadar küçük,
önemsiz ve anlamsız olduğunu görüp nasıl hayal kırıklığına kapılırsa, öyle bir tatsızlığın tadını
aldım.
Bütün bu anılar ve anılaşmış kişilerle kurmuştum ben O'nu. O'nun tepeme salıverdiği ve şimdi
benim bakışıma dönüşen 'göz'ün bakışında, tek tek görerek hatırladığım bütün bu kalabalıktan
yapılmış bir kolajın, bir ucubenin ruhu vardı. Bu bakışın içinden şimdi, kendimi ve bütün
hayatımı görüyordum. Bu bakışla gözetlenmekten ve bu sayede kendime çekidüzen vermekten
memnun, O'nu taklit ederek, O'na taklitle ulaşmaya çalışarak, bir gün O olacağıma, en azından
O'nun gibi olabileceğime inanarak yaşayıp gidiyorum. Hayır, bu umutla birlikte değil, bu umut,
bir başkası, O olma umudu için yaşıyordum. Okuyucularım bu 'metafizik deney'in bir çeşit
uyanış, 'gerçeklere gözleri açış' türünden öğretici bir vaka olduğunu da düşünmesinler. Cami
duvarına «yaslanırken içine girdiğim harikalar âleminde her şey, suç ve günahtan, haz ve
cezadan arınmış pırıl pırıl bir geometriyle parlıyordu. Bir keresinde, bir rüyamda aynı sokağın
ve aynı perspektifin uzandığı
ve aynı gece laciverdiyle kaplı gökte asılı parlak dolunayın ağır ağır parlak bir saat kadranına
dönüştüğünü görmüştüm. Gördüğüm manzara, işte o rüyadaki gibi açık, berrak ve simetrikti.
İnsanın içinden doya doya seyretmek ve apaçık gözüken eğlenceli çeşitlemeleri bir bir işaret
edip saymak geliyordu.
Bunu yapmadım da değil: Üzerinde üç taş oynayan laciver-dimsi bir mermerin üzerindeki
taşların duruşu hakkında yorum yapar gibi, "Cami duvarına yaslanan ben, O olmak istiyor,"
diyordum kendi kendime. Kıskandığı 'O'na ulaşmak istiyor bu adam. 'O' ise kendisini taklit
eden 'ben'in uydurduğu bir şey olduğunu bilmezlikten geliyor. Bunun için zaten 'göz'ün
bakışında o güven var. 'O'cami duvarına yaslanan adam kendine ulaşsın diye 'göz'ü yarattığını
da unutmuş gibi, ama bu belli belirsiz gerçeğin farkında duvara yaslanan adam. Bir hamle
yapıp eğer, 'O'na ulaşır da, 'O'olursa, o zaman, 'göz' hem açmazda ya da tam anlamıyla
boşlukta kalacak, hem de ... vs. vs.
Kendimi dışarıdan seyrederken düşünüyordum bunları. Sonra, dışarıdan seyrettiğim 'ben',
cami duvarı boyunca, duvar bitince birbirlerini tekrarlayan cumbalı ahşap evler, boş arsalar,
çeşmeler, kepengleri indirilmiş dükkânlar ve mezarlık boyunca kendi evine ve yatağına doğru
yürümeye başladı.
Kalabalık bir caddede yüzlere ve insan lekelerine baka baka yürürken bir dükkân vitrininde ya
da bir dizi mankenin arkasındaki geniş aynada kendimizi görür de, nasıl bir an şaşırırsak,
kendimi dışarıdan seyrederken de sürekli aynı hayrete kapılıyordum. Ama tıpkı bir rüyadaki
gibi dışarıdan seyrettiğim bu kişinin 'ben, kendim' olmasında pek şaşılacak bir yan olmadığını
da biliyordum. Şaşılacak şey, o kişiye duyduğum inanılmayacak kadar yumuşak, tatlı, sevgi
dolu o yakınlıktı. Ne kadar kırılgan, ne kadar acıklı, ne kadar zavallı, ne kadar çaresiz ve
kederli olduğunu seziyordum: Bir tek o kişinin gözüktüğü gibi olmadığım biliyor, bir baba,
hatta bir tanrı gibi bu dokunaklı çocuğu, bu kulu, bu zavallı ve iyi yaratığı korumak,
kanatlarımın altına almak istiyordum. O ise uzun uzun yürüdükten sonra (Ne düşünüyordu,
niye kederliydi, niye o kadar yorgun ve yılgın?) anacaddeye çıktı. Arada bir lambası yanmayan
muhallebicilerin, bakkalların vitrinlerine bakıyordu dalgınlıkla. Ellerini ceplerine sokmuştu.
Daha sonra başı da önüne
düştü. Şehzadebaşı'ndan Unkapam'na kadar yanından tek tük geçen araçların, boş taksilerin
hiçbiriyle ilgilenmeyerek yürüdü. Belki parası da yoktu.
Unkapanı köprüsünden geçerken bir an Halic'e baktı, köprünün altından geçecek bir
römorkörün ince uzun bacası, karanlıkta zor seçilen bir tayfanın çektiği iple indiriliyordu.
Şişhane yokuşunu çıkarken yoldan inen bir sarhoşla bir iki kelime konuştu, İstiklâl Caddesinin
iyi aydınlatılmış vitrinleriyle biri hariç ilgilenmedi: Bir gümüşçü dükkânının vitrinini uzun uzun
seyretti. Ne vardı aklında? Endişeyle titreyerek, sevgiyle seyrederek merak ediyordum.
Taksim'de bir büfeden sigara ve kibrit aldı, hüzünlü vatandaşlarımızda sık sık gördüğümüz o
ağır hareketlerle paketi açtı, sigarasını yaktı: Ah, ağzından çıkan o ince ve acıklı duman! Her
şeyi biliyordum, her şeyi tanıyordum, her şeyi yaşamış görüp geçirmiştim, ama ilk defa bir
hayatla bir insanla karşılaşmış gibi korkuyla endişeleniyordum. "Dikkat et, çocuk!" demek
geliyordu içimden; her sokağı geçişinde, her adımını atışında izlediğim bu kişinin başına bir
kötülük gelmedi diye şükrediyor, olabilecek bir felâketin izlerini sokakta, karanlık apartman
cephelerinde, lambaları sönmüş pencerelerde görüyordum.
Şükür, başına bir şey gelmeden Nişantaşı'ndaki bir apartmanın (Şehrikalp'ti adı) kapısından
içeri girdi! Çatı katındaki dairesine girdiğinde anlamak ve çare bulmak istediğim dertleriyle
birlikte uyur sanıyordum. Hayır, bir koltuğa oturup sigara içerek gazete karıştırdı bir süre.
Sonra eski eşyalarının, kırık dökük masasının, soluk perdelerin, kâğıtlarının, kitaplarının
arasında aşağı yukarı yürüdü. Birden masasına oturdu, gıcırdayan sandalyesinin üstünde
kıpırdandı ve kaptığı bir dolmakalemle boş bir kâğıdın üzerine birşeyler yazmak için eğildi.
Hemen yanıbaşındaydım; karmakarışık masasının üzerindey-dim sanki. Çok yakından
seyrediyordum onu: Çocuksu bir dikkatle, sevdiği bir filmi seyreden birinin huzurlu keyfiyle,
ama içe dönmüş bakışlarla yazıyordu. Sevgili oğlunun kendisi için yazdığı ilk mektubun kaleme
almışını bir baba gururla nasıl seyrederse, onu öyle seyrediyordum. Cümlelerin sonuna doğru
dudaklarının kenarlarını hafifçe büzüyor, kelimelerle birlikte gözü de kâğıdın üzerin-
de titreyerek ilerliyordu. Bir sayfayı doldurmak üzere olduğunu görünce yazdıklarını okudum
ve derin bir acıyla irkildim.
Tanımak için can attığım kendi ruhunun sözlerini değil, benim şu okuduğunuz cümlelerimi
yazmıştı yalnızca. Bu onun dünyası değil, benim dünyam, onun kelimeleri değil, şimdi her
birinin acele acele üzerinden geçtiğiniz (biraz yavaş lütfen) benim kelime-lerimdi. Karşı
koymak, ona, kendi kelimelerini yazmasını söylemek istedim, ama tıpkı bir rüyadaki gibi onu
seyretmekten başka bir şey gelmiyordu elimden: Cümleler, kelimeler herbiri bana biraz daha
acı vererek birbirlerini izlediler.
Yeni bir paragrafın başında bir an durdu bir süre. Bana baktı, sanki beni gördü, sanki göz göze
geldik. Hani eski kitaplarda, dergilerde ilham perisiyle yazarın tatlı tatlı sohbet ettikleri
sahneler vardır; şakacı ressamlar yazının kenarına kalemi boyundaki sevimli küçük ilham
periciği ile dalgın yazarın birbirlerine gülümseyen resimlerini çizerler. İşte öyle gülümsedik
birbirimize. Bu anlayışlı bakıştan sonra her şeyin aydınlanacağını tabii ki iyimserlikle bekledim.
Gerçeği anlayacak ve o, çok merak ettiğim kendi dünyasının hikâyelerini yazacak, ben de
keyifle onun kendisi olabilmesinin kanıtlarını okuyacaktım.
Hayır, hiç de olmadı böyle bir şey. Bir an bana yeniden mutlulukla gülümsedikten sonra, sanki
aydınlanması gereken şey aydınlanmış, sanki bir dama problemini çözmüş gibi heyecanla
durakladı ve benim dünyamda her şeyi anlaşılmaz bir karanlıkta bırakan son kelimeleri de
yazdı.
ON BİRİNCİ BÖLÜM HAFIZAMIZI SİNEMADA KAYBETTİK
"Sinema çocuğun yalnız gözünü değil, aklını da bozar."
Ulunay
Galip, uyanır uyanmaz karın yeniden yağdığını anladı. Belki de bunu uykusunda farketmişti;
çünkü şehrin gürültüsünü örtüvc-ren kar sessizliğini, uyanır uyanmaz hatırladığı ama
pencereden dışarı bakarken unuttuğu rüyasında da duymuştu. Hava kararalı çok oluyordu.
Galip şofbenin bir türlü ısıtamadığı suyla yıkandıktan sonra giyindi. Bir kâğıt kalem alıp masaya
oturdu, ipuçları üzerinde bir süre çalıştı. Tıraş olduktan çok sonra, Rüya'nın kendisine
yakıştırdığı ve bir eşi de Celâl'de olan balık sırtı ceketiyle kalın kaba paltosunu giyip sokağa
çıktı.
Kar dinmiş, park edilmiş arabaların üzerinde, kaldırımlarda dört parmak birikmişti. Cumartesi
akşamı ellerinde paketlerle alışverişten dönenler, yeni yeni alışmaya başladıkları bir gezegenin
yumuşak yüzeyine basar gibi dikkatle yürüyorlardı.
Nişantaşı Meydanına geldiğinde, anacaddenin açık olmasına sevindi. Geceleri bir bakkalın
girişine yerleşen gazetecinin tezgâhından, çıplak kadın ve rezalet dergileri arasından ertesi
günün Milliyet'ini aldı. Karşı kaldırımdaki lokantaya girip yoldan geçenlerin göremeyeceği bir
köşeye yerleşti, domates çorbasıyla ızgara köfte ısmarladı. Yemeğini beklerken, gazeteyi
masanın üzerine yerleştirip Celâl'in pazar yazısını dikkatle okudu.
Yıllarca önce yazılmış yazıyı, bir de bu sabah gazetede okuduğu için Celâl'in hafıza üzerine
kurduğu bazı cümlelerini tek tek hatırlıyordu. Kahvesini içerken, yazıya bazı işaretler koydu.
Lokantadan çıktıktan sonra kendisini Bakırköy'e, Sinan Paşa'ya götürecek bir taksi buldu. .
Uzun yolculuk sırasında Galip, İstanbul'u değil bambaşka bir şehri gördüğü duygusuna kapıldı.
Gümüşsüyü yokuşunun Dolma-bahçe'ye ulaştığı yerde, üç belediye otobüsü birbirine bindirmiş,
çevrelerini bir kalabalık sarmıştı. Dolmuş ve otobüs durakları
bomboştu. Şehrin üzerine kar, bir tür eziklik duygusu gibi inmiş, lambalar daha solmuş,
geceleri şehri şehir yapan hareket durmuş, kapıları kapalı, kaldırımları boş bir ortaçağ gecesi
geri gelmişti. Cami kubbelerinin, ardiyelerin, gecekonduların üzerinde kar, beyaz değil,
maviydi. Aksaray civarında mor dudaklı, mavi suratlı orospuları, surların önünde tahta
merdivenle kayan gençleri, garajların çıkışında yolcuları korkulu gözlerle bakan otobüsleri
denetleyen polis arabalarının mavi lâmbalarını gördüler. İhtiyar şoför, Halic'in donduğu uzak ve
inanılmaz bir kışa ilişkin uzak ve inanılmaz bir hikâye anlattı: Galip 59 model Plymouth'un iç
ışığında Celâl'in pazar yazısını rakamlar, işaretler, harflerle doldurdu, ama hiçbir sonuca
ulaşamadı. Şoför daha fazla gidemeyeceğini söylediği için Sinan Paşa'da arabadan inip yürüdü.
Güntepe Mahallesi anacaddeye hatırladığından da yakınmış. İki katlı, gecekondudan bozma
perdeleri çekili beton evler ve vitrin ışıkları söndürülmüş dükkânlar arasındaki yol, hafif bir
yokuşu çıktıktan sonra, birdenbire küçük bir alana ulaştı. Sabah Şehir Rehben'nde küçük
dikdörtgenini gördüğü Atatürk büstü (heykel değil) ortadaydı. Haritadan hatırladıklarına
güvenerek duvarlarına siyasal sloganlar yazılmış büyükçe caminin yanındaki sokaktan girdi.
Kimilerinin soba boruları pencerelerinin ortasından çıkan, kimilerinin balkonları hafifçe öne
eğilmiş bu evler içinde Rüya'yı düşünmek bile istemiyordu, ama on yıl önce buraya gene bir
geceya-nsı geldiğinde, düşünmek bile istemediği şeyi, evin açık pencerelerine sessizce
yaklaşınca görmüş, ve hemen geri dönmüştü: O sıcak Ağustos akşamında, Rüya, üzerinde
basmadan kolsuz bir elbise, üstü kâğıt yığmlarıyla dolu bir masanın başında, arada bir saçının
bir lülesiyle döndüre döndüre oynayarak çalışıyor, sırtı Galip'e dönük olan kocası çayını
karıştırıyor, başlarının hemen üstündeki çıplak ampulün çevresinde, az sqnra ölecek bir
pervane, gittikçe düzensizleşen son dairelerini çiziyordu. Karıyla kocanın aralarında bir tabak
incir ve sivrisinekler için bir spray vardı. Galip çay fincanının içindeki kaşığın şıngırtısını,
yakınlardaki çalılar içindeki cır-cırböceklerinin ötüşünü çok iyi hatırlıyordu, ama yarısı karla
kaplı bir elektrik direğine asılmış 'Refet Bey Sokağı' levhasını görünce, içinde evin yerleştiği
köşeye ilişkin hiçbir şey uyanmadı.
Bir ucunda çocukların kartopu oynadığı, öteki ucunda bir lambanın irice bir sinema afışindeki,
gözleri karalanarak kör edilmiş özelliksiz bir kadını aydınlattığı sokağı boydan boya iki kere
yürüdü. Bütün evler iki katlı olduğu, ve hiçbirinin kapı numarası olmadığı için, ilk yürüyüşünde
gönül rahatlığıyla tanımazlıktan geldiği pencereyi, on yıl önce tutmaktan çekindiği kapı
kulpunu, o sı-vasız ve yavan duvarları ikinci sefer istemeye istemeye hatırladı. Yukarı bir kat
çıkılmıştı. Bahçeye bir duvar yapılmıştı. Toprağın yerini beton almıştı. Alt kat kapkaranlıktı.
Ayrı bir girişi olan ikinci katın çekili perdeleri arasından sızan televizyonun mavimsi ışığıyla,
duvardan sokağa bir namlu gibi uzanan soba borusunun ucundan tüten kükürt sarısı linyit
dumanlan, geceyarısı kapıyı çalacak tanrı misafirine burada sıcak bir aş, sıcak bir ocak ve
televizyona alık alık bakan sıcak insanlar bulacağını müjdeliyordu.
Galip, karla kaplı merdivenleri ihtiyatla çıkarken, bitişik evin bahçesinden bir köpek uğursuz
uğursuz havladı. "Rüya'yla çok fazla konuşmayacağım!" diyordu kendi kendine Galip, ama
bunu kendi kendine mi, hayalindeki eski kocaya mı dediğinden emin değildi pek. Ondan, 'terk
mektubu'nda açıklamadığı sebepleri açıklamasını rica edecek, sonra, bir an önce eve gelip
bütün eşyalarını kitaplarını, sigaralarını, çorap teklerini, boş ilâç kutularını, firketelerini, miyop
gözlüklerinin kılıflarını, yarısı ısırılmış çikolataları, -tokalarını, çocukluktan kalma tahta
vakvaklan alıp gitmesini isteyecekti. "Seni hatırlatan her şey beni dayanamayacağım kadar
üzüyor." Tabii bunu, o herifin önünde söylemeyeceği için. en iyisi, hemen Rüya'yı 'aklı başında
insanlar' gibi oturup konuşacakları bir yere gitmeye ikna etmekti. Bir kere o yere gidilince ve
baştaki 'a-kıl' söz konusu olunca, Rüya'yı başka şeylere de ikna etmek pekâla mümkündü, ama
erkek kahveleri dışında gidilecek o yeri bu mahallede nasıl bulacaktı? Kapının zilini çoktan
çalmıştı.
Önce bir çocuğun (Anne kapı!), sonra aynı aşikâr gerçeğe dikkati çeken ve karısı, yirmi beş
yıllık sevgilisi, otuz yıllık arkadaşıyla uzaktan yakından hiçbir benzerliği olamayacak bir kadının
sesini duyunca Galip, Rüya'yı burada bulacağını düşünmekle ne kadar aptallık ettiğini anladı.
Bir an kaçıp sıvışmayı düşündü, ama kapı açıldı. Galip görür görmez 'eski koca'yı tanıdı, ama o
Galip'i değil. Orta yaşlarda, orta boydaydı; hayâlini kurduğu gibiydi ve
bir daha kurmayacağı biri gibiydi de.
Galip gözlerini dışardaki tehlikeli dünyanın karanlığına alıştırmaya çalışan eski kocaya,
kendisini hatırlayabilmesi için yeterli zamanı tanırken, önce yeni karının, sonra bir çocuğun,
sonra ikinci çocuğun meraklı başlan içeriden teker teker uzandı: 'Kim baba?" Baba, sorunun
トルコ語文献の1テキストを読みました。